Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızHATALARIMIZ, YANILGILARIMIZ

HATALARIMIZ, YANILGILARIMIZ

HATALARIMIZ, YANILGILARIMIZ

İCATÇILIĞIMIZI VE YARATICILIĞIMIZI

NASIL BİTİRDİK?

İnsanın, bitmez tükenmez en büyük serveti, yaratıcılığı ve icatçılığıdır. İnsanın yaratıcılığına ve icatçı düşüncesine sıra ve sınır tayin edilemez. Buna hiç kimsenin haddi de, yetkisi de yoktur.

Türk Milleti, dünyanın en akıllı, en zeki, en becerikli, en üstün kabiliyetli, en hünerli, erdemli, en olgun ve marifetli milletlerinden biriydi. Türkler, örneğin Çinliler gibi, taklitçi, kopyacı değildir. Çok orijinal buluşları, uygulamaları olmuştur. Hangi işi ve neyi yaparsa en iyi, en güzel, en özel ve en mükemmel tarzda yapabilme becerileri vardı. Türk Milleti, çok güçlü bir girişimcilik ruhuna sahip, rekabetçi ve yarışmacı bir milletti. Başka milletler de onların yüksek özgüven sahibi olmalarını, cesaretlerini, girişkenliklerini, çalışkanlıklarını, erdemlerini, ahlak ve faziletlerini, mükemmeliyetçiliklerini, icatçılıklarını, uygulamacılıklarını ve çok pratik bir millet olmaları takdir ve teslim ederdi. Önüne suni engeller konulmadığı takdirde Türk Milleti’nin başaramayacağı hiçbir şey yoktu.

Türkler tarih boyunca, bilim, kültür ve sanat alanlarında da çok üstün başarılar elde edebilmişlerdir. Dünyanın en yetenekli, en yaratıcı, en icatçı milletlerinden biri olduklarını, Müslüman olmadan önce de, sonra da ortaya koydukları üstün, özgün, farklı ve muhteşem eserlerle ispat edebilmişlerdir. Onların bu yetenekleri ve kabiliyetleri eğitim, çaba, emek ve gayretle birleştiğinde muhteşem eserler ortaya koyabilmişlerdir. Çinli yazar Liyu Şigen’in, Türk Kağanlığı Tarihi adlı Uygurcaya da tercüme edilmiş bir kitabı vardır. Yazar, Göktürkleri anlatan eserinde Türk kelimesinin anlamlarını sayar. Bunlar arasında ‘icatcan’ yani ‘çok icatçı’ anlamının da bulunması bana çok ilginç gelmiştir (Türk Kağanlığı Tarihi, Telif: Liyu Şigen, Uygurcaya Çeviren: Ahmetcan Mümin, Sancak Halk Neşriyatı, s. 1-2, Urumçi 2002, ISBN 7-228-06832-7).

Çinliler, sanatçı ama icatçı olmayan, taklitçi, kopyacı olan bir millettir. Orijinal, yeni şeyler ortaya koymayı pek beceremezler. Bun kendileri de bilirler. Ama Türklerdeki bu yeni şeyler icat etme, keşfetme, ortaya yeni ve orijinal ürünler ve eserler koyabilme becerileri ve yetenekleri onların da dikkatini çok çekmiş olmalı ki, Türk dendiği zaman bir zamanlar onların aklına, bunların çok icatçı olmaları geliyormuş.

Ünlü Arap edibi ve yazarı Câhiz (ö.870) de, Fezâilü’l-Etrâk (Türklerin Faziletleri, Üstünlükleri) adlı eserinde; Türklerin diğer karakteristik özellikleri yanında bilim, sanat ve estetik alanındaki yetenek ve becerilerine özellikle dikkat çeker:

“Yeryüzünde genel olarak her millet, her toplum, her nesil belli bir sanatta, meslekte, alanda uzmanlaşırlar, beceri ve maharet kazanırlar. Başka meslek ve sanatlardan uzak durarak, kendilerini tam anlamıyla ve bütün varlıklarıyla bu işe verirler. Başka işlere bölünüp parçalanmadan rahat ve salim kafayla kendi meslek ve sanatları üzerinde yoğunlaşırlar ve uzmanlaşırlar. Örneğin şimdiye kadar hiçbir millet Çinlilerin sanatta, Yunanlıların felsefe ve hikmette, Arapların şiirde, Farslıların siyasette, Türklerin de savaş sanatlarında gösterdikleri başarıları gösterememişlerdir. Sadece felsefe ve hikmetle uğraşan eski Yunanlılar, enine boyuna işlerin ve olayların sebep ve sonuçları üzerinde dururlar, icat ve keşiflerle uğraşırlardı. Ama onlar, bu işlerin hep teorik yönleri üzerinde durur, ameli yönü ile hiç ilgilenmezlerdi. Onlar, ilme rağbet ederlerdi ama işe rağbet etmezlerdi. Çeşitli müzik, savaş, mühendislik aletleri icat ederler, bunların nasıl yapılacağını tasarlarlar ama iş bunları yapmaya gelince kendileri yapmazlar yapacak olan işçilere ve zanaatkârlara tarif ederlerdi. Onlar yaparlarken de kendileri bunlara ellerini bile dokundurmazlardı. Çinliler ise, ince bir zevkle değişik malzeme ve materyali eriten, kalıplara döküp şekiller veren, eşyanın hep ameli cephesiyle uğraşan, yoğuran, boyayan, dokuyan, bezeyen, süsleyen iyi ressam, iyi hattat, eşyaya değer katan iyi sanatçılardır. Çinliler eşyanın, ameli ve pratik yönüyle uğraşırlar ama illetlerini, sebeplerini, ilmi yönünü pek bilmezler. Yani bu iki milletten biri sanatkâr, diğeri hakîmdir, filozoftur. Araplar ise, bütün himmet ve gayretlerini, kabiliyetlerini güzel şiir söylemeye, belagatli konuşmaya, söz söyleyip kelime türetmeye, kıyafet, feraset, nesep, yıldızlara bakıp yol bulma gibi kendilerine yararlı ilimlerle uğraşmaya, hoşlarına giden sözleri, şiirleri, menkıbeleri ezberlemeye yoğunlaştırmışlardır. Türklere gelince, onlar, yaşadıkları zor koşullar ve etraflarında kendilerine düşman çok güçlü ve sayısız kavim ve topluluklar bulunması nedeniyle savaş sanatlarında uzmanlaşmışlardır. Savaş yöntemleri, savaş taktikleri, oyun ve hileleri, avcılık, atıcılık, silah yapımı ve kullanımı, yiğitlik, kahramanlık gibi konular, onların en büyük sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğünç kaynakları, gece gündüz üzerinde en çok konuştukları konu olmuştur. Türkler bütün detayları ve teferruatıyla, uzaktan yakından savaşı ilgilendiren her konuda üstün bir dereceye ve başarıya ulaşmışlardır.

Öte yandan Allah, bütün meslek ve sanatlarda Türklere çok büyük beceri ve yetenek bahşetmiştir. Bunu şöyle bir örnekle anlatmak uygun olabilir. Bir kılıç, son kullanıcısının eline ulaşıncaya kadar, hiç birinin diğerinin işini yapıp beceremeyeceği, çok sayıda sanatkârın elinden geçer. O kılıcın demirini madenden çıkarmak, eritmek, cürufundan ayırıp tasfiye etmek, kalıba dökmek, kızgın ateşte kızdırıp döverek uzatıp şekil vermek ayrı bir süreç gerektirir. Ondan sonra sıra bu demir parçasını kılıç haline getirmeye, suyunu vermeye, bileyleyip keskinleştirmeye, kabzasını, demirini, kınını yapmaya gelir. Kılıcın kınına uygun ağaç bulup yontmak, derisini tabaklamak, tezyinatını ve süsünü işlemek, ipini örüp eğirmek, dikilmesi gereken yere dikmek gibi daha bir sürü ustalık isteyen işi de vardır. Normalde ve başka milletlerde burada sayılan her bir işin ayrı ustaları ve sanatkârları vardır. Hiç birisi diğerinin işini yapamaz, bilemez, böyle bir iddiada da bulunamaz. Bu durum eyer, ok, yay, mızrak, kalkan, topuz, teber gibi bütün diğer savaş malzemeleri, alet ve edevatı için de geçerlidir. Dünyanın hiçbir yerinde bunların tek bir ustanın veya sanatçının elinden çıkabileceği düşünülemez. Ama bir Türk, hiç kimseden yardım istemeden, hiçbir dostunun ahbabının fikrini sormadan, hiçbir ustanın ve sanatkârın yanında çıraklık yapmadan, usta ve sanatçıların yalan dolanları, oyalamaları, ücret ödeme sıkıntılarıyla kafasını boş yere meşgul etmeden, başından sonuna kadar tek başına bunların hepsini yapabilir. Keçe, zırh, üzengi, kılıç, kalkan, ok, yay, mızrak gibi bütün harp silahlarını ve malzemelerini her Türk genellikle bizzat kendisi yapar. At bakımı ve terbiyesinde bir baytarlardan daha usta, en değme seyislerden daha başarılıdır. Yani yeri geldiğinde, hem çoban, hem seyis, hem canbaz, hem baytar, hem süvaridir. Kısacası bir Türk tek başına bile bir millettir.

Eğer sahip oldukları kabiliyetler işlenip değerlendirilebilse Türkler, edebiyat, hikmet, hesap, hendese (geometri), mühendislik, musiki, kimya, fıkıh, hadis, tarih, coğrafya…vb gibi dünyada ne kadar ilim ve sanat varsa, hangisiyle uğraşsalar bunların hepsinin otoritelerine ve alimlerine üstün gelebilecek kadar yeteneklidirler.”

Gerçekten de Câhiz’in Türkler hakkında ortaya koyduğu bu görüş, düşünce ve değerlendirmelerde hiçbir yalan, yanlışlık ve abartı yoktur. Nitekim onlar, Müslüman olmadan önce de, olduktan sonra da ortaya koydukları muhteşem eserlerle, İslam Medeniyetine yaptıkları eşsiz katkılarla ve her alanda elde ettikleri hayaller üstü başarılarla bu kabiliyet, yetenek, hüner ve becerini herkese ispat etmişlerdir.

YETENEKLERİMİZİ NASIL HEDER EDİYORUZ?

Günümüzde yapılan bilimsel araştırma ve incelemeler de; insanımızın özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin, kâbiliyet ve üstün yetenek konusunda dünyadaki akranlarından, özellikle de Batılılardan hiç de aşağı olmadıklarını; aksine onlardan kat kat üstün niteliklere sahip olduklarını ortaya koymaktadır.

Örneğin, bir ara Türk basınında Nâdia (Nâhide) Camukova adlı Dağıstan asıllı profesörle ilgili epey haber çıkmış, bir bayan uzun süre Türkiye gündeminde kalmıştı. Kendisiyle yapılan ve çeşitli basın yayın organlarında yayınlanan röportajlardan anlaşıldığına göre Prof. Dr. Nâdia Camukova; babasının görevi dolayısıyla 1976’da Moskova’da dünyaya gelmiş. Kendisi, Dağıstan asıllı bir Kıpçak-Kumuk Türkü imiş. İki yaşında iken okuma yazmayı öğrenmiş. Dört yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip hâfize olmuş. Aynı dönemde Das Kapital’in Rusçasını da baştan sona ezberlemiş. İlk ve ortaokulu bitirdiğinde henüz sekiz yaşındaymış. On dört yaşında hem Moskova Devlet Üniversitesi Tarih bölümünü, hem de Dağıstan Devlet Üniversitesi Edebiyat bölümünü birincilikle bitirmiş. 2001 yılında, yani henüz 25 yaşındayken hem tarih, hem de filoloji alanlarında profesör olarak ‘dünyanın en genç profesörü’ unvanını almış. Aynı unvanın ondan önceki sahibi de bir Türk, yani Oktay Sinanoğlu’dur. O da, daha 26 yaşında, hem de Amerika’da profesörlüğe yükselerek dünyanın en genç profesörü olmuştu.

Nâdia Camukova, dokuz yaşında, ‘Özel Düşünceler’ adlı felsefî içerikli ilk kitabını yazmış. Türkiye’de kendisiyle yapılan röportajlardan birinde, yayımlanmış toplam 24 kitabının olduğunu belirtmektedir. Mükemmel derecede Rusça, Türkçe, Arapça, İngilizce, Farsça, Almanca ve Fransızca bilen Nâdia Camukova, Einstein Zekâ Testinden 200 üzerinden 199,37 puan; Picasso Testinden 360 üzerinden 357 puan alarak dünyanın en zeki insanı ilan edilmiş.

Okuduğu kitabı bir defada ezberleyebilen, bu yüzden bir okuduğu kitabı ikinci kez okumasına gerek kalmayan Camukova, zevk alarak tekrar tekrar okuyabildiği tek kitabın Kur’ân olduğunu ifade ediyordu. Prof. Dr. Nâdia Camukova kendisiyle yapılan röportajlarda çok ilginç noktalara değinmektedir. Onun anlattıklarına göre:

“Bilim adamlarının ve araştırmacıların genel kabulüne göre; dünyadaki dâhi sayılabilecek, üstün zekâlı, üstün yetenekli, üstün potansiyelli insan oranı ancak milyonda bir civarındadır. Türkiye’deki üstün zekâlı, üstün yetenekli ve üstün potansiyelli insan oranı ise dünya ortalamasının kat kat üzerindedir. Fakat önemli olan bunların erkenden bulunup tespit edilmeleri ve yetenekleri doğrultusunda eğitilip yetiştirilmeleridir. Çünkü yetenek işlenmezse, hiç bir işe yaramaz. Bu üstün yetenekli ve dâhi çocukların, kabiliyetleri doğrultusunda yetiştirilmeleri, hem kendi toplumları ve hem de bütün insanlık için çok büyük ve hayatî önemi haizdir. Çünkü bir millete ilerleme ve gelişme yolunda ivme kazandıracak, çağ atlatacak bütün yenilikler, icatlar, keşifler ancak bunlar tarafından yapılır. Sıra dışı, çizgi üstü bütün büyük eserler bunlar tarafından vücuda getirilir. Zekâ, problemleri çözme yeteneğidir. Büyük problemler de ancak dehâ seviyesinde üstün zekâya sahip insanlar tarafından çözülebilir.

Öte yandan adam olabilmek, insan olabilmek ve insan kalabilmek dünyanın en zeki insanı olmaktan çok daha önemlidir. Dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri, üstün zekâlı ve üstün yetenekli çocuklarını ve bunların hangi alanda yetenekli olduklarını tespite, sonra da bunların en iyi ve en verimli bir şekilde yetiştirilmelerine özel önem verirler. Bunu bir devlet politikası hâline getirirler. Bu işe de çok erken zamanlarda, hatta çocuğun doğduğu günden itibaren başlanılması gerekir. Örneğin, ben eski Sovyetler Birliği’nde doğdum, büyüdüm. Sovyetler Birliği’nde her çocuğun doğumundan bir yaşına gelinceye kadar, eve her 15 günde bir uzman bir doktor gelir; çocuğun sağlık kontrolü ile birlikte beyin kontrolünü ve gelişimini de incelerdi. Çocuğu dikkatle izler, elde edilen bütün verileri özel bir deftere kaydederdi. Bundaki en büyük amaç da bu milyonda biri, yani üstün yetenekli çocukları tespit etmekti.

Eski Sovyetlerin sporda, bilimde ve değişik alanlardaki başarıları bundan kaynaklanıyordu. Öte yandan Türk milleti, dünyanın en zeki milletlerinden biridir. Ben, Türklerdeki dâhi seviyesinde üstün potansiyelli insan oranının dünya ortalamasının kat kat üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Ama farz edin ki, dünya ortalamalarında olsun. Bu durumda şu anda bile Türkiye’de en az 70 kadar üstün potansiyelli dâhi seviyesinde insan olduğu muhakkaktır. Bunlar gerektiği gibi eğitilse ve değerlendirilse toplumun ve insanlığın çok büyük kazanımları olur, bütün sorunları çözülebilirdi.

Türk milleti bütün dünyanın, bütün insanlığın ümidi ve direğidir. Fakat Türkiye’de nedense bu potansiyel hiç değerlendirilmez. Aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak yok edilir, köreltilir, çürütülür. Türkiye’de yeni doğanlar bir yana, 7-8 yaşına gelmiş üstün yetenekli ve dahi çocukların tespiti, kurtarılması ve yetiştirilmesi için bile hiç bir şey yapılmaz. Tam tersine üstün zekâlı çocuklar normal zekâlı çocuklarla aynı ortamlarda kaynaştırılarak normalleştirilmeye çalışılır. Bu tür yollarla üstün potansiyelli çocuklar yok edilir, normalleştirilir. Türkiye’deki televizyon kültürü de insanları tembelliğe sürüklemekten başka bir işe yaramaz.”

Bizim en olumsuz tutum ve davranışlarımızdan biri hiçbir şey yapmadığımız halde yapıyormuş görünmeye çalışmamız, yaptığımızı da -mış gibi, yani göz boyamak için yapar görünmemizdir. Ben bu yaşıma kadar pek çok örneklerini gördüm. Bana çok ilginç gelenlerinden bir de bir ara vekâlet ettiğim Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüm görevim sırasında olmuştur. Anlaşıldığı kadar dünyadaki örneklerinden esinlenerek, el alemde var bizde de olsun düşüncesiyle bir kanun ve bunun bir uygulama yönetmeliği çıkarılmış. Bu kanunun adı, ‘Güzel Sanatlarda Fevkalâde İstidât Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun’dur. Bunun bir de uygulama yönetmeliği çıkarılmış. Bu Kanun, gayri resmi olarak Harika Çocuklar Yasası veya “İdil-Suna Yasası” olarak da bilinir. Ben genel müdür olduğumda genel müdürlüğün bir tek bu iki mevzuatı vardı. Halen yürürlükte olan bu mevzuat, çıktığından beri sadece sanatçılarımız İdil Biret ve Suna Kan’ın yurt dışında eğitilip yetiştirilebilmeleri için uygulanmış, ondan sonra bir daha hiç uygulanmamış. Zaten bu yüzden bu mevzuatın gayr-i resmî adı İdil Biret – Suna Kan Kanunu ve Yönetmeliği olarak kalmış. Bahane aranacak olursa bahane çok. Gerekli alt yapının oluşturulamaması, bütçeye yeterli ödenek konulamaması gibi sebepleri say sayabildiğin kadar. Kanunumuz ve uygulama yönetmeliğimiz var mı var. Ama niye var, ne işe yarar kimse bilmez veya umursamaz.

TEFTİŞ FIRÇASI

Bizde, pek çok konuda, böyle ‘teftiş fırçası’ kabilinden göstermelik mevzuat ve faaliyetlerle kendimizi ve kamuoyunu aldatmaktan ve avutmaktan başka bir şey yapılmaz. Şimdi bir ‘teftiş fırçası’ lafı ettik. Belki bunun ne demek olduğuna dair birilerinde bir merak uyanmıştır. Ben de kayınpederimden duymuştum. Hikayesini sizinle de paylaşayım:

Benim kayınpeder askerliğini 1950’li yılların ortalarında yapmış. Askerde iken uzun bir süre teftişe hazırlanmışlar. Bu teftişlere çok önem veriliyormuş. Asker, her şeyiyle en mükemmel bir şekilde aylarca bu konuda eğitim görüyormuş. Neyse teftiş günü gelmiş çatmış. Bütün asker içtima olmuş, hazır bekliyor. Teftişi yapan en üst komutan her yönden askerleri denetlemiş. Sonra askerlerden birine işaret edip öne çıkmasını, ardandan da sırt çantasını çıkarıp açmasını ve kendisine uzatmasını istemiş. Asker, sırt çantasını çıkarıp komutana uzatmış. Komutan, çantanın içinden bir dış fırçası çıkarıp, askere sormuş:

  • Asker, bu nedir?

Mehmetçik, Anadolu’nun kervan geçmez, kuş uçmaz çok uzak bir

köyünden gelmiş. Hayatında da hiç diş fırçası kullanmamış. Öyle bir kültürü zaten yok. Ayrıca çantadaki bu diş fırçasını kullanmasını da kesin bir emirle yasaklamışlar. Çünkü kullanılmış, kirli bir diş fırçasıyla teftişe çıkılamayacağı düşünülüyormuş. Mehmetçik, kısa bir tereddütten sonra hemen cevabı yapıştırmış:

-Fırçadır, komutanım.

Ama komutan, bu cevabı yeterli bulmamış:

-Tamam evladım, fırçadır fırça olmasına ama ne fırçası? diye üstelemiş.

Bunun ne fırçası olduğunu, ne işe yaradığını bilmeyen Mehmetçik donup kalmış. Bunun ne fırçası olduğu, ne işe yaradığı kendisine hiç öğretilmemiş ki bir şey söylesin. Bildiği tek şey, bu fırçanın teftiş sırasında mutlaka sırt çantasının içinde bulunması gerektiğiymiş. Çok zeki ve akıllı bir Anadolu genci olan Mehmetçik bu çıkarsamadan yola çıkarak cevabı yapıştırmış:

  • Teftiş fırçası, komutanım!

Teftiş döneminden başka bir işe yaramayan bir fırçaya, teftiş fırçası denmez de ne denir?

İşte bizde de dünyadaki değişik örneklerinden de yararlanılarak, her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında bazı mevzuat kopyalanıp çıkarılıyor. Ama bunların büyük çoğunluğu hiçbir işe yaramadan yürürlükte oldukları halde, hiç uygulanmadan mevzuat listesinde yer almaya devam ediyor. Bilmiyorum, ne zaman işlerimizi olması gerektiği gibi yapmaya başlayacağız! Yapılmamasının önünde aslında zihniyet engelinden başka bir engel de yok!

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Öğrenilmiş acizlik olarak da bilinen öğrenilmiş çaresizlik, kişinin herhangi bir sorun ve problem karşısında pek çok başarısızlıklara uğradıktan sonra, ne yaparsa yapsın artık sonucun değişmeyeceğine, asla başarılı olamayacağına, olayların kendi kontrolünde olmadığına inanmasıdır. Kişi bir noktadan sonra başarısızlığı kanıksar, kabullenir. Bir kere yapamadığında bir daha denemeye cesareti kalmaz. Başarısızlık nedenlerini hiç araştırmadığı için, zamanla hiç bir şey yapamaz hale gelir.

Öğrenilmiş çaresizlik durumu, kendisini ‘Ne yapsam olmuyor! Hiçbir çabam işe yaramıyor!’ ‘Nasıl çalışırsam çalışayım olmuyor!’ ‘Yapamıyorum, edemiyorum, başaramıyorum, yapamayacağım, başaramayacağım!’ gibi sözlerle kendisini açığa vurur. Hâlbuki biz, asla çaresiz değiliz. En çaresiz olduğumuzu zannettiğimiz durumlarda ve zamanlarda bile mutlaka bir çare, hatta çareler vardır. Belki o çare bizizdir. Ama içine sürüklendiğimiz umutsuzluk ve karamsarlık bize, çarenin biz olduğumuzu unutturur, çaresiz kaldığımızı düşündürür.

Yaşadığı ve engelleyemediği olumsuz deneyimler ve gelişmeler karşısında acizlik ve çaresizlik girdabına sürüklenen insan, olaylar ve gelişmeler üzerindeki kontrolünü kaybeder. Hiçbir etkisinin ve kontrolünün kalmadığı hissine kapılarak şevki kırılır. Her şeyin üstüne üstüne geldiğini zanneder. Kendisini bir acizlik ve çaresizlik anaforuna kaptırır. Allah’ın kendisine verdiği gücü, kuvveti, kudreti, yetenekleri kullanamaz duruma düşer. Kısacası ‘öğrenilmiş çaresizlik’, bir konuda, gerçekte hiç de öyle olmadığı halde, ‘aciz’ ve ‘çaresiz’ olduğunu öğrenmek, buna inanmak veya inandırılmaktır.

Böyle bir girdaba ve anafora sürüklenmiş kimsenin gözünde her şey yavaş yavaş anlamsızlaşır, geleceğe dair umutları tükenir; hayattan beklentileri azalır, hatta hiç kalmaz. Hiçbir şeyin tadının, tuzunun, zevkinin kalmadığını düşündüğü bu hayat, insana taşınması zor ve imkânsız bir yük gibi gelmeye başlar. Sonu intiharlara varan depresyonlara sürüklenir.

Öğrenilmiş çaresizlik teorisi ve kavramı, ilk defa, psikoloji profesörü Martin Seligman ve arkadaşları tarafından, Amerika’daki bir üniversitenin laboratuvarında, 1965 yılından itibaren koşullanma ve öğrenme arasındaki ilişkileri ortaya koymak amacıyla köpekler üzerinde yapılan deneyler sonucunda ortaya atılmış ve depresyonu açıklamak için de kullanılmıştır. Pavlov’un meşhur, yiyecek verilmeden önce her seferinde bir zil sesine koşullandırılan köpeklerin, zil çalınca ağızlarının sulanması deneyinden yola çıkan araştırmacılar, bu sefer ödüle değil, korku ve çaresizliğe koşullanmayı araştırmışlardır.
Kafese kapatılan köpeğe zil sesiyle beraber elektrik akımı da verilir. Zil sesiyle birlikte sürekli ama kısa aralıklarla şiddetli elektrik şoklarına maruz bırakılan köpek, doğal olarak kaçmaya yeltenir ancak karşısına konulmuş olan çit engelini aşıp kaçamaz. Belli bir koşullandırma aşamasından sonra kafesin önündeki çit kaldırılır. Köpek istese artık rahatlıkla kaçıp kurtulabilecektir. ‘Çaresizlik öğretilmiş’ ve ‘çaresizliğe koşullanmış’ köpeğe tekrar şiddetli elektrik şoku uygulanarak deney tekrarlanır. Maruz kaldığı, daha da önemlisi engelleyemediği bu ceza karşısında çaresizlik geliştiren köpek; çektiği bu büyük acıya ve ıstıraba rağmen artık kaçıp kurtulmaya yeltenmez. Bu deney, bilim dünyasında ‘learned helplessness’ ‘öğrenilmiş çaresizlik’ adıyla meşhur olmuştur.

İnsanların örgütlü azınlıklar ve otoriter yapılanmalar karşısında acizlik ve çaresizlik göstermeleri de bu kavramla açıklanmaya çalışılmıştır. Bireylerin veya toplumların ‘öğrenilmiş’ veya başarısız girişimler sonucunda kafalarına vurula vurula ‘öğretilmiş’ çaresizlikleri, onların içinde bulundukları kötü ve kabul edilemez durumlardan kurtuluş için önlerindeki en büyük engeli oluşturur. Geçmişteki farklı deneyimler ve sonuçsuz girişimlerden bir sonuç alamayan insanlar, daha sonradan gerçek kurtuluş imkanları ve fırsatları ortaya çıksa bile çaresizliğe ve acizliğe koşullandıkları, ‘Ne yapsak boş!’ duygusuna ve anlayışına kapıldıkları için bunları değerlendirmeyi düşünemez hale gelirler.

Bu deneyi depresyon ile de ilişkilendiren araştırmacılar, hayatımızdaki stres unsurlarını sürekli ve şiddetli elektrik şoklarına benzeterek açıklama yolunu benimsemişlerdir. Yaşadığımız türlü sorunlar, bizi sürekli olarak sıkıntı ve üzüntüye sürükler. Bunlar sürekli birikim yaparak depresyon belirtilerini tetikler. İnsan, başlangıçta sıkıntılara, sorunlara, başarısızlıklara karşı koymaya çalışsa da, bunlar sürekli tekrarlanıp belli bir birikim yaptıkça, çaresiz olduğuna ve bunları engelleyemeyeceğine inanmaya başlar. Kontrolsüzlük hissiyle hayattaki tüm aktivitelere karşı ilgisini kaybetmeye ve bunlardan aldığı tat ve zevk de azalmaya başlar. İnsanın yaşadıklarını ve başına gelenleri değiştirebilmesi için önünde her zaman pek çok seçenek ve imkân vardır. Fakat yaşadığı hayatı beğenmeyen ancak koşulları değiştirmek için herhangi bir çaba ve gayret göstermeyen kişiler, genellikle acizlik geliştirerek; ‘Batsın bu dünya!’ ‘Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum!’ gibi söylemler de geliştirerek rahatlamayı ve pasifleşmeyi tercih ederler.

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK DENEYLERİ

Öğrenilmiş çaresizlik konusunda Seligman’dan sonra da çok farklı bilimsel deneyler yapılmıştır. Bu konuda yapılan en ünlü psikoloji deneylerinden biri, büyük bir akvaryuma konulan aç bir köpek balığı ile onun yemeyi çok sevdiği balıkla ilgili olanıdır. Akvaryumda köpek balığı ile diğer balık arasına önce camdan bir engel konulur. Köpekbalığı, doğal olarak küçük balığı yemek için hemen harekete geçer ve sürekli girişimlerde bulunur. Fakat her hamlesinde cama çarptığı için amacına ulaşamaz ve başarısız olur. Köpekbalığı, küçük balığı her yeme girişiminde başarısız olduğu için, bir süre sonra artık onu yeme girişimlerinden vazgeçer. Yaklaşık 48 saat sonra artık aradaki cam engel kaldırılır. Arada hiçbir engel kalmamasına rağmen köpekbalığı, öğrenilmiş çaresizlik yüzünden, bir daha diğer balığı yeme girişiminde bulunamaz, hatta açlıktan ölür. Çünkü köpek balığına, diğer balığı yemekten aciz ve çaresiz olduğu öğretilmiştir.

Asırlardan beri daha aileden başlamak üzere bizim eğitim sistemimizin yeni nesillerimize yaptıklarının, öğrettiklerinin de bu balığa yapılandan bir farkı yoktur. Şuuraltına sürekli onun aciz ve çaresiz olduğu, yapamayacağı, başaramayacağı işlenmekte ve yerleştirilmektedir. Daha küçücük yaşlarından itibaren kendisine yapabileceklerinden çok yapamayacakları öğretilen bir nesilden ne beklenebilir? Hafızalarımızı tazeleyecek ve yoklayacak olursak; “Yapma! Etme! Dur! Ayıp! Olmaz! Gelme! Gitme! Şimdi olmaz! Sen yapamazsın! Bi dakka! Büyümen lazım! Sus! Kes sesini! Gülme! Ağlama! Kıpırdama!” gibi engelleyici, sınırlayıcı, kısıtlayıcı olumsuz emir ve yasaklarla dolu olduğunu, bu engelleyici uyarıların beynimize kazınmış olduğunu görürüz.

Uzmanlar, çocukların aşağı yukarı 7 yaşına geldiklerinde sosyalleşme evrelerini büyük ölçüde tamamladıklarını, bu sosyalleşmenin büyük bölümünün de toplumun koyduğu kuralları öğrenmek, daha doğrusu neyin yapılmaması gerektiğini iyice bellemek şeklinde oluştuğunu belirtiyorlar.

Sürekli engellenerek yetiştirilen insan, acizliği, çaresizliği öğrenir, daha sonra bunu kanıksar, içselleştirir, hayatı boyunca da devam ettirir. Günlük yaşam içerisinde, bizi hiç de fazla ilgilendirmeyen konularda bile sürekli birbirimizi engelleriz. Birbirimize annelik, babalık, ağabeylik ederken söylediğimiz ‘Banyo yaptıktan sonra sokağa çıkma!’, ‘O adamı benim gözüm tutmadı!’, ‘Çok sigara içiyorsun!’, ‘Buna bu kadar para verilmez?’ ‘Nasıl ödeyeceksin?’, ‘Hastalanırsan ne olacak?’ gibi gerçekte yalnızca o kişiyi ilgilendiren, nihai kararı kendisinin vermesi gerektiği konularda bile onların yerine biz karar vermeye kalkarız.

Ülkemizde matematik derslerinin zor, hatta başarılması imkânsız gösterilmesinden dolayı ortaya çıkan da milli bir öğrenilmiş çaresizlik durumudur. Matematikle ilgilenenlere, onunla sağlıklı bir bağ kurabilenlere göre, matematik dünyanın en kolay dersidir. Çünkü her matematiğin kuralları son derece açık ve bellidir. Her probleminin belli çözüm yolları, kuralları, formülleri ve tek bir doğru sonucu vardır. Verileri, açık formüllerine göre yerli yerine koyabildikten sonra matematiğin hiçbir zorluğu yoktur. Öte yandan, en zor matematik problemleri bilgisayarlara bile çözdürebilir ama herhangi bir edebi eseri veya sosyal bilimlerle ilgili bir yazıyı bilgisayara yazdırabilmek mümkün değildir. Matematiğin zor olduğunu düşünenler, onu gözlerinde çok büyütenler; korktukları için bir türlü matematiğin içine giremeyenlerdir. Türk milleti gibi tarih boyunca dünyanın en büyük matematikçilerini çıkarabilmiş bir milletin matematikte dünyanın en geri ülkeleri arasına düşmesinin, öğrenilmiş çaresizlikten başka bir açıklaması yoktur. Harezmi’den (770-840), Ahmet Fergani’ye (805-870), Biruni’den (973 –1048), Ömer Hayyam’a  (1048 – 1131), Uluğ Bey’den (1393 – 1449), Ali Kuşçu’ya (1474-1525, Molla Lütfi’den  ( ?- 1495), Matrakçı Nasuh’a (?-1553) Gelenbevi İsmail Efendi’den  (1730-1790), Cahit Arf’a (1910-1997) kadar sayısız büyük matematikçiler yetiştirmiş bir milletin matematik zekasının ve kabiliyetinin olmadığını kimse iddia edemez. Ama biz, gençlerimize matematik öğretmiyor, öğretemiyoruz, ezberletmeye kalkıyoruz. Halbuki biz onlara matematiği gençlerimize mantığını, içeriğini, konularını en güzel şekilde algılamalarını, kavramalarını sağlayarak sadece öğretebilsek matematik onlar için bir işkence ve nefret edilen bir uğraş olmaktan çıkacak belki de dünyanın en kolay, en zevkli ve keyifli uğraşlarından biri haline gelecektir. Anlamadan, öğrenmeden, kavramadan, algılamadan ezberlemek, matematik gibi bir bilim için çok zor, hatta imkansız bir şeydir. Aslında bu durum bütün temel bilimler için de böyledir. Kısacası bizde matematik, temel bilimler ve bütün eğitim sistememizdeki asıl sorun, matematiğin zor olması veya bize zor gelmesi değildir. Bizim matematik öğretmeyi, öğrenmeyi, kavramayı, algılamayı bilmememiz, daha da önemlisi bunu öğrenemeyeceğimiz konusunda da iyice şartlandırılmış olmamızdır.

FİLİN KIRAMADIĞI ZİNCİR

Hindistan’da fil yetiştirip terbiye edenler, onları daha yavruyken kalın bir incirle sağlam bir kazığa bağlarlarmış. Yavru fil, ilk zamanlar bu zincirden kurtulmak, zinciri kırmak ve koparmak için bütün gücüyle uğraşır, defalarca denermiş ama o zamanki gücü bu zinciri koparmaya, kırmaya ya da kazığı sökmeye yetmez; dolayısıyla özgürlüğüne kavuşamazmış. Aradan yıllar geçer, yavru fil bağlı olduğu zincirin çok daha kalınlarını, o kazığın çok daha sağlamlarını söküp parçalamaya güç yetirebilecek koskocaman bir fil haline gelirmiş ama sonuç yine değişmezmiş. Kocaman bir fil olduğu halde, çocukluk anılarına yenik düştüğü için, zincirlerini koparmaya çalışmazmış. Çünkü buna güç yetiremeyeceğine, bir daha asla özgür olamayacağına inanmış olan fil, bu esaretten kurtulabilmek için artık hiçbir girişimde ve denemede bulunmaz, hiçbir çaba harcamazmış. Burada kırılamayan şey, filin zinciri değil, inancıdır, öğretilmiş çaresizliğidir.

İnsanların kendilerine inandıkları an, onları esir alan zincirleri kırabilecek güce kavuştukları andır. Başta medya olmak üzere, kendi saltanatlarını korumak, kendi lüks yaşamalarını sürdürmek isteyen güçlerin telkinlerinin, hipnozlarının etkisi ve çok ağır psikolojik saldırıların altındaki insanlar, bunu anlayıp bilinçli davranmaya başladıklarında bu hipnoz, telkin ve narkozdan uyanmaya başlayacaklar, bunların etkileri de yavaş yavaş uçup gidecektir.

İnsan psikolojisine hâkim olabilmek, onu zincirlemekten çok daha kolay bir köleleştirme yöntemidir. Özgür olmak yerine, kendisini bağlayan zincirlerin güzelliğine hayran olan, boyunduruğuna methiyeler düzen, bundan başka türlüsünün, daha iyisinin ve daha güzelinin olamayacağına kesin bir şekilde inanan kimsenin inancını ve inadını kırabilmek çok zordur. Bunu fark eden egemen güçler, binlerce yıldan beri insanları tek tek zincire vurmak yerine, onların ruhlarını köleleştirmeyi, köhneleştirmeyi, onları özgürlükten kaçar hale getirmeyi hem daha kolay, hem de daha az zahmetli, daha etkin, hem de daha ucuz bir yol ve yöntem olarak benimsemişlerdir. Başarılı psikolojik bir savaşımdan sonra, özgürlüklerini kaybetmiş insanların başına tüm hücrelerine kadar esir alınmış insanların yine kendilerinin gardiyan olarak dikilebilmesi gerçekten de ciddi bir başarıdır. Onların bu başarıları kendilerinin dışındakiler ve tüm insanlık açısından müthiş bir yenilgi ve çok ağır bir darbedir. İnsanları hem tutuklu, hem de gardiyan oldukları hücrelerden çıkarabilmek hiç de kolay bir iş değildir. Önüne açılan, aydınlığa, hakka, hakikate, hidayete, özgürlüğe açılan yollardan onu engelleyen yine insanın bizzat kendisidir. Çaresizliğine, acizliğine inanmış, özgürlükten, onurdan, izzetten, kendinden böylesine kaçan, korkan bir kişiye korkunun, korktuğu şeyler kadar korkunç olduğunu anlatmak dünyanın en zor işidir. Ama imkânsız değildir.

MAYMUN REFLEKSİ

Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili bir başka deney de büyük bir kafesin içine konulmuş, beş maymun üzerinde gözlenmiştir. Kafesin içine yukarıdan çok güzel bir kangal muz sarkıtılmış, muzlara ulaşmayı sağlamak için de altına bir merdiven konulmuştur. Tepeden sarkıtılan muzlar maymunların hemen dikkatini çekmiş, her maymun muzlara ulaşmak için merdivenlere yönelmiştir. Fakat maymunlar daha merdivene yapışır yapışmaz yukarıdan bütün maymunların üzerlerine buz gibi soğuk su sıkılır. Bütün maymunlar tek tek aynı denemeyi yaparlar, hepsi de buz gibi soğuk suyla ıslatılırlar. Maymunlar soğuk suyla ıslatılmaktan ve üşümekten nefret ederler. Sürekli soğuk su ile sırılsıklam ıslatılan ve soğuktan tir tir de titreyen maymunlar, bir süre sonra artık muzlara doğru hareketlenmeyi bıraktıkları gibi, diğer maymunları da engellemeye başlarlar. Çünkü muza ulaşmak isteyenler yüzünden onlar da soğuk su ile ıslatılmakta ve üşümektedirler. Bu sebepten dolayı, diğer maymunlar onun kolundan bacağından tutarak, yeterli olmazsa üzerine çullanıp onu döverek engellerler. Her maymun, muzları yemeye yeltenirse başına neler geleceğini iyice öğrenmiştir.

Bir süre sonra içerdeki maymunlardan biri dışarı alınır, yerine yeni bir maymun konulur. Kafese yeni alınan maymunun ilk yaptığı iş, muzlara ulaşmak için koşup merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermezler ve yeni maymunu döverler. Yeni gelen maymun bir süre sinmiş ama yine muzun cazibesine kapılıp yeni bir girişimde bulunmuş. Tabii dayak faslı da bir daha tekrarlanmış. Böylece yeni gelmiş maymun da daha önce hiç soğuk su şoku yaşamamış olmasına rağmen, merdivenden ve muzdan uzak durması gerektiğini öğrenmiş. O da diğer ıslak maymunlar gibi muzlardan vazgeçip süklüm püklüm bir kenara oturmuş. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilmiş. O da kendisinden önceki maymunun yaptığı gibi merdivene doğru yaptığı ilk atakta engellenmiş ve iyi bir dayak yemiş. Yine muza her saldırı, dayak faslıyla engellenmiş. Bu maymunu en şiddetli ve istekli döven, en çok vuran da ıslanmadığı halde ilk atağında iyi bir dayak yiyen, diğerleri tarafından engellenen birinci yeni maymunmuş. Sonunda ikinci maymun da muzu unutup, dayak zoruyla köşesine çekilmiş. Ardından üçüncü ve dördüncü ve beşinci maymun tek tek odaya alınmış. Yine aynı şeyler yaşanmış. Önce muzu yeme atağına kalkışmak, sonra dayak, yine saldırı yine dayak… Kafeste ıslanmış maymun kalmayana kadar bütün maymunlar teker teker bu şekilde değiştirilmiş ve her yeni gelenin diğerlerinden dayak yemesi faslı da böyle sürüp gitmiş. Kafeste artık ıslanmış maymun kalmadığı halde, yeni gelenler hala muzlara ulaşma girişimleri nedeniyle içeridekiler tarafından cezalandırılmaya ve dayak yemeye devam ediyorlarmış. En gayretli ve iştahlı şekilde döven maymun ise ıslanmış olanlardan biri değil de daha yeni dayak yemiş ve hiç ıslanmamış olan maymunlarmış. Kafestekilerin yeni gelen ve muzu yemeye yeltenen her maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yokmuş. Tepelerinde o bir kangal muz hâlâ asılı olmasına rağmen hiçbiri merdivene ve muza yaklaşamıyormuş. Sonuçta beş maymunun beşi de değişmiş, hiç birisi soğuk su ile ıslatılmamış olmasına rağmen, hiç birisi tepelerinde asılı duran muz hevengine ve ona ulaşmalarını sağlayan merdivene yaklaşamaz hale getirilmişler. Hiç birisi bunun nedenini bilmiyormuş ama organizasyonel (ya da toplumsal) negatif şartlanma nedeniyle, hepsi burada işlerin böyle gelmiş, böyle gitmek zorunda olduğu inancına varmışlar. Hepsi, düşündüklerini birbirlerine yaptırmıyorlar, hiç birisi de yaptıkları üzerinde düşünmüyorlarmış.

Dış etmenler tarafından sürekli engellenen, sınırlanan insan, kendi yönünü, izini, yolunu seçebilme yeteneğini kaybeder. Kendi sorunlarıyla kendisi baş edebilen ve kendi kararlarını kendisi uygulayabilen insan kendisini daha güçlü hisseder. İnsan, ne olursa olsun her zaman haklı olmalı, hak üzere bulunmalı ve haklılığını savunacak sözü de olmalıdır. En az sözler kadar, tavır ve davranışların da etkili olduğu, beden diliyle de gösterilmelidir. İnsan ilişkilerinde, en iyi ve en güzel olanın ortaya konulabilmesi için her türlü çaba ve gayret gösterilmelidir. İnsana korkaklık ve pasiflik de, aşağılık duyguları içinde kendi gücünü aşan girişimlerde bulunmak ve saldırganlık da yakışmaz. İnsan, mücadelesini, görev ve sorumluluklarını, en güzel ve en dengeli şekilde sürdürebilmelidir.

Öğrenilmiş çaresizlik ve acizlik kavramının toplumdaki yansımalarına ve ciddi sonuçlarına çok sık rastlarız. Özellikle günümüz dünyasında egemen iradelerin ve güçlerin medya desteğiyle insanlar üzerinde oluşturdukları korku kültürünün, güçsüzlük, çaresizlik ve acizlik görüntülerini insan ve toplum yaşamının her alanında fazlasıyla gözleyebiliriz. İnsanlar da kötü yönetimin, kötü yönetilmenin ne demek olduğunu görse, bilse, anlasa bile, mevcut durumu, kurulu düzeni kanıksadığı, normal karşıladığı için, kurulu düzenin savunucusu olur çıkar. Hatta hayatından memnun olmaya, kurulu düzene karşı çıkana, ıslah, değişiklik, düzeltme ve yenileme isteyenlere de çok büyük bir iştahla engel olurlar.

Korku kültürünün hâkim olduğu toplumlarda insanların hayatları belli kalıp, kimlik, kişilik formatlarına uydurulmuştur. Böyle insanların yaşamları başka birileri tarafından belirlenmiş, yürüyecekleri yollar başkalarınca çizilmiş, hayatları belli kalıplara sokulmuş; yapabilecekleri ya da yapmayacakları şeyler başkalarınca belirlenmiştir. Onun tüm başarısı, ona açılan yolda ilerleyebildiği noktaya kadardır. Böyle bir kültürde insanın başarısı, kendisi için çizilmiş sınırlara ne kadar sadık olduğu ve ne kadar iyi boyun eğdiği ile ölçülür. Korku kültürüyle yetişmiş insanların özgür ve özgün olmasına, kendi gerçek kimlik ve kişiliklerini bulmalarına asla izin verilmez. Şiddet ve baskı, çoğu zaman egemen güç ve iradenin bizzat kendisi yerine; bir şekilde korkutulmuş, yıldırılmış, sindirilmiş bireylere uygulatılır. Giriştikleri hak, hakikat ve özgürlük mücadeleleri yüzünden acı çeken insanlar, zamanla bundan kaçınır hale gelebilirler. Baskı ve şiddete bizzat kendisi maruz kalmadığı halde, buna maruz kalanları izleyerek sindirilmiş, acizlik, çaresizlik duygusu benimsetilmiş kimseler bu görevi yerine getirirler. Bunların telkinleriyle de hiçbir mücadeleye girmemiş, hiçbir acı çekmemiş, hiçbir bedel ödememiş yeni nesiller de, öğrenilmiş çaresizlik yüzünden kurulu yanlış, hatalı, bozuk düzenin en ateşli savunucuları olabilirler. Bunlar neye, kime, nereye, niçin hizmet ettiklerinin farkında ve ayırdında bile değillerdir. Zamanında özgürlükleri için mücadeleye girmiş insanlara karşı uygulanan şiddet ve baskı sonradan gelen nesillere o kadar başarıyla anlatılır ve yansıtılır ki, yeni nesiller hiçbir şiddete maruz kalmadıkları halde her türlü özgürlük ve özgünlük girişimlerine karşı tavır alır ve düşman olurlar. Öte yandan bunlar yaptıklarının haklılığını ve doğruluğunu belli mantıki gerekçelerle açıklamaya, rasyonelleştirmeye çalışmaktan da geri kalmazlar. Örneğin;

“Bir başıma kalsam şah-ı devrâna kul olmam.
Vîrân olası hânede evlâd u ıyâl var!”

gibi gerekçeler öne sürerler. Bazıları bunu ‘mantık uydurma sanatı’ olarak adlandırırlar.
Bunlar asla kendileri olamayacaklarına inandırıldıkları için, yaşadıkları koşullara ayak uydurmaktan, uyum sağlamaktan başka bir şey düşünemezler. İnsanın koşulları kendi lehine çevirebilme yetisi ve yetkisi olmadığına inandırılmışlardır. Anne ve babalar çocuklarını yetiştirirken, içselleştirdikleri bu çaresizlik ve acizlik duygusunu çocuklarına da aktarırdılar. Onların hak, hakikat ve özgürlük çıkışlarını sürekli baltalarlar, yanlış olduğunu bildikleri halde mevcut düzene, kural ve kalıplara onların da uymalarını sağlamaya çalışırlar.

İnsan ilişkilerinin olumlu yönde geliştirilebilmesinde; karşılıklı saygının, empatik bir yaklaşım tarzının ve kişinin kendisi gibi olduğunu gösteren tutum ve davranışlar sergileyebilmesinin çok büyük önemi vardır. Karşılıklı ilişkilerde, sevgi, saygı ve hoşgörü içeren tutum ve davranışlar, arada daha derin ve olumlu ilişkiler kurulabilmesine imkân sağlar. Kendisine saygın bir kişi olarak davranılması, herkesin karşısındakilerden en büyük beklentilerindendir.
Empati; diğer insanların duygularının yoğunluğunu hissedebilme, algılama ve anlama yeteneğidir. Karşımızdaki kişiye sadece kendi gözümüzle değil, kendimizi onun yerine koyarak, olaylara bir de onun gözünden, onun duyguları ve olaya yüklediği anlamlarla da bakabilmeliyiz. İnsanlara saygı duymak, onlara karşı dürüst davranmak, onları empatik bir anlayışla dinlemek, insan ilişkilerini düzelten en güvenilir etmenlerdendir. Karşımızdaki kişiyi kendimizce peşin hükümle yargılayıp mahkûm etmek yerine; olaylara bir de onun bakış açısıyla bakmak, anlayış ve hoşgörüyle dinlemek; bizim de iç dünyamızı zenginleştirir, hoşgörümüzü artırır.

Kişinin kendisi gibi olması; insanlara karşı açık, net ve berrak olması, içi-dışı ve özü-sözü bir, dürüst, içten, doğru ve samimi olması demektedir. Yani, içimizden geçenleri doğru olarak algılamak, öz benliğimizle ilişki içinde olmak, yaşadığımız duygu, düşünce ve inançlarımızın farkında olmak ve bunları uygun bir yolla karşımızdaki kimselere de aktarmaya çalışmak demektir.


Saydam olan kişinin öfkesi, sevinci ve kaygısı sözlerine ve mimiklerine de net bir biçimde yansır. Özü-sözü bir, kendisiyle barışık olan insanlarla daha rahat ve daha kolay diyalog kurulur, daha rahat yaşanır. Bir insan ne kadar kendisiyle barışık ve uyumlu ise, ne kadar özü-sözü bir ise, ne kadar özentiden ve yapmacıklıktan uzak ise, onunla o kadar rahat ve olumlu ilişkiler kurulabilir.

HIRSA TUTSAKLIK

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir tuzaktan yararlanılıyormuş. Bir hindistancevizinin içi oyulduktan sonra sağlam bir iple bir ağaca veya kazığa bağlanıyormuş. Sonra hindistancevizinin dibinden maymunun sadece eli boşken girebileceği kadar küçük bir delik açılıyor ve oradan içeriye maymunun çok sevdiği tatlı bir yiyecek konuyormuş. Eli boşken rahatça içeriye sokan maymun, tatlıyı avuçlayıp yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramıyormuş. Maymunun elini çıkarabilmesi için yumruğunu açması, tatlıdan vazgeçmesi gerekiyormuş. Fakat maymun tatlıdan vazgeçemediği için avcılar geldiğinde bile kavradığı yiyecekle yumruk yaptığı elini açamıyor, çılgına dönmüş bir halde çığlıklar atıyor, böylece tutsak oluyormuş. Aslında bu maymunu, kendi hırsının ve bağımlılığının gücünden başka tutsak eden hiçbir şey yokmuş. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmak olduğu halde, bunu bir türlü yapamıyor, dolayısıyla da esir olmaktan kurtulamıyormuş.

Bağımlılıklarının ve hırslarının esiri olmuş insanların, bu maymunlardan hiç farkı yoktur. Çoğu insan, sırf kendi gördükleri, yaşadıkları sınırlı ve kısıtlı deneyimlerini kural haline getirirler ve ondan sonraki davranışlarını da bununla fazla bir ilgisi olsun veya olmasın bu kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak düzenlemeye kalkarlar. Oysa hayat bize karşılaştığımız her yeni olayla ilgili yeni çözüm yolları ve farklı ipuçları da sunmaktadır.

Dünyada, dertsiz, tasasız, sıkıntısız, gerilimsiz, stressiz, asude bir hayat yoktur. Tamamen dertsiz, tasasız, stressiz, sıkıntısız olmak sağlıklı ve iyi bir şey de değildir, aksine sakıncalı bir durumdur. Ancak gerilimleri denetim altına alabilmek, bunlarla baş etmesini bilmek, bunların baskılarına boğun eğip, ezilmemek gerekir. İnsan her şeye rağmen, paniğe kapılmamalı, olaylar karşısında soğukkanlı olmalıdır. ‘Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur’; ‘Öfkeyle kalkan, zararla oturur’ özdeyişlerinde belirtildiği gibi hırsla, ihtirasla, öfkeyle hareket etmek, değersiz, gelip geçici şeyler için sürekliliği olan en değerli şeyleri kaybetme sonucunu doğurabilir.

TELKİN, HİPNOZ VE NARKOZ ETKİLERİ

Eric Fromm’un Özgürlükten Kaçış adlı eserinde; A adlı birine hipnoz uygulanır ve kendisine en yakın arkadaşı B’nin onun bilimsel çalışmasını çaldığı telkin edilir. Bunun telkin olduğunu unutması söylenerek, uyandırılır. Biraz sonra odaya B de çağrılır. En yakın arkadaşını karşısında gören A, birden bire B’yi kendi bilimsel çalışmalarını çalmakla suçlar. Bunun için deliller sunar, mantıklı açıklamalarda bulunur. Oysa söyledikleri doğru değildir. A’nın söz konusu bilimsel çalışmadan haberi ve bilgisi yoktur. Medyada söylenenlere kendi sözleri, görüşleri ve düşünceleriymiş gibi sarılan, bunların ateşli savunucularını yapanlardan birçoğunun durumu budur.

Bir takım insanlar, modern ve rahat bir dünya yaratmak için çalıştıklarını, tüm amaçlarının insanları daha ileri, daha rahat, daha mutlu ve huzurlu koşullarda yaşatmak olduğunu iddia ederler. Bunun için de herkesi emek vermeye, acılar çekmeye, bedeller ödemeye çağırırlar. Bu sözler çok mantıklı, akla uygun görünse de dikkatle irdelenmelidir. Göethe’nin Faust’unda, Şeytanla (Mefisto) işbirliği yapan Faust da aynı şeyleri söylüyordu. Aynı şekilde insanlığın mutluluğunu amaçladığını iddia eden modernizmle de bu amaçlara ulaşılamamıştır, bundan sonra ulaşılabilmesi de mümkün görünmemektedir.

Modern, küresel, vahşi kapitalizm, insanları hayatın gerçek amacından ve anlamından uzaklaştırıp nesnelere kul etmiştir. Günümüz kitle insanı, sahip olma güdüleri kamçılanarak, tüketim toplumunun doyumsuzluğu içinde kaybolmuştur. Halbuki insanın, hayatta kendisine sunulanlar, dayatılanlar arasında seçim yaparak mutlu olabilmesi mümkün değildir. Hayatın amacı ve anlamı sadece belli bir objeye sahip olmaktan ibaret olamaz. Önemli olan hayata daha fazla dâhil olabilmek ve onu yaşanması gerektiği gibi ve daha iyi yaşayabilmektir. Günümüz modern kapitalist kitle kültürü toplumlarında ise tüketim, ciddi telkinlerle sürekli pompalanmaktadır. Araba, cep telefonu gibi tüketim araçlarına sahip olan bir kişi, hemen bunun yeni modeline ve piyasa yeni sürülmüş olanına göz dikmekte, elinde olanı değersiz görüp yenisine ulaşma özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Buna da sahip olsa, çok geçmeden bundan daha yenisi ve iyisi üretilecek, bu sefer de bir an önce buna ulaşamadığı için mutsuz olacak, sonsuz bir tüketim çılgınlığı ve girdabı içine sürüklenip gidecektir. Hâlbuki insanlar, modern dünyanın ürettiği bu araçlar olmadan da pek ala yaşayabilir ve mutlu olabilirler. Bu ispat gerektirmeyecek kadar açık bir gerçektir. Çünkü tarih boyunca insanlar, bunlar olmadan, bunlara ihtiyaç duymadan da yaşayabilmişler ve mutlu olabilmişlerdir.

Gelinen noktada, sadece eşyaya ve nesnelere sahip olmanın, hazcığılın ve tüketim çılgınlığının insanın mutlu olmasına yetmediği iyice anlaşılmıştır. Modernizm, bize kendi amaçlarımızı ve kendimiz olabilmeyi gerçekleştirebilmek için zaman, imkân ve fırsat tanımamaktadır. Tam tersine bütün insanlardan, tüm zamanlarını kendi çıkarları doğrultusunda harcamalarını istemektedir. Modern kapitalizm, insanları gözle görülebilen zincirlere vurmadan on saat, on iki saat köle gibi çalıştırabilmektedir. Bunu da insanlarda çaresizlik duygusu uyandırarak başarmaktadır. İnsanlar, ‘Kriz çıkarsa; işten atılırsam mahvolurum!’ korkusuyla küresel egemen güçler tarafından istedikleri gibi güdülmeye ve sömürülmeye razı olmaktadır. Modern dünyanın ekonomik açılımları da ciddi hezeyanlarla, yanılsamalarla doludur. Yapay bir ekonomik sistem, insanın ortaya çıkardığı, karşılıksız, sanal bir değer olan para, bütün insanlığı esir almış durumdadır. Hâlbuki bu ekonomik değerlerin sil baştan yeniden ele alınması, algılanması, yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Üretken üretim toplumlarında, bireyin bir nesneye ihtiyacı varsa; yani bu nesne onun hayatını kolaylaştıracaksa, kendisine daha çok zaman ayırabilmesine, hayata daha fazla katılabilmesine imkân sağlayabilecekse gereklidir. İnsanlar, üretim toplumunda, ürettikleriyle beraber aynı zamanda kendilerini de üretirler ve bir anlamda kendilerini de yeniden gerçekleştirip var ederler, bunun hazzını ve mutluluğunu duyarlar. Ancak üretken olabilen ve kendi seçeneklerini üreterek kendisi üretebilen insan mutlu olabilir. Yararlı bir şey için emek veren insan, emeğinin de kendisinin de değerinin farkındadır. Postodern kitle ve tüketim toplumunun insanları ise bu hazdan ve anlayıştan çok uzaktır. Onlarda eşyaya sahip olma, sahiplenme güdüsü, duygusal hayata da tam anlamıyla hâkim durumdadır. Yakın ilişki içinde bulundukları insanlarla karşılıklı sevgi üretmekten, kendisini bulup gerçekleşmekten çok, birbirlerine kazandırabilecekleri maddi kazanımlar ve nesnel koşullar hesap edilerek kurulan ilişkiler söz konusudur. Böyle ilişkilerin de sağlam ve sağlıklı olabilmesi mümkün değildir. Daha kazançlı bir ilişki kurma imkânı elde eden bir tüketici, eski mukavelesini, iptal etmekte yani ilişkisini bitirmekte bir an bile tereddüt etmeyecektir. Ticaretin hayatımızı kazanmak ve kolaylaştırmak için bir araç olduğu gerçeğini çoktan unutan bu saçma kültürünün insanları, ticareti hayatın temel kuramı olarak kabul etmektedir.

Ahlak ve ahlaki değerler yok sayılmakta ya da umursanmamaktadır. Kendisi olmayı başaramamış bir insanın hayatı böyle yorumlaması ve bu yorumu kendine ait sanması da çok doğaldır. Çok yaşlı bir akrabasının yüklü mirasına konabilmek, yaşı küçük bir yakınının malına, mülküne, parasına, servetine el koymak için her şeyi yapanlara pratik hayatta daha fazla rastlanması boşuna değildir. Hayatı, parayla, maddi olanaklarla açıklayan bu kitlenin anlayışı budur. Onlar mutluluğun değil, hazzın, zevkin peşinden koşarlar. Günübirlik, gelip geçici, tensel hazlar peşinde koşarken, kendisine ve insanlığa düşmanca eylem ve işlemlerde bulunurlar. Bunun cezasını da hayatlarını boşuna yaşamışlık ve mutsuzluk duyguları içinde yine kendileri çekerler. Halbuki aynı hayatı başka türlü yaşamak da mümkündür. İnsani ve İslami değerlere sahip çıkarak daha mutlu, daha güzel bir dünya kurabilmek, daha mutlu, daha huzurlu, daha sağlıklı olabilmek mümkündür. İnsanlık, özellikle Ali Yakup Cenkçiler Hoca gibi örnek ve rol modellerle bunu başarabilir. Kapitalist kitle tüketim kültürünün zifiri bir karanlıklarından, yaşanmaya değer gerçek hayatın aydınlık günlerine onların yol göstermeleriyle ulaşılabilir

Hırslı sağlıksız kimliklere sahip egemen güçler asla yenilmez değildir. Onların insanları korkutup sindirmeye yarayan araçlarının güçleri de ancak bir yere kadar etkilidir. Bunların var olmaları, kendilerini var etme ve ortaya koyma biçimleri genellikle başka insanlara dayanır. Bunlara kendini güçlü hissettiren sadist ilişkilerini sürdürebilmeleri için, karşı tarafta kendilerini aciz, zayıf ve çaresiz hisseden, çaresizliğin öğretildiği edilgen insanlara ihtiyaç vardır.

İnsanlık bu yoz, postmodern kitle tüketim kültürüne ve hayat tarzına mahkûm ve mecbur değildir. Başka türlü, daha yaşanmaya değer bir hayat, insani değerlere sahip çıkarak daha mutlu bir dünya kurabilmek mümkündür. İnsanlık bunu başarabilecek, sağlıklı bireylere muhtaçtır. Bu gerçekliğin gün gibi ışıması için belki zifiri bir karanlığın yaşanması gerekiyor olabilir ama gün yeniden doğacaktır. İnsanların hakka, hakikate, kendilerine inandıkları an, onların kendilerini esir eden zincirleri kırabilecek güce kavuştukları an olacaktır. Kenetlenmiş, inançlı bir insan topluluğuna başka insanların da kayıtsız kalmaları mümkün değildir. Başta medya olmak üzere, kendi saltanatları korumak, kendi lüks yaşamalarını sürdürmek isteyen güçlerin telkinleri ve hipnozlarının etkisi işte bu anda uçup gidecektir. Böyle bir durumda elbette hak, hakikat ve insanlık kazanacak, en güzel sonuç, en hayırlı akıbet elbette müttekilerin olacaktır (Araf Suresi, Ayet. 128).

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR