İMAJIMIZ NİYE BOZUK?
2006 yılında, GMI adlı uluslararası bir kuruluş tarafından bir araştırma yapılmıştı. Dünyanın 35 ülkesinden, 25 900 kişiye çeşitli sorular yönelterek yapılan araştırmayla dünyadaki hangi ülkenin nasıl bir imaja sahip olduğunun ortaya konabilmesi amaçlanmıştı. Yapılan araştırma sonucunda o kadar ülke arasından, “Türkiye markası”nın sonuncu sırada yer aldığı ve Türkiye’nin maalesef “imajı en kötü ülke” olduğu anlaşıldı. Hâlbuki biz, imajımızı düzeltelim diye, onlarca yıldan beri, bir sürü kurum ve kuruluşumuzla pek çok para, emek ve çaba harcadık; hala da harcıyoruz. Üstelik ilgililerimiz, yetkililerimiz kamuoyu önünde durmadan, bu alanda çok büyük başarılar elde ettiğimizi iddia ediyorlar. Bu nasıl oluyor? Biri bizi işletiyor mu, kandırıyor mu, yoksa biz mi kendi kendimizi kandırıyoruz?
Kişi, toplum veya milletin dışarıya verdiği görüntü ve intiba olarak tanımlanması mümkün olan ‘imaj’, insanoğlu için her zaman çok önemli olmuştur. İyi bir imaja sahip olmak, iyi şekilde anılmak, tanınıp bilinmek herkesin hoşuna gider. Kötü bir imaja sahip olmak ise, hele kişi bir de bunun haksız bir yargı olduğuna inanıyorsa, herkese ağır gelir.
İyi imaj arayışının sağlıksız görüntülerine de günlük hayatımızda sık sık şahit oluruz. İnsanoğlu, kendisinde bulunmasa bile adının iyiliklerle, güzelliklerle, yüksek haslet ve meziyetlerle anılmasından hoşlanır. Huy edindiği, herkesçe bilinen, durmadan tekrarladığı kötülüklerinin, kusurlarının, yanlışlarının bile söylenmesinden hazzetmez. Her türlü zaafların, kusurların, eksikliklerin esiri olduğu halde, tüm iyilik, güzellik, başarı ve üstünlüklerin kendisine mal edilmesini isteyen, bunlara yalnız kendisinin layık olduğuna, kendisinden başka hiç kimsede güzel hasletler, üstülükler bulunamayacağına, kötülüğün, hata ve kusurların kendisinde değil ancak başkalarında bulunabileceğine inanacak kadar, işi kendine tapma boyutlarına vardıranlara da her yerde ve her toplumda rastlanır. İnsanoğlunun iyi ve güzel tanınmaya, olumlu imaja aşırı zaafı yüzünden, ‘yağcılık ve yalakalık’ hemen her devirde ve dünyanın her yerinde en çok prim yapan becerilerin başında gelir. İnsan, çok aptal, ahmak biri olsa da dünyanın en çirkini olsa da bunu kendisi de gayet iyi iyi bildiği halde yine de bu gerçeğin kendisine söylenmesinden hiç hoşlanmaz, aksine kendisine dünyanın en zekisi ve akıllısı, en güzeli ve en yakışıklısı olduğu söylense hiç itiraz etmez; doğru olmadığını kendisinin de bildiği böyle pembe yalanları duymaktan çok hoşlanır. Bazı toplumlarda yağcılık ve yalakalığın dozu, ölçüsü ve endazesi öyle kaçar ki; artık herkes ‘devir artık riya devri, toplum riya toplumu olmuş, bunu beceremeyene ekmek yok!’ düşüncesiyle birbiriyle yağcılık ve yalakalık yarışına girer. Kimse kral çıplak diyemez. Bundan sonra işlerin düzelmesi bir yana, tamamen sarpa sarması, içinden çıkılmaz hale gelmesi kaçınılmaz olur. Ortada övünülebilecek hiç bir gerçek başarı öyküsü olmadığı halde, ortalık yine de yapmadıklarıyla övünenlerden, başkalarının başarılarını bile kendine mal edip, kendi başarısı imiş gibi göstermeye çalışanlardan geçilmez. Artık kimse kimseyi gerçek yüzü ve kimliğiyle tanıyamaz, kimse kimseye inanamaz ve güvenemez hale gelir.
Hâlbuki imaj denen şey, asla hayali, temelsiz, gerçek dışı, sanal, suni yani gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi görünmek veya kendisini öyle göstermek değildir. İmajı oluşturmaya katkıda bulunan sayısız nitelikler, vasıflar ve üstünlükler vardır. Onlara sahip olmadan, o vasıfları taşımadan, yapılması gerekenleri yapmadan mış gibi davrarak olumlu bir imaj oluşturulamaz. Allah bile Kitabında müminleri uyararak: “Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır (Saff Suresi: 2-3)” buyurmaktadır.
Üstün vasıflar ve nitelikler sonsuz ve sınırsız denecek kadar fazladır. Bunların hepsinin bir kişide toplanması her zaman mümkün olamaz. Bunların hiçbirisine sahip olmadıkları halde, kendilerini sahipmiş gibi göstermeye çalışanlara çok rastlanır ama nereye kadar? Bir zamanlar Afrika’nın ortasındaki uyduruk bir kabile devletinin başkanı, kendisini dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatoru ilan etmiş, ülkesindeki diğer kabile şeflerine de oldukça iddialı isimler ve unvanlar vermişti. Fakat bu durum, dünya basınına mizah konusu olmaktan başka bir işe yaramamıştı. Çünkü imaj, gerçek durumu yansıtmadığında mizah konusu olur. Gerçek dışı iddialar, yapmacık tavır ve hareketler, ona buna afra, tafra satmalar, boş yere gururlanıp, kibirlenmeler, böbürlenmeler mevcut imajı daha da bozmaktan, sahiplerini daha da küçültüp, gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Kendisini olduğundan daha üstün, daha iyi ve farklı gösterme çabaları, sonuçta mutlaka boşa çıkacak, mevcut olumsuz imaja yeni olumsuzluklar ekleyecektir. İyi ve olumlu imaja, lafla, sözle, iddialayla, gösterişle değil, ancak onu hak edecek işler yaparak, başarılar göstererek, tabii öncesinde iyi bir eğitim, öğretim, büyük çaba ve gayretler, emek, zahmet ve yorgunlukla ulaşılabilir. Kısacası insanın kendisini düzeltmeden imajını düzeltebilmesi mümkün değildir.
Aslında yabancıların yaptığı imaj çalışmalarına, imaj ölçüm ve değerlendirmelerine, bunların ortaya koydukları sonuçların ne kadar doğru ve gerçekçi olduğu, gerçeği ne kadar yansıttığı konusu da ayrı bir sorundur. Birilerinin bizim olumsuz taraflarımızı bulup öne çıkarma, bizi olduğumuzdan daha kötü gösterme gayretleri de olabilir. Biz değil de sadece imajımız kötü olabilir ya da imajımız bizden kötü olabilir. Belki bazı ülkeler için tersi de olabilir. Örneğin, bu dünyada mükemmel fert ve toplum bulabilmek imkânsız denebilecek kadar zordur. Batılılardan, hiç de öyle iddia ettikleri kadar mükemmel ve düzgün olmadıkları halde, kendilerini ve toplumlarını olmadıklarından daha iyi ve daha fazla göstermeye çalışanlar; kendileri dışındakilerin ufak tefek, bireysel hata ve kusurlarımızı büyüterek genelleyenler az değildir. Dolayısıyla en iyisi imajımızın mı, bizim mi, daha iyi veya daha kötü olduğunu kendimizin bilimsel ve objektif yöntemlerle araştırıp ortaya koymamızdır.
İmajla gerçek durum arasında fazla bir fark olmaması gerekirse de bu her zaman böyle olamayabilir. Özellikle yabancıların bizim hakkımızdaki değerlendirmeleri çoğu zaman hak etmediğimiz şekilde, düşmanca ve ön yargılarla dolu olabilir; şimdiye kadar çok olduğu gibi haksız yaftalarla yaftalanabiliriz. Türklerin, ta İslam öncesi dönemlerden beri, özellikle kendisinin çok dayağını yiyen yabancıların gözünde pek olumlu bir imajları olmadığı, haksız yere pek çok olumsuz nitelemelere maruz kaldıkları bilinen bir gerçektir. Özeleştiri yapalım derken, ufak tefek hatalarımız yüzünden kendimizi kıyasıya eleştirmek, hırpalamak, eksik ve yanlış taraflarımızı ortaya dökmek sakıncalı sonuçlar da doğurabilir. ‘Kendin hakkında iyi bir şey söyleme, kimse inanmaz; kötü bir şey söyleme, herkes inanır!’ dendiği gibi bizim iyi niyetli özeleştirilerimizin kötü niyetlere ve kötü niyetlilere malzeme olabilmesi de çok mümkündür. Bu yüzden atalarımız, ‘Kol kırılır yen içinde, sen kendi kusurunu bil, ele söyleme!’ demişlerdir. Batılılar, bize kendilerinin bile söyleyemedikleri, Ermeni soykırımı vb gibi kötü niyetli, asılsız isnat ve iftiralarını, içimizden söyletebilecekleri birilerini bulup söyletebilmeyi, bunları tekrar bizim aleyhimize delil olarak kullanmayı çok iyi becerebilmektedirler.
Fakat her şeye rağmen bütün suçu başkalarına, yabancılara, dış mihraklara yıkarak da işin içinden sıyrılabilmemiz mümkün değildir. Başkalarının, dış mihrakların oyunlarını ve tezgâhlarını görebildiğimiz kadar, kendi kusurlarımızı, suçlarımızı, kabahatlerimizi, hatalarımızı, yanlışlarımızı da görebilmemiz ve düzeltebilmemiz, yanlış ve maksatlı propagandalara karşı da iyi yönlerimizi ortaya koyarak, kendimizi en iyi şekilde tanıtmanın yollarını arayıp bulmamız gerekmektedir. Siz, kendinizi olduğunuz gibi, iyi ve güzel yönlerinizle ve uygun yöntemlerle tanıtamazsanız, elbette elin adamı gelir sizi kendi bildiği ve işine geldiği gibi, yanlış ve ön yargılı bir biçimde olumsuz taraflarınızla tanıtır. Öte yandan iyice kökleşmiş, yaygınlaşmış hata ve kusurların, bozuklukların gizlenmesi de ancak bir yere kadar mümkün olabilecektir.
Dünyada Türkler kadar inişli çıkışlı imaja sahip başka bir millet yoktur? Türk Milleti, tarih sahnesinde her millete nasip olamayacak kadar uzun ve kesintisiz bir yer işgal edebilmiş, çok önemli roller üstlenmiştir. Türkler bazen dünyaya nizam, düzen ve şekil verecek kadar büyük bir güce ve üstünlüğe ulaşmışlar, bazen de tarihten silinme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Elbette bu uzun tarihi süreçte yaşanan büyük iniş çıkışlara paralel olarak imajında da çok büyük değişiklikler, iniş ve çıkışlar olmuştur. Türklerin imaj grafiği, bu grafikteki iniş çıkışlar ve bunların nedenleri, ciddi bir araştırma konusu yapılsa, şüphesiz herkes için çok eğitici, öğretici ve yararlı olurdu. Aslında bunun şimdiye kadar, hem de bizim kendi bilim adamlarımız tarafından, farklı bakış açıları ve bağlamlarıyla sayısız araştırmalara konu edilmesi gerekirdi. Fakat maalesef bizim bilim adamlarımız, böyle ciddi, zahmetli ve zor bilimsel çalışmalarla uğraşmaktan pek hoşlanmıyorlar.
Herkes gayet iyi biliyor ki, bizim ecdadımızın tarih içinde çok büyük ve çok olumlu bir imajı vardı. Dünyanın neresine gidersek gidelim, Türk olduğumuzu söylediğimizde, hala bu olumlu imajın izlerini görebiliyor, meyvelerini yiyebiliyoruz. Öte yandan asırlar boyunca dünyanın en büyük imparatorluğu olmuş Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlara kadar resmi bir adı bile yoktu. Çünkü Osmanlılar, devletlerine bir isim vermeye gerek duymamışlardı. Onlara göre dünyada tek bir devlet vardı, o da kendi devletleriydi. Devlet deyince sadece kendi devletleri akla geliyor; diğer devletleri devletten saymıyorlardı. Devletlerini anarken de “Devlet-i Aliyye” yani “Yüce Devlet” ifadesini kullanıyorlardı. Gerçekten de Osmanlıların zirve dönemlerinde başka devletlerin esamisi okunmuyordu.
Eskiden, özellikle ikbal devirlerimizde, başkaları nezdinde imajımızın ne olduğu bizim umurumuzda bile değildi. O zamanların dünyasında, şimdiki gibi dünya kamuoyunda kimin imajının ne durumda olduğunu ölçebilecek imkânlar ve yöntemler de yoktu. Ama o gün de bugün de herkes biliyor ki; o zamanlar dünyada Türklerle imaj yarışına girebilecek, Türkler kadar saygın ve itibarlı başka bir millet de yoktu. Yani Osmanlının kendisi gibi, imajı da zirve yapmıştı. Kendine has değerleri, dinamikleri, hayat tarzı ve dünya görüşü ile Avrupalıların karşısına çıkan ve onlara üstünlüklerini kesinkes kabul ettiren Osmanlılar, hâkim bir kültür ve medeniyetin temsilcisi olarak bütün dünyada ve Avrupada büyük hayranlık uyandırmışlardı. Belki onlardaki her şeye doymuşluk, kendiyle barışık olma hali, maddi ve manevi zenginlik, kuvvet, kudret ve kâbiliyetine güven duymanın dışa aksettirdiği vakar, heybet, haysiyet ve onurlu duruşun büyüleyici bir yansıması olarak; Batı Âleminde de ‘Osmanlılaşma’ akımı yaygınlaşmış, bugün bize çok garip, şaşırtıcı, hatta inanılmaz gelebilecek bir Osmanlı taklitçiliği, hayranlığı ve özentisi almış yürümüştü. Bu Osmanlılaşma akımı Avrupa’da; sanattan mimariye, müzikten edebiyata, giyimden yemeğe kadar oldukça geniş ve renkli bir yelpâzede varlığını hissettirmiş, büyük halk kitleleri, sanat ve sosyete çevreleri, aydın kesim ve devlet yöneticileri arasında hatırı sayılır bir taraftar ve sempatizan kitlesi oluşturmuştu. “Türk Asrı” olarak anılan bu dönemde Osmanlı yaşam tarzı, “Osmanlı Modası” adıyla öyle yaygınlaşmıştı ki, evlerinde “Osmanlı Köşesi” bulundurmayan sosyete mensupları ayıplanır hâle gelmişti (Mehmet Niyazi, Medeniyet Ülkesini Arıyor, İst.1994,s.51).
Özellikle 18. yüzyılda Türk modası, Avrupa giyim kuşamında çok belirleyici olmaya başlamış, 18. yüzyılın ortalarından itibaren ‘Turkomannie’ olarak adlandırılan bir moda dalgası esmişti. Yüksek gelirli Hollandalılar arasında oryantal giysisi, Şamberluk adı verilen Kaftan, ev ve sporda kullanılan fes oldukça yaygındı. Avrupa kadın modasında ise, Osmanlı Alaturka modası 18. yüzyıl başlarında zirveye ulaşmıştı. 19. yüzyılın sonlarında bile, pazar günleri Scheveningen’de gezintiye çıkan kadınların çoğu, hâlâ tülbent takarlar ve şal kullanırlardı.
Biz, kendi kendimize, “Acaba biz çok düzgünüz de, sadece imajımız mı bozuk? Kendimiz o kadar kötü olmadığımız halde, nasıl olmuş ta böyle kötü bir imaja sahip olmuşuz? Bu kötü imaj niçin bizim üzerimize böyle yapışıp kalmış? Bu kötü imajı doğuran sebepler nelerdir? İmajımız mı daha kötü, biz mi daha kötüyüz? Kendimizi de imajımızı da nasıl düzeltebiliriz? gibi soruları herkesten önce bizim araştırıp ortaya koyabilmemiz gerekmektedir. Aslında olayın hikâyesi ortada ve çok açıktır. Yakın geçmişimizde Türklüğü etnik milliyetçiliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa indirgeyenler, Türklüğün gerçek manasından ve ruhundan habersiz orada burada hindi gibi kabara kabara dolaşmaya, güya Türkçülük ve ırkçılık yapmaya kalkışınca, hepimizin hem Allah’ın, hem Müslümanların ve hem de bütün insanların gözünden düşmemize neden oldular. Bu garip tipler yüzünüzden, Türk kelimesinin bir zamanlar taşıdığı bütün saygın ve üstün anlamlar kayboldu. Gerçek Türkler yerini şimdiki gibi ortalıkta Türklük iddiasıyla hindi gibi kubararak dolaşanlar alınca, bize de ‘Turkey=hindi’ denmeye başladı.
İnsan ne kadar uçuk kaçık iddialarda, havalarda, pozlarda olursa olsun, takınılan tavırlar, alınan isim ve unvanlar, gerçek durumu karşılamıyorsa, ad da, imaj yerlerde sürünmeye mahkûmdur. Kendini düzeltmeden imaj düzeltme yolunda girişilecek boş çaba ve uğraşlar, yapılacak büyük masraflar hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü insanın kendisini, kendi özünü, cevherini düzeltmeden imajını düzeltebilmesi mümkün değildir. Onun için biz de bir an önce de kendi eksiklerimizi görüp tamamlamamız, yanlışlarımızı düzeltebilmemiz, en iyi, en ideal vasıflarla sıfatlarla, hünerlerle ve erdemlerle donanmanın yollarını arayıp bulmamız, gerekli tedbirleri vakit geçirmeden alabilmemiz gerekmektedir. Şurası kesindir ki, kendimizi düzelmeden asla imajımızı düzeltemeyiz. ‘İmaj maker’lara sırf imajımızı düzelttirip, kendimiz olduğumuz gibi kalamayız. Nitekim yıllardan beri, reklam firmalarına imajımızı düzeltsinler diye çuvallar dolusu para verdiğimiz halde, dünyada imajı en kötü ülke olmaktan bir türlü kurtulamıyoruz.
Burada bizim amacımız ve niyetimiz, asla Türk’e Türk propagandası yapmak değildir. Buna hiç gerek te yoktur. Ama bütün dünyanın ve insanlığın muhtaç olduğu ideal bir Türklük ve Müslümanlık olduğu, bu dünyanın gerçek ve örnek Türkler ve Müslümanlar tanıdığı da bir gerçektir. Bizim önden giden ecdadımız arasında bir zamanlar bunları en güzel ve en ideal örnekleri olmuş, bunlar tarih boyunca hem de defalarca dünyanın, imajı da kendileri de en üstün ve en yüksek insanları ve milleti olabilmişlerdir. Onlar hangi nitelikleriyle böyle yüksek bir imaja sahip olabilmişlerse, bizim de bunun mücadelesini vermemiz, bugünün imkânlarıyla onlardan daha fazlasını yapabilme gayret ve çabası içinde olmamız gerekmektedir. Müslüman Türk Milletinin tarih boyunca sahip olduğu özellikler, nitelikler, vasıflar, sıfatlar bellidir ve ortadadır. Cahiz’den, Dede Korkut’a kadar bunların üstünlükleri yazılmış, çizilmiş, anlatılmıştır. Bunlar nadir, dönemsel, tarihsel, gelip geçici değil, büyük çoğunluğuyla bugün bile geçerliliği olan ve aranan özellikler ve niteliklerdir. Bunlara sahip bir milletin ne imaj, ne kimlik ve ne de kişilik sorunu kalır. Önemli olan bunlardan hangilerini ve ne kadarını kaybettiğimizi, bunların üstüne başka hangi üstün özellikleri ve nitelikleri koymamız gerektiğini, doğru bir şekilde tespit edebilmek ve gereğini yerine getirebilmektir. Ondan sonra milletler camiasında hak ettiğimiz daha saygın yeri edinebiliriz. Biz bunu dün başarabildiğimiz gibi bugün de, yarın da başarabilir, geçmişte ecdadımızın yaptıklarının çok daha iyilerini ve mükemmellerini yapabiliriz. Yeter ki, kendimize güvenelim, inanalım, kendimizi kaybetmeyelim, kimliğimizi, kişiliğimizi günün ihtiyaçlarına göre yeniden onarmanın yollarını arayıp bulalım. Kendi kendimize ısrarla ‘Ben kimim ve bu hal neyin nesi?’ diye sormalı, asla zillete razı olmamalıyız. Arayan bulur. Ararsak, mutlaka biz de bulabiliriz. Eğer sırf imaja takılır, kendimizi de en iyi niteliklerle bezeyemeyi ihmal edersek, ne imajımızı düzeltebiliriz, ne de başka sorunlarımızı çözebiliriz.