İSTİKLAL MARŞIMIZ
AKİF’E KADAR NEDEN MİLLÎ MARŞIMIZ OLAMADI?
Ancak Akif’in Türk milletine en büyük armağanı, en ölümsüz ve en muhteşem eseri, kuşkusuz İstiklal Marşı’mızdır. Buram buram Rûmeli kokan, Balkan Türklük ve Müslümanlığı anlayışından, imanından önemli izler taşıyan İstiklal Marşı’mızı ondan başka hiç kimse yazamazdı. Nitekim asırlar boyunca yazamamış; o yazıncaya kadar da Türk milletinin bir millî marşı olamamıştı.
Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar Türk milletinin bir millî marşı yoktu, olamamıştı. Bu çok büyük bir eksiklik ve ihtiyaçtı. Bunun eksikliği, özellikle büyük ölüm kalım mücadelelerinin yaşandığı son dönemlerde çok daha belirgin ve hissedilir hale gelmişti. Ama millî marş yazmak, yazabilmek hiç de kolay bir iş değildir. Zaten kolay olmadığı için de, o zamana kadar ne böyle bir şiir yazılabilmiş, ne de Türk milleti böyle bir şair çıkarabilmişti. Çünkü böyle bir marşı yazabilmek için, olağanüstü bir şairlik yeteneğinin yanında, milletini çok iyi tanıyıp seven, milletinin dertleriyle dertlenen, onun değerlerine ve inançlarına yabancı olmayan; kalemini milletine, milletinin hayrına, iyiliğine, mutluluk ve saadetine adamış, çağının tanığı ve vicdanı olan, iman, inanç, ideal, yüksek ahlak, fazilet ve entelektüel birikim sahibi; milletinin inanç ve idealleri, davası adına şiir yazan ama şiiri şiir yapan özelliklerden de asla feragat etmeyen; Türkçenin bütün nüanslarını ve imkânlarını ustalıkla kullanabilen; yiğit, erdemli, hünerli, hikmetli, ilkeli, mütevazı, idealist, sarsılmaz bir iman ve dava adamına, usta bir şaire ihtiyaç vardı. Bunların hepsi ve daha fazlası, bir arada tek bir kişide bulunmadıkça böyle bir şiirin yazılabilmesi mümkün değildi. Hatta belki bunlar da yetmez; şartların da bunun yazılmasını zorlaması gerekirdi.
İşte böyle bir millî marşı yazabilmek, Balkan kökenli millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a nasip olmuştur. İstiklal Marşı’mız, Balkan kökenli bir Türk ve Müslümanın, Türk milletine en büyük hizmetlerinden ve armağanlarından biridir.
Türk milletinin en büyük eksiklerinden birinin, bir millî marş, millî destan olduğuna inanan, bu ihtiyacı görüp, hisseden son dönem Osmanlı aydınları, bu konu üzerinde iyice yoğunlaşmaya ve buna çareler aramaya çoktan başlamışlardı. Bu konu, İstanbul’da, Balkan Savaşlarının son dönemlerinde kurulan ve başkanlığını da Recaîzâde Mahmut Ekrem’in (1847-1914) yaptığı, Mehmet Akif’le beraber Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şehabettin ve Hüseyin Kazım gibi kalem ve fikir erbabı ünlü şair ve yazarların da içinde yer aldığı Müdâfaa-i Millîye Heyeti Neşriyat Şubesinin de önemli gündem maddelerinden biri durumuna gelmişti.
Hatta Recaîzâde Mahmut Ekrem, toplantılardan birinin gündemini sırf bu önemli konuya ayırmış; Türk milletinin Şehnâme türü bir millî şiire, bir millî marşa, millî bir destana ne kadar büyük bir ihtiyacının olduğu üzerinde uzun uzadıya durmuştu. Ona göre, Türk milletinin en hayatî önemdeki ihtiyaçlarından biri buydu. Çünkü milletleri var eden, bir arada tutan, onlara millet olma şuuru veren, onları geleceğe hazırlayan, tarihlerini sağlamlaştıran unsurların başında, kendi öz dilleriyle yazılmış bu tür eserlere sahip olmaları geliyordu. Milletler, ancak acılarının, kederlerinin, kıvançlarının, matemlerinin, zaferlerinin, yenilgilerinin en güzel şekilde terennüm edildiği böyle büyük eserlerle ve bunları yazabilecek güçlü ve büyük şairleriyle, yazarlarıyla var olabilirler ve yaşayabilirlerdi. Nitekim İlyada Destanı gibi büyük destanlara ve bunları yazabilen Homeros gibi büyük şairlere sahip olduğu için Yunanlılar asırlar sonra yeniden dirilip var olabilmişti. İran, asırlar boyunca içine dalıp gittiği ölüm uykularından Firdevsî’nin Şehnâme’si sayesinde yeniden uyanabilmişti.
Takdir ve övgüde çok cimri olan, durup dururken kimseyi hele öyle gereksiz yere methetmekten hiç hoşlanmayan üstat; böyle büyük ve önemli bir şiirin milletimizin varlığı ve birliği için ne kadar gerekli olduğunu defalarca vurguladıktan sonra, sözü, bu işi bu milletin içinde başarabilecek tek kişi bulunduğuna, onun da ancak Mehmet Akif Bey olduğuna getirdi. Mehmet Akif’in bulunmadığı bu toplantıda, böyle bir şiiri yazabilecek özelliklerin, niteliklerin, vasıf ve şartların, ruh ve gönül zenginliğinin, şairlik yeteneğinin yalnızca onda bulunduğunu herkesin önünde açıkça ifade etti. Toplantıda bulunanlar arasında Mehmet Akif’i hiç sevmeyen, hatta fikir ve düşüncelerinden dolayı ona derin bir kin ve garez besleyen devrin ileri gelen edebiyatçıları, şair ve yazarları da vardı. Fakat hiç birisi, onun bu görüşlerine karşı çıkamadı, aksini savunamadı. Bu olaydan kısa bir süre vefat eden bu büyük üstadın, o gün vasiyete benzer bir tavırla ortaya attığı bu fikre hiç karşı çıkan olmamıştı. Recaîzâde Mahmut Ekrem o toplantıda ayrıca, sözünü dinleyebilecek herkesin Mehmet Akif’ten bunu rica etmesini; onu bu işe yönlendirmesini, yüreklendirmesini, isteklendirmesini de istemiş; bunun herkes için bir vatan borcu olduğunu üstüne basarak defalarca tekrarlamıştı (Süleyman Nazif, Mehmed Akif, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, İstanbul 1991, s.10-11).
PARA İÇİN ŞİİR YAZMAYAN ADAM
“Millî Marş” ihtiyacımızı karşılayacak nitelikte bir şiir, mezkûr toplantının üzerinden yıllar geçmesine rağmen yine yazılamamıştı. Millî Mücadele’nin başladığı ilk dönemlerde, bu ihtiyaç daha da âcil hale geldi. Bu büyük mücadelenin önemini ve anlamını ebedileştirecek; herkesi bu mücadelenin içine çekebilecek; Millî Mücadele coşkusunu ve ruhunu dost düşman herkese ilan edip dışa vurabilecek; bu ruh ve coşkuyu gelecek nesillere aktarıp, taşıyabilecek bir İstiklal Marşı’na olan ihtiyaç, kendisini her geçen gün daha fazla hissettiriyordu. Hatta Genel Kurmay Başkanlığı da, Millî Eğitim Bakanlığına, halkın ve ordunun manevîyatını yükseltecek, onları coşturacak, inanç ve güvenlerini artıracak bir millî şiire ve millî marşa şiddetle ihtiyaç duyulduğunu bir yazıyla bildirdi. Bu ihtiyacın ve önemin farkına vararak gerekli çalışmaları yapan Millî Eğitim Bakanlığı ise, 7 Kasım 1920’de gazetelere ilanlar vererek, 500 lira ödüllü bir ‘İstiklal Marşı Yarışması’ açıldığını kamuoyuna duyurdu. 500 lira, o günkü ekonomik koşullarda hatırı sayılır bir ödüldü. Çünkü o sıralarda, 150 lira gibi bir bedelle Ankara’da bir çiftlik alınabiliyordu.
Büyük ilgi gören bu yarışmaya 724 şiir gönderildi. Maarif Vekaletince oluşturulan bir komisyonca bu şiirlerden altı tanesi seçildi. Meclis Matbaasında bastırılıp milletvekillerine dağıtıldı. İçlerinde güzel şiirler vardı ama hiç birisi milletin ortak duygu ve düşüncelerini terennüm edebilecek, geniş bir millî heyecan uyandırabilecek, kısaca millî şiir ve millî marş olabilecek nitelikte değildi.
Mehmet Akif Bey, para için, ödül için hiç şiir yazmadığı, hele millî marş olacak bir şiiri para karşılığı yazmak, onun karakterine, yapısına ve anlayışına çok ters olduğu için, millî marş yarışmasına katılmamıştı. Ayrıca Meclis’in seçeceği bir yarışmaya, milletvekili sıfatını taşıyan bir yarışmacı olarak katılmayı da doğru bulmamıştı.
Yarışmaya katılan şiirlerden hiç birinin millî marş olabilecek nitelikte olmadığını gören Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey de, milletimize layık bir marşı ancak Mehmet Akif Beyin yazabileceğine inananlardandı. Onu bu işe ikna edebilmek için var gücüyle çalıştı. Araya hatırını kıramayacağını düşündüğü adamlar koydu. 5 Şubat 1921 tarihinde kendisine bir de mektup yazarak, herkesi heyecanlandıracak, coşturacak bir millî marşı ancak kendisinin yazabileceğine inandığını belirterek, milleti bu büyük şereften mahrum etmemesini önemle ve özellikle rica etti. Ödül konusundaki asil endişelerinin giderilmesi için de, gereken her şeyin yapılacağı güvencesini verdi. Yoğun ikna çabaları ve ısrarlar nihayet işe yaradı. Mehmet Akif Bey ‘Ben milletvekiliyim. Ödüllü bir yarışmaya katılmam uygun olmaz. Ama madem bu kadar ısrar ediyorsunuz, ben ayrıca yazarım!’ diyerek İstiklal Marşı’nı yazmaya başladı.
Mehmet Akif, kendinden sıyrılmışçasına yoğun duygulara gömülerek günler ve geceler boyu çalıştı. Fakat en sonunda milletimizin imanını ve heyecanını en güzel şekilde dile getiren o muhteşem şiiri bitirmeyi başardı. Bu şiiri, dinin, milletin ve vatanın bekçisi “Kahraman Odumuza” ithaf ve millete armağan etti.
Mehmet Akif’in Kahraman Ordumuza ithaf ettiği ‘İstiklal Marşı’ adlı şiiri, TBMM’nin 12 Mart 1921 günkü tarihi oturumunda, milletvekillerinin büyük oy çoğunluğuyla (tek karşı oyla) resmen “Millî Marş” olarak kabul edildi.
Mehmet Akif, ödül olarak konan parayı da, kimsesiz kadınlara ve çocuklara iş öğreterek, onları meslek sahibi yaparak yoksullukla mücadeleyi gaye edinmiş olan, ‘Dârü’l-Mesâî’ye bağışladı. Bu, onun insanlara balık vererek değil balık tutmayı öğreterek yardım etme; onları, başkalarının yardım ve ianeleriyle geçinen, tüketimden başka bir şey bilmeyen asalak durumundan kurtarıp kendi geçimini sağladığı gibi, başkalarına da yardım edebilen iş, güç, meslek sahibi ve üretken hale getirerek yardım etme anlayışının da bir göstergesiydi.
Bu sırada Akif’in üzerine giyebileceği kendine ait bir paltosu bile yoktu. Arada bir, arkadaşlarından birinin paltosunu ödünç alır giyer, Ankara’nın ayazıyla meşhur kışını bu şekilde atlatmaya çalışırdı. Sağa sola epeyce de borcu vardı. Çünkü eline geçeni tutmadığı, hemen yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için hep borçluydu. Hatta samimi dostu Erzurum milletvekili Gözübüyükzâde Ziya Bey bir ara ona; “Yahu Akif Bey! Sen, bin kere hak ettiğin şu para ödülünü niye almadın? Bak, sırtında palton bile yok! Üstelik bana da ikiyüzelli lira borcun var. Ödülü alsan da, hiç olmazsa bana olan borcunu ödesen olmaz mıydı?” diyerek şaka yollu takılmıştı. Mehmet Akif Bey, bu işin şakasından bile hoşlanmamıştı. Hemen ciddileşip biraz da asabileşerek, sert bir şekilde ona; “Borç başka, bu iş başka! Evet, sana da borcum var. Borcum borç! Böyle söyleyeceğini bilseydim senden borç almazdım. Ama merak etme, bende kimsenin alacağı kalmaz. İnşallah ne yapar eder, bir yerlerden bulur buluşturur, bir çaresini bulur, özellikle sana olan borcumu da tez zamanda öderim” diye karşılık verdi. O andan itibaren de bu borcunu ödemenin çarelerini aramaya başladı. Onun karakterini çok iyi bilen arkadaşı, böyle bir şey söylediğine ve söyleyeceğine pişman olmuştu. Kendisinin paraya ihtiyacı olmadığını, alacağını geri istemediğini, bu sözleri de sırf latife olsun diye ve aralarındaki dostluk ve samimiyete güvenerek söylediğini ona anlatabilmek ve gönlünü tekrar alabilmek için bin dereden su getirmesi gerekmişti. Çok zor da olsa, tekrar gönlünü alabilmişti ama Mehmet Akif onun bu tavrından hiç hoşlanmamış ve kolay kolay da unutamamıştı.
BİRLİK VE BERABERLİK ŞAİRİ AKİF
Balkan ve Arnavut kökenli Mehmet Akif Ersoy, bütün Balkan Türk ve Müslümanları gibi milli birlik ve beraberliğin öneminin en iyi farkında ve ayırdında olan entelektüellerimizden ve aydınımızdan biriydi. 19 Kasım 1920 Cuma günü Kastamonu Nasrullah Camii’nde irad ettiği, tarihî belge niteliğindeki meşhur hutbesinde bizim tarih boyunca tefrikadan, fitne ve fesattan, bölücülükten, bölünüp parçalanmaktan, ikilikten, ayrılık, gayrılıktan daha büyük düşmanımızın olmadığını; başka hiçbir düşmanın bizi yenemediğini ve yenemeyeceğini anlattıktan sonra herkese şöyle haykırmaktaydı:
“Ey cemaat-i Müslimîn! Gözünüzü açınız, ibret alınız! Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu; Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Kürdistan meselesi, Arnavutluk meselesi… Bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meselelerdir. Onlar böyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’ûn düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arkada bir karış toprağımız bile yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı, hicret edecek yer (Anadolu) bulabilmişlerdi. Fakat Allah muhafaza, eğer biz öyle bir duruma düşecek olursak, başımızı sokacak tek delik bulamayız. Bir kısım halkımızın ve aydınlarımızın zannettiğinin aksine, düşmanlarımız bizden sadece herhangi bir ili veya ilçeyi istemiyorlar. Onların bizden istediği; doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, canımız, devletimiz, dinimiz ve imanımızdır. Bugün düşman bizi ezmek için iki kuvvete sahiptir. Bunlardan birincisi Yunan ordusu, ikincisi ise memleketimizde çıkartmayı başarabildikleri nifak ve bölücülüktür. Zaten bu ikincisi olmazsa birincisinin hiç önemi yoktur. Aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün, Allah’ın yardımıyla memleketimizi ve bağımsızlığımızı kurtaracağımız kesindir”(Sebilürreşad, 25 Teşrîn-i Sânî 1336-15 Rebiülevvel 1339, c.11, s.464, s.249-259; Abdülkerim Abdülkadiroğlu – Nuran Abdülkadiroğlu, Mehmed Âkif’in Kur’ân-ı Kerim’i Tefsiri, Mev’ıza ve Hutbeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991).
Akif’in de işaret ettiği gibi, gerçekten de hepimiz aynı geminin içinde bulunduğumuz, aynı dertlerden, sorunlardan, hastalıklardan muzdarip olduğumuz halde, yine de içimizden bazıları asırlardan beriiçinde bulunduğumuz gemiyi delmeye çalışmaktan; bazılarımız sanki kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi seyirci kalmaktan; durmadan birbirimizle uğraşmaktan, didişmekten, birbirimizi yiyip bitirmekten, aşağılamaktan kurtulamıyoruz.
Bir ve beraber yani Türk olmadıkça, Boşnak, Arnavut, Pomak, Torbeş, Patriyot, Tatar, Kürt, Çerkez, Laz, Batı Trakyalı, Bulgaristanlı, Selanikli, Makedonyalı, Kosovalı, Bosnalı, Romanyalı; Alevî, Sünnî vb gibi kimliklerimizi ve aidiyetlerimizi de devam ettiremediğimizi ve ettiremeyeceğimizi; zâlim ve vahşî düşmanlarımıza yem olmaktan kurtulamayacağımızı şimdiye kadar yeterince anlayamadık. Fakat artık bundan sonra daha fazla geç kalmadan bir an önce anlamak ve ona göre davranmak zorundayız. Bizim düşmanlarımız bellidir ve kurdun kuzuyu yemek istemesi gibi, onların da bizi yemek istemelerinde, şaşılacak bir şey yoktur. Ama kuzunun, kendisini yemek isteyen kurda; idam mahkumunun canını alacak celladına âşık olması, onun aşkıyla sevdasıyla yanıp tutuşması gibi bizim de hâlâ can, din, ırz, millet, vatan, düşmanlarımızı dost bilmemiz, onlara âşık ve sevdalı olmamız gerçekten şaşılacak şeylerdendir. Fakat yine Akif’in belirttiği gibi, biz Balkanları terk ederken elimizde Anadolu vardı. Eğer Anadolu da gidecek olursa, bize kucak açacak başka vatan bulamayız. Onun için kim olduğumuzu, ne olduğumuzu iyi bilmek, bu topraklara sahip çıkmak zorundayız. Ali Yakub Hoca bu yüksek bilince sahip ender entelektüellerimizden biriydi. Derdi ki; “Bu memlekette tek bir Türk ve Müslüman kalmasa bile ben öyle olmak ve öyle kalmak azim ve kararlılığındayım. Çünkü ben buraya bunun için hicret ettim!” Bu sadece onun değil, herkesin, hepimizin boynunun borcudur.
İSTİKLAL MARŞIMIZIN ÖZELLİKLERİ
Bizim İstiklal Marşımız, sadece içinde geçen kelimelerin bilinen ilk anlamlarıyla anlaşılabilecek bir şiir metni değildir. Onda metni aşan, çok daha fazla anlamlar ve duyarlılıklar da gizlidir. İstiklâl Marşı, şairi merhum Mehmet Âkif’in milli ve manevi duygu ve düşüncelerini, keskinliklerini, Türk kültürünün zengin ve derin sembollerini kullanış ustalığını yansıtan bir şiirdir. O, olağanüstü dönemin çaresizliği içinde bile Milletimizin, medeniyetimizin ana değerlerini, en üst perdeden dile getirebilmiştir. Bu metne dikkatli bir analizle bakabilenler, bin yıllık bir tevhid toplumunu ve Hakkduygusunu hiç eğilip bükülmeden ifade edebilen ve rakiplermiz karşısında asla komplekse kapılmayan kendinden emin sağlam bir sentez bulurlar.
Mehmet Akif Ersoy, Milletinin ortak değerlerini, özünü, ruhunu, derin milleti en iyi temsil ve onun duygularını gerektiğinde mecazlarla ve sembollerle en iyi terennüm edebilen bir İslam şairi, bir istiklal ve bağımsızlık şairi, bir bayrak şairi, bir vatan şairi, bir birlik ve beraberlik şairidir. Bir Balkan Türkü ve Müslümanı olarak bu duyarlılıklar en yoğun bir şekilde Mehmet Akif’te bulunduğu için bu marş sadece onun tarafından yazılabilirdi. Nitekim herkese açık, oldukça yüksek ödüllü bir yarışma düzenlendiği halde, onun yazdığı İstiklal Marşı’na rakip olabilecek, ondan daha güzelini yazabilecek başka bir şair çıkamamıştır. Mehmet Akif’in başta istiklal Marşı olmak üzere bütün şiirlerinde ve yazılarında, Balkan Müslümanlarının, Türklük ve Müslümanlık anlayışının sayısız ve yoğun izlerine ve yansımalarına bolca rastlanır. Mehmet Akif’in Türk milletine en büyük hediyesi olan İstiklal Marşımızı, Balkan Türklerini ve Müslümanlarını, onların Türklük ve Müslümanlık anlayışlarını, algılarını, duygu ve düşüncelerini tam olarak anlamadan anlayabilmek ve algılayabilmek mümkün olamaz.
Türk milletinin varlığını ve bu varlığı devam ettirme ülküsünün, coşkusunun, azim ve iradesinin ifadesi, bu uğurda girilen ölüm kalım savaşının destansı mücadelesinin destanı ve bağımsızlığının sembolü olan, herkesin her zaman gururla ve kıvançla söylediği, bütün gönüllere, ruhlara, zihinlere derin bir şekilde yerleşmiş ve yer etmiş olan İstiklal Marşımız, milletimizin dünden bugüne gelen ve yarınlara da kalacak olan en yüksek sesi olmuştur.
Bu muhteşem eserde Türk milleti’nin köklü tarihi, eşsiz kültürü, üstün medeniyeti, Millî Mücadele günlerinin şanlı direnişi anlatılır. Türk milletinin yaşama azmi, şanla, şerefle ve onurla her zaman var olma kararlılığı, Allah’tan başkasına kul olmama, boyun eğmeme imanı dile getirilir.
Her milletin bizim yaşadığımız Kurtuluş Savaşı gibi bir ölüm kalım mücadelesi ve Mehmet Akif gibi büyük bir şairi olamayacağı için, bizim İstiklal Marşımız gibi marşı da olamaz. Bu marşı baştan sona kadar okuyan her Türk gencinin göğsü imanla kabarır, milletine ve geleceğe olan güveni artar. İstiklal Marşı gibi bir marşa, Mehmet Akif gibi bir şaire sahip olmak her millete nasip olmaz. Bu milletimiz için, çok büyük talih ve mutluluk sebebidir. İstiklal Marşını ve özellikle de:
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!”
mısralarını okuyan bir Türk genci, mensubu bulunduğu milletine dönüp, övünç, gurur, mutluluk ve sevinçle: “İmanınla var ol; Aziz Milletim!” demekten kendini alamaz.
İstiklal Marşı, kuru bir hamaset ve şehâmet edebiyatı örneği değildir. Onda başka millî marşlarda bulunmayan pek çok özellikler vardır. O, öyle bir şiirdir ki, bugünü anlatırken düne vurgu yapar; dünü anlatırken de geleceğe yönelik kalıcı ve şaşmaz hedefler gösterir. Aruzla yazılmıştır ama kelimelerindeki derinlik ve genişlik, nazmın kalıbını zorlayacak ve çatlatacak güçtedir. Her kelimesi başlı başına bir yüceliğin, estetik ve zarafetin yansımasıdır. Her kelimenin ayrı bir çağrışımı ve tınısı vardır. Bu farklılıklar insana, değişik enstrümanlarla icra edilen güzel bir bestenin, muhteşem bir orkestranın hayranlık verici yorumundaki eşsiz uyumu hatırlatır.
İstiklal Marşı’mız, başka marşlarla karşılaştırıldığında, sadece anlam olarak değil, şiirsel nitelikleriyle de son derece yüksek bir çizgiye sahiptir. Türk edebiyatının en güzel destan örneklerinden biridir.
İstiklal Marşı’mızı sadece bir şiir metni olarak okumak ve anlamaya çalışmak asla yeterli olmaz. Bu şiirde kullanılan kelimeler, bilinen anlamlarından çok farklı anlamlar içerir. Her ifadenin içinde metni aşan, çok derin anlamlar, mecazlar, göndermeler, semboller ve duyarlılıklar gizlidir. Bunları anlayabilmek için de, öncelikle onu yazan şairin, adına yazılan milletin kimlik ve kişiliğini; kabul eden Meclis’in özelliklerini; milletin ve memleketin o gün içinde bulunduğu şartları; verdiği ölüm kalım mücadelesinin niteliğini; toplumun ortak değerlerini, duyarlılık alanlarını; ölüm ve doğumun aynı anda yaşandığı Millî Mücadele’sini; o mücadelenin özünü ve ruhunu bir arada ve çok iyi kavramak gerekmektedir. İstiklal Marşı’mızın sosyal, toplumsal, millî, psikolojik ve tarihsel derinliği, enginliği ancak bu şekilde kavranabilir.
Örneğin, İstiklal Marşı’mızın girişindeki ‘Korkma!’ hitabının, hilâl, ırk, millet gibi kelime ve kavramların ardında; görünen ve bilinen anlamlarından çok farklı anlamlar gizlidir. Bunları bilemeyen, anlayamayan, algılayamayan, idrak edemeyenler bu marştan hiçbir şey anlayamazlar. Nitekim bu anlayışsızlık yüzünden, değişik cenahlara mensup bazı kişiler; Mehmet Akif’e ve İstiklal Marşı’mıza haksız, yersiz, düzeysiz eleştiriler getirme gayreti içine girmektedirler. Bunları anlayabilmek ve algılayabilmek için, Balkan Türklüğünü ve Müslümanlığını da çok iyi anlamak, algılamak gerekmektedir.
MARŞIMIZIN ‘KORKMA!’ SÖZÜYLE BAŞLAMA NEDENİ
İstiklal Marşı’mızın ‘Korkma!’ sözüyle, yani olumsuz bir ifadeyle başlaması, bazılarına çok garip gelmiş, hatta epeyce de eleştiri konusu olmuştur. Bunlar, Türklerin korkusuz bir millet olduğunu, “Korkma!” diye başlayan bir marşın Türklerin hakiki ve öz duygu ve heyecanlarının tercümanı olamayacağını öne sürerler. Neden ve kimden korkulduğunun açıklanmaması da bir eksiklik olarak gösterilmektedir.
Halbuki Türk milletinin ruhuna tercüman olan ve dünyanın en güzel şiirlerinden biri olan İstiklal Marşı’mız, hiç de öyle çok rahat, keyifli korkulacak bir durum olmayan bir ortamda yazılmamıştır. Aksine İstiklal Marşımız, olağanüstü bir dönemin ve şartların ürünüdür. Mehmet Akif Bey, İstiklal Marşı’mızı, ikamet ettiği Tâceddin Dergâhı’nda yazmaya başladığı zaman, Millî Mücadele’de daha hiçbir önemli askerî başarı elde edilememişti. Hatta işler başlangıç noktasına göre çok daha kötüye gitmişti. Millî Mücadele’nin başlamasından önce İzmir’e çıkan üstün silah gücüne sahip Yunan ordusuna karşı millî kuvvetler, imkânsızlıklar nedeniyle direnemiyor, sürekli geri çekiliyorlardı. Düşman Ankara’nın hemen yanı başındaki Polatlı’ya kadar gelmişti. Yunan toplarının sesleri Ankara’dan, Millet Meclisinden bile duyuluyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, İstiklal Marşı’nın hiç bir mısraı, hatta hiçbir kelimesi insana ümitsizlik, korku, endişe tereddüt hissettirmez; aksine zafere kesin bir inanç ve sarsılmaz bir iman duygusu verir.
İstiklal Marşı’mıza yönelik eleştirilerin ne kadar yersiz, seviyesiz, yüzeysel, haksız, hatta aptalca ve ahmakça olduğunu daha iyi anlayabilmek için; şiirin tarihî, kültürel ve dînî kaynaklarına ve dayanaklarına, metinler arası ilişkilere iye bakmak ve anlamak gerekir.
Âkif’in, İstiklal Marşı’na “Korkma!” sözüyle başlaması, İslam tarih ve kültüründen; kutsal kitabımız Kur’ân’dan önemli yansımalar ve izler taşır.
Kelime-i Tevhid dediğimiz, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Hiçbir tanrı yoktur, ancak Allah vardır!” sözü de “Hayır, yok, değildir!” anlamına gelen “lâ” sözcüğüyle yani olumsuz bir sözcükle başlar. Burada önce olumsuz durum, olmaması gereken bir şey ortaya konulmakta, daha sonra da olumlunun değeri ve önemi vurgulanmaktadır. Âkif de önce olumsuz bir durum olan korkuyu olumsuzlamakta; korkuya, korku duygusuna yer olmadığına, asla olmaması gerektiğine vurgu yapmakta, ‘Allah var, gam yok!’ demek istemektedir.
Bundan daha önemlisi Akif, İstiklal Marşı’na, Tevbe Sûresi’nin 40. Ayetindeki, “Korkma! Üzülme; Allah bizimle beraberdir!” ilâhî hitabıyla başlamaktadır. Kendisine ötelerden gelen bir sesle, Allah’ın bizzat “Korkma!’ diye hitabettiği, Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu haber verdiği bir müminde hiç bir korku, endişe, üzüntü kalır mı? Elbette hayır!
İKİ SEVR ve İKİ KUŞATMA
Bilindiği gibi Mekkeli müşriklerin baskısından bunalan Peygamber Efendimiz, yanında Hazreti Ebubekir olduğu halde, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere gizlice yola çıkmışlardı. Bunu haber alan canavar ruhlu bazı müşrikler, onları yakalamak ve yok etmek için peşlerine düştüler. İzlerini sürerek, saklandıkları Sevr Mağarası’nın önüne kadar da geldiler. Yakalanmak üzere olduklarını düşünen Hazreti Ebubekir, özellikle Peygamberimiz adına çok korkmuş, telaşlanmış ve üzülmüştü. Peygamber Efendimiz ise onu; “Korkma, Üzülme! Allah bizimle beraberdir!” diyerek, yatıştırmış ve teselli etmişti. Bu olay, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:
“Eğer siz ona (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit, iki kişiden biri iken, ikisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına; ‘Korkma, üzülme; çünkü Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Allah ona sekînet (sükunet, kalp huzuru) indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla güçlendirdi ve kâfirlerin sözünü alçalttı. En yüksek olan ancak Allah’ın kelimesidir (Tevhid: Lâilâhe illallah) ve Allah azîzdir, hakîmdir” (Tevbe suresi, 40).”
Burada çok ilginç ve dikkat çekici benzerlikler vardır. Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimizi kuşattıkları mağaranın adı Sevr Mağarası idi. Öte yandan, Müslüman Türk milletini ve onun şahsında İslam’ı, Orta Anadolu’da, dünya ölçeğiyle kıyaslandığında mağara kadar küçük bir alana hapsetmeyi, orada kıskıvrak yakalayıp, kıstırmayı ve kuşatmayı, sonunda da boğmayı ve yok etmeyi amaçlayan Batılı emperyalistlerin hazırladıkları antlaşma da Sevr Antlaşması adını taşımaktadır. Bu antlaşmanın imzalandığı Sevr, Fransa’nın başkenti Paris’in üç kilometre batısındaki küçük bir yerleşim yeri, bir banliyödür. Sevr Mağarası da Mekke’ye aşağı yukarı aynı uzaklıktadır. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Amerika gibi emperyalist Batılı devletler, Türk’ün ve İslam’ın yok edilmesini amaçlayan bu antlaşmayı, 10 Ağustos 1920’de, dünyada sanki başka bir yer kalmamış gibi, işte burada, Sevr banliyösünde imzalamayı uygun görmüşlerdi.
Türk milletini kıskıvrak kuşatmanın, yakalamanın ve imha etmenin yol haritası; Allah’a, Müslümanlara, İslam’a karşı çok büyük bir meydan okuma olan Sevr Antlaşması’na karşı, Mehmet Akif de, Sevr Mağarası’nda Peygamber Efendimiz’le Hz. Ebubekir arasında yaşanan bu olaya telmihte bulunarak, en güzel cevabı yine Allah’ın Kitabı ve hitabı ile ‘Korkma!’ diyerek vermekte ve İstiklal Marşı’na bu sözle başlamaktadır. Türk milletine, yücelerden gelen o sesi, bir Kur’an ayetini hatırlatarak: “Ey Türk milleti! Korkma, yılma, gevşeme, ümitsizliğe düşme! Çünkü Allah bizimle beraberdir!” diyerek seslenmekte; tesellide bulunmakta, onun imanını, sabrını, metanetini ve direncini güçlendirmektedir. Gerçekten de Allah, nasıl Peygamber Efendimizi Sevr Mağarası’nda sıkışıp kalmaktan, düşmanlarının eline düşmekten kurtarmışsa; O’nun yeryüzündeki ordusu durumundaki Türk milletini de Sevr anlayışına karşı giriştiği şanlı mücadelenin ve direnmenin sonunda, nusret ve yardımıyla desteklemiş, mansur ve muzaffer kılmıştır.
Kureyşli müşrikler, nasıl başta Peygamber Efendimiz olmak üzere bütün Müslümanları yok etmek, öldürmek için peşlerine düşmüşlerse; Haçlı sürüleri şeklindeki Batılı Hıristiyanlar ve en son İtilaf Devletleri de Müslüman Türkleri öldürmek, yok edip tarih sahnesinden silmek için çeşitli saldırılarda bulunmaktan, tuzaklar kurmaktan geri kalmamışlardır.
Korku da insanî bir duygudur, utanılacak bir şey değildir. Hicret sırasında, Sevr Mağarası’nda kıstırıldıklarında Hz. Ebubekir’in korkması da son derece doğaldı. Üstelik o kendisi için değil, Peygamberimiz için endişelenmekte ve korkmaktaydı. Ama Hz. Peygamber ona “Korkma!” dedikten ve Allah da üzerlerine sekinetini indirdikten sonra artık hiçbir korkusu ve endişesi kalmamıştı.
Mehmet Akif, Sevr Mağarası’na sığınmış Allah Rasûlü ve arkadaşı arasında bir benzerlik kurarak; Hz. Ebubekir’in yerine Millî Mücadele sürecimizin o kıldan ince, kılıçtan keskin zor şartları altındaki Türk milletini koymaktadır. Her an bir tarafa savrulma, her an bir girdaba sürüklenme ihtimali ve tehlikesiyle yüz yüze kalmış, büyük bir ölüm kalım mücadelesi veren Türk milletine o, ümitsizliğe ve korkuya yer olmadığını ilan eden ‘Korkma!’ ayetini ve Allah Rasûlü’nün hitabını hatırlatmaktadır.
Peygamber Efendimiz, Rabbine kavuşmuş olsa da, onun da bizim de Rabbimiz olan Yüce Allah ölümsüzdür, bâkîdir. O, bize;
“Onlardan korkmayın; eğer inananlardansanız, yalnızca benden korkun! (Al-i İmran Suresi, Ayet: 175)’ buyurmuyor mu?
Allah, bize ‘Korkmayın!’ dedikten sonra biz, başka kimden ve niçin korkacakmışız? Bu gerçeği gür bir sesle haykırabilmek; yurdunun üstünde tüten en son ocak sönünceye kadar bu şafaklarda yüzen, üzerine Kelime-i Tevhid’in sembolik olarak işlendiği, rengini şehitlerimizin kanından almış al sancağımızın dalgalanmaya devam edeceğinin umudunu ve güvencesini verebilmek; Türk milletinin var olma iradesini ve arzusunu seslendirebilmek herkese nasip olabilecek bir onur değildir.
İstiklal Marşı; Türk milletinin, bu topraklarda millet olarak var olma iradesinin ve iddiasının haklılığının ve tarihsel meşruiyetinin en güzel ifadesidir. İstiklal Marşı; Türk milletinin ortak paydalarını, bizi biz yapan kutsal ve dokunulmaz değerleri, Allah inancını ve sevgisini, bu cennet vatanda bir, beraber, hür ve bağımsız yaşama arzu ve iradesini şiirsel bir bütünlük içinde ortaya koyup yansıtan, tam bir millî mutabakat metnidir.
MEHMET AKİF IRKÇILIK İFTİRASI
Mehmet Akif’e ve İstiklal Marşı’na ta’n eden, bühtan edenler arasında, bu marşta hiç “Türk” kelimesi geçmemesini dillerine dolayanlar da vardır. Evet, İstiklal Marşı’nda ‘Türk’ kelimesi geçmez ama İstiklal Marşı, baştan sona Türk’ün ve Türklüğün ne demek olduğunu; anlamını, ruhunu, özünü, idealini, kaygı ve düşüncelerini, kıvanç ve kederlerini, ümit ve beklentilerini, millî varlığını, kimlik ve kişiliğini her şeyiyle apaçık bir şekilde anlatan manzum bir eserdir.
Bazıları da, Akif’in İstiklal Marşı’nın;
“Çatma kurban olayım çehreni, en nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal!
Hakkıdır Hakk’ka tapan milletimin istiklal!”
gibi ve “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!” gibi mısralarındaki ‘ırk’ kelimesine, hem de bu kelimenin birden fazla yerde kullanılmasına takılmışlardır. Hem dindar kesimden, hem de diğer kesimlerden buna çok şaşıranlar, kendisini bu yüzden kıyasıya eleştirenler az değildir.
Hâlbuki Mehmet Akif, vatanını ve milletini, milliyetçi ve vatansever geçinenlerden çok daha fazla sevmesine rağmen, hayatının hiçbir döneminde ırkçı ve etnik milliyetçi olmamıştır. Aksine bu tür ayırıcı, bölücü, parçalayıcı fikir, görüş, inanış, anlayış, tutum ve davranışlara karşı, her zaman çok şiddetle karşı çıkmış, büyük bir mücadele vermiştir. Aşağıdaki mısraların sahibi nasıl ırkçı biri olabilir, böyle birine ırkçılık nasıl yakıştırılabilir?
“Hani, milliyetin İslam idi? Kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yahut Kürd’e,
Acem’in Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerede?
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer?
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.”
İSLAM OĞLU
Öyleyse, İstiklal Marşı’ndaki bu ‘ırk’ sözcüğüyle ne kastedilmektedir? Sonunda söyleyeceğimizi baştan söylemek gerekirse; Müslümanlık, Türkler için dinlerden bir din değildir. İslam’la şereflendikten sonra bu din Türkler için ana, baba, evlat, ırk, soy, sop, hasep, nesep yani her şey olmuştur. Türkler, İslam’la yeniden var olmuş, yeniden dirilmiş, bambaşka bir kimlik ve kişilik kazanmış bir millettir. Bu açıdan bakıldığında İslamiyet’in Türklerin sadece dîni değil aynı zamanda ırkları da olduğu; Türk demekle İslam oğlu demek arasında hiç bir fark olmadığı; Türklerin rahatlıkla İslam’ın oğlu olarak kabul edilmesinde hiçbir yanlışlık ve sakınca bulunmadığı ortadadır.
Bunu biraz daha iyi kavrayabilmek, anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için, sadece İslam’ı daha iyi anlamaya, İslam’ın temel kaynaklarına kısa bir göz atmaya ihtiyacımız vardır.
Allah, Kitabında bize, gerçek kardeşliğin ana baba bir, yani kan bağına, soy, sop, ırk esasına bağlı kardeşlik değil, ancak iman, İslam ve din kardeşliği olduğunu açıkça bildiriyor:
“Ancak müminler, kardeştirler (Hucurat Sûresi, 10).”
“İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse yalnız Bana kulluk ediniz! (Enbiya Sûresi, 92).”
Başka bir ayette de, iman ve İslam kardeşliği olmadıktan sonra, ana baba bir kardeşliğin hiçbir anlamının ve öneminin olamayacağı açıkça vurgulanır:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir (Tevbe Sûresi, 23).”
Peygamber Efendimizin ashabı da bunu böyle algılamışlar, bu konuda bize örnek ve rol model olmuşlardır. Bunu en güzel şekilde ortaya koyan, bir örnek olayı burada analım:
Ashab-ı kirâmın ileri gelenlerinden Sa’d ibni Ebî Vakkas (r.a.) ile Selmân-ı Fârisî (r.a.) aynı zamanda çok yakın iki dost ve arkadaştılar. Fakat her nasılsa aralarında bir konuda bir anlaşmazlık çıkmış, birbirlerine gücenmişler, kırılıp, darılmışlardı. Bu kırgınlık ve güceniklik döneminde bir gün Sa’d, Mescid-i Nebevi’de ashaptan bazı arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederken, Selman’ın da Mescid’e girdiğini gördü. Hemen arkadaşlarıyla kendi aralarındaki sohbet konusunu değiştirdi. Selman’ın da işitebileceği yüksek bir sesle, etrafındakilere;
– Senin soyun, sopun nedir? Sülalen nereye, kimlere dayanır? Sen, kimin oğlusun? Hangi kabiledensin? gibi sorular sormaya başladı.
İslam’dan önce yani cahiliye döneminde, Arapların en büyük hastalıklarından biri, soy soplarıyla, asaletleriyle, ırklarıyla övünmeleriydi. İslam’ın hoş karşılamadığı ve ayaklar altına aldığı bu davayı, eski cahiliye dönemi iddialarından birini şimdi Sa’d gibi büyük bir sahabe bile, Selman’dan intikam alma duygusu, insana hep kötülüğü emreden nefsinin ve insanın en büyük düşmanı olan şeytanın da iğvasıyla, üstelik de Peygamber Mescidi’nde yeniden canlandırıyordu. Hâlbuki Sa’d, ashabın en önde gelenlerinden ve cennetle müjdelenmiş on sahabeden biriydi (Allah hepimizi nefsimizin ve şeytanın hilelerinden muhafaza buyursun!..)
Sa’d ibni Ebî Vakkas (r.a.)’ın esas amacı, hepsinin soyu, sopu, hasebi, nesebi çok iyi bilinen sahabenin içinde, Selman’ın buralara dışarıdan gelmiş bir sığıntı olduğunu ima etmek, böylece onu mahcup ederek bir nevi intikam almaktı. Hiç şüphesiz;
“Allah katında Müslümanların en değerli ve en üstün olanının, takvâca en ileri olanları (Hucurat Sûresi, Ayet: 13)” olduğunu;
“Amelde, Allah’a kulluk, ibadet ve taatte geri kalmış bir kimseyi; hasebinin, nesebinin, soyunun, sopunun, ırkının ileri götüremeyeceğini, kurtaramayacağını, yükseltemeyeceğini, ilerletemeyeceğini” (İbn Mâce, Mukaddime 17, Hds. no: 225) en iyi bilenlerden biri de Sa’d ibni Ebî Vakkas’tı (r.a.).
Sa’d’in sorusu üzerine, şimdi herkes Peygamber Mescidi’nde kendi soyunu, sopunu, nesebini, atasını, dedesini, kabilesini iftiharla sayıp döküyordu. Sonra Sa’d, Selman’a döndü;
– Ey Selman! Senin soyun, sopun nereye dayanıyor? Sen nerelisin, hangi kabiledensin? Kimin oğlusun? Haydi, şimdi sen de nesebini söyle! dedi.
Selman ise hiç duraksamadan hemen şu cevabı verdi:
– Ey Sa’d! Ben, Müslüman olduktan sonra kimsede hasep, nesep, soy, sop, ırk aramam! Bir zamanlar ben, dalalette kalmış, sapıtmış bir kimseydim. Allah beni İslam’a hidayet ederek şereflendirdi. Ben fakir ve yoksul bir insan durumuna düşmüştüm. Allah, beni bu din ile zenginleştirdi. Ben, basit bir köle durumuna düşmüştüm. Cenâb-ı Hakk beni bu din sayesinde özgürlüğüme kavuşturdu. Ben zelîl bir hâle düşmüştüm. Allah beni bu din sayesinde azîz etti. Yani senin anlayacağın; ben, İslam’la yeniden doğdum, dirildim, yeniden var oldum. Beni bu hâle getiren, bu Selman’ı doğuran İslam’dır. Şimdi sen, hâlâ benim soyumu, sopumu, ırkımı anlayamamışsan, sana söyleyeyim! Ben, İslâm oğlu Selman’ım!
O sırada Mescid-i Nebevi’de bulunan ve olup bitenleri uzaktan, biraz da hoşnutsuzluk ve can sıkıntısıyla izleyen Hz. Ömer (r.a.) hemen Selman’ın yanına gelerek şunları söyledi:
– Ey Sa’d! Sen, benim de soyumu, sopumu öğrenmek istemez misin? Öyleyse bil ki, ben de İslam oğlu Selman’ın kardeşi, İslâm oğlu Ömer’im! dedi. (Ez-Zebidî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Çev. Ahmed Naim, Ank. 1980, c.3, s.18. 6. Baskı).
Hz. Ömer’in babası Hattâb, cahiliyye döneminde Kureyş’in en önde gelen, en seçkin, en asil ve soylularından biri olmasına rağmen, Hz. Ömer de Hattab oğlu olmak yerine İslam oğlu olmayı tercih etmişti.
TÜRK OĞLU = İSLAM OĞLU!
Peygamber Efendimizin seçkin ashabı, bütün ırkçı, etnik milliyetçi duyguları, bütün kokuşmuş cahiliye âdetlerini ayaklarının altına almışlar; her türlü, ırk, soy, sop iddiasını bir kenara atıp İslâm oğlu olmayı tercih etmişler, bize de en güzel örnek ve rol model olmuşlardı. Nasıl ki Hz. Selman ve Hz. Ömer, farklı etnik kökenlerden gelmiş olmalarına rağmen, İslam oğlu olmayı, yani kardeş olmayı seçmişlerse; kadın olsun, erkek olsun, her gerçek mümin ve Müslüman da İslâm’ın oğlu olmayı en büyük şeref sayar. İslâm onun anasından, babasından, ırkından, soyundan, sopundan, evladından daha aziz, daha kıymetli, daha üstün, daha şerefli ve daha değerlidir. İslam oğlu olmaktan daha büyük şan, şeref, izzet, onur ve üstünlük olamaz. İslam’a, yani Allah’ın dinine mensubiyet; onlar için aynı zamanda ırk, kavim, millet, ulus, soy, sop, hasep, nesep yerine de geçmiş, en üstün soyluluk ve asalet nedeni olmuştu…
Bütün müminlerin, Müslümanların aynı milletten, yani İslâm milletinden, İslâm’ın çocukları, iman ve İslâm kardeşleri oldukları; ümmetin birliğinin, bütünlüğünün, dirlik ve düzenliğinin her şeyin önünde ve üstünde olduğu inancı, anlayışı, duygu ve düşüncesi İslam’ın en temel kabullerindendir. Bu inanç Araplarda zamanla zayıflamış; onların eski cahiliye dönemindeki ırkçılık, kavmiyetçilik hastalıkları yeniden nüks etmişti. Artık onların önemli bir kısmı, kendilerini diğer Müslümanlardan daha farklı ve üstün görüyor; diğer Müslümanlara, onların eliyle Müslüman olmuş Arap olmayan köleler (mevâlî) gözüyle bakıyorlardı. Allah, -bu ve benzeri hataları yüzünden- çok geçmeden Araplar üzerindeki nimetlerini çekip aldı; onları yeniden alçaltıp eski zelîl dönemlerine doğru çevirmeye başladı. Onların yerine de Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten çok seven; bütün Müslümanlara karşı mütevazı, alçak gönüllü ve merhametli olan, onları kendilerinden farklı ve ayrı görmeyen, Allah yolunda cihadı en büyük erdem sayan, İslam oğlu olmayı da ırk, soy, sop, hasep ve nesep edinen başka bir milleti getirdi. Bu ve benzeri hasletleri yüzünden Allah’ın yücelttiği, yükselttiği bu millet, -tüm dünya ve tarih de şahittir ki- Türk milletidir…
İşte Mehmet Akif, ‘Kahraman ırkıma bir gül!’, ‘Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!’ derken; İslam oğlu olmuş, İslam’ı soy, sop, ırk edinmiş, İslam’ın kahraman ordusu haline gelmiş Türk milletini kastetmekte ve onu kimsenin yok edemeyeceğine işaret etmektedir.
Akif’e göre Türkler, İslam’la şereflenmekle gerçek kimlik ve kişiliklerini bulmuşlar; İslam oğlu olarak asalet, necâbet, karakter, kimlik ve kişilik kazanmışlar; dünyanın en soylu ırkı ve en büyük milleti haline gelmişlerdir.
İslam onlar için artık her bağdan daha kuvvetli bir bağ haline gelmiş; ırk birliği de dâhil bütün bağların ve birleştirici unsurların yerini almış, her şeyin daha önüne geçmiştir. Bunu en iyi bilenler ve uygulayanlar da Balkan Müslümanları olmuştur. Çünkü Balkan Müslümanları, eski kimlik ve hüviyetlerinden, etnik âidiyetlerinden, soy ve ırk bağlarından vazgeçerek Türklüğü benimsemişler, hepsinin yerine Türk kimlik ve kişiliğini geçirmişlerdir. Türklük onlar için de artık, ırk, din, soy, sop her şey olmuştur. Onlar Türklüğü engin bir deniz, uçsuz bucaksız bir okyanus olarak görmüşler; damla misali her türlü alt kimliklerde sıkışıp kalmaya razı olmamışlar, damla olmaktan vazgeçip okyanus olmayı tercih etmişlerdir. Mehmet Akif de İslamiyet’i ve Türklüğü her şeyin merkezine koyan Balkan kökenli bir Müslüman olduğu için, onun bunu en iyi şekilde ifade edenlerden biri olmasına da şaşmamak gerekir.
İslam’ın yeniden var edici, diriltici, değiştirici, dönüştürücü, yüceltici gücünün Türk milleti bağlamında kendisini nasıl gösterdiğini tarihçi Yılmaz Öztuna da şöyle ifade etmektedir:
“Türkler Müslüman olmak sûretiyle Türklüklerini kemale erdirmişler, âdeta tamamlamışlardır” Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, Millî Klasikler, İstanbul 1999, s. 48).
Türkler hakkında yazılmış bilimsel, sağlam, doğru, güvenilir, tarafsız ve objektif kaynaklarda da İslam’ın Türklüğe ve Türk milletine nasıl yepyeni bir karakter kazandırdığı; bu milleti baştan sona nasıl değiştirip, geliştirdiği; nasıl olgunlaştırıp kemale erdirdiği net bir biçimde vurgulanmaktadır.
Türkçede oğulla ilgili, er oğlu, eloğlu, bel oğlu gibi pek çok deyimler, tamlamalar kullanılır. Bunlardan birisi de ‘yol oğlu’ deyimidir. Bu deyim, açık ve net bir biçimde İslam oğlu anlamına gelir. Yani Türkler kendi soyundan, sulbünden, neslinden gelmiş olsa, yani bel oğlu olsa bile; İslam’ı yol edinmemiş, yani Müslüman olmamış yahut da bu yoldan sapmış, yol düşkünlerini ve yolsuzları asla Türk olarak kabul etmezler. İslamiyet’i kabul ettikten sonra Türklerde, asaletin, necâbetin, soyluluğun temel şartı ve ölçüsü kişinin Müslüman olması ve bu yolda kat edebildiği mesafedir.
“Allah katında sizin en değerli ve en üstün olanınız, takvâca en ileri olanınızdır (Hucurat Suresi, Ayet: 13)” ilahi fermanını gerçek Türkler hep böyle anlamış ve böyle uygulamıştır.
Bu nedenle Müslümanlık, Türklerde ırkın, kan ve soy bağının önüne geçmiş, onun yerini almıştır. Din birliği olmadıktan sonra, dil birliğinin, soy sop birliğinin, ırk birliğinin hiçbir değeri, önemi, anlamı ve kıymeti yoktur. Türklerde soydaş, ırkdaş denildiğinde de ilk anlaşılan şey, dindaşlık yani İslam kardeşliğidir. Mehmet Akif de, özellikte Balkanlarda çok kökleşmiş bu anlayıştan hareketle ırktan bahsederken aslında öncelikle İslam’ı ve Müslümanlığı kastetmektedir. Akif’in başka şiirlerinde de bu tür göndermeler vardır. Örneğin, Nevruz’a hitaben yazdığı kıt’ada, bütün Türk çocuklarından, atalarının asaletini, necâbetini, büyüklüğünü, soylu karakterini taklit etmelerini isterken şöyle der:
“Sözü sağlam, özü sağlam adam ol; ırkına çek!”
Burada çekilmesi, benzenmesi gereken ırk; kelimenin ilk anlamındaki, aynı soydan, aynı kandan gelen atalar değil; aynı dinden, aynı yolun yolcusu olan Müslüman atalardır.
Nitekim ırk kelimesinin geçtiği mısraların öncesine ve sonrasına bakıldığında bunun bilinen, soy, sop, nesil bağlamında değil; aynı dava uğruna savaşlar yapmış, şehitler vermiş, bu uğurda kanları birbirine karışmış, inanmış insanlar topluluğunu; farklı etnik kökenlerden gelse bile Hakk’a tapan Türk milletini ifade ettiği kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Türk milleti, tarih içinde, aynı ideal uğruna beraberce canlarını vermiş, kanlarını akıtmış, her biri değişik etnik kökenlere mensup milyonlarca şehidin kanları ve canları ile büyük bedeller ödenerek var olmuş bir millettir. Aynı dava ve ideal uğruna bin yılı aşkın bir sürede yapılan savaşlarda kanlarımızın bu şekilde birbirine karışması, bizi aynı soydan gelmiş olmaktan daha sağlam ve daha sıkı bir ırk haline getirmiştir.
MEHMET AKİF’TE BAYRAK SEVGİSİ
“Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet bu celâl?!”; veya
“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!”
derken, çoğu kimselerin zannettiği gibi; gerçekte onun burada hitap ettiği ne bayrağın üzerindeki veya gökyüzündeki hilaldir, ne de kahraman ırktan maksadı şu veya bu etnik gruptur.
Burada yalvarıp yakarılan, tazarru ve niyazda bulunulan; saygımızdan ötürü ismini bayrağımızın üzerine yazıyla yazmak yerine hilalle sembolize ettiğimiz yüceler yücesi Allah’tır. Yani şair demek istemektedir ki; ‘Ey Yüce ismini hep gönlümüzde taşıdığımız ve bayrağımıza alem yaptığımız Ulu Rabbimiz! Milyonlarca şehidimiz gibi hepimizin kanı, canı Senin yoluna feda olsun! Kendi hatalarımız, kusurlarımız, günahlarımız yüzünden başımıza gelen bunca acılardan, felaketlerden, musibetlerden bizi kurtaracak olan yalnız Sensin! Bize artık Celal sıfatınla değil de Cemal sıfatınla tecelli et! Bize acı, rahmet ve merhamet et! Bizleri bu felaketlerden Sen kurtar! Bunca acılarımızdan, feryatlarımızdan, ağlamalarımızdan sonra artık yüzümüzü güldür! Bizi nimetlerine, lütuflarına, keremlerine yeniden layık hale getir!’
“Ruhumun senden ilâhî! Şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli!”
mısralarıyla niyazına, duasına, dilek ve temennilerine biraz daha açıklık getirmektedir.
“Bir hilâl uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor!”
mısraından da; yolunda ve uğrunda ölünenin gerçekte hilal kelimesiyle sembolize edilen Allah olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Türk milleti, dinine, diyanetine, bayrağına, ırz ve namusuna bağlı bir millettir. Ezandaki Kelime-i Şehâdetler ve Kelime-i Tevhid gibi bayrağımız üzerindeki hilal ve yıldızla sembolleştirilen Kelime-i Tevhid de İslam dininin temelidir. Bu millet, bu kutsal değerlere bağlı ve saygılı olmayı, onları yüceltmeyi ve yükseltmeyi, Türklüğün ve Müslümanlığın şiarlarından olan Ezân-ı Muhammedi’yi ve şanlı bayrağımızı hep yücelerde, yükseklerde hür ve bağımsız tutmayı; bunun için olağanüstü bir cehd ve gayretle çalışmayı; bunlar uğrunda mücadele ve mücahede etmeyi; gerektiğinde kanı, canı pahasına savaşmayı varlık sebebi ve en büyük görevi bilmiştir. Mâbedine, ezânına, bayrağına hiçbir nâmahrem elinin ve dilinin uzanmasına; bunlara en ufak bir saygısızlıkta bulunulmasına hiçbir Türk ve Müslüman asla razı olamaz, tahammül edemez.
ALLAH, BU MİLLETE BİR DAHA İSTİKLÂL MARŞI YAZDIRMASIN!
İstiklal, vatan, bayrak ve iman ve İslam şairimiz Mehmet Akif, milletine adadığı, bu yüzden de Safahat’ına almadığı İstiklal Marşı’nı şöyle anlatır:
“İstiklal Marşı…O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi! O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecâyi (fâcialar) karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde halas (kurtuluş) dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz! Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değil, milletin malıdır. Benim milletime karşı en kıymetli hediyemdir” (Eşref Edip, Mehmet Akif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, Hzl.: Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, İstanbul 2010, s.135).
Mehmet Akif Ersoy ölüm döşeğinde yatarken, bir gün Hakkı Tarık Us’un da aralarında bulunduğu bir grup misafir kendisini ziyarete gelirler. Sohbet sırasında söz İstiklâl Marşı’na gelir. Misafirlerden biri ortaya doğru;
– Acaba, İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? diye bir soru sorar. Halsiz mecalsiz bir şekilde yatmakta olan Akif, birdenbire canlanıp başını kaldırır ve kesin bir ifade ile;
– Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!.. der.