Ana SayfaManşetDÜNYA MÜSLÜMANLARINDAKİ TÜRK VE TÜRKLÜK SEVGİSİ

DÜNYA MÜSLÜMANLARINDAKİ TÜRK VE TÜRKLÜK SEVGİSİ

DÜNYA MÜSLÜMANLARINDAKİ TÜRK VE TÜRKLÜK SEVGİSİ

TÜM MÜSLÜMANLARIN SEVDİĞİ MİLLET

Mustafa ATALAR

Dünyada Türkler kadar çok sevilen ama aynı zamanda Türkler kadar da nefret edilen, Türkler kadar dostu ve Türkler kadar da düşmanı olan başka bir millet gösterilemez. Sırf Türkleri kimlerin sevdiğine veya sevmediğine, niye sevdiğine veya sevmediğine bakılarak bile insanlar hakkında, yani onların doğru yolda olup olmadıkları, istikamet sahibi olup olmadıkları konusunda sağlam ve doğru kanaatlere ulaşıbilmek mümkündür. Yeryüzünü dolduran zalimler, kafirler, sapıklar, fasıklar, Allah, Peygamber, İslam ve Müslüman düşmanları nazarında; Türklerden daha fazla nefret edilen ve edilmesi gereken başka bir millet bulunamaz. Öte yandan, mazlumlar, mağdurlar, gerçek Müslümanlar nazarında da Türklerden daha sevimli, onlardan daha çok sevilmeye, hürmet, muhabbet dostluk ve bağlılık duyulmaya daha layık başka bir millet de yoktur. Bunun en büyük nedeni de Allah’ın Türkleri kendisi seçtiği ve sevdiği gibi, bütün Müslümanlara da sevdirmesidir:

“Rahman, iman edip de makbul ve güzel işler yapanları (hem Allah, hem de mahlûklar nezdinde) sevimli kılacaktır (Meryem Suresi, Ayet: 96).”

Yani iman edip de salih ameller işleyenler (imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarını, İslâmî düzeni hayata geçirmeye çalışanlar, çalışma barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün bollaşmasını sağlayanlar, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olanlar, cârî/kalıcı hayırlar işleyenler) var ya; Rahman (olan Allah), onlar için  (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir  (onları gönüllere sevdirecek, onlar için kalplerde tarifsiz bir sevgi var edecek, bir sevgi yaratacak, onları herkesin gönüllerine sevdirecek, onları sevgiyle kuşatacak, sevgili kılacaktır).

Güvenilir hadis kitaplarında birbirine yakın ifadelerle Hazreti Peygamber’den şöyle bir hadis rivayet edilir: Allah, bir kulunu sevdiği zaman, Cebrail’e şöyle buyurur: “Ey Cebrail! Ben, falan kulumu seviyorum onu sen de sev! Bunun üzerine Cebrail de onu hemen sever ve gök halkına: “Allah falan kulunu seviyor, onu siz de seviniz!” diye seslenir. Böylece gök halkı da o kimseyi severler. Sonra da o kul için bütün yeryüzü halkının gönlüne bir sevgi, saygı, yakınlık ve makbul görme hali yerleştirilir. Bu nedenle yeryüzündekiler de onu sever. Allah, bir kulunu sevmediği zaman ise; (yine) Cebrail’e: “Ben filanca kulumu sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye buyurur. Bunun üzerine Cibrail de onu sevmez ve gök halkına şöyle seslenir: “Allah, filanca kulunu sevmiyor. Onu siz de sevmeyin!”. Onlar da onu sevmezler. Sonra, yeryüzü halkının gönlüne de o kimseye karşı bir kin ve nefret duygusu yerleştirilir. (Buhârî, Bedü’l-halk 6, Edeb 41, Tevhîd 33; Müslim, Birr 157. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (19), 7)

Allah’ın sevdiğini sevmeyen, hele de Allah’ın sevdiğine düşmanlık edenlerin akıbetinden korkulur. Bunların kendilerini, tutum ve davranışlarını gözden geçirip düzeltmeleri çok önemlidir. Bir hadis-i kutside Allah şöyle buyuruyor:

“Her kim Benim bir dostuma düşmanlık ederse, Ben  ona karşı harp ilân ederim. Ben kulumu sevince de (âdeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum (Buhârî, Rikak 38).”

DÜNYA MÜSLÜMANLARINDAKİ TÜRK SEVGİSİ

Türk Milletine ve Türklüğe karşı, ecdadımızın yüksek himmet ve gayretleri sayesinde, o kadar büyük bir itibar, sevgi ve saygı uyanmıştır ki, bir kimse, dünyanın herhangi bir yerindeki bir Müslümanın karşısına çıkıp da; ‘Ben Türkleri sevmiyorum, Türk olmak istemiyorum!’ dese; o Müslüman, onun aklından zoru olan veya dini ve imanı şüpheli biri olduğunu düşünerek, yüzüne garip garip bakar ve şöyle der; ‘Yahu Türklük istenmez mi, Türk sevilmez mi, sen deli misin?’

Türklerdeki Müslüman sevgisi, Müslümanlardaki Türk servisi dünden bugüne hiç eksilmeden, azalmadan, belki de artarak devam etmektedir. Osmanlı Devleti’nin çöküş ve yıkılış döneminden itibaren, bütün dünyada ve Osmanlı ülkesinde, oryantalist Batı kaynaklı, Batı icadı, kurgusu ve projesi milliyetçilik ve etnik milliyetçilik gibi yıkıcı, bölücü parçalayıcı, fikir akımlarına ve Batının fiili saldırılarına teslim olmuş, bu akımların cazibesine kapılmış Batı etkisindeki aydın ve seçkin kesimlerin ne hale geldikleri, İslama, Türklüğe ve Türk Milletine hangi gözle bakmaya başladıkları ve ne büyük zararlar verdikleri herkesin malumudur. Öte yandan başta Filistin eski Müftüsü ve Filistin davasının ilk lideri Emin el-Hüseyni olmak üzere gerçek aydın, münevver ve Müslümanlar arasından da bu akımlara teslim olmayan, bu propagandalara itibar etmeyen, kanıp aldanmayan, onların peşlerine takılmayan, tam tersine Batılılara ve bunların yerli işbirlikçilerine, uşaklarına ve piyonlarına karşı kendileriyle aynı inanç, fikir, görüş ve idealleri paylaşan diğer Türk ve Müslüman kardeşleriyle beraber el birliği ve gönül birliği içerisinde büyük mücadeleler veren sayısız gerçek aydınlar, liderler, önderler de çıkmıştır. Emin el-Hüseyni’nin Müslüman Arap ve İslam dünyasında tek örnek olduğu söylenirse, onun gibi daha yüzlerce, hatta binlercesine haksızlık edilmiş olur. Onun dışında örneğin, Cezayir’de Fransızlara karşı mücadele veren Emir Abdulkadir, Sudan’da İngilizlere karşı ayaklanan Mehdi, Libya’da İtalyanlara karşı mücadele eden Sünûsi ve Rif’î, İspanyollara karşı savaşan Emir Abdülkerim, Irak Şeyhu’l-Meşâyihi (Şeyhler Şeyhi) Uceymî Sadun Paşa gibi kendisiyle aynı yolun yolcusu olan büyük dava, ideal adamlarını, önderleri ve onların büyük mücadelelerini de saygı, minnet ve şükranla hatırlamamız ve anmamız gerekir. Bu önemli fikir ve mücadele adamlarının, önderlerinin hemen hepsinin ortak özelliklerinden biri kendilerini herkes kadar, hatta herkesten daha fazla Türk hissetmeleri ve saymalarıdır. Bunların büyük çoğunluğunun bir diğer özelliği de Hazreti Peygamber’in soyundan gelmiş olmalarıdır. Bunlar ömürleri boyunca en büyük mücadelelerini, Batının etkisiyle dinine, inancına, kültürüne, milletine, milliyetine, Türklüğe ve Türk Milletine yabancılaşmış, Müslümanların birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü temsil eden Halifeye ve Osmanlı Devletine düşman olarak ayrı bir baş çekme sevdasına düşmüş, Batı ve Siyonist uşağı, kuklası, işbirlikçisi aydınlara, yöneticilere ve seçkinlere karşı vermişlerdir.

Aldatılmış, kandırılmış, yollarını izlerini kaybedip Batılıların maşası, piyonu, uşağı olmuş sözde Arap aydınlarının aksine bunların hepsi; Türklerin İslama ve Müslümanlara yaptıkları hizmetleri bilirler, takdir ederler, dinlerinin, varlık ve birliklerinin savunucusu ve koruyucusu olarak kabul ettikleri Türklere ve Türk Milletine, Osmanlılara büyük minnet ve şükran duyarlar, Türklüğü ve Türkleri sürekli överler, sevip sayarlar, kendilerini onlardan, onları da kendilerinden sayarlardı. Hepsi de Müslümanların birlik ve beraberliğinden yanaydılar. Bu birlik ve beraberliğin ancak Türklerle, Türklerin etrafında ve onların önderliğinde sağlanabileceğine yürekten inanıyorlardı.

Türklüğün bir etnik kimlik olmadığına, aksine Müslümanların dini, siyasi, sosyal ve askeri birliklerini, beraberliklerini, bütünlüklerini, güç, kuvvet ve kudretlerini temsil eden bir kavram olduğuna inanırlar, bu yüzden kendilerini de rahatlıkla Türk sayarlar, Türk görürlerdi. Bu birliği bozmaya kalkmanın insanın dünyasını da ahıretini de zarar çekmesiyle sonuçlanacağının çok iyi farkında ve ayırdındaydılar. Onlar:

“Allah’a ve Peygamberine itaatten, duyarlılık ve bağlılık göstermekten ayrılmayın! Birbirinizle çekişmeye girmeyin, didişmeyin, birbirinize düşmeyin! Yoksa zayıflar, gevşer, çözülür, dağılır, yılgınlaşır, korkaklaşırsınız, cesaretiniz sönüverir, başarısızlığa uğrarsınız da gücünüz, kuvvetiniz, devletiniz elden gider. Zorluklara, güçlüklere karşı da sabırlı ve dirençli olun! Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46) ayeti kerimesinin buna açıkça işaret ettiğini çok iyi anlayabilmişler ve idrak edebilmişlerdi.

Aslında Müslüman halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, kısm-ı azamı, sevad-ı azamı, karabudunu da onlar gibi düşünüyor, onlar gibi inanıyor, onlar gibi davranıyordu. Fikren ve fiilen Türklerden ve Türk milletinin yanındaydılar, onları destekliyorlardı. Batı hayranı, uşağı ve maşası durumundaki sözde aydınlar, Türkiye’de de başka İslam ülkelerinde de hep azınlıkta olmuşlardır. Herkes bunlara kuşkuyla bakar, mesafeli dururdu.

HİNTLİ ÂLİMLERİN GÖZÜNDE ECDADIMIZ

Hind-Pakistan dünyasının özellikle önde gelen âlimleri, hocaları, ilim, irfan erbabının Türk Milletine karşı özel bir ilgileri, alakaları ve sevgileri vardır. Hindistan’da Nedvetü’l-Ulema denilen âlimler topululuğunun başındaki En-Nedvîler, hiç kimseden maaş almadan bu görevi yürüten, çok saygın, faziletli, erdemli, hünerli, herkesin sevgi ve saygı duyduğu kimselermiş. Bu ailenin önde gelenlerinden Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Kahire’yi ve Ezher’i her ziyaret ettiğinde mutlaka Kahire’deki Türk öğrencileri, ilim ve fikir erbabını arar bulur, onlarla sohbet eder, Türk Milleti’ne sevgi ve saygılarını arz eder, ondan sonra da bunlarla irtibatlarını kesmez, ziyaret ve mektuplaşmalarını sürdürürmüş.

Ebul Hasan en-Nedvi (1914-1999), Ali Ulvi Bey’e birgün şunları anlatmış: “Özellikle gençlerinize tarih şuuru vermeyi ihmal etmeyiniz! Çünkü Cenab-ı Hak sizin tarihinize o kadar ihtişamlı bir zenginlik lütfetmiş ki, Sahabe-i Kiram’dan sonra hiçbir milletin tarihi, sizin maziniz kadar erişilmez şan ve şereflerle dolu değildir. Gençleriniz tarihin o şerefli sahifelerini mütalaa ederlerken, ruhlarına o büyük savaşlardan hamaset rüzgârlarının estiğini göreceklerdir. İslam’ın nur ve irfanını dünyanın en ücra köşelerine kadar yayan büyük atalarının fütuhatını gördükçe, onlardaki kudret ve cesaretin, siyaset ve basîretin, merhamet ve adaletin üstünlüğüne, yüceliğine ve asaletine de hayran kalacaklardır. Nihayet onlar da ataları gibi büyük insanlar olmaya yönelecekler ve hazırlanacaklardır. Zira büyük işleri, ancak büyük insanlar başarabildikleri gibi, büyük insanların ve büyük hareketlerin de büyük ruhların eseri olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.”
Yine en-Nedvî’lerden, Hindistanlı büyük âlim Mevlana Şiblî Numani’nin en önde gelen öğrencilerinden biri olan Seyyid Süleyman en-Nedvi (1884-1953), de Ali Ulvi Bey’e şunları söylemiş: “Sizin çok büyük bir ecdadınız var. Hilafeti yani tüm İslam âleminin ve Müslümanların sorumluluğunu da üstlenerek, İslam’a ve Müslümanlara unutulmaz hizmetlerde bulundular. Biz çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koymayı en büyük şeref sayarız.”
Ali Ulvi Bey, 1970 yılındaki Hac ziyaretinde Arafat’ta, Mısırlı bir âlimin Kastamonulu Mehmed Feyzi Efendi’ye şunları anlattığına şahit olmuş: “Türk milleti, yüzelli seneden, özellikle de kırk elli seneden beri başına yağmur gibi yağan çok büyük belalara giriftar olduğu halde, yine de dinini, imanını kaybetmemiştir. Bir zamanlar hacca gitmeyi yasaklayan, on hacı bile gönderemeyen Türkiye’den bu yıl elli yedi bin hacı gelmiş. Demek ki, bu millet çok büyük dua almış! Türk milleti, Allah yolunda çok şehitler vermiş, Cenab-ı Hakkın din-i mübini uğrunda büyük bir ihlâsla çalışmış, kan dökmüş bir millettir. Ben bu kutsal beldede ve bu mukaddes makamlarda bütün âlem-i İslam ve özellikle Türk milleti için çok dua ettim. Eğer Türk milletinin başına gelen felaketler, başka bir milletin başına gelseydi, perişan olur, bir daha kendine gelemezdi!”

ESKİ MISIR ULEMASINDAKİ TÜRKLÜK SEVGİSİ


Ali Yakup Hoca’nın en yakın dostlarından Emin Saraç Hocaefendi, Rıhle dergisine verdiği bir ropörtajda Kahire’deki gerçek İslam alimlerinin, Türk öğrencilere bakışını şöyle anlatıyor:

“Mısır’a gittiğimiz zaman Allah Teâlâ lütuflarını üzerimizden eksik etmedi. Orada çok iyi hocalardan okuduk. Oradaki hocalarımız, bizi “Osmanlı Devletinin çocukları” olarak görürler ve bize çok iltifat ederlerdi. Bu tabiri en çok kullanan, Abdulfettah eş-Şa’şa’î çok âlim, fâzıl ve kurrâ bir zat idi. Kâmil bir insandı; kapı gibi, mücessem bir zattı; gider, elini öperdik. Bize şöyle derdi: ‘Nasılsınız, ey efendilerimizin çocukları?’Yani bizi sultanların, efendi bir milletin çocukları olarak görürdü.

Uzun yıllar boyu Türkiye’den hacca gitmenin yasaklanmasının ardından, yine ilk kez tek parti döneminde 1947 yılında, Türkiyeli Müslümanlara hacca gidebilmek için izin çıkmış. Aradan epeyce uzun bir zaman geçmesine rağmen, millete hac ibadetini ve mukaddes beldeleri unutturabilmek mümkün olamamış. Millet uzun yılların hasreti ve açlığıyla pervanelerin ateşe koşması gibi mukaddes beldelere koşmaya başlamışlar. O zamanlar, Medine-i Münevvere’deki Mescid-i Nebevi’de hala Sultan Abdülhamid tarafından bastırılmış, taş baskı, büyük boy Kur’an-ı Kerim’ler, bütün dolapları dolduruyormuş. Okumak isteyen hacılara bunlardan verilir, okuduktan sonra da toplanır, yine dolaplardaki yerlerine konurmuş. Ravza’nın o zamanki Şeyhi Arnavut asıllı Mühürcü Şeyh Osman bir gün Kütüphanede çalışan Ali Ulvi Bey’e gelerek şöyle demiş: ‘Yahu, Ali Ulvi Bey! Maşaallah, Türklerde ne kadar çok hafız var!’ Ali Ulvi Bey şaşırmış: ‘Hayırdır inşallah! Bunu da nereden çıkardınız?’ diye sormuş. Demiş ki ‘Biz okumak isteyenlere Kur’an dağıtıyoruz ya! Türk hacıların çoğu Kur’an-ı Kerim’i alıyorlar. Bir bize, bir Kur’an-ı Kerim’e bakıp teşekkür ediyorlar. Sonra Kur’an’ı göğüslerine yapıştırıp, sessizce ezberden okumaya başlıyorlar.’ Ali Ulvi Bey, boş bulunup: ‘Şeyh Efendi, sen ne diyorsun! Onların hiç birisi Kur’an-ı Kerim’i yüzünden bile okumasını bilmezler. Onlar, size ve Kur’an’a olan saygılarından dolayı böyle Kur’an’ı alıp saygıyla kucaklıyorlar!’ deyince; adamcağız: ‘Aman Allah’ım, sen ne diyorsun?’ diyerek ağlamaya başlamış. Çok geçmeden üzüntüsünden fenalaşıp, kütüphanede düşüp bayılmış. Ambulans çağırılmış, hastaneye kaldırılmış. İyileşip ayağa kalktıktan sonra geçmiş olsun ziyaretine giden Ali Ulvi Bey’e: ‘Ali Ulvi Bey kardeşim! Söylediğin şey bana gerçekten çok ağır geldi. İnan bana, yıkıldım, mahvoldum! Bu sözün üzerine kalbim nasıl olup da tamamen durmadı, şimdi ona şaşıyorum. Nasıl olur bu Ali Ulvi Bey! İslama bu kadar büyük hizmetler etmiş, bir zamanlar dünyada Kur’an’ı en güzel yazan, en güzel okuyan, en çok hafızı olan bir milletin çocukları bugün nasıl olur da Kur’an’ı yüzünden bile okuyamaz! Bu benim için inanılacak, kabul edilebilecek bir şey değil!’ demiş.

CAHAR DUDAYEV’DEKİ TÜRK SEVGİSİ

Cahar Dudayev (1944 – 1996) Türk Milletinin önemini, değerini, yerini ve onlara olan sevgi ve saygısını şöyle ifade edermiş:

“Türkleri çok seviyorum. Tarih boyunca kahramanlıklarıyla, cesaret ve atılganlıklarıyla kendilerini kabul ettirmişlerdir. Milli ve manevi değerlerine bağlıdırlar. Dostluklarına güvenilir, düşmanlıklarından korkulur… Tarih boyunca İslâm alemi Türklerden çok faydalanmıştır. Türkler güçlü oldukça İslâm âlemi rahat ve huzur içinde olmuştur; zayıfladıkça da İslâm alemi ezilmiş ve horlanmıştır. Türkler, her zaman İslâm’ın koruyucu gücü olmuşlardır.
Ancak ne yazık ki, bazı İslâm ülkeleri, emperyalist güçlerin oyununa gelerek Türklere ihanet etmişlerdir. Türklere ihanet ederek arkadan vuranlar belasını bulmuştur. Bugün bazı İslâm ülkelerindeki çıkmazlar ve sıkıntılar, bu tarihi hatanın bedelidir.
Şimdi gururla söylemek istiyorum ki, Çeçenler tarih boyunca Türklere bağlı ve sadık kalmışlar ve tarihin hiçbir döneminde ihanet etmemişlerdir.
Bugün Türkiye’yi yönetenler ise maalesef o yüce değerlerden çok uzaklar. Hâlbuki Türk milleti, maddi ve manevi değerlerine bağlı olduğu sürece yücelmiş ve yükselmiştir. Ve dünya tarihinin akışına yön vermişlerdir. O yüce değerlerden ayrıldıkça küçülmüşler ve sıkıntılara düşmüşlerdir. Unutulmasın ki, Türkiye hem Türk dünyasının, hem de İslâm aleminin ümit ışığıdır. Bu ışığın sönmesi hem İslâm âleminin, hem de Türk dünyasının karanlığa gömülmesi demektir.”

SURİYE’Lİ YAŞLI KADINDAKİ TÜRKLÜK BİLİNCİ

Hoca’nın her konuda olduğu gibi Türklük ve Müslümanlık üzerine anlattıkları da rastgele söylenmiş sözler değildi. Derin bir ilme, irfana, araştırma ve incelemeye dayanıyordu. Ama bunları ilk defa duyanlar, bunun arka planını bilemedikleri için inanmakta güçlük çekerler, doğruluğu konusunda bazı kafalarda çok farklı soru işaretleri de oluşabilirdi. Ama çok zaman daha o mecliste yaşanan bazı olaylar veya diyaloglar, Hoca’nın sözlerinin ne kadar doğru ve isabetli değerlendirmeler olduğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuverirdi.

Nitekim bir gün Hoca’nın, eskiden bir Arabın, hatta bir Hicaz’lının bile Türk sayıldığını, onların da kendilerini Türk ettiklerini söylemesi, dinleyenlerden bazılarınca biraz tereddüt ve şüpheyle karşılanmış, onların kafalarında bazı soru işaretlerine yol açmıştı. Bu sözler, eğitimini İstanbul’da tamamlamış Suriye asıllı Doktor Merhum Fazıl Üveyce’yi de çok etkilemiş, şaşırtmış ve çok duygulandırmış. Ondaki bu ruhsal değişimi, hareketlenmeyi ve kıpırdanmayı fark edenler, onun bu sözlere itiraz edeceğini, Araplık damarına basıldığı için bu sözlerden rahatsızlık duyduğunu ve hoşlanmadığını söyleyeceğini sanmışlar. Fakat Fazıl Bey, bu duygusallığının ve şaşkınlığının sebebini orada bulunanlara yine kendisi açıklayınca mesele net bir biçimde anlaşılmış. Hoca’nın anlattıkları Dr. Fazıl Bey’e annesiyle ilgili, şimdiye kadar hiç unutamadığı ama bir türlü de doğru dürüst anlamlandıramadığı, bir yere oturtamadığı bir anısını hatırlatmış, bu mecliste, herkesin yanında bunu yad ederken gözyaşlarına da engel olamamıştı.

Doktor Fazıl Bey’in anlattığına göre; kendisi Suriye’de liseyi bitirdikten sonra, eğitimine yurt dışında devam edebilmek için sınavlara girmiş. Onun esas niyeti ve hedefi Avrupa veya Amerika’da tıp okumakmış. Fakat girdiği sınavlardan alabildiği puan, ancak İstanbul’da okuyabilmesine yetmiş. Biraz üzgün, düşünceli ve çaresiz bir şekilde eve döndüğünde, durumu annesine de anlatmış. Bu haberi alan annesi, o kadar çok sevinmiş ki, kadın sevincinden adeta deliye, çılgına dönmüş. Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı ve telaşıyla hemen alelacele üstünü başını giyinmiş, mutluluğunu paylaşmak için en sevdiği komşularının kapılarını çalmaya başlamış. Annesinin o güne kadar hiçbir şeye bu kadar sevindiğini, böyle mutlu olduğunu görmemiş olan Fazıl Bey, hayretler içerisinde kalmış. Kadıncağız, ağzı kulaklarında, sevinçle vardığı her kapıda, girdiği her evde, oturup soluklanmadan:

  • Duyduğunuz mu komşular, duydunuz mu? Benim oğlum başkentte

okuyacak, payitahtta okuyacak, Asitane’de okuyacak! diye bu güzel haberi herkese duyurmaya, herkesi sevincine ortak etmeye çalışıyormuş. Durup dinlenmeden bir kapıdan öbürüne, bir komşudan diğerine koşturuyor, bu güzel haberi duymayan kimse kalmasın istiyormuş. Başkent lafını duyanlar, doğal olarak, delikanlının Şam’da okuyacağını düşünmüşler:

  • Hayırlı olsun, teyze! Oğlun Şam’da mı okuyacak? diye

soruyorlarmış. Ama aldıkları cevap, herkesi şaşırtıyormuş:

  • Yok canım, ne Şam’ı! Şam da ne oluyor ki? Benim oğlum İstan-

bul’da okuyacak, İstanbul’da!… Payitaht’ta, Âsitâne’de, Dersaâdet’te okuyacak!

  • Ama teyze, bizim başkentimiz, İstanbul değil ki, Şam! Sen bunu,

bilmiyor musun?

  • Varın siz öyle bilin! Varsın sizin başkentiniz Şam olsun! Ama benim

başkentim İstanbul’dur; her zaman da İstanbul olacaktır! İstanbul varken, Şam’dan başkent mi olur? Hem benim oğlum Şam’da okuyacak olsa, niye bu kadar sevineyim? Beni oğlumun okumasından daha çok, İstanbul’da okuyacak olması sevindiriyor, mutlu ediyor. Keşke Allah nasip etse de dünya gözüyle ben de İstanbul’u bir görebilseydim!

O zamanlar genç bir delikanlı olan Fazıl Üveyce, onun İstanbul’da okuyacak olmasına annesinin bu kadar çok sevinmesine, mutlu olmasına, iftihar etmesine bir anlam verememiş. Hatta bazıları bunu annesinin cahilliğine bağladıkları için, buna biraz da içerliyormuş. Bu yüzden kendisi de annesine Suriye’nin başkentinin İstanbul değil, Şam olduğunu öğretmeye, kabul ettirmeye çalışıyormuş ama kadın bunu bir türlü kabule yanaşmıyormuş. Kim ne derse dersin yine kendi bildiğinden şaşmıyor:

  • Suriye’nin başkenti Şam olsa da benim başkentim İstanbul’dur!’

diyor, başka bir şey demiyormuş.

Dr. Fazıl Bey’e çok garip, anlamsız ve aşırı gelen annesinin bu sevinç ve mutluluğunun gerçek sebebini Hoca’nın bu anlattıklarını dinledikten sonra daha iyi anlayabilmiş ve anlamlandırabilmiş. Bu eski hatıra, şimdi onun kafasında ve gönlünde yeni anlamlar kazanmış, bazı şeyler daha bir yerli yerine oturmuş, bazı soruların cevabını, annesinin bazı davranışlarının gerçek nedenini daha iyi anlayabilir hale gelmişti. Hocanın anlattıkları, annesinin ona çok garip, anlamsız, anlaşılmaz, tuhaf gelen bu tutum ve davranışlarının, duygu ve düşüncelerinin hiç de sebepsiz ve temelsiz olmadığını göstermişti.

AFRİKALI MÜSLÜMANIN GÖZÜNDE TÜRKLÜK

Asırlar boyunca ilişkimiz olmuş, bize nispeten uzak bir bölgede yaşayan Afrikalı Müslümanların gözünde ve gönlünde acaba Türk’ün ve Türklüğün yeri nedir? Bana bunu net bir biçimde gösterecek sayısız olaylarla karşılaştım, gördüklerim/şâhit olduklarım yanında duyduklarım da oldu. Örneğin, Mekke’de karşılaştığım Afrikalı iki âmâ Müslüman’ın Türk’e ve Türklüğe bakışı beni en çok etkileyen olaylardan biri olmuştur.

90’lı yıllarda görevli olarak Mekke’ye gitmiştim. Mekke’nin kalabalık caddelerinden birinde karşıdan karşıya geçmeye çalışan, uzun boylu dev cüsseli ama gözleri görmeyen iki Afrikalı Müslümana rastladım. İkisinin de gözleri görmediği için, Sıkı sıkıya birbirlerinin koluna yapışmışlar, ayaklarını dikkatle kaldırımdan caddeye atıyorlar, karşı caddeye doğru daha bir iki adım yürüyemeden, araba seslerini, kendilerine klakson çalanları duyar duymaz hemen gerisin geriye kaldırıma kendilerini zor atıyorlardı. Durumlarına ve çaresizliklerine acıdım. Yanlarına yaklaşıp:

  • Karşıya geçmek istiyorsunuz galiba? Size yardımcı olabilir miyim?

diye sordum. Çok memnun oldular:

  • Evet karşıya geçmek istiyoruz ama trafik çok yoğun! Allah sizden

razı olsun! Bizi karşıya geçirirseniz çok seviniriz, dediler. Kollarına girip, birini bir tarafıma, diğerini öbür tarafıma aldım. Hızla akıp giden arabaların arasından, yavaş yavaş, sakına, dura, güç bela karşı kaldırıma geçebildik. Bana önce teşekkür ve dua ettiler, sonra:

  • Siz hangi ülkedensiniz? Diye sordular. Ben de kayıtsızca:
  • Türk’üm, dedim. Fakat Türk sözünü duyan adamlar, birden bire

elektrik çarpmış gibi sarsıldılar, titrediler. Bir yandan da:

  • Duydun mu? Türk’müş, Türk’müş! diyerek birbirlerini dürtüklüyor

lardı. Sonra her ikisi birden bana yöneldiler. Büyük bir saygıyla, ellerini bana doğru uzattılar. Başımdan aşağıya yüzümün, suratımın kalıbını çıkarırcasına elleriyle bana dokunmaya, Kutsal Kabe’yi ve Hacer’ül Esved’i mesheder gibi meshetmeye başladılar Sanki gözleriyle göremediklerini, elleriyle görmeye, tanımaya çalışan bir halleri vardı. Türk kelimesinin ve Türklüğün onların gözünde, gönlünde, kafasında ne kadar yüce, ulaşılmaz, erişilmez, saygın, kutsal anlamları ve çağrışımları olduğunu kendi gözlerimle görmek bende çok büyük şaşkınlık, hayret ve mahcubiyet uyandırmıştı. Öyle ya hele de Türk ve Türkiye imajının yerlerde süründüğü bir zamanda, hem bu sevgi ve saygı kolay anlaşılabilecek, hem de bu olağanüstü imaj ve saygınlık hiç de kolay kazanılabilecek bir şey değildi. Mekke’ye Araplardan ve dünyanın dört bir yanındaki ülke ve milletlere mensup yüzbinlerce, belki milyonlarca Müslüman geliyordu. Fakat bu Afrikalılar, başka hiç kimseye bu kadar büyük bir sevgi, saygı ve bağlılık emaresi göstermiyorlardı. İşin garip/tuhaf tarafı; o Afrikalılardaki bu Türk ve Türklük sevgisinden benim şimdiye kadar hiç haberim olmadığı gibi, başka Türklerin de -kuvvetle muhtemel- haberinin olmaması… Bu kadar büyük bir saygınlık, şan, şeref, sevgi, saygı, izzet ve onur bizim bizzat kendimizin kazandığı bir şey olmadığı gibi, bizim bundan haberimiz bile yoktu. Kim bilir ecdadımız oralarda ne güzel şeyler, ne büyük işler yapmışlar ki, bunlar efsane olmuş, menkıbe olmuş, anlatıla anlatıla dilden dile gönülden gönüle bugüne kadar ulaşmış ve ben bunun olağanüstü etkilerini bu iki görme engelli Afrikalıda bile görebiliyordum. Ecdadımızca kazanılıp, bize miras bırakılmış böyle büyük ve saygın bir milletin mensubu olabilmek gerçekten de herkese nasip olamayacak çok büyük bir onur ve şerefti ama aynı zamanda omuzlarımıza da o nispette büyük görev ve sorumluluklar da yüklemekteydi. Bana, bunu, Afrikalı iki görme engelli Müslüman, ilginç tutum ve davranışlarıyla hiç ummadığım bir yerde ve zamanda çok güzel bir şekilde anlatmışlardı.

BİR BAŞKA AFRİKA HATIRASI

Ankara Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayrani Altıntaş, bir konferansında dinleyicilerle şöyle bir Afrika seyahati anısını paylaşmıştı:

“Afrika ülkelerinden birine bir seyahatim olmuştu. Burası benim ilk defa ziyaret ettiğim bir Afrika ülkesiydi. Türklerin de öyle çok gidip geldikleri, seyahat ettikleri bir yer değildi. Nitekim görüştüğüm insanlardan çoğu, ülkelerinde benden önce hiç Türk görmediklerini ve tanımadıklarını söylediler. Bu uzak Afrika ülkesinde en çok dikkatimi çeken şey, Türk adının ve imajının asırlardır buralarda bu kadar olumlu, canlı, diri ve güzel bir şekilde yaşaması oldu. Katıldığım toplantılarda bana nereli olduğumu soruyorlar, Türk olduğumu söyleyince de bütün gözler ve dikkatler bana çevriliyordu. İçlerinden bazıları sağ ellerini yumruk yapıp başparmaklarını kaldırarak ‘Okey, tamam!’ işareti yapıp sallıyorlar, Arapça bilenler ise yüksek sesle: ‘Etrak! Akhyar un-nas = Türkler! İnsanların en hayırlıları!’ diye haykırıyorlar, Kur’an-ı Kerim’deki şu tabiri ve ifadeyi en çok bize yakıştırıyorlar: ‘Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış, en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız (Al-i İmran Suresi, Ayet: 110). Anlaşılan ecdadımızın iyi, güzel, namlı, şanlı, şerefli adı ta buralara kadar ulaşmış, asırlardan beri de hala unutulmamış. Bu kolay kazanılabilecek bir imaj ve başarı değildir. Biz bugün ecdadımızın bu güzel adı, şanı, şerefi, imajı, böyle güzel anılmayı hak edecek neler yaptıklarından bile gafiliz. Demek ki onlara bile ne hayırları dokunmuş, ne büyük iyilikler yapmışlar, ne büyük umut olmuşlar, nasıl destek ve yardımlar sağlamışlar ki, o insanlar bugün bile bize sırf onların neslinden geldiğimiz için bu kadar büyük sevgi ve saygı duyuyorlar, gıptayla bakıyorlar, takdirlerini de en açık şekilde ifade ediyorlar.”

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR