Ana SayfaDosyalarKÜLTÜR VE SANATIMIZLA İLGİLİ TEMEL SORUNLAR

KÜLTÜR VE SANATIMIZLA İLGİLİ TEMEL SORUNLAR

KÜLTÜR VE SANATIMIZLA İLGİLİ TEMEL SORUNLAR

VE ÇÖZÜM YOLLARI

Mustafa ATALAR

  1. GİRİŞ

Bir milleti oluşturan unsurların, temel yapı taşlarının başında o milletin kültürü gelir. Her milletin, her insan topluluğunun onu başkalarından ayıran, kendine has bir kültür yapısı vardır. Milletler ve toplumlar, asırların birikimiyle kazandıkları kültürel kimlik ve kişilikleriyle tanınırlar ve birbirlerinden ayrılırlar. Bireyleri ve toplumları, diğer canlılardan ve bu arada diğer insanlardan ayıran, üstün ve farklı kılan en önemli ölçüt, kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleridir.

Ülkelerin ve toplumların ekonomik ve sosyal kalkınmalarında ve gelişmelerinde rol oynayan, etkili olan faktörler arasında kültürel unsurlara, faktörlere ve dinamiklere eskiden pek fazla yer ve önem verilmez, bunlar üzerinde fazlaca durulmazdı. Fakat bu faktörlerin ve dinamiklerin ekonomik ve sosyal kalkınmada sanıldığından çok daha etkili ve önemli olduğunun anlaşılması üzerine bunlar günümüz modern ekonomi biliminin de en önemli konuları ve ilgi alanları arasına girmiştir. Kültür, sanat, kalkınma, gelişme, ilerleme, kalkınmanın kültürel faktörleri ve dinamikleri, kültür endüstrisi, insani gelişmişlik düzeyi gibi kavramlar ile ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyleri arasındaki ilişkiler, bunların ekonomik ve sosyal kalkınmaya etkileri artık günümüz modern ekonomi biliminin de en önemli ilgi alanlarından, üzerinde en fazla durulan konularındandır. Bu alanda kapsamlı araştırmalar, incelemeler, ayrıntılı çalışmalar ve analizler yapılması da sürekli teşvik edilmektedir. Nitekim 1998 yılında Nobel Ekonomi Ödülü, insani gelişmişlik düzeyi, kültür gibi unsurların, faktörlerin ve dinamiklerin ekonomik ve sosyal kalkınmaya etkileri üzerinde yaptığı çalışmalar nedeniyle Hintli Ekonomist Amartya Kumar Sen’e verilmiştir.

Kültürde, sanatta, bilimde gelişme olmadan hiçbir toplum ve milletin gelişip, kalkınamayacağı, yükselemeyeceği; bu yüzden kültür ve sanat üzerine düşünmenin, çalışmanın, çaba ve gayret sarf etmenin, yarınları inşa etmek demek olduğu asla inkâr edilemez bir gerçektir.

  1. KÜLTÜR VE SANAT KAVRAMI
  1. Kültür Nedir?

Kültür kavramının, değişik kaynaklarda iki yüze yakın tanımı vardır.

Panther’e göre kültür, “toplum aktörlerinin paylaştıkları anlam ve yorum sisteminin öğretilmesi” demektir (1999:168).

Heinrich (1999:2) kültürü şöyle tanımlıyor: Kültür, insanların beyinlerinde depoladıkları bilgilerdir ve bu bilgiler bireyler arasında nesiller boyu aktarılmaktadır. Bu bilgiler; birey beyinlerindeki fikirler, değer yargıları, inançlar, davranış stratejileri olarak düşünülebilir ve diğer bireyler tarafından taklit etme, gözlemleme, tartışma veya öğrenme yolu ile öğrenilebilir. Heinrich kültürü geçiş mekanizmalarında işbirliği problemlerini çözme, ortak davranışları devam ettirme kuvveti yaratacak, uyumu sağlayacak benzer bir yapı oluşturma anlamı kazandıracak bir unsur olarak görmekte ve bu yolla kültür kurumları ile aile değerlerinin korunacağını belirtmektedir.

Stareit’e göre (1999:162) kültür; bireyler arasındaki kültür köprüleri ve sosyal gruplar ve öğrenilmiş kuramların dayanaklarıdır. Buna göre, kültür semboller ve onun kurumsal içerikleriyle, diğer hatırlatıcı şeyleriyle beraber temelini oluşturan ve ima edilen kurallar sistemi olarak da görülebilir.

Trindis (2000:75) paylaşılmış kültürlerin, aynı dili konuşan tarihsel periyoda sahip ve bir coğrafik bölgede tanımlanmış insanlar arasında oluşabileceğini söylemiştir. Bu tanımlama aslında birçok tanım için başlangıç noktası olarak ele alınmaktadır. Bireyleri kendi özgür iradeleriyle bir inanç birliği içinde toplayan din, insanların karşılıklı anlaşmalarını sağlayan ve aralarında manevi bir bağ kuran dil, sağlam ve iyi bir hayat, ahlak, geçmişten günümüze kadar ulaşan ve gelişen gelenek, görenek ve sanatsal değerler kültürün özünü teşkil eder (Halıcı, 1981:6).

Hoftstede ise kültürü, “zihnin ortak programlanması” olarak ifade eder (1983:222).

Bu ve benzeri tanımların her birinde kültürün bir yönünü öne çıkarılmakta ve ona göre bir kültür tanımı yapılmaktadır. Bütün tanımları tek tek sıralamak yerine, kültürün bu tanımlarda öne çıkarılan ve vurgulanan özelliklerini topluca sıralamak daha yararlı olacaktır.

Değişik tanımlarda vurgulanan özellikleriyle “kültür”:

– Doğuştan getirilmez; emek, çaba ve eğitimle sonradan edinilir.

– Zaman içerisinde değişip gelişerek, kuşaktan kuşağa aktarılır.

– Bireyleri ve toplumları özgün ve özgür kılar.

– Onlara kimlik ve kişilik kazandırır.

– İçinde yaşadığı toplumun bir öğesi olarak, insanın edindiği bütün eğilim ve alışkanlıkları, tüm bilgileri, inançları, töreleri, adet, gelenek ve görenekleri, sanatı, ahlakı, yasaları da içine alır.

– Günlük yaşam kurallarından ekonomideki üretim ve bölüşüm sistemine, hukuki ve siyasi sistemden, dinsel örgütlenme biçimine, akrabalık ve aile anlayışına, dil, efsane ve mitolojiden, sanat, mimari ve bilime, teknolojik ve bilimsel buluşlardan müziğe, zevk ve güzellik anlayışından değerler sistemine kadar çok geniş bir alana yayılan karmaşık bir bütündür.

Kültürün değişik tanımlarından da yararlanarak kültürü en kısa ve özlü bir biçimde ‘Bir milletin maddi ve manevi kazanımlarının tümü’ olarak anlayabiliriz.

  1. Kültürün Unsurları

Kültürü, dolayısıyla toplumu ve milleti meydana getiren en önemli unsurlar arasında dil, din, tarih, sanat, gelenek ve görenekler ile yaşam tarzı veya dünya görüşünün sayılması öteden beri adet olmuştur.

Dil bir toplumun ses dünyasıdır. Dil olmadan diğer faktörlerin oluşması da mümkün değildir. Dil, aynı zamanda kültüre ait bütün değerleri bünyesinde barındıran bir kültür hazinesidir.

Her millet hayatı ve dünyayı farklı şekilde algılar ve yorumlar. Dolayısıyla her milletin, her toplum, başka milletlerden ve toplumlardan farklı bir dünya görüşü, yaşam tarzı, hayat felsefesi kendine has ortak değerleri ve değer yargıları vardır. Her millet ve toplumun gündelik yaşam tarzından, askerlik, kahramanlık, aşk, madde, namus, temizlik, ahlak, ölüm, eğlence vs. gibi anlayışlara kadar pek çok konuda farklı anlayışlara, algılara sahiptir. Bir millet ve toplum, diğer toplumlardan ve milletlerden kendine has fikirleri, duyguları, düşünceleri, zevkleri, davranışları ile ayırılır. Toplum tarih içinde bunlarla şekillenir ve sonunda ayrı bir millet olarak ortaya çıkar. Özellikle milli, siyasi, sosyal olaylar karşısında bireylerin ortak tutum ve davranışlar sergilemeleri, o milletin ortak dünya görüşünün dışa yansımasından başka bir şey değildir. Millet fertlerinin değişik alanlarda ortak bir tutum, zihniyet, davranış sahibi olmaları, aynileşmeleri, ortak özellikler göstermeleri ancak ortak bir kültürle mümkün olabilir.

Kültürü, dolayısıyla toplumu ve milleti meydana getiren unsurlardan birisi de tarih birliğidir. Bir toplumun çağlar içindeki yürüyüşünü, görünüşünü, oluşunu, bozuluşunu o toplumun tarihinden bilebiliriz. Tarih bir milletin geçmişi, mazisidir ama bu mazi dünün, bugünün ve yarının bireylerini birbirine bağlar, bugünün ve geleceğin olaylarının nedenlerini ve tohumlarını da içinde barındırır. Bireyleri birbirleriyle kader birliği yapmaya yöneltir.

Bir kültür unsuru olarak din, özellikle eski dönemlerde yüzyıllarca ön planda tutulmuş, öteki kültür unsurlarını gölgede bırakmış, medeniyetlerin temelini oluşturmuştur. Dinin kültür üzerindeki etkisi modern toplumlarda da tamamen ortadan kalkmış değildir.

Gelenek ve görenekler ise toplumun sahip olduğu yazılı olmayan, daha doğrusu hepsi yazılı olmayan kanunlarıdır. Yazılı kanunların büyük çoğunluğu gelenek ve göreneklerden yola çıkılarak düzenlenmiştir. İnsanlar toplumsal düzeni asırlar boyunca törelerle, gelenek ve göreneklerle sağlamışlardır. Günümüzde bile hala bir yazılı anayasası bulunmayan gelişmiş ülkeler vardır. Bunlar toplum düzenini hâlâ gelenek ve göreneklerle sağlamaktadırlar.

Milletler, kendi öz benliklerinin dışarıya yansıması sayılan, nitelikli, özgün, üstün ve değerli sanat eserleri meydana getirmeden, özgün bir kültürel yapı ve doku oluşturmadan gerçek anlamda ne millet olabilirler, ne de insanlığın ortak medeniyetine katkıda bulunabilirler. Özellikle güzel sanatlar alanında ortaya konan eserler ve üstün başarılar, hem insanlığın kültürel mirasına katkı, hem de milli kimlik ve kişiliğin parçası niteliğini taşırlar.

  1. Kültürel Bir Unsur Olarak Sanat ve Sanat Çağı

Sanat bir toplumun güzeli, estetik ve zarif olanı ayırt etme, üretme, yaratma ve bulma yöntemidir. İnsanoğlu bir yandan barınma, beslenme, giyinme gibi fiziki ve bedeni ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken, bir yandan da onu oyalayacak, eğlendirecek, ruhunu okşayacak, ona güzellikleri yakalatacak, yeni güzellikler ortaya koymasını sağlayacak, onu ölümsüz kılacak sosyal ve ruhsal istekler, arzular peşinde de koşar, bu duygularını da tatmin etmek ister. Sanat eserleri işte bu istek ve arzuların, bu çabaların sonucunda ortaya çıkar. Her milletin kendine has söz, ses, mekân, renk, ışık, zevk, estetik anlayışı, algılayışı, dolayısıyla farklı bir sanat eğilimi, ayrı sanatsal özellikleri vardır. Milletlerin edebiyat, resim, mimari, heykel, şiir, roman gibi sanat dallarındaki başarıları ve farklılıkları da buradan kaynaklanır.

Güzel sanatların en üst düzeyde önem ve saygınlık kazandığı içinde yaşadığımız zaman dilimi, belli bir bilimsel ve tarihsel yaklaşımla “sanat çağı” olarak da adlandırılmaktadır.

Yeni yüzyılımızın öne çıkardığı köklü değişimlerden biri de sanatta ve sanatsal etkinliklerde olmuştur. Fütürist, filozof, değişim otoritesi John Naisbitt, 1990 yılında yayınlanan “Megatrends 2000” adlı kitabında, geleceği belirleyecek en önemli 10 yönelim ve değişim arasında ‘Sanatta Yeniden Doğuş’u da saymıştır. Yazar, bu değişimi “Bin yıl dönemecine yaklaştığımız 1990’lı yıllarda sanat, sporun yerini alarak toplumun başlıca boş zamanlarını değerlendirme etkinliği oluyor.” sözleriyle ifade ettikten sonra: “Sanatseverler çoğunlukla eğitimli insanlar arasından çıkıyor. Günümüz, tüketicisi de artık sanatın değerini takdir edebilecek ve bedelini ödeyebilecek düzeyde” şeklinde özetlemektedir.

Kültür ve sanatın evrensel dili ve etkileyici özelliği nedeniyle, tüm dünya ülkeleri kendilerini başka ülkeler ve milletler nezdinde en iyi şekilde tanıtabilmek, ilgi, sempati, saygınlık kazanabilmek, ülkelerine daha fazla turist çekebilmek için, kültürel ve sanatsal etkinlikleri en önemli etkileşim, iletişim ve tanıtım aracı olarak kullanmaktadırlar.

Gerek teknik, gerek sanatsal ve estetik bağlamda, bilgi çağında gelişen sanatsal etkinliklerin zenginliği ve çağdaş entelektüel düzeydeki yeni erişim kaynaklarının çoğulluğu, sanata kolay erişimin doğal sonucu olarak, özgürlüğün ve özgünlüğün sanat olgusundaki rolünü vazgeçilmez bir unsur olarak öne çıkarmaktadır.

Tüm dünyada çok hızlı ve kısa zaman dilimleri içinde yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel değişimler, globalleşme ve küreselleşme, bütün çağdaş toplumları etkilediği gibi, Türk toplumunu da temelinden ve derinden etkilemiştir, etkilemeye de devam etmektedir. Bu arada toplumun bir parçası olan sanatçıyı ve dolayısı ile kültürü ve sanatı da etkilemiştir. Endüstriyel çağın seri buluşları, toplumları bilgi toplumu haline getirmiş, kültür ve sanat alanında da çok amaçlı, çok farklı aktiviteler ön plana çıkmıştır. Değişen toplumsal ve kültürel şartlar altında, kültür ve sanatta da elbette yeni arayışlar içinde olmak, yeni anlayışlar benimsemek, yeni sentezlere ulaşmak, değişimin kaçınılmaz bir sonucudur.

Bu hızlı değişim sürecinde, Türk dünyası da adeta bir yeniden doğuşun sancılarını çekmektedir. Bu süreçte geçmişimizden kopmak, kaçmak veya onu inkâr etmek yerine, öncelikle kendi öz dinamiklerimize yönelmek, esas itici gücümüzü kendi kültürel temellerimizden ve kaynaklarımızdan almak, yerelden evrensele, gelenekten geleceğe doğru ulaşmaya çalışmak en akılcı yaklaşımdır. Zaten bütün dünyada da Batıda da bu böyle olmuştur. Batı dünyasında, bilimde, kültürde, sanatta, yeniden doğuşu ifade eden Rönesans Döneminde, sanat eserlerinin, başyapıtların büyük bölümünün konusu, bu eserleri üreten sanatçıların kendi tarihleri ve kültürleriyle ilgilidir. Dünyaca ünlü Rus edebiyatçıların işledikleri konuları Rus halkının günlük yaşantılarından seçtikleri, yine dünyaca ünlü Rus beşlileri gibi Rus müzisyenlerinin besteledikleri olağanüstü ilgi gören eserlerin temelinde de Rus halk müziği ezgilerinin bulunduğu bir gerçektir.

Günümüzde kültür ve sanatla, sanayi ve teknoloji arasındaki ilişkiler de çok iç içe girmiş, sıkı ve yoğun bir hale gelmiş, endüstriyel çağın yeni buluş ve seri üretimleri “teknoart”  kavramını öne çıkarmıştır. Bilimsel ve teknolojik çalışmaların da ön hazırlık aşamasını “tasarım ve uygulayım” aşaması oluşturur. Ürünlerde fonksiyonellik kadar “bilimsel estetik” in de önemli olduğu günümüz dünyasında, güzel sanatlar eğitimi veren üniversiteler ile sanayi kurumları arasındaki sıkı işbirliği her zamankinden daha önemli ve zorunlu hale gelmiştir.

Bugünün dünyasında ülkeler ve sanatçılar arasında, özellikle kültür ve sanat alanında evrensel ve çok büyük bir yarış sürmektedir. Bu yarış içinde, adımızı duyurarak yer alabilmemiz ancak, daha nitelikli sanatçılar ve sanat ürünleriyle, bu yönde sistemli çalışmalar ve etkili tanıtım çabalarıyla mümkün olabilir.

  1. Kültür Endüstrileri

Ekonomik büyüme ve kalkınma kültür ve kültürü oluşturan unsurlarla oldukça yakın bir ilişki içerisindedir. Gelişmiş ülkelerin daha yüksek, gelişmekte olan ülkelerin ise daha düşük bir kültür düzeyine sahip olmaları boşuna değildir. Bütün ülkeler için yapılan uluslararası karşılaştırmalarda detaylarda ufak tefek farklılıklar gözlense de bu yargı genelde somut bulgularla da doğrulanmaktadır.

Kültürün ihmal edilemez bir ekonomik yanının, değerinin ve öneminin de bulunduğu, bunun belirlenip öne çıkarılmasının gerektiği günümüz dünyasında her geçen gün daha fazla kabul görmektedir. Kültür endüstrileri, kültürel ekonomi, içerik endüstrileri, copyright endüstrileri, kültürel miras yönetimi, yaratıcı endüstriler, vergi kültürü gibi kültür ve ekonomi ilişkisini ortaya koyan pek çok kavram günümüz modern bilimlerinde gittikçe daha sık duyulmakta, dillendirilmekte, bu alanda sürekli yeni kavramlar üretilmektedir. Kültür ekonomisi, kültür endüstrileri, yaratıcı sektörler, UNESCO sözleşme ve yaklaşımları gibi alanların özerkleşerek etkinleşmesiyle kültürün yönetilebilir bir ekonomik alan olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu alanlardaki çalışmaların ve araştırmaların çoğu, ilk zamanlar disiplinler arası çalışmalara pek yatkın, istekli ve yetkin olmayan kültür alanı uzmanlarından çok ekonomi alanındaki araştırmacılarca gerçekleştiriliyordu. Kültür araştırmacıları, kültürün yönetimsel ve ekonomik bir alan olarak kabul edilmesi ve değerlendirilmesi gerektiği anlayışını hem geç fark edebilmişler, hem de bu gelişmeleri başlangıçta kültürün yozlaştırılmasının ve etkisizleştirilmesinin nedeni olarak algılayarak olumsuz bir yaklaşım sergilemişlerdir. Böyle bir anlayış ve tutum sergilemelerinde özellikle gelişmiş ülkelerde kültür ekonomisinin kentlerin kültürel ekonomik yapılarının çözümlenmesi temelinde gelişen turizmin, daha çok da kültür turizminin önemli etkileri olmuştur.

Kültür araştırmacılarından bu konuya ilk defa eğilenlerden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde kullandıkları ve genelde karamsar ve olumsuz bir yaklaşımla ele aldıkları “kültür endüstrisi” kavramı üzerine yazdıkları da bu görüşü kanıtlamaktadır (Adorno, 2008: 109; Hesmondhalgh, 2007: 15- 17). Kültür endüstrisini “kitlelerin aldatılışı olarak aydınlanma” ana başlığı altında değerlendiren Adorno ve Horkheimer ile takipçilerinin görüşlerini burada özetlemek bu olumsuz yaklaşımın nedenlerini daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Onlara göre kültür endüstrisi, “kültürün metalaştırılarak ve tektürleştirilerek yönetilmesiyle ortaya çıkan şeyleştirmenin” temel sorumlusudur. Bu süreçte, kültür endüstrisinin yaşam iksiri olan reklam ve eğlence de sahteliği açık olan kültür metalarının bastırılması zor bir istekle satın alınmasını ve kullanılmasını sağlar. Kültürün kendine özgülüğü, uçlarda ve soyut bir şekilde varlığını sürdürürken, kültürel ürünlerin kullanımdan çok değişim değeri öne çıkarılır. Kültür endüstrisi kapsamında sanat yapıtları paketlenip indirimli fiyatlarla isteksiz izleyici kitlesine yutturulur ve böylelikle sanat keyfi sıradanlaştırılır. Sanat bir metaa dönüştürülür, yani tüketime uygun biçimde hazırlanmış, kayda alınmış, endüstri üretimine uyarlanmış, pazarlanabilir ve değiştirilebilir bir ürün haline getirilir. Endüstriyel üretimde her şey, olduğu şey için değil, değiştirilebilir olduğu sürece değerlidir. Bu dönüşüm süreçlerinde medya, iş, eğlence ve yönetim, anahtar dinamikler olarak rol oynar. Aynı şekilde “tekniğin standartlaştırılması, seri üretim, belli başlı tüketici tipleri için kitlesel üretim kategorileri, kültür tüketicisinin imgelem ve kendiliğindenliğindeki güdükleşme, basmakalıp bir şekilde mekanik çoğaltılabilirlik, taklidin mutlak olanın yerine konulması, kültür endüstrisine uyum sağlayamayanların ekonomik yoksunluğa itilmesi, ciddi sanatın toplumsal vicdan azabı olan hafif sanatın geçerliliği, kültürün uzlaşmaz iki öğesi olan sanat ile eğlencenin bütünleştirilmesi, eğlencenin çalışmanın uzantısı olarak algılanması, kültürle eğlencenin kaynaştırılmasıyla kültürün alçaltılması veya eğlencenin zorla entelektüelleştirilmesi, eğlenceyle tüketicilerin etkilenmesi ve sonuçta kültür endüstrisinin bir eğlence işletmesi olması, reklam ve tekrarlarla eğlencenin kitlelerin zihnindeki yüksek değerlerin yerini alması, yanılsama haline gelen bireysellik, ucuzluk kültünden ayrılamayan vasatın kahramanlaştırılması, kâr güdüsünün tüm çıplaklığıyla zihinlere aktarılması, diğer sanat türleri gibi edebiyatın da metaa dönüştürülmesi, yaygınlaştırma ve mekanik üretim tekniği, statükoya bağlılık, uyumun bilincin yerini alması, tüketici gereksinimlerinin kültür endüstrisince yaratılması, yönlendirilmesi, denetlenmesi ve yönetilmesi, sürekli vaatlerle tüketicinin aldatılması, güldürünün aldatma aracı olarak algılanması, sanat yapıtlarının çileci ve utanmazlığına karşılık kültür endüstrisi ile pornografikliğin ve iffetliliğin aşkın maceraya indirgenmesi, yapay hazların hakimiyeti, kültürün kendilik ve eleştiri gibi asli unsurlarını yitirmesi, müşterilerin kasten ve tepeden bütünleştirilmesi ve edilgenleştirilmesi, kültürün, dolayısıyla sanatın spekülatif piyasa tarafından metalaştırılması, özellikle sinema kapsamında cinselliğin öne çıkarılıp seri olarak üretilmesi gibi olgular bu eleştiriler kapsamda öne çıkarılır. “İnsanların arzuladıkları şeylere kavuşamamalarının ve bu yoksunluk içinde gülerek doyuma ulaşmalarının sağlanması”, kültür endüstrisinin temel yasalarından biri olarak gösterilir. Aynı şekilde tüketicinin iplerinin sürekli elde tutulması, aldatmacanın doyum diye yutturulması ve tüketicinin kültür endüstrisinin öznesinden nesnesine dönüştürülmesi üzerinde durulur. Yine kültür endüstrisinin insanla yalnızca müşterisi ve çalışanı olarak ilgilendiği vurgulanır. ‘Ben’ zayıflığının teşvik edilmesi ve kültür endüstrisinin ürünlerinin etkisiyle bilinçleri geriletilen toplumun sahte aydınlatılması, Adorno ve Horkheimer’ın ileri sürdüğü temel düşüncelerdendir (Adorno, 2008).

Bazı araştırmacılar, bilim ve fikir adamları da çağımızda insanlığın üç önemli kitlesel tahrikin tehdidi ve denetimi altında olduğunu belirtiyorlar. Bunlar: Spor, müzik ve seks’tir. Günümüz dünyasında bunların her üçü de ihtiyaç ve sanat olmaktan çıkarak bir sanayi halini almıştır. Bu üç unsur, artık bireyin gençliğini, geleceğini ve umutlarını sömürme aracı kimliğine bürünmüştür. Talebi yönetebilmek, ilgiyi canlı tutulabilmek ve bireyleri istenen şekilde düşündürebilmek için kitlelerin kültürünün hedef alınması zorunludur. ‘Kullan-at’ kültürü yerleştirilmeden, kullanılıp atılan malı satmak mümkün değildir. Günümüzde kitleyi ve kültürünü hedef almayan bir üretim, tüketim ya da pazarlama faaliyetinden bahsedilemez. Henüz kitle haline gelmemiş, bireyselliğini ve rasyonelliğini yitirmemiş fertlerin de kitle iletişim araçlarıyla aptallaştırılıp sıradanlaştırılması kitle kültürünün daha da egemen olmasını sağlayan önemli bir süreçtir (Yeniçeri:1997, sayfa 81).

Adorno ve Horkheimer gibi araştırmacıların ortaya koyduğu bütün bu veriler, kültür endüstrisi kavramının ortaya çıkışındaki, olumsuz anlam, tutum ve düşünsel altyapı hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Yaklaşık 70 yıllık bir süreç içinde kültür endüstrisi (daha sonraları kültür endüstrileri haline gelmiştir), başlangıçtaki bu olumsuz değerlendirmelerin etkisi altında kalmıştır. Çeşitli açılardan (özellikle tehditler açısından) haklılığı ortada olan ancak bireyi ve toplumu son derece etkisizleştiren bu görüşlerin, bu kadar olumsuz bir yaklaşımın bu kadar uzun süre etkisini koruyabilmesi de ilginçtir. Fakat her şeye rağmen kültür endüstrisi, adı geçen eleştirmenlerin ülkeleri de dâhil olmak üzere, bütün dünyada hızlı bir şekilde gelişmesini sürdürmüş, kültür endüstrileri halini alarak önemli bir yatırım ve istihdam alanı haline gelmiştir. Radyoyu, televizyon ve internet, sanat galerilerini özel sektör ve vakıf müzeleri izlemiştir. İmalat sanayinin boşalttığı yerler, müzeler, film platoları ve kayıt stüdyoları ile doldurulmuştur.

Kültür ekonomisi ya da kültürel ekonomi gibi terimler, özellikle son otuz yılda daha da belirginleşmeye başlamıştır. Bunda görsel-işitsel medya, bilişim, kayıt ve dijital teknolojiler ve turizm gibi farklı kültür endüstrileri ve sektörlerindeki, yaşamı dönüştüren hızlı ve köklü değişmelerin etkisi büyüktür. Toplumların hızla elektronik, sanal ve dijital kültür bağlamlarına geçişi, belirtilen dinamiklerin bir nedeni ve sonucudur. Yeni kültür bağlamları, yeni sistemleri, araçları, ürün ve hizmetlerle aktörleri de beraberinde getirmiştir. Var olan kültürel bellek hızla elektronik, sanal ve dijital ortama aktarılmaya başlanmıştır. Kültürel yaratım, aktarım ve tüketim, farklılaşmıştır. Dünyada ve dolayısıyla Türkiye’de kültür ekonomisi kapsamına pek çok yeni ürün, hizmet, faaliyet, kurum, aktör ve sistem dâhil edilmekte ve değerlendirilmektedir.

Her türlü ideolojik ve duygusal engellere rağmen bu sürecin başlaması, bütün dünyada kültürel araştırmaların farklılaşmasına da neden olmaktadır. Artık kültür endüstrisi ve ekonomisi gibi kavramların da, yukarıda değinilen ideolojik olumsuzlamalardan kurtulup gittikçe daha fazla olumlu çağrışımlara ve imaja sahip olmaya başladığı söylenebilir. Genelde kültürün yozlaştırılmasının ve etkisizleştirilmesinin nedeni olarak algılanan kültür ekonomisi kapsamındaki uygulamalar ve sektörler, somut olmayan kültür miras temelinde, çözümlenmeye ve açıklanmaya çalışılmaktadır.

“Kültür yatırımcılığı, sponsorluk, kültür patronajlığı, kültürel tasarım, kültür yönetimi, tiyatroda talep artırma politikaları ve verimlilik analizi, internetten bilet satışı, kültürel sermayenin oluşumu ve geliştirilmesi, kültürel hizmetlerin üretimi, sunumu ve tüketimi, kültürel atmosferin oluşturulması, kültürel miras bölgeleri, kültürel mirasın kültür endüstrisinde etkin bir şekilde değerlendirilmesi, sanat fonları, müzeler için fiyatlandırma ve indirim stratejileri, film dağıtıcıları ve eleştirmenleri, küresel/ulusal kültür endüstrileri, ekonomisi ve rekabeti, medyada üretim ve yönetim, film sektörü, kültür ekonomisinde risk yönetimi ve geri kazanım yaklaşım ve yöntemleri, yarışmalar (sanat, edebiyat, şarkı, müzik, film yarışmaları vb.) ve ödüller, Avrupa medya piyasası, kültürel talep yaratım dinamikleri ve yöntemleri, müzayedeler ve açık artırmalar, antika pazarları, sahaflar, kültür ekonomisinin hukuki boyutu, eğlence makinesi olarak kentler, kültür endüstrisi çalışanları ve yöneticileri, kâr amacı gütmeyen kültürel etkinlikler, kamusal ve özel bağışlar, kültürel/coğrafi tescil ve telif hakları, sanal kültür ekonomisi, müzik sektörü, korsan yayıncılık, kitap ve süreli yayınlar piyasası, kent kültürü ekonomisi, denizaltındaki tarihi-kültürel mirasın ekonomik değeri ve işlevi, kültür turizmi, küresel/ulusal/yöresel/kentsel kültür destinasyonları, kültürel coğrafya haritacılığı ve rehber yayıncılığı, kültürel ekonomik havzalar, kent dokusu ve kültür ekonomisi, kentte kültürel anlam, ürün ve mekân üretimi, ulusal ve kentsel imge üretimi ve kültür endüstrisi kapsamında ürüne dönüştürülmesi, kültürel ürün reklamcılığı, müze koleksiyonlarının değerlerinin belirlenmesi ve yeniden üretim-satış stratejileri/uygulamaları, kültürel taklit piyasası, poster sektörü, kamusal kültür harcamaları, kamuda kültür projelerinin verimlilik analizi, eğlence sektörü, radyo-televizyonlar için yayın frekansı tahsis/kiralama ücretleri, festivallerin ve şenliklerin mali boyutu, sinema bilet ücretleri, çevirmen ve seslendirme ücret politikaları, kültür endüstrisinde kamu özel sektör ilişkileri, sokak gösterileri, yaşa-cinsiyete-toplumsal konuma göre kültürel tüketim analizi, ticarileşen kültür, moda, kültür ekonomisinde kalite kontrolü, sevgilerin paketlendiği hediyeler, alternatif tıp, kültürel restorasyonların maliyeti ve istendik ekonomik dönüt sağlama politikaları, sanal kitap ya da dergi yayıncılığı ve kütüphanecilik, sanal yayın ve bilgi bankalarından yararlanma ücretleri, kültür ekonomisi danışmanlığı, mutfak ekonomisi, diğer ekonomik sektörlerle kültür sektörü bağlantıları, küresel krizler ve ulusal kültür ekonomisi, halı çiftlikleri, turistik deri-kuyum-taş işlemeciliği yerleşkeleri, hediyelik eşya sektörü, turistik ve kültürel animasyonlar, çinicilik, çömlekçilik” ve diğerleri, kültür ekonomisinin ilk akla gelen faaliyet alanları ve bilimsel araştırma konularıdır (Özdemir, 2007: 223- 240).

Turizm sektörünün temelini en başından beri kültür turizmi oluşturmaktadır. Nitekim seyyahların ve elçilerin dışında ilk turistler, daha doğru bir ifadeyle kültür turistleri, hacılarla 17. asır İngiltere’sinde aristokratların eğitiminin bir parçası olan Grand Tur’a katılanlardır (Richards, 1996: 3- 18). Türkiye’de de ilk turizm hareketi, 1950’li yıllardan sonra İstanbul’dan Anadolu’ya doğru yayılarak gelişen tarihi ve kültürel miras yerlerini ziyareti içeren güzergâhlarda başlamıştır. Yatırımların belirli noktalardan çok tüm ülkeye yayılması, gelirin belirli aktörler yerine daha geniş halk kitlelerine dağıtılması, turizmin daha çok harcama yapan, eğitimli, kaliteli ve sadık turistler tarafından gerçekleştirilmesi, elde edilen gelirle halkın yaşam standartlarının ve refahının yükseltilmesi, çevreye uyumlu yatırımların teşvik edilmesi, tarihsel ve kültürel mirasın korunmasının sağlanması gibi olumlu yanlar, kültür turizminin çekici ve yararlı yönlerindendir.

Kitle turizmi türünün bir alternatifi olarak kültür turizmi, ziyaretçi-gelir artış oranlarındaki tutarlılıkla ve mevsimlik olmamasıyla dikkat çekmektedir. Kültür turizmi güzergâhlarının hazırlanmasında yöresel ve ulusal düzeyde tarihi, kültürel envanterlerin hazırlanması büyük önem taşımaktadır. UNESCO’nun somut ve somut olmayan kültürel miras envanterleri, acil ve temsili listelerle yaşayan insan hazineleri, dünya miras şaheserleri hazırlanmasını temin etmeye çalışması, öncelikle sürdürülebilir ekonomi, özellikle de kültür ekonomisi, dolayısıyla kültür turizmi için gerekli olan altyapının oluşturulması anlamına da gelmektedir. Yöresel festival, şenlik, panayır gibi kültürel etkinliklerle el sanatları, mirasın kültür turizmine en yatkın alanları olarak tanımlanmaktadır. Buna karşılık kültür turizminin etkisiyle el sanatlarının “turistik sanatlara”, yöresel şenlik ve kutlamaların da “turistik animasyonlara ve faaliyetlere” dönüşmesi de eleştiri konusu yapılmaktadır (Kirshenblatt- Gimblett ve Bruner, 1992: 300- 307).

Kültürel bellek ve imge merkezli kent markalarının oluşturulmasına, kültür ekonomisi kapsamında, özel bir önem verildiği görülmektedir. UNESCO Kültürel Miras Sözleşmeleri ve diğer açılımları, Avrupa kültür başkentleri projesi ve Tarihi Kentler Birliği’nin faaliyetleri hatırlandığında, konu daha iyi değerlendirilecektir. ABD örneğinde olduğu gibi pek çok çekicilik bir araya gelerek bir ülkeyi ve kenti markalaştırabilir (Kültürel çekicik hk. Bkz. Richards, 2001). Mirasın yanında yazar, şair, ressam, heykeltıraş, müzisyen ve fotoğraf sanatçısı gibi kent tutkunları, dahası kentsel imge yaratıcıları da herhangi bir kenti marka haline getirebilmektedirler. “Seyahat fikrinin oluşturulmasında popüler romanların ve gezi yazılarının” etkisi dikkate alındığında sanılanın aksine edebiyat ile turizm arasında da çok güçlü bağların bulunduğu görülecektir. Kafka’sız bir Prag, Yahya Kemal’siz İstanbul, Victor Hugo’suz Paris düşünülemeyeceğine gibi, edebiyatın tek başına bir kenti kültür turizminin merkezi haline getirebileceği de kabul edilmelidir. Mevlana ve Nasreddin Hoca gibi zirve şahsiyetler, diğer bir ifadeyle ana imgeler etrafında kent ve ülke, kültürel ekonomik niteliğe ve içeriğe, işleve sahip markaya dönüştürülebilir. Aynı şekilde Paris, İstanbul, Bombay, Kahire örneklerinde olduğu gibi bir kent, sinemayı, sinema da bir kenti yaratabilir (Türkoğlu vd., 2004).

Miras (müzeler, sergiler, miras bölgesi ziyaretleri) ile kültür turizmi arasındaki bağlantı oldukça köklü olmakla birlikte, kültür endüstrisi kapsamında birlikte değerlendirilmesi yenidir. 1970’li yıllardaki UNESCO Somut Kültürel Miras sözleşmelerinin bu bağlantının kurulmasında anahtar bir role sahip olduğu söylenebilir. Aynı şekilde 2000’li yılların başından itibaren yaygınlaşan Somut Olmayan Kültürel Miras Sözleşmesi ise kültür turizminin kapsamını genişleterek güçlenmesini ve etkinleşmesini sağlamaktadır. AB için olduğu kadar diğer ülkeler için de “kültür, turizmin motoru”dur. GSMH’nın % 5.5’lik bir mali büyüklüğüne ulaşan AB turizm sektöründe, 2005 rakamlarıyla 2 milyon yatırımcı ve 9 milyonun üzerinde çalışan bulunmaktadır (European Economic and Social Committee, 2006). Avrupa’nın dünya turizm piyasasından baskın payı almasında (2005 yılında 443.9 milyon uluslar arası ziyaretçi), dünya kültürel miras konusundaki zenginliğinin ve çeşitliliğinin (812 UNESCO Dünya Miras Yeri’nden, 300’ü AB sınırları içindedir) katkısı büyüktür. Yapı mirası, sanat fuarları, müzeler ve sergiler, gösteri sanatları, festivaller ve sinemadan meydana gelen kültür turizmi vasıtasıyla turizm, Avrupa Birliği’nin ekonomisinde önemli etkiler yapmaktadır. Avrupa kültür başkenti projesi de Avrupa’nın kültür ekonomisini geliştirmek amacını taşımaktadır.

Kültür ekonomisi ve endüstrileri, ülkelerin sürdürülebilir ekonomik kalkınmalarının sağlanmasına önemli katkılar sağlamaktadır. UNESCO’nun gerek somut ve somut olmayan kültürel miras ile kültürel anlatımların çeşitliliğinin korunmasına yönelik sözleşmeleri, özellikle gelişmekte olan ülkelerin kendilerine ait kültürel hazineleriyle sürdürebilir bir ekonomik kalkınma hamlesini yapmalarına yönelik olduğu açıktır. Bu nedenle eğer işlerlik kazandırılabilirse bir Türk dünyası somut olmayan kültürel miras platformunun da bu ülkelerin ekonomik kalkınmalarına önemli faydaları olacaktır. Bilgi paylaşımı ve ortak çalışmalar ve bu alanda gerçekleştirilecek projeler, Türk dünyasının kültürel belleğinin verimli bir şekilde değerlendirilmesine de hizmet edecektir. AB’nin bu konudaki çalışmalarından belirtilen sürecin işletilmesinde yararlanılabilir. Bu açıdan özellikle gelecekte AB’ne üye olacak bir Türkiye’nin Türk dünyasına katkıları daha da önemli olacaktır. Böylelikle Avrupa’nın sahip olduğu deneyimin Türk dünyasına aktarımı, kolaylıkla gerçekleştirilebilecektir. Diğer yandan Türkiye, AB ile Türk dünyası arasında önemli bir köprü görevi üstlenerek verimli işbirliği olanakların yaratılmasını olanaklı hale getirecektir. Aynı şekilde zengin kültürel belleğe ve kültür turizmi çekiciliklerine sahip Türkiye, elindeki imkânları yeterince değerlendirebilirse üyesi olacağı AB’nin küresel kültür ekonomisi piyasasında, sanıldığından çok daha güçlü hale gelebilir. İlerde UNESCO, Eurostat gibi kuruluşların verileriyle karşılaştırmalar yapılarak strateji planlamalarının yapılması mümkün olacaktır. UNESCO’nun kültürel istatistikleri bu konuda örnek alınabilir. UNESCO, “kültürel miras, matbua ve edebiyat, müzik, gösteri sanatları, işitsel medya, görsel-işitsel medya, sosyo-kültürel faaliyetler, spor ve oyunlar, çevre ve doğa” şeklinde 9 ana başlık altında sayısal veriler üretmektedir. Yine UNESCO kültürel üretimin beş kesişme noktasını da “yaratım, üretim, dağıtım, tüketim, koruma” şeklindeki belirlemiştir.

Teknolojinin ne tam iyi, ne de tam kötü niteliğe sahip olduğu, sonucu kullanımın belirlediği de unutulmamalıdır. Radyo, televizyon ve internet gibi kültür endüstrilerinin yerleşme, yaygınlaşma ve etkinleşme süreçlerinde var olan kültür mirasından yararlandıkları bir gerçektir. Kitle ve popüler kültür toplumunun yaratıcıları olarak tanımlanan bu dinamiklerin kendi ürünlerinin yaratılması sürecinde sözlü kültür belleği dönüştürülerek değerlendirilmiştir. Bu süreçte sözlü kültür mirası “otantik, folklorik, geleneksel” nitelemeleriyle sunulmuştur. Sözlü kültürünü köyünde bırakanlara geleneğin bu şekilde sunularak tükettirilmesi, söz konusudur. Devralınan kültürün kendisini yeni olarak sunan ve daima yeni kalma iddiasında olan medya tarafından eskitildiği görülmektedir. Bazılarına göre bu durum sözlü kültürün yozlaştırılması ve içinin boşaltılması, diğerlerine göre de gelenek için yeni aktarım ve yaşam alanı yaratılması olarak yorumlanmaktadır.

Romantik ve ideolojik kültür savunucularına göre sözlü kültür, korunacak değere sahipken, sözlü kültür kökenli de olsa kültür endüstrisi yaratılarının tamamı değersizdir. Geleneğin temelinde “değişme” dinamiğinin var olmasına ve “bir geleneğin ancak başka gelenekler yaratabiliyorsa gelenek olabileceği” gerçeğine rağmen bu türden “donmuş gelenek savunucularının” çıkması, dikkat çekicidir. Diğer yandan sözlü kültürü pervasızca kullanarak yozlaştıranlar da bulunmaktadır. Kültür turizmi alanında bu türden çatışma örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Tarafların birbirlerinin yapı ve işleyişlerini, kaygılarını, düşüncelerini anlayarak uzlaşmaları gerekmektedir. Başarılı, verimli ve istendik niteliklere sahip bir kültür turizmi, çatışmanın değil uzlaşmanın ürünü olacaktır.

Kültürü, bilim, teknoloji ve ekonomiyle bir araya getiren temel kavram “yaratıcılıktır”. Daha düne kadar birbirinden ayrı bir şekilde ele alınan “ekonomik yaratıcılık, teknolojik yaratıcılık ve artistik/kültürel yaratıcılık” olguları, yaratıcılık ekonomisi ya da ensdüstrisi/leri başlığı altında özerkliğini ilan etmiştir. Belirtilen olgular arasındaki çok türlü ve zorunlu etkileşim, çağdaş yaratıların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Hayal etme, karar verme ve çekicilik, bu türden yaratıcılık faaliyetinin temelini oluşturmaktadır.

Kültürel miras savunucularının ve yöneticilerinin, söz konusu somut ya da somut olmayan kültürel mirasın korunması için gerekli olan mali kaynağın yaratılması için kültür turizmine ihtiyaçları vardır. Diğer taraftan da kültür turizmi yatırımcısının ekonomik amaçlarına ulaşabilmesi, yöresel kültürel mirasa ait çekiciliklerin etkin bir şekilde değerlendirmesine bağlıdır. Kültürel miras yöneticisi ve kültür turizmcisi, beyinlerinin bir yanını paydaşlarına ayırmak zorundadır. Her iki kesim de birbirlerinin rakipleri değil, ortakları olduklarının bilincinde, dengeli olarak hareket etmelidirler (McKercher ve du Cros, 2002).

Modernlik, çağdaşlık, kentlilik uğruna yapay ürün, hizmet ve hazların peşinde koşanlar, “doğada, doğal unsurlarla ve doğal olarak yaşamanın” büyüsünü moda trendi olarak yeniden keşfetmişlerdir. Özgünlük ve farklılığın temel kaynağı da olan “el işi ve ev işi” ile “köy hayatı/geleneksel yaşam alanları, mekânlar ve sözlü kültür ürünleri/belleği” yeniden moda olmuştur. Geleneğini yitirenlerin, farklı coğrafyalarda geleneksel yaşamı aramalarının, iç ve dış kültür turizminin temel güdülerinden birini oluşturduğu, burada hatırlanmalıdır. Bu, özellikle sözlü kültür mirasına olan ilginin artmasını sağlamıştır. UNESCO sözleşmeleri açısından bu gelişme, olumlu ve istendik şartların oluşmasına vesile olmuştur. Bütün bu gelişmelerin kültür endüstrileri aracığıyla gerçekleştiği, hatırda tutulmalıdır (14).

Kültür ekonomisi ve endüstrisi, bir yanıyla kültürel yayılmacılığın ve tektürleştirmenin, diğer taraftan da yerelin, ulusalın, yöresel ve ulusal zenginliğin, özgünlüğün, hazinenin, belleğin küresele taşınmasını da olanaklı hale getirdiği de bir gerçektir. Nitekim kültür endüstrisinin temel alanlarından biri olan internet, tektürlü ürünleri tüketen küresel, sanal köyleri, ağ cemaatlerini yaratırken, aynı zamanda sanal köy siteleri aracığıyla da yereli, küresele taşımaktadır. Hatta bu sanal köy sitelerinin önemli bir bölümü, farklı yerleşim birimlerinden dünyaya hizmet vermektedir. Örneğin Türkiye’deki Denizli’nin bir köyü ile ilgili site, Almanya veya Fransa kaynaklıdır. Özetle sözlü kültürün, geleneğin sandığı, sanal ağlarda açılmış ve küresel meraklıları tarafından ziyaret edilmektedir. Bir bakıma internet, en küçük yerleşim birimlerine ait hazinelerin arşivini ve envanterini sunmaktadır. Aynı şekilde AB kendi içinde ve uluslar arası alanda yöresel ve ulusal çeşitliliklerin korunmasının yanında, yerelin küresele taşınmasına yönelik kararlar almakta ve projeler yürütmektedir. UNESCO’nun tesciline ve sözleşmelerine, sanal ağların egemenliğindeki yeni dönemde, pek de ihtiyaç kalmamış gibidir. UNESCO ilanlarının gelişmiş yüzlercesine, sanal âlemde kolaylıkla rastlanabilmektedir. Hatta bazı sitelerin küresel anketlerle yeni dünya miras listeleri hazırladıkları bilinmektedir. Kültür endüstrileri, yaklaşık bir buçuk asırlık dönem içinde medeniyet ve kültür değişmelerinin temel dinamiğidir. Sözlü kültürden basılı kültüre, oradan da elektronik, sanal ve dijital kültüre geçiş, kültürel kurum, sistem, yaratı ve aktör alanlarında köklü değişmeleri de beraberinde getirmiştir (14).

  1. KÜLTÜR, KİMLİK VE KİŞİLİK İLİŞKİSİ

İnsanlar ve toplumlar ancak kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleri ve bu alandaki başarıları ölçüsünde, özgün ve özgür olurlar, kimlik ve kişilik kazanırlar, millet olurlar, hemcinslerine ve başka milletlere karşı üstünlük sağlarlar, başkalarının saygınlığını ve hayranlığını hak ederler.

Bir milleti oluşturan unsurların, temel yapı taşlarının başında o milletin kültürü gelir. Her milletin, her insan topluluğunun onu başkalarından ayıran, kendine has bir kültür yapısı vardır. Milletler ve toplumlar, asırların birikimiyle kazandıkları kültürel kimlik ve kişilikleriyle tanınırlar ve birbirlerinden ayrılırlar. Her kültür, tipik bir bireysel kişilik, özel bir psikolojik yapı, özel fikirler, özel davranış ve özel düşünce biçimleri geliştirir. Örneğin, bir Alman kültürünü, bir İngiliz kültürünü, bir Fransız kültürünü tanımadan, bu ülkeleri ve bu ülkelerin insanlarını tanımak ve tanımlamak, onlara Alman, İngiliz, Fransız diyebilmek mümkün değildir.

Milletler, kendi öz benliklerinin dışarıya yansıması sayılan, nitelikli, özgün, üstün ve değerli sanat eserleri meydana getirmeden, özgün bir kültürel yapı ve doku oluşturmadan gerçek anlamda ne millet olabilirler, ne de insanlığın ortak medeniyetine katkıda bulunabilirler. Kültür ve sanat alanında ortaya konan eserler ve üstün başarılar, hem insanlığın kültürel mirasına katkı, hem de milli kimlik ve kişiliğin parçası niteliğini taşırlar.

Bir milletin asırlar boyunca üretmeyi başarabildiği, geçmişten bugüne ulaşabilmiş kültür ve sanat ürünleri, birikimleri, hem geçmişinin iyi bir aynasıdır; hem de tarihi geçmişi ve birikimi gelecek nesillere iletebilecek yegâne köprüdür.

Kültür ve sanat eserleri toplumsal otobiyografinin önemli bir parçasıdır. Bir toplumun otobiyografisi ortaya koyduğu veya sahip çıkıp koruduğu kültür ve sanat eserlerinden okunabilir. Tarihçiler ve özellikle sanat tarihçileri bir milletin tarihini yazarlarken, o ülke sanatçılarının ortaya koydukları sanat eserlerini kaynak belge olarak kabul ederler ve incelerler. Topraklarımız üzerindeki kültür ve sanat eserlerimiz, bizim eşsiz ve büyük medeniyetimizin yalanlanamaz tanıkları, en belirgin delilleri ve tapu senetleridir.

Türk sanatçısı da, engin ve zengin bir kültür  birikimine sahip olduğunun bilincine vardıkça, gelenekten aldığı güçle geleceğe daha güvenle yönelecek ve daha üstün eserler vücuda getirebilecektir. Kendi karakterlerine, kendi tiplerine, kendi meselelerine kendiliklerinden dönmeyen sanat adamları kendi sanatlarını yaratamazlar. Sanat adamlarının milleti zorlayacak, ona ters işler yapması onları sağ iken öldürmekten başka bir işe yaramaz (2).

Kendi tarihimize, kültür ve medeniyetimize, kendi ürettiğimiz değerlerimize sahip çıkmak, içimizden çıkmış ama her nasılsa değeri takdir edilmemiş, unutulup gitmiş, iftihar edilmeye değer büyük şahsiyetlerimizi, eşsiz değerlerimizi daha yakından tanımak, bunları yeni nesillere tanıtmak, her millet için olduğu gibi bizim için de yaşamsal önemdedir. Aksi takdirde, gençlerimizin ‘Bu millet adam olmaz, bu memleket düzelmez, bizden adam çıkmaz!’ gibi yanlış inanç ve kanaatlere, yıkıcı düşüncelere kapılmalarının, sonuçta geçmişinden habersiz, geleceğinden umutsuz, kendi geçmişine, kendisine yabancı, hatta düşman, kuru kalabalıklar, idraksiz, şuursuz güruhlar haline gelmelerinin önüne geçilemez. Toplumumuzda aklı başında herkes tarafından görülmesi, bilinmesi ve hissedilmesi gereken bu büyük tehlikenin her alandaki zararlarından, taşınması imkânsız ağır yükünden ve sorumluluğundan hiç kimse kaçıp kurtulamaz. Kendi içimizden bazılarının ‘Türklerden âlim ve bilim adamı çıkmaz!’ gibi önyargılar üretip yerleştirmeye çalışmaları, bu haksız ve yanlış genellemeleri, önyargıları sadece yabancılara değil, içimizden çoğu kimselere de kabul ettirip, benimsetilebilmelerine tanık olmak bizim için gerçekten çok hayıflanacak ve acınacak bir durumdur. Halbuki yapılması gereken, özellikle geleceğimizin teminatı çocuklarımıza ve gençlerimize bu milletin içinden geçmişte çok büyük ilim, kültür, sanat, edebiyat, devlet ve siyaset vb adamlarının da çıktığını, bunların çok büyük başarılar elde ettiklerini, bundan sonra çok daha üstünlerinin, çok daha büyük başarıların elde edilebileceğini, buna mecbur ve mahkum olduğumuzu anlatmaktır. Namık Kemal’in bir şiirinde:

Çalış ki yerin bu yer değildir,

Dünyaya geliş hüner değildir.

dediği gibi, kabiliyetleri doğrultusunda gereken çaba ve gayretleri gösterdikleri takdirde bunlardan birinin pekala kendilerinin de olabileceğine gençlerimizi inandırmamız, onları bu inanç, fikir, duygu, bilinç ve şuur doğrultusunda gerektiği gibi yetiştirmemiz şarttır.

Mustafa Kemal Atatürk de bu gerçeği bir vecizesiyle çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten, Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”

  1. KÜLTÜR VE SANATIMIZIN TEMEL SORUNLARI

VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

  1. KÜLTÜRÜN ÖNEMİNİN ANLAŞILAMAMASI SORUNU

Bütün dünyada, özellikle gelişmiş ve ileri ülkelerde eğitim, kültür ve sanat toplumların en öncelikli, üzerinde en çok durulan, tartışılıp, konuşulan, yazılıp, çizilen konulardandır. Esasında bunlar kendilerine gösterilen ilgiyi, rağbeti, verilen önemi fazlasıyla hak eden, dolayısıyla ne kadar çok üzerinde durulsa, konuşulsa, tartışılsa yine de yeterli sayılamayacak kadar önemli konulardır. Fakat bunların bizdeki önem sıralaması ne yazık ki hak ettikleri kadar üst sıralarda değildir. Bu yüzdendir ki kültür ve sanatımızla ilgili sorunların başına bu konunun öneminin toplumda, aydın ve elit kesimde yeterince anlaşılamamış olmasını koymayı daha uygun bulduk.

Bir millet, ancak sağlam bir kültür temeli üzerinde gelişip yükselebilir. Kültürde, sanatta, bilimde gelişme olmadan hiçbir toplum ve millet gelişip, kalkınamaz, yükselemez. Kültür ve sanat alanında yakalanacak daha üstün seviyeler, diğer tüm alanların toplam kalitesini de etkileyecek ve yükseltecektir. Kültür ve sanat alanındaki zaaflar ise, başka hiçbir alandaki üstünlükle giderilemez.

Eğitim, kültür ve sanat seviyesi, estetik duygusu, beğeni düzeyi gelişememiş, düşük seviyelerde kalmış bir toplumda doğru dürüst ne sanayi ve ticaret gelişebilir, ne de huzur, güven, barış ve mutluluk sağlanabilir.

İnsanlar ve toplumlar kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleri ve bu alandaki başarıları ölçüsünde, özgün ve özgür olurlar, kimlik ve kişilik kazanırlar, hemcinslerine karşı üstünlük sağlarlar, başkalarının da saygınlığını ve hayranlığını hak ederler. Bu yüzdendir ki kültür ve sanat alanında çalışmak, çaba ve gayret sarf etmek, yarınları inşa etmek demektir.

Bu gerçeğin çok iyi farkında ve bilincinden olan Atatürk:

  • Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.
  • Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri

kopmuş demektir.

  • Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde

ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır.

  • Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek

ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür

gibi sözleriyle kültürün önemine vurgu yapmış, toplumun bütün fertlerinde ve katmanlarında da bu bilinci uyandırmaya çalışmıştır. Fakat bütün bunlara rağmen millet olarak bu alanda yeterli mesafe kat ettiğimizi söyleyebilmek mümkün değildir. Yapılan uygulamalar da kültürün öneminin yeterince farkına varamadığımızı açık ve net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Bireyleri ve toplumları, diğer canlılardan ve bu arada diğer insanlardan ayıran, üstün ve farklı kılan en önemli ölçüt, kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleridir.

Türk milletinin milletler camiasındaki saygınlığının ve etkinliğinin artırılabilmesi için de sanatın ve kültürün öneminin bir an önce farkına daha iyi varılması, Türk kültür ve sanatının geliştirilmesine, ülkemizde ve tüm dünyada daha iyi tanınmasına ve tanıtılmasına daha fazla önem verilmesi, bu yönde daha fazla çaba ve gayret gösterilmesi hayati önemi haizdir. Kültür ve sanatın öneminin toplumun bütün kesimlerince en iyi şekilde anlaşılıp algılanması, benimsenmesi ve gereğinin de en etkin bir şekilde yerine getirilmesi, yapılması gereken en önemli, öncelikli ve zorunlu işlerden biri olarak önümüzde durmaktadır.

Dünün kültür ve sanatı geçmişin aynasıdır. Tarihi geçmişimizi, gelecek nesillere iletebilecek yegane köprü, geçmişten günümüze ulaşabilen kültürümüz ve sanat eserlerimizdir. Her kültür ve sanat eseri toplumsal otobiyografinin bir parçasıdır. Bir toplumun otobiyografisi ortaya koyduğu veya sahip çıkıp koruduğu kültür ve sanat eserlerinden okunabilir.

Tarihçiler ve özellikle sanat tarihçileri bir milletin tarihini yazarlarken, o ülke sanatçılarının ortaya koydukları sanat eserlerini kaynak belge olarak kabul ederler ve incelerler. Topraklarımız üzerindeki kültür ve sanat eserlerimiz, bizim eşsiz ve büyük medeniyetimizin yalanlanamaz tanıkları, en belirgin delilleri ve tapu senetleridir. Türk sanatçısı da, engin ve zengin bir kültür  birikimine sahip olduğunun bilincine vardıkça, gelenekten aldığı güçle geleceğe daha güvenle yönelecek ve daha üstün eserler vücuda getirebilecektir.

Bugünün dünyasında ülkeler ve sanatçılar arasında, özellikle kültür ve sanat alanında evrensel ve çok büyük bir yarış sürmektedir. Bu yarışta geriye düşmek ve yarış dışı kalmak istemiyorsak, kültürün öneminin gerektiği gibi farkına varmamız ve gereğini de yapmamız şarttır. Dünyanın ileri ve gelişmiş ülkeleri arasına katılabilmemiz, bu evrensel yarışta onları geçebilmemiz, ancak daha nitelikli bilim, kültür ve sanat alanında adımızı duyuracak bilim, kültür ve sanat adamlarımızın sistemli çalışmaları sonucunda ortaya koyabilecekleri üstün nitelikli, kaliteli ve sıra dışı ürünlerle, ürünlerle, bu yöndeki etkili tanıtım çabalarıyla mümkün olabilecektir.

  1. KÜLTÜREL YOZLAŞMA, BOZULMA VE YABANCILAŞMA SORUNU

a) Yabancılaşma Olgusu ve Sorunu

Toplum sürekli kurulan ve bozulan bir dengeler silsilesidir. Toplumu bir arada ve ayakta tutan, ona kimlik ve kişilik kazandıran, toplumsal dengeyi sağlayan yapılar, düzenler sürekli kurulur, bozulur, yeniden kurulur, yeniden bozulur bu böyle sürer gider. Bir toplumda bir denge kurulurken toplumun bazı kesimlerinin genel ve temel tercihlerinin dikkate alınmaması, değerler sisteminin kısa zamanda altüst olmasına, toplumda yabancılaşma, yozlaşma ve çürümeler başlamasına yol açar. Bu arada ortaya yeni ve farklı sınıflar çıkar, bu da toplumda yeni çatışma süreçlerini ve biçimlerini gündeme getirir.

Bir toplumdaki herhangi bir grup ya da sınıf tarafından ortaya konan değerler sistemi ve düzeni o toplumdaki bütün insanların ihtiyaçlarını ve gerçek isteklerini tümüyle karşılamaya ve kapsamayabilir. Belirli bir toplumda, belli toplumsal koşullarda bilinçlenme, anlama, mutlu olma ve başka insanlarla insanca yaşama vb gibi insan ihtiyaçları ve algılamalarıyla bu insanların içinde yaşadıkları somut koşullar arasında bir kopma olduğu zaman yabancılaşma başlar. Bir toplumda geri kalmışlık bir yabancılaşmadır. İşsizlik bir yabancılaşmadır. Bir öğrencinin ilgi duyduğu bir alanda değil de, hiç ilgi duymadığı bir dalda eğitim görerek veya hiç yapmayacağı bir mesleği öğrenerek heder olması bir yabancılaşmadır. Yoksulluk ve yoksunluk bir yabancılaşmadır. Çünkü somut koşulların ihtiyaçlarını karşılayamaması insanı içinde yaşadığı topluma da, kendi özüne de yabancı kılar.

Her insan, yaşadığı toplumda kendini en iyi kanıtlayabileceği, varlığını gerçekleştirebileceği, daha mutlu ve daha huzurlu olabileceği, kendisini daha iyi hissedebileceği, ötekileşip yabancılaşmayacağı bir denge durumunun arayışı içindedir. Bu yüzdendir ki, toplumlardaki bütün ilişkiler geçici ve eğreti olarak yapılanır. Her toplumsal değişme, zaten eğreti olan bir önceki dengeyi bozar ve yeni bir eğreti denge sağlar. Toplumsal sorunların en başta geleni de bu yeni eğreti dengeye uyum sağlayabilme sorunudur. Toplumu bir arada ve ayakta tutan, ona kimlik ve kişilik kazandıran, toplumsal dengeyi sağlayan yapının, düzenin bozulması, halkın genel ve temel tercihlerinin dikkate alınmaması, değerler sisteminin altüst olmasıyla toplumda yabancılaşma, yozlaşma ve çürüme başlar, ortaya yeni ve farklı sınıflar çıkar, bu da yeni çatışma biçimlerini gündeme getirir.

Toplumda bir kenara itilip yok sayılan yabancılaşmış insanlar, eksik ve olumsuz olarak değişik yaşarlar. Bunlar yeteri kadar gelişmemişlerdir, toplumsal çevreleriyle sürekli ve yaratıcı bir sentez kuramazlar. Zenginliklerinden, olanaklarından yararlanamadıkları, fırsatlarını değerlendiremedikleri, zamanın ve toplumun içinde yaşamıyormuş gibi yaşamak zorunda kalırlar, iyice içlerine kapanırlar. Yaratıcılıkları, üreticilikleri, kendi fikir ve düşüncelerini, kimlik ve kişiliklerini, varlıklarını ortaya koyabilecek olumlu eser ve davranışlar üretemedikleri için de yıkıcı, tahrip edici olurlar. Özgüvenleri olmadığı için, başka birine veya başka bir şeye, bir geleneğe, dogmaya, üstün saydıkları başka bir güce güvenme, dayanma ve başvurma zorunluluğu hissederler. Topluma zıt ve düşman, yabancı fikir ve düşünce akımları bunları çok daha kolay etkisi ve kuşatması altına alır. Bu durum bunları bin yandan daha da saldırganlaştırırken, bir yandan da atadan kalma davranışları taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler. Kendilerini çevreleyen dünyada olan bitenleri doğru dürüst kavrayamadıkları için, sürekli değişen gerçekliklerle gitgide daha az çakışıp örtüşen, tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünürler.

Oysa özgür insan, gelişmiş, üretici ve yaratıcı insandır, önyargısızdır. Kişiliğini, yeteneklerini yaratıcı bir şekilde ortaya koyabilen, geliştirebilen, çalıştırabilen insandır. İnsanı sınırlayan, kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaştıran engeller ne kadar çok tanınır, bilinir ve ortadan kaldırılırsa yabancılaşma da o kadar azaltılmış olacaktır. Özgürlüğün amacı, mümkün olduğu kadar yabancılaşmayı azaltmak, hatta yok edinceye kadar azaltmak olmalıdır. Doğaya ve topluma uyum için koşullar ne kadar çok geliştirici olursa, yabancılaşma da o kadar az olacaktır.

En çok kültürel ve sanatsal alanda kendisini belli eden yabancılaşma olgusu ve sorunu, sosyal bilimlerin ve günümüz modern bilimlerinin de en önde gelen ciddi inceleme ve araştırma konularındandır. Bilim adamları bir yandan bunun kavramsal çerçevesini belirlemeye, yabancılaşmanın ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu bütün boyutlarıyla ortaya koymaya çalışırlarken, bir yandan da fert ve toplum bazında değişik boyutlarıyla yabancılaşma olgusunu ölçmeye, buna uygun ölçüm araçları ve teknikleri geliştirmeye çalışıyorlar. Ancak sosyal bilimlerde değişik bilim adamları tarafından geliştirilen soyut kavramların birçoğunun içerik geçerliliğinin sağlanması pek kolay değildir. Bunun en önemli sebebi sosyal bilimlerdeki kavramların tam olarak ve net bir şekilde tarifinin yapılamamasıdır. Aynı sorun “yabancılaşma” kavramında da karşımıza çıkmaktadır.

Herhangi bir eğitim müfredatının içeriğine ait evreni tespit etmek nispeten daha kolay ve mümkün iken, konu sosyal bilimlerdeki kavramların tüm anlamlarına ait evreni tespit etmeye geldiğinde neredeyse imkânsızlık boyutunda bir zorlukla karşılaşılır. Böyle bir durum, sosyal bilimlerde birçok kavramın ölçülmesinde kavram içeriğinin örneklemesinin alınmasını imkânsızlaştırır. İçerik geçerliliği ile ilgili bir diğer sorun ise hangi ölçme aracının daha fazla içerik geçerliliği olduğunu tespit edecek bir kriterin ya da yöntemin de bulunmayışıdır (Carmines, E. G., & Zeller, R. A. (1979), s. 21, 22, Reliabilitiy and Validity Assessment (Vol. 17), Beverly Hills, London: Sage Publications).

Yabancılaşma kavramıyla ilgili olarak içerik çalışması yapan, geçerli ölçme teknikleri ve araçları geliştirmeye çalışan Seeman, (Seeman, M. (1959), On the Meaning of Alienation, American Sosyological Review 24: 783-791) “yabancılaşma” kavramını beş boyutlu bir kavram olarak düşünür ve buna göre tanımlamaya çalışır. Onun ortaya attığı bu beş boyut şunlardır: (1) Güçsüzlük (2) Normsuzluk (3) Anlamsızlık (4) Sosyal soyutlanma ( izolasyon) ve (5) Kendine yabancılaşma. Her bir boyutu da kendi içinde daha alt boyutlara ayırmak mümkündür. Örneğin, güçsüzlük boyutunun siyasi, sosyal ve ekonomik yönleri ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir. Daha sonra “yabancılaşma”nın her bir boyutunu temsil edecek uygun bir ölçme aracının geliştirilmesi gerekmektedir. Her bir boyutu temsil eden ölçme aracının kaç tane sorudan oluşacağını net olarak söyleyebilmek de imkânsızdır. Ancak başlangıçta mümkün olduğunca fazla soruyla başlayıp alakasız olanlarını daha sonra elemek iyi bir strateji olabilir.

Yabancılaşmanın pek çok tanımları vardır. Örneğin Özcan Yeniçeri (YENİÇERİ, Özcan, Yozlaşma ve Yabancılaşmaya Karşı İtirazlar, Töre Yayınları, Ankara, Temmuz, 1997, sayfa 57) yabancılaşmayı; ideal ve duyguların yerini fiili olguların, amaçların yerini araçların alması ile beliren, hâkimiyet yerine tâbiyet getiren, kişinin kendinden, değerlerinden, toplumsal oluşumlardan uzaklaşması hali olarak tanımlıyor. Yabancılaşmanın üç unsuru olarak; bireylerin kendilerini ve dolayısıyla diğer hemcinslerini anlamakta güçlük çekmelerini, insani ilişkilerin öz itibariyle organik olmaktan çıkıp mekanik bir durum kazanmasını ve gönül, duygu, sevgi ve benzeri insani duyguların aklın (nefsin demek daha uygun olurdu) hâkimiyeti altına girmesini sayıyor. Bu anlamda yabancılaşmış insan, güdükleşmiş, sefil ve çaresiz olmanın ötesinde kendi aleyhine alışkanlıklar edinmiş, fiziki ve psikolojik varlığının düşmanı haline gelmiş insandır.

Yabancılaşmaya günümüzde her ideoloji, her felsefi yaklaşım, her sistem ayrı bir anlam yüklemiştir. Yabancılaşma sosyal bilimlerde bir moda olduğu kadar, insanı robotlaştıran, metalaştıran ve sonunda onu tutsak eden, rasyonalist ve teknokratik bir uygarlık biçimine karşı oluşan isyanın da simgesi haline gelmiştir (TOLAN, Barlas, Çağdaş Toplumun Bunalımı, Anomi ve Yabancılaşma, AİTİA Yayını, Ankara, 1981, s. 3).

Tarih sadece geçmişin bilimi değil, aynı zamanda gelişmeleri de inceleyen bir bilim dalıdır. Yani tarih, gerçek anlamda düşünen, üreten, yaratan insanı inceleyen bir bilimidir. Sadece bilim, kültür, sanat, fikir ve düşünce alanında üstün başarılar elde edebilen, özgün ürünler ortaya koyabilen, üretici ve yaratıcı olabilen milletlerin tarihinden ve tarih sürecinden söz edilebilir. Eğer insanoğlu yeryüzünde ortaya çıktığı ilk haliyle kalsaydı, hiç gelişme olmasaydı, o zaman incelenmeye değer olaylar, bu olayları gelecek kuşaklara aktarmaya yarayacak yazı gibi araçlar ve diğer kültür ürünleri, kısaca tarih de olamazdı. Tarih yapan millet ve toplumlarla, kısa bir dönem içerisinde tarihin sadece konusu olmuş milletler ve toplumlar arasındaki ayırım da buradan kaynaklanmaktadır.

Hegel’e göre yabancılaşma doğal ve tarihsel bir olgudur ve ‘insanoğlunun tarihi aynı zamanda yabancılaşmanın tarihidir’. Dolayısıyla insan hayatın her alanında yozlaşma ve yabancılaşmanın tehdidi altındadır.

Bütün insanlık tarihi gibi bizim tarihimiz de bir yabancılaşmalar ve buna karşı mücadeleler tarihi olmuştur. Tarih boyunca Türk milletini en çok uğraştıran, başına gelen en büyük felaketlerin sebebi, yöneticilerinin, aydınlarının seçkinlerinin millet çoğunluğuna, karabuduna, milletin değerlerine ve kültürüne yabancılaşması olmuştur. Türk karabudunu denen Türk milletinin geniş kesimleri (Türk kamuoyu), engin irfanı ve ferasetiyle bu gerçeğin de her zaman çok iyi farkında olmuş, ancak çoğu zaman bunu sabır ve tevekkülle karşılamaktan başka elinden bir şey gelmemiştir.

Türkler, her zaman başka milletlerle ve toplumlarla çok kolay kaynaşıp, karışabilen bir millet olagelmiştir. Ama yabancılaşma ile yabancı düşmanlığını birbirinden iyi ayırmak gerekir. Bizde yabancılaşmaya karşı bir tepki ve hoşnutsuzluk hep olmuştur ama yabancı düşmanlığı hiç olmamıştır. Türkler hiçbir zaman başka milletlerle ve farklı etnik gruplarla bir arada yaşamayı, onlarla içli dışlı olmayı yadırgamamışlar, hatta hep onaylamışlar ve gerekli görmüşlerdir. Divan-ı Lügat-it Türk’deki (C. I, s. 349), ( ‘Tatsız Türk olmaz, başsız börk olmaz! (Kaşgarlı Mahmut, Divan’u Lügat-it-Türk, Besim Atalay Tercümesi, TDK yayını, Ankara, 1939, Alaeddin Kıral Basımevi) sözü bu anlayışın en güzel ifadesidir. Kaşgarlı Mahmut, tat kelimesinin, o zamanlar değişik Türk lehçelerinde başta Farsça konuşanlar, Müslüman olmayan Uygurlar ve Çinliler olmak üzere, ‘yabancı’ anlamında kullanıldığını, kılıç gibi şeylerin üzerine çöken pasa da ‘tat’ dendiğini yine Divan-ı Lügat-it Türk’te anlatıyor.

Türklerde yabancı düşmanlığı olmadığını, Türk milletinin her zaman, yabancılarla iç içe olmayı, onlarla bir ve beraber yaşamayı, baş ve başlık gibi birbirine gerekli, zorunlu gördüğünü ve onayladığını kanıtlayan daha pek çok atasözümüz ve özdeyişimiz vardır. Ama ‘Kılıç tatıksa iş yunçır, er tatıksa et tunçır’ (= Kılıç paslanırsa iş kötüleşir, yiğit yabancılaşırsa eti, kanı bozulur, huyu ahlakı, hali kötüleşir.) özdeyişinde (Divan’u Lügat-it-Türk, C.II, s. 280-281), de ifade edildiği gibi, Türk milleti ‘yabancılaşmayı’ hiçbir zaman tasvip etmemiştir. Olan biteni çok yakından izleyen, çok iyi gözlemleyen ve değerlendiren Türk karabudunu, yöneticilerinde gördüğü ve hiç tasvip etmediği yabancılaşmayı ‘Türk Tatıktı (=Türk Tatlaştı, Farslılaştı, Acemleşti, yabancılaştı) özdeyişiyle (Divan’u Lügat-it-Türk, C II, s. 116) her zaman teşhis etmekten ve tanımlamaktan geri kalmamıştır.

Dünyada bizim kadar şanlı, şerefli ve iftihar edilmeye değer bir geçmişi, olağanüstü başarılarla dolu büyük bir tarihi, engin ve zengin bir kültürü olan milletlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Öte yandan, kendi tarihine bizim kadar yabancılaşmış, ilgisiz kalmış, hatta düşman olmuş başka bir millet bulmak da çok zordur. Öyle ki, Türk medeniyetinin varlığını bile kabul etmek isteyen Türk aydınlarına karşın, bazı yabancı ama az çok objektif, insaflı, tarafsız gerçek bilim adamlarının yaptıkları ciddi araştırma ve incelemeleriyle Türk medeniyetini savunmaya çalışmaları çok acı bir tezat oluşturmaktadır. Örneğin, dünyadaki standartların ilk kurucusunun Türkler olduğunu Amerikalı profesörlerden öğreniriz, ama bunu dönüp kendi bilim adamlarımıza kabul ettirebilmemiz bile kolay olmaz. Hâlbuki bunları önce bizim bilim adamlarımızın araştırıp incelemesi, bilmesi, öğrenmesi, sonra da bütün dünyada bunun savunuculuğunu yapması gerekirdi.

Bizim bilim adamlarımız, kültür ve sanat adamlarımız, ressamından yazarına, Türk tarihini bilmiyorlar. Türk tarihini sadece savaşlar, zaferler yahut yenilgiler, hain padişahlar veya zevk u safa, daha da kötüsü Binbir Gece eğlenceleri olarak biliyorlar. Bir ‘sosyal içeriklilik’ lafı almış başını gidiyor. Halbuki Türk Tarihi aslında hiçbir milletin tarihinde görülmeyecek bir biçimde ‘sosyal içerik’i olan bir tarihtir. Başka bir millette ve düşünce sisteminde olmayan bir gerçek toplum ruhu Türk tarihini üstünleştiren özelliklerin başında gelir (Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Sonsuza Uyanan Taşlar, İrfan Yayınevi, İstanbul, s. 123, 125).

b) Kültürlerarası Etkileşim ve Diyalog Zorunluluğu

Ulaşım ve iletişim imkânlarının olağanüstü geliştiği, gittikçe küçülen ve küreselleşen günümüz dünyasında, insan ilişkileri de çok yoğunlaşmış, buna paralel olarak kültürler arası iletişim, etkileşim ve diyalog her zamankinden çok artmıştır. Bunun sonucu olarak da günümüz dünyasında bütün insanlığın benimsediği ortak değerler ve ortak kültür mirası her zamankinden daha anlamlı hale gelmiştir.

Küreselleşme kavramının enformasyon akışına ivme kazandırması, bilginin transferini, yeni teknikleri algılamayı; yerel, ulusal ve uluslararası düzeydeki gelişmeleri takip etmeyi de kolaylaştırmıştır. Kalıplaşmaların etkisini yitirmeye başladığı bilgi çağında sanatçılar da, tüm dünya kültürlerine daha açık hale gelmişler ve başka kültürlerin inceliklerinden daha iyi yararlanmasını bilmişlerdir.

Her milletin ve her insan topluluğunun kendine özgü bir kültür yapısı olduğu gibi, tüm insanlığın da ortak bir kültür mirası vardır. Üretilen her kültürel ve sanatsal değer, aynı zamanda bu ortak mirasa da bir katkıdır. Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen nitelikli bir kültür ve sanat eseri, dünyanın başka yerlerindeki estetik duyguları gelişmiş diğer insanlar tarafından ilgi, saygı ve itibar görür. Bu nedenle kültür ve sanatın evrenselliği de söz konusudur. Nitekim, ölümünün üzerinden yedi asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, çığlığı sınırları ve zamanları aşmış büyük kültür mimarımız Mevlana Celâleddîn-i Rûmi’nin bıraktığı eserler, bugün bile bütün dünyanın ilgisini çekebilecek nitelikte ve evrenselliktedir. Basından izlediğimiz kadarıyla Mevlana, 1997 yılından beri Amerika’da en çok okunan şairdir. Yine ABD’de Mevlana’nın eserleri, kısa bir zaman dilimi içerisinde üç milyonun üzerinde satış rakamına ulaşarak neredeyse bütün çağdaş yazarları geride bırakmıştır.

Mimar Sinan, pek çok Batılı sanat tarihçisi ve mimarı tarafından tüm zamanların en büyük mimarı olarak nitelendirilmektedirler. Bunlar ve bunun gibi daha pek çok sayısız örnekler bizim için sadece bir övünç kaynağı olarak kalmamalı, aynı zamanda kültür ve sanatın değişik dallarında daha üstün, daha yeni ve orijinal eserler ortaya koyabilmemiz açısından da yol gösterici ve teşvik edici örnekler olmalıdır. Çünkü bizden önce gelip geçen bizim ecdadımız kültür ve sanatın farklı alanlarında böyle büyük başarılar gerçekleştirebildilerse, onların soyundan gelen ve onlardan daha geniş imkân ve fırsatlara sahip olan bizim neslimizin, bu eserlerden çok daha üstünlerini ve mükemmellerini yapabilmesi, başarabilmesi gerekir.

Kültürler arası etkileşim ve diyalog, hem kaçınılmaz, hem de insanların barış, huzur, anlayış ve işbirliği içerisinde yaşayabilmeleri, bireylerin ve toplumların gelişip ilerleyebilmeleri için bir zorunluluktur. Ama kendi kültürünü tanıyıp özümsemeden, başka kültürleri körü körüne taklit edip, bilinçsizce onlara öykünmek, kendi kültüründen habersiz yığınlara yabancı kültür unsurlarını (örneğin yabancıların dilini, sanatını, müziğini vs.) benimsetmeye çalışmak, kültürel gelişmeye değil, yozlaşmaya ve bozulmaya ve yıkıma neden olur.

Kendi kültürel ve tarihsel mirasının bilincinde olarak, başka kültürlerle işbirliği ve diyalog içinde olmak ve yabancı kültürlere karşı önyargısız bir yaklaşım sergilemek, uluslararası kültürel ilişkilerde başarılı olmanın temel şartlarındandır. Ancak gerçek diyalog, kendi öz değerlerini, karakteristiklerini ve menfaatlerini tanımlamış taraflar arasında gerçekleşebilir. Öbür türlüsüne, yani kendi kimliğinden, kişiliğinden sıyrılıp, taklitten başka bir şey bilmeyenlerin yabancılarla olan edilgen ilişkilerine diyalog değil, teslimiyetçilik demek daha doğru bir tanımlama olabilir.

Kültürel yozlaşma sürecinin esir aldığı toplumlarda ekonomik çalkantılardan, fertler arası ilişkilerdeki kopukluk ve güvensizliklere, bireysel kimlik krizleriyle nesillerin ve toplumun geleceğinin heder edilmesine kadar pek çok büyük ölçekli sorun, birer virüs gibi yayılma ve gelişme zemini bulacaktır. Kültürel yıkımın ne kadar ölümcül ve yıkıcı bir tehlike olduğuna Kur’an’da bile işaret edilir:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bu dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider. Hatta böylesi sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit tutar. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır. Bir iş başına geçince, yeryüzünde fesat çıkarmak, harsı (yani maddi ve manevi kazanımlarınızın tümü, geçmişiniz demek olan kültürü) ve (geleceğiniz demek olan) nesli yok etmek için çalışıp çabalamaya başlar. Allah bozgunculuğu sevmez. Böylesine “Allah’tan kork!” denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder (Kur’an, Bakara Suresi, Ayet:204-206).”

Türk toplumu, özde gelenekçi kabul edilse de, aslında dışa ve dolayısıyla çağdaş gelişmelere çok açık bir toplumdur. Ancak Türk toplumumun hızla ilerlemesinin motoru olabilecek bu olumlu özelliğinden şimdiye kadar doğru yönde yararlanılabildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Öte yandan, yaşadığımız tecrübeler, dışa kontrolsüz ve süzgeçsiz açıklığın, yabancı olana ilgi ve yakınlık duyma ve özenme halinin, kimi ve çoğu zaman, ruhsal ve manevi dünyamızı zenginleştiren, toplumsal hayatımızı süsleyen kültürel ve sanatsal değerlerimizin geri plana itilmesine, unutulup gitmesine neden olabildiğini, bunların yerine zevksiz, ruhsuz, yüzeysel, sıradan, sanatsal ve estetik kaygı ve değerlerden uzak, yoz unsurların gelip baş tacı edilebildiğini de bize göstermektedir. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma ve onu aşma yolunda ilerlerken yozlaşma, kimliğimizi ve kişiliğimizi kaybetme tuzağına düşmememiz konusunda Atatürk’ün şu uyarıları da son derece isabetli ve ufuk açıcıdır: “Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim, lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”

Türk milleti olarak, sahip olduğumuz zengin kültür ve sanat mirasımıza, her zamankinden daha fazla sahip çıkmak başlıca hedef olmalıdır. Türk Milleti, kendi öz kültür ve sanatını en iyi şekilde öğrendikten, tanıyıp, bildikten ve onu özümsedikten sonra, çeşitli kültürler, değişik tarihsel dönemlere ait örnek kültür ve sanat ürünleri hakkında da bilgilendirilmeli ve onlarla tanıştırılmalıdır.

Kültür ve sanatımızın gerilemeyip ilerlemesi, çağdışı kalmayıp çağdaşlaşması, hatta çağdaşlarını aşması için bir yandan kültürlerarası diyalog ve iletişim yolları aranırken, bir yandan da Türk kültür ve sanatının yozlaşmaması, çatışma ve kaos ortamına sürüklenmemesi, kendi öz değerlerine ve toplumuna yabancılaşmaması için gerekli tedbirler alınmalı, bu yönde her türlü çaba gösterilmelidir.

Sanatın ve sanatçının gelişmesi, dünyadaki gelişim ve değişimin yakından izlenmesiyle doğrudan ilişkili olduğu için, Türk sanatı ve sanatçısı da sahip olabildiği olanakları iyi kullanarak gün geçtikçe dünyayı daha yakından tanımak, izlemek ve ondan daha fazla yararlanmak zorundadır. Alanında belli bir birikime sahip olan Türk sanatının ve kendi değerlerinin farkında ve bilincinde olan Türk sanatçısının da bilgi çağının gerektirdiği biçimde, sistematik bir çalışma programı ile yeni ufuklara doğru hızla yol alması, tanıtıma yönelmesi, kültür ve sanat alanında yoğun bir kamuoyu oluşturulması gerekmektedir.

Bireyi, aileyi ve toplumu ayakta tutan milli ve manevi değerlerimizin, kültürümüzün temel yapısının ve üslubunun korunarak, evrensel değerlerle milli kültürümüz arasındaki etkileşim ve diyalogu en üst düzeye çıkarmak için planlı programlı çalışmalara girilmelidir.

Türk dünyası somut ve somut olmayan kültürel miras bakımından çok zengindir. Çoğunluğu sözlü kültürde yaratılan somut olmayan mirasın/belleğin dijital bilgi ve belgelere dönüştürülerek, korunması, geliştirilmesi, aktarılması ve paylaşılması, insanlığın kültür tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır. Bunun gerçekleştirilmesi de öncelikle çağdaş bilişim ve yönetişimin ilke ve tekniklerinin geçerli olduğu çağdaş kültür endüstrilerinden yararlanmakla mümkün olabilecektir.

Bilgiyi toplama, oluşturma ve yayma gücüne sahip olanların tüketici durumdaki birey ve toplumların düşünce biçimlerini, dünyaya bakış açılarını da düzenleyebilecekleri unutulmamalıdır. Bu durumda bilgi yönetiminin temelde, dünya kamuoyunun oluşturulması ve yönetilmesi anlamına da geleceği açıktır. Kültür ekonomisi veya sektörleri alanındaki gelişmelerin sağlanabilmesi ve yönetilebilmesi için öncelikle bu konudaki istatistiklerin ve dolayısıyla bilgi bankasının oluşturulması, idari ve akademik yapılanmasının gerçekleştirilmesi gereklidir. Türkiye’de bu konuda TÜİK verilerinin (kültürel miras: müzeler ve tarihi anıtlar; kütüphaneler: Milli Kütüphane, üniversite kütüphaneleri, halk kütüphaneleri; kitaplar ve süreli yayınlar; tiyatrolar, operalar ve baleler; sinemalar; radyo ve televizyonlar; hane halkı eğlence ve kültür harcamaları; TÜİK, 2003) pek de yeterli ve istendik niteliklere sahip olmadığı açıktır. Bu nedenle hem Türkiye’de hem de Türk soylu diğer ülkelerde belirtilen yapılanmaların bir an önce başlatılmasında yarar vardır. Öncelikle yerel ve ulusal ölçekte oluşturulacak kültür ekonomisi ve endüstrisi veri bankaları, daha sonraki Türk dünyası merkezli değerlendirme ve projelere temel oluşturacaktır. Bu konudaki alt alanların neler olacağının bir an önce belirlenmesi, gelecekte ortak dilin yaratılmasını da sağlayacaktır.

Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türk dünyasında da kültürel bellekten hareketle geliştirilecek olan kültür endüstrileri, sürdürülebilir kalkınma ve hızlı ekonomik gelişmenin temel dinamiği olarak değerlendirilmelidir. Bu kapsamda Türk devlet ve toplulukları arasında kurulacak, Güney-Doğu Avrupa ve Çin-Japonya-Güney Kore platformları gibi platformlar önemli katkılar sağlayacaktır. Bu platformların etkinliği, öncelikle Türk Dünyası’ndaki bilgi ve deneyim paylaşımını sürekli hale getirecek Türk dünyası intranetinin oluşturulmasına bağlıdır. Böylelikle Türk Dünyası Somut Olmayan Kültürel Miras (SOKÜM) bilgi yönetimi işlerlik ve etkinlik kazanabilecektir. Bu tarz bir yapılanma için ortak tasnif ve envanter sistemlerine göre oluşturulan dijital arşivlere ve veri bankalarına, sanal yayın ve kütüphanelere, sanal/dijital müzelere, otomatik çeviri sistemlerine ve Türk Dünyası SOKÜM Platformu İntraneti gibi işbirliğine süreklilik kazandıracak kapalı ağ sistemlerine ihtiyaç vardır. Bu konuda özellikle Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin deneyim ve olanaklarından yararlanılabilir.

  1. HEDEFSİZLİK SORUNU

Her alanda olduğu gibi, kültür ve sanat alanında da hedefler, amaçlar belirlenmeden hiç bir yere varılamaz. Bu gerçeğin çok iyi farkında ve bilincinde olan Büyük Atatürk bize, milletimizin güzel sanatlar sevgisini her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek sürekli geliştirmeyi ‘milli ülkü’, yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini yakalamayı da ulaşılması zorunlu bir hedef olarak göstermiştir. Fakat Atatürk’ten sonra ne bu çok doğru ve yerinde hedeflere ulaşılması için yeterli çaba ve gayret gösterilebilmiş, ne de daha yeni ve daha ileri hedefler ortaya konabilmiştir.

Kültür ve sanat alanındaki başarı ve üstünlükler, diğer alanlardaki başarı ve üstünlüklerin başlatıcısı ve ön koşuludur. Bu alanda başarı sağlanmadan, başka alanlarda kalıcı ve üstün başarılar elde edilebilmesi mümkün değildir. Nitekim batıda dünün geri toplumundan, bugünün ileri sanayi ve bilgi toplumuna geçiş, kültür ve sanat alanında yeniden doğuşu ifade eden Rönesans hareketiyle mümkün olabilmiştir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz zaman diliminde Türk Milletini ayağa kaldıracak, onu iyi, güzel, doğru, yararlı ve büyük hedeflere yöneltecek, ona güç, kuvvet, dinamizm, ruh ve mana kazandıracak ciddi bir kalkınma, gelişme, yeniden diriliş ve şahlanış hareketine, kısaca bir ‘Türk Rönesans’ı hareketinin daha fazla geciktirilmeden acilen başlatılmasına ihtiyaç vardır.

Bir hayal ve ütopya olarak görülmemesi gereken bu hareket, bir taklit ve özenti niteliğinde değil, Türk Milletinin özünden doğan, özgün ve ileri bir karakter taşımalıdır. Kültür ve sanat alanındaki evrensel yarışta geride kalmama yolundaki çaba ve gayretlerimiz, bizi bir dejenerasyon bataklığının ortasına da götürmemelidir.

Tarih boyunca Türkler, kültür ve sanatın pek çok dalında üstün başarılar elde etmişler, pek çok kaynaktan etkilenmelerine rağmen, yine de her yaptıkları şeye kendi mühürlerini vurmayı, ortaya konan eserlere ilk bakışta bile Türk eseri dedirtebilmeyi başarabilmişlerdir. Zaten ancak özgün ve üstün eserler ortaya konarak kültür ve sanat alanında varlık gösterilebilir ve saygınlık kazanılabilir. Sınırlarımızın çok ötelerine taşmış bulunan kültür ve sanatımız, bizim için en önemli, en değerli ve üzerine titrememiz gereken milli hazinelerimizdir.

Bazılarının hayal veya ütopya olarak niteleyebilecekleri endişesiyle kültür ve sanat alanında ileri ve büyük hedefler belirlemekten çekinilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, dün ütopya olarak nitelendirilen pek çok şey, bu gün gerçek olmuştur. Bugün ütopya olarak nitelendirilebilecek pek çok şeyin de yarın gerçek olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Bir zamanlar başkalarının emellerinin ulaşamadığı yerlere iktidarı ulaşabilmiş bir milletin evlatları olduğumuzu da gözden uzak tutmadan, bir an önce kültür ve sanat alanında da gerçek kimliğimize ve geçmişimize layık ileri, olumlu, yararlı, büyük hedefler, idealler ortaya koymalı, ciddi, plan ve programlarla toplumumuzun ve özellikle gençlerimizin enerjilerini, çaba ve gayretlerini bunlara yöneltebilmeliyiz.

Dünyanın en ünlü sanatçılarından Michelangelo hedefleri düşük tutmanın sakıncasını çok güzel özetler: ‘Çoğumuz için en büyük tehlike, hedefimizi çok yüksek tutmak ve ona erişememek değil, hedefimizi çok alçak tutmak ve sadece buna erişmekle yetinmektir.’ (Ahmet Cemal’in, Cumhuriyet Gazetesi’nin 11.10.2007 tarihli nüshasının 15. sayfasındaki Odak Noktası köşesinde yayımlanan ‘Sanatın Eylem Zamanları Kaçırılırsa’ başlıklı yazısından)

Bir İngiliz Atasözü (There is will, there is way), bir amaca veya hedefe ulaşmak için istek ve arzu olduktan sonra imkanın da bulunabileceğini ifade eder.

Amaç geçmişe saplanıp kalarak onu tekrar yaşamak ve yaşatmak değil, geçmişten de güç ve destek alarak geleceği yaratmak olmalıdır. Geçmişimizi iyi tanır, içinde yaşadığımız çağı doğru okumayı bilir, objektif bir yaklaşımla doğruyu, yanlışı, yararlıyı, zararlıyı sağlıklı bir bakış açısıyla ayırabilirsek, başarı kapıları önümüzde sonuna kadar açılır. Geleneği olmayan toplumların geleceği de olmaz. Ancak geleneğe saplanıp kalan ve geleceğe yönelmeyen toplumlar, ilkel toplum yapısından kurtulamazlar. Dolaysıyla geleneği ve geçmişi inkar ve ihmal etmeden ortaya konacak geleceğe yönelik hedefler, insanımızın mutluluk reçeteleri olacaktır. Türk kültür ve sanatında, geçmişten alınacak güçle, doğru ve ileri hedefler belirlenerek, geleceğin gelişimci ve ileri profilini  şekillendirmek temel politika olmalıdır.

Ulu Önder ATATÜRK, bir vecizesinde bunu çok güzel ifade etmektedir. “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten, Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”

4. POLİTİKASIZLIK SORUNU

Kültür ve sanatımıza, dolayısıyla geleceğimize bu aşamada yapılabilecek en büyük hizmetlerin başında, toplumun geniş kesimlerinin mutabakatıyla belirlenecek, sağlıklı, verimli, işlerliği olan, beklenen amaca en iyi hizmet edebilecek kültür ve sanat politikalarının bir an önce belirlenerek uygulamaya konması gelmektedir.

Ne yazık ki şimdiye kadar, Türk Kültür ve Sanatı’nın yeri, önemi, sorunları ve çözüm yolları sistematik bir biçimde ele alınmamış, aceleye getirilmiş bazı kararlar, uygulamalar ve düzenlemelerle kültür ve sanatımıza hizmet edilmeye çalışılmıştır. Çoğunluğu popülist uygulamalar ve palyatif tedbirler niteliğindeki bu çabalar, toplumun geniş kesimlerince benimsenmediği, temel bir kültür ve sanat politikasına dayanmadığı için, mevcut sorunlara köklü çözümler getirmek bir yana, yeni sorunların kaynağı olmuşlardır.

Kültür ve sanat alanında kalıcı ve doğru politikalar oluşturulması önemli bir zorunluluktur. Bu kalıcı ve doğru politikalar, hem bir takım kişisel yarar ve siyasi çıkar düşüncesiyle hareket edecek olanların kültür ve sanat hayatına yersiz ve zararlı müdahalelerini ve yanlış yönlendirmelerini önleyecek, hem de en geniş mutabakatla belirlenmiş bir kültür ve sanat siyaseti doğrultusunda, sanatçıların yaratıcılıklarını da kısıtlamayacak özgür bir ortamda, sıra dışı ve çizgi üstü, özgün, kaliteli ve nitelikli eserler vermelerini sağlayacak, böylece kültür ve sanatın sağlıklı gelişmesinin yolunu açacaktır. Türk kültür ve sanatında, geçmişten alınacak güçle, geleceğin gelişimci ve ileri profilini şekillendirmek, temel politika olmalıdır.

Kültür ve sanatın gelişmesi ve desteklenmesi, kültür ve sanat kurumlarının yeniden yapılandırılması, kültürel ve sanatsal sorunların belirlenip, çözüm yollarının ortaya konması için, ülkemizin acilen ihtiyaç duyduğu kısa, orta ve uzun vadeli kültür ve sanat politikaları, demokratik yöntemlerle, ilgili kesimlerin, kurum ve kuruluşların, konunun uzmanlarının en geniş katılımıyla ve yasal bir çerçeveye oturtularak oluşturulacak, belli aralıklarla toplanacak şuralarda saptanmalı, şura kararları kamu ve diğer kurum ve kuruluşlar için yönlendirici ve hatta bağlayıcı olmalıdır. Kültür ve Sanat Şurası gibi geniş kapsamlı şuraların yanında Müzik Şurası, Sahne Sanatları Şurası, Plastik Sanatlar Şurası, Geleneksel Türk Sanatları Şurası gibi kültür ve sanatımızın alt dalları için de şuralar düzenlenmelidir.

Konuya güzel sanatlar açısından bakıldığında, ülkemizde güzel sanatlar faaliyetlerinin de program, tasarım ve uygulamalarının, çağcıl gelişmelere uygun olarak sistematik hale getirilmesi yöntembilimsel bir gerekliliktir. Türkiye’nin ekonomik durumu, sosyal faktörler, doğal ve coğrafi yapısı, zorlu ama onurlu bir estetik yaşam mücadelesi veren sanatçılarımız açısından da ciddi anlamda bir sanat politikasının gerekliliği apaçık ortadadır. Kültür ve sanat politikalarındaki belirsizlik, başıbozukluk sanatımızda da durgunluğa, hatta gerilemeye neden olmaktadır.

Yeni bir bin yılın başında, gelişimini tamamlamış ülkelerin bilgi toplumunu oluşturarak yeni bir çağa geçiş süreci yaşadıkları ve dünyanın bir bütün olarak hızla bilimsel-teknolojik bir süreçten geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Bilgi çağının gereği olarak, çağı yakalama çabası içindeki Türk sanatı ve sanatçısı da; günümüzde kültür ve sanatın ulaştığı boyutlar ve toplumsal bazdaki yapısal farklılaşmalar itibariyle ciddi bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Gerektiği gibi organize olamamış dağınık bir güç durumunda olsalar da, Türk sanatçıları ve sanat çevreleri de dünyadaki değişim ve gelişmeleri yakından izlemekte, başta sanat politikalarının eksikliği olmak üzere, güzel sanatların ülkemizdeki sorunları ve çözüm yolları üzerine daha fazla düşünebilmekte, yavaş yavaş kültür ve sanat alanında yoğun bir kamuoyu oluşturabilme safhasına gelmektedirler. Sanatçılarımızın ve sanat çevrelerinin de en geniş katılımları ve katkıları sağlanarak, bir an önce gerçekçi, doğru, yol açıcı, nitelik ve nicelik yükseltici, sağlıklı sanat politikaları da oluşturulmalıdır.

Güzel sanatlar, insan gereksinimi ile başlayan bir tasarlama-uygulama sürecidir. Bu süreçte, imgelem, materyal ve enerjinin kullanımı yoluyla sanat ürünleri ortaya çıkarken; güzel sanatlar, toplumu etkileyen, aynı zamanda da toplumsal norm ve değerlerden etkilenen bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle aktif güzel sanatlar etkinliklerinde de “Art politik” bir yaklaşım, topluma dinamizm, canlılık ve üretkenlik katacaktır. Güzel sanatlar alanında da çağı yakalamanın ve geçmenin yolu, öncelikle bu “Art politik” yaklaşımın boyutlarını irdelemekten geçmektedir.

Güzel sanatlar etkinliklerinin her sürecinde, kaliteyi yüksek düzeye eriştirme çalışmaları, öncelikle sanatçıların temel sorunu durumundadır. “Uygulamalı ve sezgisel ağırlıklı” güzel sanatlar alanındaki politikasızlık, ya da güzel sanatların önemini yeterince bilemeyenlerce belirlenmiş ne idüğü belirsiz “sanat politikaları” ve buna koşut olarak güncelliğini ve anlamını yitirmiş, eskimiş, gerçek anlamda – irdelenerek – yenileştirilmemiş etkinlik programlarının, genel etkinlikler dizgesi içerisindeki sanatsal etkinlik programlamalarının da başlıca sorunu olduğu, sanatçılar ve sanat çevrelerince sık sık dile getirilmektedir.

6. EĞİTİM SORUNU

a) Eğitimin Önemi

Eğitim ve kültür insana, güzel bakıp güzel görmeyi, güzel duymayı, güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı, güzeli çirkinden ayırmayı, kendi kabiliyet ve becerilerini de geliştirerek, mevcut güzelliklere yeni güzellikler katmayı öğretir.

Mevlana’nın da dediği gibi, bilgi ve kültürden yoksun insanların gönülleri taş gibi katı olduğu için, bunların gönüllerinde sevgi, dostluk, kardeşlik, birlik, beraberlik gibi güzel duygular yeşeremez. Bunlar hayvanlar gibi haşin, sert ve kaba muameleli olduklarından, başkalarıyla da olumlu ve sağlıklı ilişkiler geliştiremezler.

Eğitimli ve kültürlü insanlar, her türlü olaydan ders çıkarmayı, ne kadar büyük olursa olsun sorunların üstesinden gelebilmeyi, çatışma ve huzursuzluk nedeni olabilecek gelişmeleri zamanında teşhis ve tespit edip, bunları hiç kimseyi ve hiçbir şeyi kırıp dökmeden, en güzel yolla ortadan kaldırabilmeyi becerebilirler. En basitinden, Yunus Emre’nin de şiirlerinde dile getirdiği gibi sesi ve sözü kullanma becerisi bile kişilerin eğitim ve kültür seviyelerine göre çok büyük farklılıklar gösterir. Kültür, sanat ve eğitim bize sözü pişirip demeyi, sesin ve sözün gücüyle özümüzü, işimizi, gücümüzü, düzeltebilmeyi, savaşların bile önüne geçebilmeyi, dertlerin, sıkıntıların, sorunların, keder ve üzüntülerin üstesinden gelebilmeyi, cehennem azabı gibi acıları bile, cennet mutluluklarına çevirebilmeyi öğretir.

Bilgi ve kültür yoksunu bireylerin oluşturduğu toplumlarda, ilerleme, gelişme, yükselme, barış, huzur ve mutluluk olamaz. Anlamsız kavga ve dövüşler, inatlaşmalar, itiş kakışlar, magandalıklar, şiddet, terör ve her türlü suçlar böyle toplumları içinden çıkılmaz kaoslara sürükler.

İnsanın iç dünyası ve gerçek durumu, sözleriyle, işleriyle, eserleriyle sürekli dışarıya da yansır. İnsan, güzel sanatlar alanındaki bilgisi ve becerisi oranında varlığını anlamlandıracak nitelikli ve kalıcı eserler bırakabilir. Daha üretken, daha anlamlı, daha yararlı, daha değerli, daha nitelikli, kendisiyle ve etrafıyla daha barışık, kısacası daha insanca bir yaşam kalitesine kavuşur. Gelişmiş ülkelerin, tarihi dokusu asırlardan beri en iyi şekilde korunan şehirleri, ince bir sanat zevkinin ve estetik duygunun dışa yansıması şeklindeki sayısız kültür ve sanat eserleri, anıt ve heykellerle donatılmış geniş meydanları, park ve bahçeleri; bizim tarihi dokusu her gün biraz daha tahrip edilen, ecdadımızın ürettiği eski güzelliklere yeni güzellikler katmak yerine, her gün daha da çirkinleştirilen, bitirip tüketilen, yıkılıp yok edilen, rant kaygısıyla yaşanacak mekanları sürekli daraltılan, estetik zevk, bedii güzellik yoksunu çarpık ve çirkin yapıları ile insanın adeta üstüne üstüne gelen, onu boğan, parksız, bahçesiz, anıtsız, şehir demeye bin şahit isteyen şehirlerimiz karşılaşıldığında aradaki inanılmaz ve korkunç fark, kültür ve sanat yoksunluğu ve yoksulluğundan başka, ne ile açıklanabilir.

b) Heder Olan Yeteneklerimiz

Türkler tarih boyunca, kültür ve sanat alanında da dünyanın en yaratıcı ve en başarılı milletlerinden biri olmuşlardır. Müslüman olmadan önce ve sonra ortaya koydukları üstün, özgün, farklı ve muhteşem eserler, bu kabiliyetin eğitim, çaba ve emekle birleşerek ortaya koyduğu somut delilleridir.

Ünlü Arap edibi ve yazarı Câhiz (vefatı 870), Türkler daha toplu olarak İslamiyet’i kabul etmeden önce, Abbasi ordusundan ve diğer Müslüman Türk boylarından tanıdığı çok sayıda örnekten hareketle yazdığı, Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde, Türklerin diğer karakteristik özellikleri yanında bilim, sanat ve estetik alanındaki kabiliyetlerine de şöyle değinmektedir: “Eğer Türklerin memleketlerinde de peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri, eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri tahmin bile edilemez.”

Gerçekten de Câhiz’in Türkler hakkındaki, onlar daha toplu olarak İslamiyeti kabul etmeden ortaya koyduğu görüş, düşünce ve değerlendirmelerin ne kadar doğru ve isabetli olduğu, Türk milletinin Müslüman olduktan sonra İslam Medeniyetine yaptığı eşsiz katkılar ve elde ettikleri hayaller üstü başarılarla doğrulanmıştır.

Günümüzde yapılan bilimsel araştırma ve incelemeler de, insanımızın özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin, kabiliyet ve üstün yetenek konusunda batılılardan hiç de aşağı olmadıklarını, aksine onlardan kat kat üstün niteliklere sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Örneğin, bir ara Türk basınında Nadia (Nahide) Camukova adlı Dağıstan asıllı bir bayan profesörle ilgili epey haber çıkmış, uzun süre gündemde kalmıştı. Kendisi yapılan ve çeşitli basın yayın organlarında yayınlanan röportajlardan anlaşıldığına göre Prof. Dr. Nadia Camukova; babasının görevi dolayısıyla 1976’da Moskova’da dünyaya gelmiş Dağıstan asıllı bir Kıpçak-Kumuk Türk’üdür. 2 yaşında okuma-yazmayı öğrenmiş, 4 yaşında Kuran-ı Kerim’i Arapça, Das Kapital’i de Rusça dillerinde ezberlemiş. İlk ve ortaokulu bitirdiğinde henüz 8 yaşındaymış. 14 yaşında hem Moskova Devlet Üniversitesi tarih bölümünü, hem de Dağıstan Devlet Üniversitesi edebiyat bölümünü birincilikle bitirmiş. 2001 yılında, yani henüz 25 yaşındayken hem tarih, hem de filoloji alanlarında profesör olarak ‘dünyanın en genç profesörü’ unvanını almış. Aynı unvanın ondan önceki sahibi Oktay Sinanoğlu da bir Türk’tü. O da daha 26 yaşında, hem de Amerika’da profesörlüğe yükselerek dünyanın en genç profesörü olmuştu. Nadia Camukova ilk kitabını 9 yaşında yazmış. Bu ‘Özel Düşünceler’ adlı felsefi içerikli bir kitapmış. O zamanlar kendisiyle yapılan röportajda toplam 24 kitabının yayımlandığını söylemiş. Mükemmel derecede Rusça, Türkçe, Arapça, İngilizce, Farsça, Almanca ve Fransızca bilen Nadia Camukova, Einstein Zeka Testinden 200 üzerinden 199,37 puan, Picasso Testinden 360 üzerinden 357 puan alarak dünyanın en zeki insanı ilan edilmiş. Okuduğu kitabı bir defada ezberleyen, bu yüzden bir okuduğu kitabı ikinci kez okumayan Camukova, zevk alarak tekrar tekrar okuyabildiği tek kitabın Kur’ân olduğunu ifade ediyor. Prof. Dr. Nadia Camukova kendisiyle yapılan röportajlarda çok ilginç şeyler söylüyor:

‘Üstün zekâlı, üstün yetenekli, üstün potansiyelli, dâhi sayılabilecek insan oranı dünyada genel kabule göre ancak milyonda bir civarındadır. Türkiye’deki üstün zekalı, üstün yetenekli ve üstün potansiyelli insan oranı ise dünya ortalamasının kat kat üzerindedir. Fakat önemli olan bunların erkenden bulunup tespit edilmeleri ve yetenekleri doğrultusunda eğitilip yetiştirilmeleri gerekir. Çünkü yetenek işlenmezse bir işe yaramaz. Bu toplumlar için çok büyük, hayati bir önemi haizdir. Çünkü bir millete ilerleme ve gelişme yolunda ivme kazandıracak, çağ atlatacak bütün yenilikler, icatlar, keşifler ancak bunlar tarafından yapılır, sıra dışı, çizgi üstü bütün büyük eserler bunlar tarafından vücuda getirilir. Zekâ, problemleri çözme yeteneğidir. Büyük problemler ancak deha seviyesinde üstün zekaya sahip insanlar tarafından çözülebilir. Öte yandan adam olabilmek, insan olabilmek ve insan kalabilmek dünyanın en zeki insanı olmaktan çok daha önemlidir. Dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri üstün zekâlı ve üstün yetenekli çocuklarını ve bunların hangi alanda yetenekli olduklarını tespite, sonra da bunların en iyi ve en verimli bir şekilde yetiştirilmelerine özel önem verirler, bunu devlet politikası haline getirirler. Bu işe de çok erken bir zamanda, hatta daha çocuğun doğduğu günden itibaren başlanılması gerekir. Örneğin ben eski Sovyetler Birliği’nde doğdum, büyüdüm. Sovyetler Birliği’nde her çocuğun doğumundan 1 yaşına gelinceye kadar, eve her 15 günde bir uzman bir doktor gelir, çocuğun sağlık kontrolü ile birlikte beyin kontrolünü ve gelişmesini de inceler, izler, elde edilen bütün veriler özel bir deftere kaydedilirdi. Bundaki en büyük amaç bu milyonda bir üstün yetenekli çocukları tespit etmekti. Eski Sovyetlerin sporda, bilimde ve değişik alanlardaki başarıları bundan kaynaklanıyordu. Öte yandan Türk Milleti dünyanın en zeki milletlerinden biridir. Ben Türklerdeki dâhi seviyesinde üstün potansiyelli insan oranının dünya ortalamasının kat kat üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Ama farz edin ki, dünya ortalamalarında olsun. Bu durumda şu anda bile Türkiye’de en az 70 kadar üstün potansiyelli dâhi seviyesinde insan olması gerekir. Bunlar gerektiği gibi değerlendirilse toplumun ve insanlığın çok büyük kazanımları olur. Türk Milleti bütün dünyanın, bütün insanlığın ümidi ve direğidir. Fakat Türkiye’de nedense bu potansiyel hiç değerlendirilmez, aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak yok edilir, köreltilir, çürütülür. Türkiye’de yeni doğanlar bir yana 7-8 yaşına gelmiş üstün yetenekli ve dahi çocukların tespiti, kurtarılması ve yetiştirilmesi için bile hiç bir şey yapılmaz. Tam tersine üstün zekâlı çocuklar normal zekâlı çocuklarla aynı ortamlarda kaynaştırılarak normalleştirilmeye çalışılır. Bu tür yollarla üstün potansiyelli çocuklar yok edilir, normalleştirilir. Hele Türkiye’deki televizyon kültürü insanları tembelliğe sürüklemekten başka bir işe yaramaz.”

Belki dünyadaki o zamanki örneklerinden de esinlenerek ülkemizde de ‘Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun ve bunun uygulama Yönetmeliği çıkarılmış, sanatçılarımız İdil Biret ve Suna Kan’ın yurt dışında eğitilip yetiştirilebilmeleri de bu Kanun ve Yönetmelik sayesinde gerçekleşmiştir. Fakat gereken alt yapının bir türlü oluşturulamaması, bütçeye yeterli ödenek konulmaması gibi nedenlerle, bu iki sanatçımız dışında bu Kanun ve Yönetmelik’ten şimdiye kadar başka hiçbir sanatçı adayımız yararlanamamış, hatta bu yüzden bunların gayri resmi adı İdil Biret – Suna Kan Kanunu ve Yönetmeliği olarak kalmıştır. Çıktığından beri iki kişi dışında hiç kimseye uygulanamayan bu mevzuat halen yürürlüktedir. Teftiş fırçası kabilinden bu tür uygulama imkanı bulunmayan mevzuatla kendimizi ve kamuoyunu aldatmak ve avutmak yerine, dünyadaki örneklerinden de yararlanılarak, kültür ve sanat alanında olağanüstü yetenekli çocuklarımızın ve gençlerimizin tespit edilip, en iyi şekilde yetiştirilebilmeleri için gereken tedbirler alınmalıdır.

c) Eğitim, Kültür ve Sanat İlişkisi

Kültür ve sanatla eğitim arasında çok güçlü bir ilişki ve bağ vardır. Nitekim genel müdürlüğümüzde ilk kurulduğunda Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında yer almış ve uzun yıllar bu bakanlığa bağlı olarak görev yapmıştır.

İnsanoğlu dünyaya neredeyse hiçbir şey bilmeden gelir. İyi kötü, güzel çirkin bütün alışkanlıklarını, bilgilerini, becerilerini, sahip olduğu değerler sistemini hep sonradan öğrenir. Üstün sanat eserleri yapabilmeyi, sanatsal ve estetik olanla olmayanı, güzeli, çirkini, yararlıyı, zararlıyı ayırabilmesi de ancak eğitimle olur.

Eğitim ve kültür sahibi insanlar, imkânsızlıklar ve yokluklar içinde bile büyük eserler meydana getirebilirler. Hatta her hangi bir sebeple her şeylerini kaybetseler, büyük felaketlere uğrasalar bile, en kısa zamanda yine zararlarını telafi edip, daha iyi bir duruma gelebilirler.

İnsan, üstün sanat eserleri yaratabilmeyi, sanatsal ve estetik olanla olmayanı da ancak eğitimle ve sonradan öğrenebilir. Bu alanda yeteneğin de belli bir önemi varsa da, yetenek ancak eğitim, emek ve çalışmayla bir arada bulunursa bir anlam ifade eder. İnsan ne kadar yetenekli olursa olsun, o yetenek eğitimle işlenip geliştirilmedikçe bir işe yaramaz. Çünkü kültür ve sanat eseri yaratabilme yetkinliği, doğuştan getirilmez, emek, çaba ve eğitimle sonradan öğrenilir, zaman içerisinde değişip gelişerek de kuşaktan kuşağa aktarılır. Aslında bu durum hayvanlarda bile böyledir. İyi bir seyis ve at yetiştiricisi tarafından eğitilmeyen bir taydan, ne kadar saf kan ve iyi cins olursa olsun, hiç bir şey, hatta sütçü beygiri bile olmaz. Çünkü bir atın sütçü beygiri olabilmesi için bile eyere semere alıştırılması, yani eğitilmesi gerektirir. İyi cins bir av köpeği yavrusu da iyi bir avcıya eğittirilmez, sokağa salınırsa, ondan av köpeği değil, olsa olsa yoldan gelip geçen zavallılara saldıran bir sokak köpeği olur. İnsanlar için, özellikle de kültür ve sanat alanında eğitim, çok daha önemlidir. Çünkü insan, iyi eğitilmez, kendisini yüceltecek, yükseltecek bilgi ve becerilerle donatılmaz, kendi haline bırakılırsa, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, değerliyi değersizi sağlıklı bir şekilde ayıramaz. Üstelik kötü, yanlış, zararlı, tehlikeli alışkanlıklar ve bağımlılıklar da edinebilir. Bu zararlı alışkanlık ve bağımlılıklardan onu kurtarabilmek de bir hayli zordur. Sigara ve uyuşturucu bağımlılarını bu bağımlılıklarından vazgeçirmenin ne kadar zor olduğu herkesin malumudur.

Kültürel değerler içinde yer alan sanat eserlerine baktığımızda, bunların kendi kendilerine var olmadıklarını görürüz. Etrafımızda neredeyse sınırsız denecek kadar bol bulunan malzeme ve materyal, bilgi, beceri, yetenek ve estetik zevk sahibi sanatçıların emekleriyle, hayranlık uyandırıcı, paha biçilmez ve olağanüstü eserler haline gelirler. Nihayet bunların hepsinin ana malzemesi taş, toprak, kum, ağaç, mermer, madenler, kağıt, iplik, ses, söz gibi her yerde bolca bulunan değersiz şeylerdir. Ama sanatçıların sihirli elleri değdikten sonra bunlar, müzeleri dolduran paha biçilmez sanat eserleri, resim tabloları, heykeller, konser salonlarını dolduran seyircilerin kendilerinden geçercesine izledikleri ve dinledikleri müzik ve tiyatro eserleri, işlemeler, bezemeler, halı, kilimler, seramik, çini, hat, tezhip, ebru, minyatür sanatının eşsiz örnekleri veya Süleymaniye Camii, Selimiye Camii, Uzunköprü gibi özgün mimari eserler, şiirler vb gibi fonetik veya plastik sanat eserleri olup karşımıza çıkarlar. Hem bunları yapan sanatçılara, hem de o sanatçıları yetiştiren millet ve topluma bütün dünyada saygınlık ve hayranlık kazandırırlar.

Güzel sanatlar insanın, insani özelliklerini tümü ile dikkate alan, geliştiren bir alandır. Güzel sanatlar alanındaki eğitim ve bilinç düzeyi yükseldikçe, bilgi ve tecrübe birikimi arttıkça, kabiliyet ve becerileri geliştikçe, insanın güzellik duygusu, estetik anlayışı, bedii zevki gelişir, böylece insan, güzel bakıp güzel görmeyi, güzel duyup güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden daha sağlıklı bir şekilde ayırabilmeyi, mevcut güzelliklere yeni güzellikler katabilmeyi öğrenir.

Tarih boyunca devam eden değişim süreci  içerisinde, alınlarında ışığı ilk hissedenler diye tanımlanan sanatçıların ve sanat eğitimi kurumlarının özel ve önemli bir yeri olmuş, bu kişi ve kurumlar bir anlamda toplumun sosyal değişmesinin aynası sayılmışlardır. Sanatçıyı ve sanat eğitim kurumlarını, toplumdan ve genel sistemden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Günümüzde ekonomi, bilim ve teknoloji alanlardaki hızlı değişim süreci, kültür ve sanat faaliyetlerini de etkilemektedir. Toplumdaki hızlı sosyal değişimle beraber değişen beğenilere göre sanatçılar da çalışma programlarını yeniden düzenleme gereğini hissetmektedirler.    

Kültür ve sanat alanındaki en temel sorunlardan biri de eğitim sorunudur. Eğitimde hangi yol ve yöntemlerin izleneceğinden, eğitimin içeriğine, hangi dalda nasıl ve ne tür bir eğitim verileceğine, sanatsal kurumların, mekanların, binaların, atölyelerin, ders araç ve gereçlerinin yetersizliğinden, basılı yayın, yetişmiş eğitim ve öğretim elemanı ihtiyaçlarına, kaynak yetersizliğinden sanat eğitim politikalarının mevcut olmamasına, istihdam sorunlarından örgün ve yaygın güzel sanatlar eğitiminin ve kursların durumuna kadar temel sorunlar acil çözümler beklemektedir. Bu eğitim sorunlarının çözümünde bir tarafı oluşturan, eğitim politikalarını belirleyecek kurumlar yetersiz kalmakla suçlanırken, öbür tarafta çözümün diğer taraflarının, örneğin güzel sanatlar eğitimi alanında hizmet veren bilim adamlarının da, sorunlar ve çözüm önerileri konusunda bir uzlaşmaya varamadıkları dikkat çekmektedir. “Erkigeçer eğitbilim üyeleri”, konunun uzmanları, yetkin sanatçılar, kültür ve sanat çevreleri, aydınlar, sivil toplum örgütleri, kamu kurum ve kuruluşları başta olmak üzere konunun bütün tarafları, diğer taraflarla geniş tabanlı bir diyaloga girmeksizin, alelacele, çalakalem çözüm önerileriyle ortaya çıkmaktadırlar. Fakat çoğu zaman “sistem hatalı” olan bu çözüm önerileri, mevcut sorunlara kalıcı çözümler getirmekten çok, “çözümü daha zor ve imkansız” yeni sorunlara yol açmaktadır.

İyi ve doğru bir sanat eğitimi politikasıyla, sanat eğitim kurumları, ihtiyaç duyduğumuz hızlı değişim sürecinde önemli fonksiyonlar üstlenebilirler. Sistematik bir yaklaşımla yürütecekleri programlarla, sanatı disipline edebilirler. Nitelik ve nicelik olarak sürekli artırıp geliştirecekleri sanatsal etkinlikler gerçekleştirerek, kültür ve sanat alanındaki istikrarlı gelişmelere önemli katkılarda bulunabilirler. Sanata ve sanatçıya bilimsel anlamda daha fazla saygınlık kazandırabilirler. Kültür ve sanatı, yozlaşma ve dejenerasyondan kurtarabilirler. Dünyadaki hızlı değişim ve gelişim sürecinin gereği olarak, sanat eğitimi veren kurumlarda, program çağdaşlaştırılmasına da lüzum duyulmaktadır. Bunun en iyi ve en doğru şekilde gerçekleştirilebilmesi için bilimsel sempozyumlar, paneller ve seminerler düzenlenmelidir. Sanat eğitimi veren güzel sanatlar fakültelerinin sayıları artırılırken, yetkin, yetenekli, nitelikli öğretim elemanları, atölye donanımları, eğitimin içeriği ve koşulları bakımdan da daha “kaliteli” ve “nitelikli” hale getirilmeleri çareleri aranmalıdır.

Genelde bütün sanatçıların, özelde de müzik ve sahne sanatları alanında eğitilip yetiştirilecek elemanların nasıl bir eğitim almaları gerektiği konusunda, mevcut yapıda bunların en önemli istihdam sağlayıcısı durumundaki bakanlıkla eğitim kurumları arasında da hiçbir işbirliği ve eşgüdüm mevcut değildir. Buralarda verilen eğitimin niteliği, içeriği, süreleri vb gibi konularda da bir standart birliği yoktur.

Bütün dünyada çok küçük yaşlarda verilmeye başlanan sanat eğitimine bizde çok geç, bazen 20’li yaşlarda başlanmaktadır. Bu yaşta birinin sanat, özellikle müzik alanında yetiştirilip, üstün bir düzeye gelebilmesi neredeyse imkânsızdır. Konservatuarların ilk ve lise bölümlerinin kapatılmasıyla sanat eğitimi çok daha ileri yaşlara ertelenmiştir. Bir zamanlar Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce kurulup geliştirilmiş olan dört adet Devlet Konservatuarı, dört ayrı üniversiteye bağlanmış, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi de Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülerek genel müdürlükten ayrılmışlar, bunlarla bakanlık ve genel müdürlük arasında neredeyse hiçbir bağ kalmamıştır. Hâlbuki güzel sanatlar alanında en önemli resmi kuruluş Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü olduğu gibi, sonuçta mevcut sisteme göre buralardan mezun olacaklara iş verecek en önemli kurum da bakanlıktır. Dolayısıyla bakanlığın ilgili birimleriyle (Örneğin Güzel Sanatlar, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi vb gibi) sanat eğitimi veren kuruluşlar ve diğer ilgili kültür ve sanat çevreleri arasında, sistematik bir yaklaşımla, nasıl bir eğitim modeli geliştirilebileceği, nasıl bir işbirliği ve karşılıklı dayanışma, yardımlaşma sağlanabileceği gibi konularda, birlikte değerlendirmeler yapılmalı, tüm sorunlar belirlenerek çözüm yolları aranmalıdır.

Başta müzik ve sahne sanatları olmak üzere, sanat alanında faaliyet gösteren, eğitim veren tüm kurum ve kuruluşlarla bakanlık arasında mümkün olan her alanda sağlıklı bir işbirliği ve eşgüdüm sağlanmalıdır.

Bilgi çağında sanat eğitiminin ne kadar önemli olduğu dikkate alınarak, bu eğitimi veren kurum ve kuruluşlar yeniden ele alınmalı, nitelikleri ve üretkenlikleri artırılmalı, en yüksek düzeyde de desteklenmelidir.

Sanat eğitimi, bir duyarlıklar eğitimidir ve küçük yaşlardan itibaren her çocuğa verilmelidir. Duyarlıkları eğitilen çocuk, dünyaya da bu duyarlıklardan bakar ve onu insana yakışır oluşumlarla gerçeklere taşır. Milli kültürümüzün ve kimliğimizin vazgeçilmez temel unsurlarından olan güzel sanatlar eğitimi, okul öncesi, okul sırası ve okul sonrası her aşamada verilmelidir. Öğretim yöntem ve teknikleri ile teknoloji kültüründeki hızlı gelişmeler ve öğretim personeli istihdamı sorunları dikkate alınarak sanat eğitimi dersi programının güncelleştirilerek genel ders programına dayalı olarak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Sanat eğitiminde ders dışı etkinliklerin (kurslar, yarışmalar, sergiler, konser ve temsiller vb gibi) olumlu sonuçları dikkate alınarak, bu doğrultuda programlar geliştirilip, planlanmalıdır.

Bilgi çağında, bilgiye erişim artık çok daha kolaylaşmıştır. Bunun aracı unsurları, görüntülü ve basılı yayın organları ile beraber, bilgisayar ve Internet’tir. Bu açıdan sanat eğitimcileri ve sanat öğrencilerinin, bu ve benzeri teknolojik donanım ile tanıştırılması ve buluşturulması çok önemlidir. Orta ve yükseköğretimde  sanat eğitimi veren kurumların bilgi ağını kurmaları gerekmektedir.

Sürekli şikâyet konusu olan uyumsuzluklar ve olumsuzluklar nedeniyle, kültür ve sanat alanındaki yüksek eğitim, genel üniversite sisteminin dışında yapılandırılmalı, dünyada olduğu gibi bizde de müstakil Güzel Sanatlar Üniversiteleri kurulmalıdır. Almanya ve Orta Asya Cumhuriyetleri gibi ülkelerde bağımsız Müzik Üniversiteleri bile mevcuttur. Bizde de kurulabilecek bu tür müzik eğitim kurumlarında olanaklar ölçüsünde müziğin tüm türleri yer almalı, ayrıca bilimsel araştırma yapacak müzik bilimi, müzik pazarlamacılığı bölümleri ya da araştırma enstitüleri de mutlaka bulunmalıdır.

Tarihimizdeki önemli kişi ve olayları, tarihi kültürel değerlerimizi anlatan ve yansıtan değerli ve anlamlı anıtlar, heykeller ve tablolarla, tüm devlet dairelerinin, eğitim kurumlarının iç ve dış mekanları, meydanlar, park ve bahçeler donatılmalı, bunlar “görsel bir eğitim aracı” olarak da kullanılmalıdır. Tarihimiz, kültürümüz, geçmişimizin dönüm noktası olayları ve önemli şahsiyetleri en iyi, en yararlı, en doğru, ama birleştirici, bütünleştirici, sağlıklı kimlik ve kişilik oluşturucu bir tarzda edebiyatımıza, sahne sanatlarımıza, sinemamıza, her türlü kültür ve sanat etkinliklerimize en geniş ve doyurucu bir şekilde yansıtılmalıdır.

Geleneksel Türk El Sanatları özendirilmeli ve geliştirilmelidir. Bunun için gerekli bütün imkânlar seferber edilmeli, verilen eğitimin sadece temel ve başlangıç düzeyinde kalmaması, ileri düzeylere taşınması ve uygulamaya da yansıtılabilmesi için faaliyetleri devamlı olabilecek uygun ve yeterli çalışma mekânları, atölyeler tahsis edilmelidir.

Türk sanatçısı varsa, Türk sanatı vardır. Türk sanatını ne kadar korumamız gerekiyorsa, Türk sanatçısına da o oranda hatta daha da fazla önem vermemiz, onun yaratıcığının önündeki engelleri kaldırmamız, onu her bakımdan koruyup desteklememiz gerekmektedir. Türk kimliği, en iyi Türk sanatçısının eserlerinde ifadesini bulur ve yansır. Bu yüzden Türk sanatına ve sanatçısına sahip çıkmak, bunlara gereken önemi vermek; Türk Milletini, diğer milletler arasında layık olduğu yere çıkarabilmenin en temel şartlarındandır.

Çağdaş Türk kültürünün temsilcileri olan sanatçılar, Türk Milletinin değişen dünyada alması gereken ileri ve gelişmiş yeri bilerek kendilerini ona göre hazırlamak, geçmişi büyüteç altına alarak, geleceğe yönelik rotalarını çizmek durumundadırlar. Türk Milletinin var olmasında, varlığını, geliştirip güçlendirmesinde, birlik ve beraberliğini sağlamasında, gücünü, kudretini dünyaya tanıtmasında Türk sanatçısının şimdiye kadar çok büyük katkıları olmuştur. Bundan sonra da evrensel değerlerle de bütünleşerek bu yönde kat edeceği uzun ve yorucu yolculukla, kültür ve sanat hazinemize sayısız eserler kazandırmaya devam edecek yetenektedir. Ancak bu yeteneğin kuvveden fiile çıkabilmesi için başta eğitim olmak üzere kabiliyetleri doğrultusunda en iyi şekilde yetiştirilmesi, yönlendirilmesi ve desteklenmesi şarttır.

Türk sanatçısının yapısal, tarihsel, kültürel ve sanatsal perspektiflerden yola çıkarak, bu perspektifler arasındaki bağlantıları kavrayabilecek, çeşitli sanat disiplinlerine ait ürünlerin temel çözümlemelerini yapabilecek duruma gelmesi sağlanmalıdır. Türk kültür ve sanatının özüne hakkıyla vakıf ve sanatta ileri sentezler geliştirebilmiş Türk sanatçılarının sanat eserlerini tanımak ve tanıtmak yapılması gereken önemli görevler arasında yer almalıdır. Çünkü ancak gerçek anlamda kültür ve sanat birikimine sahip bu tür sanatçılar, dünya klasikleri arasında yer alabilecek özgün ve üstün eserler yaratabilirler.

Halkın da çeşitli yol ve yöntemlerle, kültür ve sanat alanındaki etkinliklerle duyarlılıkları eğitilerek beğeni düzeyi yükseltilmeli, estetik duyguları geliştirilmelidir.

Sanat kurumlarının bulundukları yerlerde seçilecek pilot bölgelerde, planlı, programlı, düzenli konser ve temsiller düzenlenmesi, uygulamanın genel müdürlükçe gözlenip denetlemesi yerinde olacaktır. Açıklamalı okul konserlerinin oda müziği, resitaller şeklinde gerçekleştirilmesi, sanatçıların özendirilmesi açısından da yararlı olacaktır.

6. KURUMSALLAŞAMAMA SORUNU

a) Yanlış Örgütlenme

Ülkemizde kültür ve sanat, özellikle de güzel sanatlar alanında en başta gelen sorunlardan biri de kurumsallaşamama sorunudur. Uygun ve yeterli kurumsal yapılar oluşturulmadan kültür ve sanat hayatımızla ilgili sorunlara kalıcı çözümler üretilebilmesi mümkün değildir.

Ülkemizdeki kültür ve sanat kurumları, örneğin müzik ve sahne sanatları kurumları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bunların önemli yapısal sorunlar içinde kıvrandıkları, kuruluşlarından, kurumsal yapılarına, işleyişlerine, kadrolaşmalarından, personel istihdamlarına, meslek içi eğitim eksikliklerinden, planlama ve denetim, yönetim yetersizliklerine, verimsizlik ve üretkenlik sorunlarına kadar yaşamsal sorunlarla karşı karşıya oldukları görülmektedir. Kısacası kültür ve sanat kurumlarımızda genel bir verimsizlik ve dağınıklık söz konusudur. Çok yanlış örgütlenmiş olan bu kurumlarımız arasında doğru dürüst bir eşgüdüm ve işbirliği bulunmadığı gibi yarışma ve rekabet ortamı da yoktur. Mesleki denetimsizliğin ve bilimsel eleştiri eksikliğinin had safhada olduğu da öteden beri aklı başında hemen herkes tarafından çok iyi bilinmekte ve zaman zaman dile de getirilmektedir. Fakat sorunlara çözüm aramak ve bulmak yerine gereksiz tartışmalarla havanda su dövülmekte, sorunlar gün geçtikçe daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Gelinen noktada kültür ve sanat kurumlarımız, günün gereksinimlerine yanıt vermekten uzak düşmüş, aşırı merkeziyetçi yapı, kurumlarda çapaklanmaya, kireçlenme ve hantallaşmaya yol açmıştır.

Bugün Türk kültür ve sanatının en kısır, en yozlaşmış dönemlerinden, devirlerinden birini yaşıyoruz. Bu dünyada gerçek anlamda var olabilmenin ve varlığını sürdürebilmenin yolunun ancak kültür ve sanat alanında kazanılabilecek üstün başarılardan geçtiğini bir an önce anlamak ve gereğini yapmak zorundayız.

Mustafa Kemal Atatürk, güzel sanatları sevmenin ve onda yükselmenin Türk milletinin tarihî bir vasfı olduğunu belirterek, her türlü vasıta ve tedbirlerle bunu sürekli besleyerek geliştirmeyi ‘millî ülkümüz’ olarak ilan etmiş ve bizzat onun direktifleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yılında, 1 Haziran 1933’te Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.

Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün görev alanı, ilk zamanlar bütün güzel sanatları kapsıyordu. Fakat Atatürk’ten sonra pek çok güzel sanatlar dalı genel müdürlüğün bünyesinden koparılmaya başlanmıştır. Bu süreç içerisinde 1949 yılında Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi ayrı birer Genel Müdürlüğe, 1989 yılında Sinema Dairesi Başkanlığı, Sinema Genel Müdürlüğüne, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi de Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülerek genel müdürlük bünyesinden koparılmışlardır. 1992 yılında da Modern Dans Topluluğu, Devlet Opera ve Balesi bünyesinde kurulmuş, böylece sahne sanatları ve dramatik sanatların önemli bir bölümü genel müdürlüğün dışında kalmıştır. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce kurulup geliştirilen dört adet Devlet Konservatuarı ise dört ayrı üniversiteye bağlanmışlardır. Fakat bu ayrılmalar da öyle sağlıklı doğumlar ve olumlu yönde gelişmeler şeklinde gerçekleşmemiş, adeta bir vücudun organlarının parça parça kesilip ana gövdeden koparılması şeklinde olmuştur. Ayrılmalardan sonra, ne yeni kurulan bu kurum ve kuruluşların kendi aralarında, ne de eskiden ana organizma olan genel müdürlükle bunlar arasında doğru dürüst hiçbir iletişim, etkileşim ve bağ kalmamıştır. Hâlbuki Atatürk’ün milli ülkümüz olarak ilan ettiği güzel sanatların bütün dalları arasında sağlıklı, sürekli, canlı, verimli bir işbirliği, etkileşim ve iletişim olması, iyi bir eşgüdüm sağlanması son derece önemli ve gereklidir.

Genel müdürlüğün görev alanlarının daraltılması sadece belli güzel sanat dallarıyla ilgili kurum ve kuruluşların genel müdürlük bünyesinden ayrılmasıyla sınırlı kalmamış, oldukça sık yaşanan bakanlıklar arası birleşip ayrılmalar sırasındaki yeniden düzenlemelerde ve teşkilat yasalarındaki değişikliklerde de genel müdürlüğün görevleri sürekli daraltılmıştır. Örneğin, eski düzenlemede ‘Güzel sanatlarımızın yurtiçinde ve yurtdışında tanıtılmasını sağlamak ve bu hususlarda ilgili kuruluşlarla işbirliği yapmak’, ‘Milli varlıklarımızı yurtiçinde ve yurtdışında tanıtmak amacıyla yarışmalar, sergiler, konserler düzenlemek mükâfât vermek’ gibi Kültür ve Turizm Bakanlığının daha önceki teşkilat yasasında genel müdürlüğün görevleri arasında sayılan görevlere son Teşkilat Yasasında hiç yer verilmemiş, daha önce genel müdürlüğün görevlerinden olan ‘Güzel sanatlar alanında ilmi araştırma, inceleme ve yayınlar yapmak, arşiv kurmak, geliştirmek ve faydalanılmasını sağlamak’ görevi Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğüne, ‘Milli kültürümüzün yazılı belgelerini, fikir, sanat ve edebi eserler ile turizm ve tanıtım amaçlı yayınlar hazırlatarak yayımlamak ve yayımlatmak’ görevi de yeni Teşkilat Yasası’nda Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne verilmiştir.

Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce gerçekleştirilmesi gereken pek çok görev, Yeni Teşkilat Yasası’yla söz konusu genel müdürlükten alınarak, sadece isim benzerliği yönünden bazı bağlantılar kurularak başka genel müdürlüklere dağıtılmış, zaten ağır aksak yürüyen hizmetler daha da aksar hale gelmiş, değişik yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olunmuştur. Aslında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmesi gereken bu tür görevlerin çoğu, yeni tanımlandıkları birimlerde bu görevleri tam anlamıyla yerine getirebilecek yeterli alt yapı, ödenek, teknik bilgi ve donanım, gerekli malzeme ve materyal, yetişmiş eleman bulunmaması gibi nedenlerle gerektiği gibi yerine getirilememektedir. Öte yandan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü merkez teşkilatında da güzel sanatlar alanında uzmanlaşmış yeterli personel mevcut değildir. Örneğin benim vekâlet ettiğim 2007-2008 yıllarında Genel Müdürlüğün merkez teşkilatında topu topu altmış civarında personel görev yapmaktaydı ve bunlar arasında güzel sanatların herhangi bir dalında ihtisası ve uzmanlığı bulunan personel sayısı yok denecek kadar azdı. Uzmanlık gerektiren işler, dışarıdan uzman ve ihtisas elemanları görevlendirilerek yürütülmekteydi. Çoğu şubenin eleman sayısı, bilgisayarı, demirbaş eşyası yeterli bulunmadığı gibi, binanın küçük olması ve yetersiz kalması nedeniyle yerleşim sorunları da yaşanmaktaydı. Bugün de fazla bir değişiklik gözlenmemektedir.

Halbuki gerçekte genel müdürlüğün görev, yetki ve sorumluluk alanının mimariden edebiyata bütün güzel sanat alanlarını ve dallarını kapsayacak şekilde genişletilmesi, görev alanına giren bütün alanlarda ve konularda genel müdürlüğe her türlü inceleme ve araştırmalar yapma, süreli yayınlar, prestij ve kaynak kitapları, ansiklopediler, bilimsel yayınlar, başta broşürler, CD ve DVD’ler olmak üzere her türlü tanıtım malzemesi hazırlayıp basma, resmi ve gayri resmi, bütün kurum ve kuruluşlarla, sivil toplum örgütleri ve meslek örgütleriyle işbirliği ve ortak faaliyetler, etkinler gerçekleştirebilme yetki ve imkanlarının verilmesi, verilecek görevleri en iyi ve en etkin bir biçimde gerçekleştirebilmesi için genel müdürlüğün yeterli imkan, kaynak, nitelikli uzman personel, teknik donanım ve yasal yetkilerle donatılması gerekmektedir.

Mevcut durumda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün güzel sanatlarla ilgili faaliyetleri daha çok Müzik ve Sanatları ile Plastik Sanatlar alanlarında yoğunlaşmaktadır. Fonetik sanatlarla ilgili görevler, merkezde Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Türk Tasavvuf Müziği, Orkestralar ve Çoksesli Müzik ile Sahne Sanatları Şubeleriyle taşrada ise 6 senfoni orkestrası, 13 koro, 9 müzik topluluğu olmak üzere toplam 28 sanat kurumu ve bu sanat kurumlarında görev yapan yaklaşık 1400 kadrolu sanatçısı ile yerine getirilmeye çalışılmaktadır.

Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünün plastik sanatlarla ilgili görevleri ise merkezde Sergiler ve Koordinasyon Şube Müdürlüğü, Galeriler, Müzeler ve Koleksiyon Şube Müdürlüğü, Yarışmalı Sergiler Şube Müdürlüğü, Heykel Sanatı Şube Müdürlüğü ve Organizasyon Şube Müdürlüğü ile taşrada 3 Devlet Resim ve Heykel Müzesi ve il müdürlükleri bünyesindeki Devlet Güzel Sanatlar Galerileri ile yerine getirmeye çalışmaktadır.

Bugün Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan ve bu genel müdürlüğe bağlı olarak faaliyet gösteren sanat kuruluşlarının büyük çoğunluğu, kendilerine sağlam bir kurumsal yapı, kimlik ve kişilik kazandırılmadan, birkaç satırlık bir Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulmuşlardır. Genel müdürlükten ayrılarak oluşturulan kurum ve kuruluşlar, genelde kendilerine kurumsal bir yapı ve kimlik kazandıran bir kanunla kuruldukları halde, genel müdürlük bünyesinde oluşturulan diğer sanat kurumları (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası hariç) için başlangıçta bunların çalışma usul ve esaslarını belirleyen özel kanun, hatta yönetmelik bile çıkarılması düşünülmemiştir. Bu sanat kurumlarımız ve buralarda istihdam edilen personel, uzun yıllar boyunca görev, yetki ve sorumluluklarının neler olduğu, çalışma usul ve esasları, bu kurumlarda çalışacak sanatçıların ve diğer personelin özellikleri, nitelik ve nicelikleri hukuki düzenlemelerle belirlenmeden keyfi bir yönetime imkân verebilecek şartlar altında görev yapmışlardır. Bunlar için norm kadrolar belirlenmediğinden, buralarda hangi nitelikte, ne tür personelden kaç kişinin istihdam edileceği net olarak belirlenmemiştir. Sanatçılar genel olarak sanatçı unvanı ile istihdam edilmiş, aralarında hiçbir ayırım, kalite ve standart farkı gözetilmemiştir.

Sistemdeki zaaflar yüzünden, geçmiş dönemlerde bazı koro ve topluluklara sanatçı alınırken, seçme sınavlarında türlü usulsüzlüklerin yapıldığı, hiçbir müzik ve nota bilgisi olmayan kişilerin, ev hanımlarının, sekreterlerin bile sanatçı unvanıyla atandıkları, bazı koro ve topluluklarda oldukça yüksek oranlara ulaşan bu tür yanlış uygulamaların korolardaki dengeyi daha da bozduğu öteden beri iddia edilmektedir. Bu tür olumsuzluklara ve suiistimallere meydan verilmemesi için, sınavlara ve adaylara objektif, güvenilir kriterler, standartlar getirilmesi, zaman zaman yeniden yapılacak sınavlar ve değerlendirmelerle sözleşmelerin yenilenmesine veya feshedilmesine imkân verecek bir sisteme geçilmesi istenmesine, bu yönde bazı çalışmalar yapılmasına rağmen, türlü engeller yüzünden mevcut bozuklukların düzeltilmesi mümkün olamamıştır.

Personel atamalarında alabildiğine yaşanan keyfilikler ve isabetsizlikler yanında sanat kuruluşlarının çoğunun kuruluş yerleri ve türleri de yanlış seçilmiştir. Çoğu siyasal mülahazalarla kurulan sanat kurumlarımızda nitelikli sanat ve hizmet üretilebilmesi, bunlardan beklenen ve arzu edilen yararların sağlanabilmesi mümkün olamamıştır. Bazı sanat kurumlarımızın, kuruldukları yerlerde hiç ilgi ve rağbet görmedikleri, yerel halkla iyi bir etkileşim, iletişim ve diyalog kurulamadıkları, kurulu bulundukları yerde çok sınırlı sayıda izleyiciye hitap edilebildikleri, ayda bir gerçekleştirdikleri periyodik konserlerde bile çoğu zaman boş salonlara konser vermek zorunda kaldıkları herkes tarafından bilinmektedir. Şanlıurfa, Diyarbakır, Samsun, Elazığ, Edirne gibi taşra illerinde kurulan koro ve topluluklarda kadro alabilmek için görev yapmayı kabul eden sanatçıların büyük çoğunluğu neredeyse göreve başlar başlamaz, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük illere atanma gayreti içerisine girmektedirler. Bunun sonucu olarak, taşrada yeterli sayıda sanatçı kalmazken, büyük illerde aşırı yığılmalar olmuş, sanat kurumlarının sanatçı dengesi tamamen bozularak görev yapamaz hale gelişlerdir. Kadro imkânsızlığı nedeniyle merkeze atamalar imkânsız hale geldiği için, siyasi baskılar sonucu sanatçıların atandıkları kurumlardan başka kurumlarda geçici adı altında uzun süreli olarak görevlendirilmeleri yoluna gidilmiştir. Bu şekilde görevlendirilen sanatçı sayısının 200’e yaklaşması, korolarda ses ve saz dengesinin iyice bozulması üzerine, 27.06.2005 tarih ve 6835 sayılı Bakan Onayı’yla bütün geçici görev onayları iptal edilmiş, ancak bu tedbir de mevcut soruna bir çözüm getirememiştir.

Ankara, İstanbul, İzmir dışındaki sanat kurumlarımızın verimli çalışamaması, buralarda görev yapan sanatçıların daha ilk atandıkları tarihten itibaren büyük şehirlere nakil için uğraşmaya başlamaları bu kurumların durumlarının mercek altına alınmasını ve uygun çözüm yolları aranmasını gerekli kılmıştır. Değişik çevrelerce, bu sanat kurumlarının yerel idarelere devrinden, kapatılmalarına veya yeniden yapılandırılmalarına, buralarda görev yapan sanatçıların ücretleri artırılarak bu sanat kurumlarında görev yapmanın daha cazip hale getirilmesine kadar değişik öneriler getirilmiştir. Her ilde bir koro veya topluluk kurulması yerine, merkezi yerlerdeki koro ve toplulukların bölge korosu veya topluluğu şeklinde belli merkezlerde toplanarak ayrı kısım ve bölümlere ayrılması, provalarını ve çalışmalarını buralarda yapabilmeleri, ayda bir verecekleri seyircisiz periyodik konserler yüzünden sanatçıların ailelerinden ayrı yaşamaya veya sanat üretmeye elverişli olmayan yerlerde yaşamaya zorlanmaları yerine, gerekirse taşradaki mevcut müdürlüklerin organizasyonlar ve idari işler için görev yerlerinde bırakılması, sanatçıların kadrolarının bulunduğu veya komşu illere konserler vermek üzere görevlendirilmeleri, böylece daha çok sayıda, daha fazla ilgi çekecek nitelikli konserler ortaya konabileceği, böylece üretkenliğin ve verimliliğin artırılabileceği gibi çözüm önerileri, bu alanda öne çıkan ve uygulanabilirliği üzerinde çalışılması gerekenlerden bazılarıdır.

Fonetik sanatlar alanındaki benzer sorunlar plastik sanatlarla ilgili kurum ve kuruluşlar için de geçerlidir. Ankara, İzmir ve Erzurum’da kurulan ve onlarca yıldan beri faaliyet gösteren Devlet Resim ve Heykel Müzeleri de hiçbir mevzuat olmadan kurulmuşlardır. Bunların mevzuat ve hukuki sorunlarına yakın zamanlarda çıkarılan yönetmeliklerle çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Bunlara gerçek anlamda müze ve sanat müzesi diyebilmek de mümkün değildir. Türkiye’deki devlet resim ve heykel müzelerinin en büyüğü olan Ankara Devlet Resim Heykel Müzesinde 4000 (onarım nedeniyle halen kapalı), İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesinde 500 civarında kayıtlı eser mevcuttur. Erzurum Devlet Resim ve Heykel Müzesindeki eser sayısı ise sadece 61’dir. Bunların çoğu da eser niteliği taşımayan, hatır ve gönülle alınmış parçalardır. Eser satın alınabilmesi için bütçeye konulan ödenek yok denecek kadar azdır.

Ülkemizdeki çoğu kültür ve sanat kurumunun sadece adı vardır ama kendisi veya faaliyeti yoktur. Bakanlık teşkilat yapısı içerisinde Bakanlar Kurulu Kararı ile değişik illerde uzun yıllar önce kurulmuş, fakat hala faaliyete geçememiş bazı koro ve topluluklar görünmektedir. Genellikle bazı siyasi mülahazalar ve baskılarla bunların kurulmasına kalkışılmış, ancak bu baskılar bir şekilde ortadan kalkınca kurulmaları yarım kalmış, bunlar için alınan kadroların da başka benzer sanat kurumlarında kullanılması yoluna gidilmiştir. Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü bünyesinde 1990 yılında merkeze bağlı taşra teşkilatı olarak Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu Topluluğu Müdürlüğü, 1993 yılında da Devlet Halk Ozanları Topluluğu Müdürlüğü kurulmuştur. Başlangıçta sadece birer topluluk müdürü atanarak faaliyete başlayan bu topluluklar 14.03.2006 tarih ve 2772 sayılı Bakan Onayı ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlanmışlar, bir türlü sanatçı ve teknik personel kadroları alınamaması yüzünden bu topluluklar görev alanlarıyla ilgili olarak hiçbir sanatsal etkinlikte, araştırma, inceleme ve yayın faaliyetinde bulunamamışlardır. Zaten yeni teşkilat yasasında araştırma, eğitim ve yayınla ilgili görevler de Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünden alındığı için bu genel müdürlük bünyesinde bunları yapabilme imkânları da yoktur.

Genel Müdürlüğe bağlı sanat kurumları arasında, durumu en önce ele alınarak irdelenmesi gerekenlerden biri de, ciddi bir yaşlanma sorunu ile yüz yüze olan ve artık kendisinden beklenen görevleri yerine getiremeyen Ankara Devlet Halk Dansları Topluluğu’dur. Bu toplulukta 100 civarında sanatçı görev yapmaktadır. Bu sanatçıların bir bölümü topluluğun ilk kurulduğu 1975 yılında topluluğa girmiş, topluluğun yaş ortalaması 50’ye yaklaşmıştır. 1987 yılından sonra ilk defa 2006 yılında topluluğa 20 civarında stajyer sanatçı alınabilmiştir. Yaşlanma ve sanatçıların farklı yaşlarda ve fiziki yapılarda olmaları nedeniyle ortaya çıkan uyumsuzluk ve genel performans düşüklüğü sahneye nitelikli oyunlar konabilmesini neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Çünkü sahneye nitelikli bir oyun konabilmesi için aynı fiziksel özelliklere sahip en az 35-40 kişilik bir ekip oluşturulması gerekmektedir. İlk başlangıç dönemlerinden bu yana, toplulukta ideal niteliklere yakın hiçbir grup oluşturulamamıştır. Çünkü Maliye Bakanlığından bir defada bu kadar sanatçı kadrosu alınıp sınav açılamadığı için alınan az sayıda sanatçıyla da uygun ve uyumlu ekipler oluşturulamamaktadır. Hâlbuki Anadolu Ateşi gibi şova yönelik dans toplulukları sahneye aynı standartlarda ve özelliklerde 90-100 kişilik gruplarla çıkabilmektedirler. Doğal olarak dans gösterileri arasındaki görsel farklılık ve kıyaslamalar hem kamuoyu nezdinde topluluğun itibarını zedelemekte, hem de sanatçıların moral motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Halbuki halk dansları diğer Devlet Memurlukları gibi 65 yaşına gelip zorunlu emekliliğe kadar istihdam edilebilecek bir görev değildir. Bu göreve uygun bir istihdam şekli belirlenerek Devlet Halk Dansları Topluluğunun yeniden oluşturulması, çağdaş bir yapıya ve işlerliğe kavuşturulması gerekmektedir.

Dünyanın başka ülkelerindeki dans toplulukları, yaş gruplarına göre ayrılarak sanatsal etkinlikler gerçekleştirmektedirler. Örneğin Hollanda’daki ‘Nederlands Dans Theater’, dünyanın en önemli dans topluluklarından biridir. Ana topluluk olan NNT-1 22-35 yaş arası, NNT-2 18-22 yaş arası, NNT-3 ise 35 yaş üstü sanatçılardan oluşmaktadır.

Ülkemizin sanat kurumları ve sanatçıları hem nicelik hem de nitelik yönünden, dünyanın başka ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok gerilerde kalmaktadır. Örneğin, Alman Müzik Konseyi’nin 15 milyon dolayında aktif üyesi vardır. Sırf orkestralar açısından bir karşılaştırma yapacak olursak, 10 milyon nüfuslu Macaristan’da 150 civarında önemli orkestra mevcut olduğu halde, bu ülkenin 7 katından fazla bir nüfusa sahip Türkiye’de 6’sı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlı 10 civarında ciddi orkestra bulunmaktadır.

Dünyada ve ülkemizde bilim, teknoloji ve iletişim alanındaki baş döndürücü gelişmeler, yeni bin yılın bir bilgi çağı olması, müzik ve sahne sanatları kurumlarımızda daha fazla zaman ve kaynak israf etmeden hızlı bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmakta, hatta dayatmaktadır.

Ülkemizde kültür ve sanat alanındaki asıl ve temel sorunlar büyük ölçüde sistemin yanlışlığından ve çarpıklığından kaynaklanmaktadır. Bu sorunlar zaman zaman masaya yatırılarak çözüm yolları ve çareleri de aranmış fakat bu arayışlar da sürekli ve istikrarlı olmadığı için arzu edilen sonuçlar elde edilememiştir. Ülkemizde uygulanan bugünkü sistemin sanatsal rekabet ve üretkenliği sağlamadığı, aksine niteliksizliği, üretimsizliği, verimsizliği teşvik ettiği, yeniliklerin önünü açamadığı, aksine tıkanıklıklara, yeniliklerin önünün kapanmasına neden olduğu, yetenekliyle yeteneksizi, verimliyle verimsizi aynı kefeye koyduğu, neredeyse herkesin hemfikir olduğu bir konudur. Ancak yeni sistemin nasıl olması gerektiği, içinde bulunulan bu durumdan kazanılmış haklar zedelenmeden nasıl çıkılabileceği, yeni sistemin nasıl kurulup nasıl uygulanacağı konusunda tam bir fikir birliği oluşmamıştır.

Kültür ve sanatın sadece devlete bağlı kurumlarla geliştirilmesinin mümkün olamadığı ve olamayacağı ortadadır. Ancak Amerika’yı yeniden keşfe kalkmak gibi anlamsız ve boş çabalar içine girmeye de gerek yoktur. Yapılması gereken şey, çağdaş dünyadaki uygulamalardan da yararlanılarak, kültür ve sanatı ülkenin her yöresine ve toplumun her kesimine yayacak, her sanat dalının kendi içinde sağlıklı ve verimli bir şekilde örgütlendiği, devletin de maddi ve manevi destek ve yardım sağladığı, ülkemiz şartlarına uyumlu, işlerliği olan yeni bir sistem kurulmasıdır.

Müzik ve sanat kurumlarımızın yıllardan beri çözüm bekleyen bu sorunlarına çözüm getirilmesi, sağlıklı bir yapı oluşturulabilmesi için değişik görüşler, modeller ve kurumsal yapılar önerilmektedir. Sanat kurumlarımızın özerk bir yapıda yeni baştan örgütlenmesi çağın gereklerine uygun bir anlayıştır. Alanında otorite olarak tanınan, hiçbir politik ya da kişisel etki altında kalmayacak, tarafsız sanat ve bilim adamlarından oluşacak, gerekli ve yeterli yetkilerle donatılmış, bağımsız bir ‘Müzik ve Sahne Sanatları Danışma Üst Kurulu’ oluşturulması, kendi kendilerini demokratik ilkeler içinde yönetecek sanat kurumlarının sanatsal etkinliklerine, yönetim politikalarına bunlar tarafından yön verilmesi, performanslarının ve hizmet standartlarının belirlenip denetlenmesi, bu üst kurul üyelerinin üstün deneyimlerinden, bilgi birikimlerinden ve yol göstericiliğinden yararlanılması bazı kültür ve sanat adamlarınca önerilmektedir.

Müzik alanındaki sorunların çözümü için örneğin Almanya modelinden de esinlenilerek benzer bir model ülkemizde de geliştirilebilir. Almanya’da bu görev, “Alman Müzik Konseyi (Deutsche Musik)” adlı bir örgüt tarafından yerine getirilmektedir. Biz de hem Türkiye genelinde, hem de bölgesel düzeyde bir mesleki örgütlenmeye gidilerek özerk statüde bir Türk Müzik Konseyi oluşturulması üzerinde çalışılmaya değer önerilerdendir. Alanlarının önde gelen uzmanlarından demokratik katılım ile oluşturulacak böyle bir konsey, ülkemizin müzik yaşamını A’dan Z’ye yeniden örgütleyerek, onların daha rasyonel ve ülkemizin sanatsal kalkınmasını hedef alan bir eşgüdüm içinde çalışmasını sağlayabilir. Bir tür üst meslek örgütü olacak böyle bir konsey, özerk bir kuruluş olarak ülkemizin müzik kurumlarından, müzik ve sanat yaşamından birinci derece sorumlu ve etkili olmalıdır. Kültür ve sanata zararlı olabilecek politik müdahale ve kişisel tercihleri önlemenin yolu da yine böyle akılcı ve demokratik örgütleme modelinden geçmektedir. Konsey, bölge müzik ve sanat konseyleriyle yurt düzeyinde örgütlenmeli, ayrıca dünyadaki benzer örgütlerle de işbirliğine giderek uluslararası müzik ve sanat ilişkilerini güçlendirmelidir. Sanat kurumlarımızın yöneticileri de bu konseyler tarafından belirlenmeli ve mesleki yönden denetlenebilmelidir. Sanatçıların sınavları, seçimleri, değerlendirmeleri de Türk Müzik Konseyi veya ona bağlı bölge müzik konseylerince yürütmelidir. Kurum yöneticileri, bu kuruluşa karşı mesleki yönden sorumlu olmalıdır.

Yeni sanat kurumlarının oluşturulması, kadrolaşma, yükselme ve ödüllendirme, verimliliğin eşgüdümün denetlenmesi, yarışmalar düzenlenmesi ve müzik ve sanat yaşamımıza ilişkin benzer tüm kararlar, söz konusu konsey ve bölge konseyleri tarafından alınmalıdır. Sınavlara standart ve güvenirlilik getirilmelidir.

Batı ülkelerinde sanat kurumları, örneğin orkestralar, sanatsal niteliklerine göre ayırımlara tabi tutularak çeşitli kategorilere ayrılırlar. Doğal olarak farklı bölgelerde ve kategorilerdeki orkestralarda çalışan sanatçıların aldıkları ücretler de farklıdır. Sanatçı bir üst düzeydeki orkestraya geçmek için sürekli çaba sarf etmek ve kendini yenilemek zorundadır. Bu ayırım ve sınıflandırmaya ülkemizde de geçilmesinde sayısız yararlar vardır. Bizdeki sanat kurumları ve bu sanat kurumlarında görev yapan sanatçılar da kurumun özelliklerine, niteliklerine, bulunduğu bölgeye, üretilen sanat ürünün niteliğine göre sınıflara, kategorilere ayrılmalı, sanatçının o ürünün ortaya çıkmasındaki katkısına, başarısına, performansına göre farklı ücretler uygulanabilmeli, bunu sağlayabilecek bir yeniden örgütlenmeye gidilmelidir.

İster Kültür ve Turizm Bakanlığı, ister başka kamu kuruluşlarınca, ister yerel yönetimlerce veya vakıf, şirket, dernek vb gibi kuruluşlarca oluşturulmuş olsun, tüm Çok Sesli Evrensel Sanat Müziği Kurumları, kendi alanları için saptanmış, nesnel nicelik ve nitelik ölçütlerine göre sınıflandırılmalıdır. A Grubu Orkestra, Senfonik Orkestra, C Grubu Çok Sesli Koro gibi. Sanat kurumlarının ve bu kurumlarda çalışan sanatçıların sınıf değiştirmeleri de nesnel ölçütlere bağlanmalıdır. Her müzikçi ve her müzik kurumu kendi sınıfı içinde değerlendirilmelidir.

Yasal güçlükler nedeniyle ülkemizdeki mevcut orkestraların kategorilere ayrılmaları zor görünse de, bu tür güçlükler ülkemizde mevcut olmayan, ama kurulması gereken yeni ve daha nitelikli (örneğin ‘Devlet Oda Orkestrası’ vb gibi) sanat kurumları oluşturulması formülüyle çözülebilir. Böyle bir orkestrada görev alabilecek sanatçıda aranacak niteliklerin yüksek tutulması, ödenecek aylık ücretlerin cazip hale getirilmesiyle bugünkü sanat kurumlarında çalışan üstün yetenekli genç sanatçılar için bu orkestra bir cazibe merkezi haline gelecektir. Yüksek nitelikli sanatçılardan oluşacak aylık ücreti farklı Devlet Oda Orkestrası, TRT Radyo Senfoni Orkestrası gibi yeni kurumlar oluşturulup, bunların başına uluslararası üne sahip yıldız şefler getirildiğinde kısa süre içerisinde gurur duyacağımız sanat kurumlarımız oluşacaktır.

Benzer modeller ve kurumsal yapılar diğer kültür ve sanat dalları için de geliştirilmelidir. Kültür ve sanat kurumlarımızın çağın gerektirdiği hız, verimlilik ve kaliteye ulaşabilmesi için bir atılım şarttır. Bu atılımı yaparken de en yararlı, en uygulanabilir kurumsal yapıları oluşturmak, en doğru tutumu geliştirebilmek amacıyla, çağdaş dünyanın kültür ve sanat alanındaki bilgi ve tecrübe birikiminden yararlanmak akılcı bir yoldur. Ancak temel belirleyici ülkemizin toplumsal ekonomik ve coğrafi yapısı ve Türk halkının sanat ve kültür gereksiniminin en üst düzeyde karşılanması olmalıdır.

b) Yanlış İstihdam Politikaları

Bir sanat kurumunun ve sanatçıların daha yaratıcı olmalarını sağlayacak ortamın sağlanmasında, istihdam yönteminin ve politikalarının çok önemli rolü vardır. Sanat kurumlarımızda çalışan personelin 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa bağlı olarak istihdam edilmesi ve bu yasanın sanat kurumlarımızın özel çalışma koşullarına uymaması, uygulamada pek çok sorunlara neden olmaktadır.

Sanat kurumlarımızın çalışanları her sene yenilenen sözleşmelerle istihdam edilmektedir. Her yıl yenilenen bu sözleşmeler ne yazık ki, sanatçıları daha verimli çalışmaya teşvik edecek nitelikte değildir. Bir sanat kurumuna sanatçı unvanıyla katılan bir kişi, 65 yaşına, yani yaş haddinden emekli oluncaya kadar, gece gündüz yaz kış çalışsa da, hiç çalışmasa da, başarılı olsa da olmasa da, çeşitli nedenlerle görev almaktan kaçınıp hiçbir görev yapmasa da, hatta çalıştığı kurumda görev kabul etmeyip örneğin radyolarda, televizyonlarda programlar hazırlayıp sunsa da, dizilerde seslendirme stüdyolarında sürekli ek işler yapsa da diğerleriyle aynı maaş ve ikramiyeleri almaktadır. Artık dünyanın başka hiçbir ülkesinde uygulanmayan böyle bir sistemin bizde de sonsuza kadar devam edip gitmesi mümkün görünmemektedir.

Türkiye’den başka dünyanın hemen hemen hiç bir ülkesinde sanatçıların ömür boyu sözleşme yapma garantisi yoktur. Batıda sanatçılar için kesin kurallar uygulanmakta, hiç açık kapı bırakılmadan sözleşme gereği davranmaya zorlanmaktadırlar. Sözleşme süresi bir yılla sınırlanarak sanatçı sürekli iyi performans göstermeye teşvik edilmektedir. Uyum sağlayamayanların sözleşmeleri bir dahaki yıl yenilenmemektedir.

Bugünkü personel ve ücret sistemi, sanat kurumlarımızı maalesef verimsizleştirmiş ve sıradanlaştırmıştır. Sanatçıların memur statüsünde istihdam edilmeleri uygun bir yöntem değildir. Çünkü sanatçı ve memur kavramları birbiriyle bağdaşmaz. Çalışanla çalışmayanın, yetenekli ile yeteneksizin, başrolü oynayanla figüranın, solist sanatçı ile en basit bir ritim saz çalgıcısının, koro şefi ile sıradan sanatçının, ilkokul mezunu ile yüksek lisanslı ve doktoralının aynı parayı aldığı bugünkü memur sanatçı sistemi, tembelliği, nemelazımcılığı, sıradanlığı yüceltmekte ve söz sahibi yapmaktadır.

Oysa olması gereken her sanat kurumunun özel çalışma koşullarına ve teknik yapısına uygun, verimliliği ve üretkenliği artıracak, dünyadaki çağdaş anlayışa uygun ve ülkemizin özel şartlarını en iyi karşılayabilen yeni bir organizasyon yapısı ve personel istihdamı politikası belirlenerek bir an önce uygulanmaya başlanmasıdır.

Sanat kurumlarında çalışan sanatçılar arasında her alanda, hatta aynı işi yapan örneğin aynı enstrümanı çalan sanatçılar arasında da objektif kriterlere dayanan bir sınıflandırma olmalı, her sanatçının kendi statü ve alanı ile ilgili kriterlere göre performans değerlendirmesi yapılmalıdır. Yürürlükteki uygulamada ise; örneğin, bale sanatçılarını solist ve grup dansçısı olarak sınıflandıracak bir ayırım olmadığından, rekabet ortamı da oluşmamakta, bu da sanatçıların verimliliklerini engellemektedir.

Orkestralarımızın yönetmeliklerinde hala üstün yeteneğe set çekici, orkestranın solistlik mevki sınavlarına başka orkestralardan müracaatı önleyecek tekelci maddeler vardır.

Sanat kurumlarımızın personel çalıştırma sistemi liyakat esaslı olmalıdır. Bu kurumlara tanınan kadrolar içinde adil, eşit, kayırmalardan uzak, demokratik bir seçme ve ayırma sistemiyle kurumların sözleşmeli personel istihdam etmeleriyle sağlanmalıdır. Solist sanatçıların aylık ücrete bağlı olarak orkestra kadrolarında istihdam edilerek çalıştırılmasına dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmaz. Dünyadaki uygulamada solist, verdiği konserler karşılığında kazandığı kaşelerle hayatını sürdürür. Bizde de solistlere konser başına ücret verilmesi sistemine geçilmelidir. Böylece kurumlar arası ve kurum içi sanatsal yarışma ortamı sağlanır ve pek çok tıkanıklıkların önü açılmış olur.

Bir an önce performansa göre ödeme yapılmasını esas alan yeni bir sisteme geçilmesi şarttır. Sözleşmelerin, yeterli performansı gösteremeyen, verimli ve disiplinli çalışmayan sanatçıların işlerinden uzaklaştırılabilmelerine imkân verecek şeklinde yapılması gerekmektedir. Konserlerdeki performansı olumsuz etkileyen ikinci işlere imkân vermeyecek, yoğun bir çalışma programı uygulanmalı, böylece orkestra, koro ve topluluklarda çalışan sanatçıların ikinci işler yapıp orkestrayı olumsuz yönde etkilemelerinin önü alınmalıdır.

Sanat dallarına göre gerekiyorsa yaş sınırları belirlenmeli, sanatçılar yaptıkları işin niteliğine göre sınıflandırılmalıdır. Rekabetin esas alınacağı bu yeni yapılanmada sanatçılar, periyodik aralıklarla (2 ya da 3 yılda bir olabilir) mesleki sınavdan geçirilerek yeni durumlarına göre ücretleri belirlenebilmelidir. Verimi düşen sanatçılar, önce daha düşük bir statüye ya da sanatçı statüsünden başka statüye kaydırılmalı, sonra da emekli edilebilmelidir.

Sanat kurumlarındaki kadro tıkanmasını önlemek için sanat dallarına göre yaş sınırları da belirlenmeli, verimsiz olanlar ayıklanabilmelidir. Böylece genç ve yetenekli sanatçıların da önü açılmış olacaktır. Ayrıca asıl işinden çok piyasada para kazanmaya yönelenlerin de kurumla ilişikleri kesilmelidir. Sanat kurumlarımızda halen geçerli olan sanatçı, sanat uygulatıcısı, sahne uygulatıcısı, notist, akordör gibi ne olduğu tam olarak anlaşılamayan unvanlar kaldırılarak yerine tanımı açık seçik yapılmış unvanlar konulmalıdır.

Personele yapılan ücret, maaş, prim ikramiye gibi ödemeler somut ve objektif kriterlere ve belli standartlara bağlanarak dilimlendirilmeli, yaptıkları iş ve performans durumlarına göre arada farklılıklar olmalı, daha fazla çalışana, daha başarılı ve daha nitelikli olana daha yüksek primin ödenebileceği bir ücretlendirme ve ödüllendirme sistemi geliştirilerek uygulanmalıdır. Görev ve çalışma düzeni ile disiplin işlemleri ve uygulanacak yaptırımların işleyişi, yenilikçi ve çağdaş bir yaklaşımla yeniden düzenlenmelidir. Her yeni eser ve temsil başına maaşların takviye edilmesi yapıcı bir teşvik olabilir. Bu sistemde sanatçı verimsizlikten kurtularak daha üretken olacaktır.

Sanat kurumlarımızda görev yapan bazı sanatçılarımız, yaşlanmanın, doğal, fiziksel, bedensel ve zihinsel yıpranmanın getirdiği zorluklara rağmen, yaşam standartlarının düşeceği endişesiyle emekli olmak istememekte, dolayısıyla genç sanatçılar için gerekli olan kadroları bloke etmektedirler. Bakanlığımıza bağlı müzik ve sahne sanatları kurumlarımızda halen mevcut olan veya ortaya çıkabilecek kadro şişkinliğini önlemek için yaşlılık, hastalık, sakatlık veya gerekli çalışmayı yapamama vb nedenlerle sahneye çıkamayan veya gösterdiği performans uzun süre beklenenin çok altında kalan sanatçılarımızın fazla mağdur edilmeden sanat kurumuyla ilişkilerinin kesilmesinin çareleri aranmalıdır. Örneğin yeni düzenlemelerle bunlara erken emeklilik imkânı sağlanması, durumlarına uygun başka görevlere nakledilmeleri, örneğin öğretmen olarak eğitim kurumlarında veya kurslarda bilgilerinden ve deneyimlerinden yararlanılması yerinde olacaktır.

Sanatçılarımızın özlük hakları konusunda benzer kuruluş sanatçıları arasında inanılmaz ücret eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri söz konusudur. Örneğin benzer işleri yapan TRT sanatçıları ile Kültür ve Turizm Bakanlığı sanatçıları arasında hem çalışırken, hem de emekliliklerinde oldukça büyük farklar vardır. Bakanlık sanatçılarının çoğu yaşlanma nedeniyle performansları düşmesine, verimsiz hale gelmelerine, hak etmiş olmalarına, kendileri de emekli olmayı arzu etmelerine rağmen emekli oldukları takdirde maaşları çok düşeceği için emekliye ayrılmaya yanaşmamaktadırlar.

c) Yönetim Sorunları

Farklı görüş ve öneriler bulunsa da, kültür-sanat alanında ve sahne sanatlarında sanat yönetimi ile idari yönetimin birbirinden ayrılması gelişmiş ülkeler tarafından çok uzun yıllardan beri uygulanan, denenerek geçerliliği kabul edilmiş bir yöntemdir. Bu sistemde, idari işlerle ilgili yönetim Administration ya da Management kavramıyla, vizyon ve sanat politikalarını da içine alan sanatsal yönetim ise Artistik Direction kavramıyla ifade edilmektedir. Gelişmiş ülkelerde bu iki alan birbirinden ayrı olmakla beraber, birbirleriyle son derece sıkı bir işbirliği ve yoğun bir ilişki içerisinde çalışırlar. Bunlar birbirini yavaşlatıcı ve engelleyici değil, aksine birbirini destekleyici ve besleyici bir işleyiş içinde yürürler. Bizde ise bu yönde geniş bir uzlaşma gözlenmekteyse de sağlıklı uygulamalara geliştirilememiştir. Benzer bir sistemin kısmen uygulandığı sanat kurumlarımızda da idari yönetimle sanatsal yönetimin sınırlarının tam olarak belli olmaması yüzünden uygulamada değişik sorunlarla karşılaşılmaktadır.

Sanat yönetimi, yeni sezonda hangi oyunun sahneleneceği, hangi repertuarın seslendirileceği, seçilecek eserde hangi rolü en iyi hangi sanatçının oynayabileceği, belli bir eseri en iyi hangi solistin seslendirebileceği gibi sanatsal sorunları çözmek, kendi kurumunun sanat anlayışını, repertuarını, üslubunu belirlemek, ayrıca geleceğe yönelik sanat politikaları üretimine katkılarda bulunmak gibi pek çok görevleri yerine getirmek durumundadır. Bunlar kolay işler değildir. Sanat yönetimlerinin, sanatla ilgili görevlerinin altından hakkıyla kalkabilmelerini büyük başarı saymak gerekir. Durum böyleyken örneğin, binaların ısıtma, aydınlatma ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı, temizlik işinin hangi şirkete verileceği, binaların bakım, onarım, tamirat, tadilat sorunları, patlayan boruların, bozulan tesisatın nasıl tamir edileceği, demirbaş eşya ve mefruşatın bakımı ve ilgililere zimmetlenmesi, herhangi bir yurtiçi veya yurt dışı turnenin giderlerinin nereden nasıl karşılanacağı, bütçede hangi harcamalar için ne kadar ödenek bulunduğu, bunun yeterli veya gerekli olup olmadığı gibi uzmanlık alanlarına girmeyen konuları da düşünmek ve bu tür sorunlara da çözüm bulmak zorunda kalmaları, aynı anda birbiriyle çakışan işler arasında sıkışıp kalmaları, sonuçta ne idari işlerin, ne de sanatsal işlerin düzgün bir şekilde yürüyememesi sonucunu doğurmaktadır. Bu durum, zamana karşı yarış, dinamizm ve ivedilik gerektiren sanat kurumlarımızda işleyişi hantallaştırmakta ve sorumlulara altından kalkılması imkânsız yükler bindirmektedir. Bunun da ötesinde asli görevi sanat üretmek olan alt kademedeki sanatçıların da yönetime destek olmak amacıyla, tamamen yabancısı oldukları idari ve teknik işlerin içine çekilmelerine, sanatsal faaliyetlerinin aksamasına, işlerin de çoğu zaman ağır, aksak yürümesine, pek çok yanlışlıklara, usulsüzlüklere ve sanatsal verimliliğin düşmesine neden olmaktadır. Kültür ve sanat kurumlarımızın yapılanma ve işleyişlerindeki en önemli hataların başında, sanatçıların sanatlarının dışındaki işlerle görevlendirilmeleri zorunda kalınması, gerçek uzmanlık gerektiren birçok işin yetersiz kadrolarla yapılmaya çalışılmasıdır.

Kültür ve sanat yönetimi konusunda günümüz dünyasında pek çok üniversitede bölümler kurulmuş, yüksek düzeyde eğitim de verilmektedir. Bizim kültür ve sanat kurumlarımız için de nitelikli kültür ve sanat yöneticileri yetiştirilmesi ve istihdamı yolunda gereken tedbirler alınmalı, yeterli sayıda kişinin yurt içinde ve yurt dışında bu alanda eğitim almaları sağlanmalı, hâlihazırda bu görevleri yürütmekte olan personel de hizmet içi eğitim programları, kısa ve uzun dönemli kurslarla eğitilmelidirler.

Sanat kurumlarının işletme yönetimleri de profesyonel bir servis olarak düşünülmeli ve kurumların da görüşleri alınarak işveren tarafından belirlenecek ölçütler içinde oluşturulmalıdır. Kurumların sanatsal yönetimleri, işletme konularıyla meşgul edilmemelidir.

Özellikle çok sesli müzik kurumlarımızın yeniden yapılandırılmasında özerklik, katılımcılık ve yerinden yönetim vazgeçilmez ilkeler olmalıdır. Her kurumun kendi sanat yönetimini demokratik yollarla kendisinin belirlemesi esas olmalıdır. Sanat yönetimi o kurumun temsilcisi olmalı, kurumu temsil etmelidir.

  1. Diğer Sorunlar (Denetim, Eşgüdüm, Koordinasyon, Tanıtım, Kaynak Sorunları vb.)

Bugünkü verimsiz sistemin en önemli nedenlerinden birisi de mesleki denetim eksikliğidir. Unutulmamalıdır ki denetim olmadan kaliteye ve çağdaş seviyeye ulaşmak hayal bile edilemez. Sanat kurumlarımızın sanatsal yeterliklerini, performanslarını, düzeylerini ölçüp değerlendirebilecek, ne herhangi bir kurum veya kuruluş, ne de belirlenmiş objektif kriterler vardır. Bir sanat kurumunun ayda veya yılda kaç konser vermesi, kaç turneye çıkması, ne tür çalışmalarda bulunması, hafta kaç gün kaç saat prova yapması gerektiği gibi en basit çalışma usulleri, repertuarlarının niteliği, performans kriterleri bile objektif olarak belirlenmiş değildir.

Sanat kurumlarımız, basın ve halkla ilişkiler, tanıtım ve pazarlama, bilgisayar programcısı, uzman kütüphaneci gibi personelle de takviye edilmelidir. Tanınmak, ilgi çekmek, dinleyici kazanmak, ortaya konan sanatsal ürünlerin reklamını ve pazarlamasını yapmak için, bir işletmeci gibi çalışacak halkla ilişkiler kurarak, eğilimleri tespit edip, yeni buluşlar, uygulamalar üretecek profesyonel görevlilere de gereksinim vardır.

Merkezde de bütün önemli etkinlik ve faaliyetleri, büyük organizasyonları, yurt ve dünya çapındaki sergileri ve büyük projeleri planlayıp programlayacak, tanıtıp pazarlayacak, bu konularda sanat kurumları ile Bakanlık dışındaki kurum ve mercilerle de gerekli işbirliği ve koordinasyonu sağlayacak, her türlü imkan ve yetkilerle donatılmış bir Organizasyon, Koordinasyon ve Halkla İlişkiler Departmanı oluşturulması yerinde olacaktır.

Kültür ve sanat kurumlarımızın en büyük sorunlardan biri de birbirleri ile ve diğer mercilerle planlı ve koordineli bir işbirliği içinde olamamaları, yani eşgüdüm eksikliğidir. Dar kapsamda düşünüldüğünde, aynı tür ve nitelikteki orkestralarımız, koro ve topluluklarımız arasında bile bir eşgüdüm söz konusu değildir. Hâlbuki repertuarlar, programlar, şefler, solistler, sanatçılar açısından bir eşgüdüm sağlanmasıyla hem kendi sanat kurumları, hem de hizmet ettikleri sanat alanı açısından çok olumlu ve yararlı sonuçlar alınabilecektir. Sanat topluluklarımız arasındaki eşgüdüm eksikliğinin giderilmesiyle repertuarlar, programlar, şefler, solistler ve sanatçılar açısından da bir işbirliği sağlanabilecek, daha verimli ve üretken ortak alanlar yaratılabilecektir. Bunun için orkestra, koro ve toplulukların müdür, şef, genel müzik direktörü gibi sanat ve işletmecilik yöneticilerinin katılacağı ‘üst kurullar’ oluşturulması yerinde olacaktır.

Çoğu genel müdürlük bünyesinden ayrılmış bulunan ve güzel sanatların değişik alanlarında faaliyet gösteren sanat kurum ve kuruluşlarıyla genel müdürlük arasında olması gereken işbirliği, ortak çalışma ve eş güdüm sağlanamamaktadır. Bu günkü yapıyla sağlanması da mümkün görünmektedir. Sanat kurumları arasında eşgüdüm programı adı altında bir hizmet standardı belirlenmesi ve eğitim kurumlarıyla yararlı bir işbirliği geliştirilmesi yerinde olacaktır.

Eşgüdüm sayesinde sanat kurumlarının görev ve sorumlulukları, asgari performansları, sorunları ve çözüm yolları belirlenebilir, iş tanımları yapılabilir. Örneğin, bir orkestranın yılda asgari kaç konser vermesi, kaç turne yapması, kaç eğitim konseri gerçekleştirmesi gerektiği gibi hususlar somut olarak ortaya konabilir, orkestralar da bu görevleri yerine getirmek ve bu hedefleri aşmak için hem performanslarını artırabilecek işbirliği, hem de bir yarış ve rekabet içerisine girebilirler.

Bugünkü sistemde, sanat kurumlarının etkinlik sayıları, seslendirecekleri veya oynayacakları Türk eserleri sayısı, turne sayıları, eğitim etkinlikleri sayısı gibi hususlar, kurumların başında bulunan yöneticilerin idealizmine bırakılmış durumdadır. Herkes idealist olmayabildiği için de sonuçta çok yanlış durumlar ve sakıncalı sonuçlarla karşılaşılabilmektedir. 1941’den beri, Devlet Operalarımızda, yabancı opera eserleri Türkçe adaptasyonlarıyla sahnelendirilmekteydi. Daha sonraları Türkçe temsil geleneği kaldırılarak yerine opera eserlerinin, orijinal dilinde sunulması yolu benimsenmiştir. Hâlbuki bütün önemli dünya orkestralarında, ulusal orkestralarda hiçbir zaman yabancı dille eserler oynanmaz. Bizim dışımızdaki pek çok ulusun, çoğu Devlet kurumu bile olmayan operalarında bile kendi dilini korumak amacıyla, yabancı dilde eser oynanmamasına özen gösterilirken, aynı özene bizim Devlet kurumu olan operalarımızda rastlanmaması bizim açıklanması çok zor garipliklerimizdendir.

Aynı şehirde bulunan senfoni orkestraları ile opera orkestraları zaman zaman birleştirilerek bunların opera konserleri, bale, operet ve senfonik konserler vermeleri sağlanabilmelidir. Örneğin İzmir Senfoni Orkestrasıyla, Opera Orkestrasının, Antalya Opera Orkestrası ile Antalya Senfoni Orkestrasının, Adana ve Mersin Senfoni Orkestralarının birleştirilmesiyle muhteşem sanat icraları yapılabilir.

Merkezi yönetimle sanat kurumları arasında bir koordinasyon kurulu oluşturularak, genel ilkeler, öneriler, sorunlar, çözümler, ilgili mevzuat, yönetmelik, yönerge, genelge, program taslakları ve görüşülmesi gereken diğer konular üzerinde yılda en az iki defa ve periyodik olarak, demokratik bir çerçevede etraflı değerlendirmeler yapılabilir ve yapılmalıdır.

Bir orkestra kendisini güçlü bir kadro, iyi bir repertuar, üstün nitelikli yıldız bir şef ve her şeyiyle sanat icrasına uygun gerçek bir konser salonu ile kanıtlar. Ama maalesef ülkemizde gerçek bir konser salonu yok denebilecek kadar azdır. Opera, koro ve topluluklarımızın çoğunun kendilerine ait ya hiç konser salonları yoktur veya mevcut salonlar mimari özellik, teknik donanım açısından çok yetersizdirler. Halbuki yabancı ülkelerin çoğunda, kültür ve sanat mekanları, içinde etkinlik yapılmadığı zamanlarda bile sırf estetik özellikleri ve güzellikleriyle bile gezilip görülmeye değer niteliktedir. Bizdeki bu eksikliklerin de bir an önce giderilebilmesi için kısa, orta ve uzun vadeli planlar hazırlanıp uygulamaya konmalı, başta müzik ve sahne sanatları kuruluşlarımızın konser salonu ihtiyaçları olmak üzere, bütün kültür ve sanat ürünlerimizin temsil ve teşhirine uygun, dünyadaki örnekleriyle yarışabilecek nitelikte ve nicelikte kültür ve sanat mekânları oluşturulması için bir seferberlik başlatılmalıdır.

Başta Ankara ve İstanbul gibi metropol şehirlerimiz olmak üzere hiçbir şehrimizde güzel sanatlar ve plastik sanatlar sanatçılarımızın çalışabilecekleri, birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, eserlerini teşhir edilebilecekleri uygun çalışma ve teşhir mekanları yoktur. Bu tür sorunların çözümü yolunda yeterli adımlar da atılmamaktadır.

Faaliyet ve etkinlik yapmak, aynı zamanda masraf yapmak demektir. Kültürel ve sanatsal etkinlikler ise, önemli maddi harcamalar gerektiren, oldukça masraflı etkinliklerdir. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ve diğer sanat kurumlarımız için bütçeden verilen ödenekler, sabit ve zorunlu giderlerle, personel giderlerini karşılamaya bile yetmemekte, kültürel ve sanatsal etkinliklere, aktivitelere, kültür ve sanatı destekleyici uygulamalara yeteri kadar ödenek tahsis edilememektedir. Halbuki Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesindeki sanat kuruluşumuzda görev yapan sanatçılarımızın görevleri sadece bulundukları yerde periyodik konserler vermek değil, turneler, bölge konserleri vb etkinliklerle sanatı halkımızın ayağına götürmek, yurt dışı konserlerle tüm dünyaya tanıtmaktır. Fakat yurtiçi ve yurt dışı turneler için harcırah ve diğer giderleri karşılamak üzere bütçeye yeterli ödenek konmadığından, sanat kurumlarımızdan ve sanatçılarımızdan görev yerleri dışında yeteri kadar yararlanılması mümkün olamamaktadır. Bazı sanat kurumlarımızın kendi konser salonları bulunmadığından, kiralık yerlerde konser vermek durumunda kalmaktadırlar. Bu iş için ayrılan ödenekler de çok kısıtlı olduğundan, sanat kurumlarımız uygun salon kiralamakta sıkıntıya düşmektedirler. Bu nedenle konserlerin aksaması, yapılamaması veya iptal edilmesi durumlarıyla da karşılaşılmaktadır. Yine ödenek yetersizlikleri nedeniyle sanat kurumlarımızın enstrüman alımlarından, giyecek yardımlarına, binalarının bakım onarım giderlerinden, aydınlatma, ısıtma, elektrik, su giderlerine kadar pek çok zorunlu gideri karşılanamamaktadır. Sanat kurumlarımız ihtiyaçlarından çoğunu mahalli imkânlarla karşılamak zorunda kalmaktadırlar. Bakanlık bütçesine konan çok yetersiz ödenekler, resim, heykel, seramik, rölyef, hat, ebru, minyatür, tezhip gibi sanat dallarında çalışan ve bakanlığımızdan katalog, sergi davetiyesi, afiş basımı gibi konularda yardım ve destek isteyen sanatçılara, çok mütevazı sayılabilecek bu yardım ve desteklerin yapılabilmesine bile imkân vermemektedir. Ödenek sıkıntılarının büyük bölümü Bakanlığın başka birimlerinden aktarılan sınırlı ödeneklerle karşılanmaya çalışılmaktadır.

Ülkemizdeki meydan ve anıtların içler acısı durumu herkesin malumudur. Bir şehrin meydanlarını süsleyen anıt ve heykellerin, eserlerin sanatsal güzellik ve estetik zevk taşıması, milli birlik ve beraberlik duygularını geliştirmesi, tarih bilinci uyandırması önemli bir gerekliliktir. Bütün dünyada bu böyledir. Ama bizde maalesef hiç de böyle değildir. Bizim meydanlarımızdaki anıt ve heykellerin başka ülkelerinkiyle hiçbir yönden kıyaslanamayacak kadar kötü oldukları, sanatsal zevkten ve estetikten yoksun bulundukları öteden beri şikâyet konusudur. Bu anıt ve heykellerin yapımında ne bakanlıktan, ne de bu alanda uzmanlığı olan başka kurum ve kuruluşlardan görüş ve teknik destek alınmaktadır. Zaten anıt, heykel, şehitlik vb yapımı için genel müdürlük bütçesine konan toplam ödenek tek bir örnek anıt yapabilmeye bile yeterli değildir. Anıt ve heykel yapımıyla ilgili olarak Belediyelerden ve il özel idarelerinden genel müdürlüğe gelen talepler eldeki ödeneği onlarca kat aşmaktadır. Mevcut bütçeyle taleplerin karşılanması mümkün olmadığından, belli sayıda projeye sınırlı bir yardım yapılmasıyla ve teknik destek sağlanmasıyla yetinilmektedir.

  1. Kurumsallaşma İle İlgili Çözüm Önerileri

Batılı ülkelerin deneyimlerinden ve bilgi birikimlerinden

yararlanma zorunluluğu, bizi asla başkalarından model kopyalamaya ve bazı şablonları olduğu gibi dayatmaya da mecbur etmemelidir. Böyle bir anlayışın yarardan çok zarar getirdiğini geçmiş tecrübelerimizle yeteri kadar görmüş ve yaşamış bulunuyoruz. Çünkü ülkemizin gerçekleri ve ihtiyaçları batı ülkelerine tam olarak uymaz. Ülkemizde daha işin başında olması gereken olamamış, kültür ve sanat alanında sağlıklı bir sistem kurulamamış ve kurumsal yapılar oluşturulamamıştır. Bugün yeni düzenlemelere, kurumsallaşmalara ve sınıflandırmalara gidilirken de, önce yapısal sorunlar, aksaklık ve eksiklikler, bozukluklar doğru teşhis edilmeli, en uygun çözümlerin tespit ve uygulamasında iş aceleye getirilmemeli, müzik ve sanat dünyamızın yeni kaoslara sürüklenmesine de yol açılmamalıdır. Yeniden yapılanma belli bir zaman dilimine yayılarak, doğal süreçleri içinde, adım adım ve mümkün olabilecek en geniş mutabakatla gerçekleştirilmeli, sanatçıların kazanılmış özlük haklarına da saygı gösterilmelidir.

Bütün yasal düzenlemelerin dayandığı temel anlayış, toplumun iyiliği ve kamu yararı olmalıdır. Sanat yönetiminde kamu yararı ise, en yeteneklilerin, en uygun yerlere gelip daha nitelikli ve daha çok sanat ürünü üretebilmesidir. Kültür ve sanat alanında ülkemizdeki mevcut durum da göz önünde bulundurularak, sanatsal rekabeti, üretkenliği en üst düzeye çıkarabilecek, niteliksizliğin, üretimsizliğin, verimsizliğin önüne set çekebilecek, en uygun kurumsal yapılar bir an önce oluşturulmalıdır.

Yerinden yönetim anlayışına dayalı birimleşmeyi sağlamak, her sanat kurumunu bir birim saymak ve bütün sanat kurumlarındaki yapısal bozuklukların, sorunların tespit ve onarılmasına bu birimlerden başlamak, sonra aynı nitelikteki sanat kurumlarının (örneğin orkestraların, koro ve toplulukların) sanat ve idari yöneticilerinden oluşturulacak komisyonlarla bütün sorunları, aksaklık ve bozuklukları, çözüm yollarıyla birlikte belirleyip nihai çözüm merciine sunmak, son olarak da genel müdürlük bünyesinde gerçekleştirilecek üst seviyedeki toplantılarla sağlıklı çözümler üretmek izlenecek yol ve yöntemlerden biri olabilir.

Başta müzik, sahne sanatları, plastik sanatlar, geleneksel sanatlar, edebiyat olmak üzere güzel sanatların her dalında ve alanında sorunların tespit ve teşhisinden çözümüne, uygulamadaki aksaklıkların giderilmesinden, çağı yakalayıp aşmamızı sağlayacak ileri hedefler belirlenmesi ve bunlara bir an önce ulaşılması yollarının bulunması ve gerekli tedbirlerinin zamanında alınmasına kadar her konuda etkin ve aktif rol alacak kurumsal yapılar, organizasyonlar, uzman kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları ve birlikleri oluşturulmalıdır. Bunların neler olabileceği ve nasıl oluşturulacakları, dünyadaki benzer örneklerden de yararlanılarak, her güzel sanatlar dalıyla ilgili olarak geniş katılımlı toplantılar, çalıştaylar, şuralar vb ile belirlenebilir.

Zaman, ülkemizin kültür ve sanat zenginliklerine ait bilgi, belge ve kayıtların toplanması, kültürel ve sanatsal birikiminin bilimsel ve sistematik bir tarzda ortaya konması zamanıdır.

Türk kültür ve sanatı ile ilgili araştırmalara önem verilmeli, bu amaçla ‘Türk Kültür ve Sanatı Araştırma ve Uygulama Merkezleri’ açılmalıdır.

Kültür ve sanatın sağlıklı bir şekilde gelişiminde, nitelikli ve üstün sanatçıların ve sanat eserlerinin çoğalıp yaygınlaşmasında da kurumsallaşmanın önemi çok büyüktür. İstenen sonuca sadece resmi kurum ve kuruluşlarla, bürokratik sistemle ulaşılabilmesi ve devasa sorunlara çözümler bulunabilmesi şimdiye kadar mümkün olamadığı gibi, bundan sonra da pek mümkün görünmemektedir. Bu yüzden hem genel nitelikte, hem de belli ihtisas dallarına yönelik olarak, daha sivil, daha uzman, kültür ve sanat ağırlıklı kurumsal yapılar oluşturulması, meslek gruplarına, kültür ve sanat dallarına göre konseyler, kurullar, kurumlar, meslek birlikleri, federasyonlar, konfederasyonlar, vakıflar vb kurum ve kuruluşlar oluşturulması, bunların oluşumuna katkı ve destek sağlanması yerinde olacaktır. Örneğin, Türk sanatını ve sanatçısını özgün ve nitelikli eserlerle ortaya çıkaracak, yurtiçinde ve dışında tanıtacak meslek birliklerini, federasyonları ve konfederasyonları ve ihtiyaç duyulacak diğer oluşumları da biçimlendirmek ve gerçekleştirmek üzere bir ‘Türk Kültür ve Sanat Konseyi’ oluşturulabilir.

Batıdaki, doğuya ait bütün bilgi belge ve dokümanları toplayıp sistemli bilgi haline dönüştüren ve bunu batının doğu üzerindeki hâkimiyeti için kullanan oryantalizm gerçeği gözlerimizin önündedir. Neredeyse bin yıldan beri, yüz binlerce oryantalist bilim adamı ellerindeki sınırsız imkân ve kaynaklarla başta biz olmak üzere bütün doğuyu didik didik inceliyorlar. Aldıkları yol ve ulaştıkları sonuçlar ortadadır. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı arifesinde, dünya yüzeyinin %85’ini kendi sömürge alanı haline getirmişti. Eğer oryantalizmin desteği olmasaydı buraları sömürgeleştirmek ve egemenlik altında tutmak bu kadar kolay ve mümkün olamazdı. Bizim de kendi kültür ve sanatımız üzerine, başta Avrupa ve Asya olmak üzere tüm dünyada etüt, inceleme, araştırmalarda bulunmamız, toplanan bilgi ve dokümanları sistemli bilgi haline dönüştürmemiz, kültür ve sanatımızı değişik etkinliklerle yayıp ve tanıtmamız, hakkımızdaki yalan yanlış, maksatlı isnat ve iftiralara karşı mücadele başlatmamız, başkalarının bizi istediği gibi ve yanlış tanıtmasının önüne geçme çabası içine girmemiz gerekmektedir. Bunun için batıdaki oryantalizm merkezlerindeki örneklerinden de esinlenilerek gerekli organizasyonlar, vakıflar, enstitüler, kurum ve kuruluşlar bir an önce oluşturulmalıdır.

Bu arada Türk kültür ve sanatının, çevre kültür ve sanat etkinliklerine model oluşturması için organizasyonlara da girişilmeli, başta Türk dünyası olmak üzere, Avrupa ülkeleri ile kültürel ve sanatsal işbirliği ve ortak etkinlikler gerçekleştirilmelidir. Ülkemizi, dilimizi, kültürümüzü ve sanatımızı tanıtmak amacıyla kurulan Yunus Emre Vakfı’na daha fazla işlerlik kazandırılmalı, gelişmiş ülkelerin tüm dünyada örgütlenmiş başarılı kültür merkezleri örnek alınarak sağlıklı ve verimli bir yapılanmaya gidilmeli, bu tür kuruluş ve vakıflardan en iyi şekilde yararlanılmadır.

7. TEŞVİK VE ÖDÜLLENDİRMENİN YETERSİZLİĞİ

Tarih boyunca, kültür ve sanat alanındaki ilerleme ve gelişmeler, hep bu alanda faaliyet gösterenlerin, bu yöndeki etkinlik ve faaliyetlerin teşviki ve desteklenmesi oranında olmuştur. Kendi tarihimizde kültür ve sanatın zirveye ulaştığı dönemlerde, hükümdarların, sadrazamların, vezirlerin, beylerin, paşaların ve diğer üst düzey yöneticilerin sanatçılara verdikleri ödüllerin, ihsanların, caizelerin yanı sıra, loncalar, vakıflar gibi zamanın sivil toplum örgütlerinin, ayrıca hali vakti yerinde olan zenginlerin da sanata ve sanatçıya, bilime ve kültüre önemli maddi ve manevi katkılarda ve desteklerde bulunduklarını biliyoruz. Eğer Kanuni olmasaydı, ne Mimar Sinan olabilirdi, ne Baki, ne Fuzuli, ne de zamanın diğer büyük sanatçıları!

Avrupa’daki Rönesans hareketlerinin arkasında da başta İtalya olmak üzere Avrupa’daki kralların, düklerin, prenslerin ve özellikle zengin ve tanınmış ailelerin sanata, kültüre ve bilime olağanüstü maddi ve manevi destekleri vardır. Bu da gösteriyor ki, kültür ve sanat ancak teşvik ve destekle var olabilir ve gelişebilir.

Batılı ülkeler, kültür ve sanat alanında başarılı olan insanlarına büyük değer ve önem verirken, onları milli kahraman payeleri, madalyalar, maddi ve manevi büyük ödüllerle ödüllendirirken, maalesef bizde çok zaman bunun gerekliliğine bile şüpheyle yaklaşılabildiğine tanık olunmaktadır. Uluslararası başarılar elde eden sanatçılarımızın bizde de maddi ve manevi yönden ödüllendirilmeleri hem kültüre ve sanata yönelimi artıracak, hem sanatçılarımızın yaratma ve üretme hırslarını özendirecektir. Bunun için devlet tarafından kültüre ve sanata ayırılan kaynakların artırılmasının yanı sıra başka kaynaklar da bulunup seferber edilmelidir.

Günümüzde ise devletimizce ve bakanlığımızca verilen ödüller hem sayıca çok yetersizdir, hem de parasal ödüllerimiz, ‘hiç verilmese daha iyi’ dedirtecek kadar düşüktür. Örneğin her yıl, kültür ve sanat alanlarından birinde üstün nitelikte eser ve çalışmalar ortaya koyanlar arasından seçilen bir kişiye bakanlığımızca ‘Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ verilmektedir. Her yıl Maliye Bakanlığı ve Bakanlığımızca birlikte tespit edilen ve devlet adına verilen bu “Büyük Ödül”ün miktarı 2007 yılında sadece 12.500 (Onikibinbeşyüz) YTL idi. Nitekim ödüle layık görülen sanatçı da para ödülünü kabul etmemiştir. Halbuki İsveç’te bir vakıf tarafından verilen ve aynı yıl Orhan Pamuk’un kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü’nün parasal miktarı 1 000 000 (Birmilyon) Avro idi.

Ayrıca her yıl Kültür ve Turizm Bakanlığınca kültür ve sanatın bazı dallarında da “Kültür ve Sanat Başarı Ödülleri” verilmektedir. Ancak hem bu iş için genel müdürlük bütçesine konan ödenekler çok yetersiz, hem de ‘Büyük Ödülü’ geçmemek üzere Maliye Bakanlığı ile birlikte belirlenen bu ödüllerin miktarları çok düşüktür. Çarpıcı bir örnek olması açısından; 1939 yılından beri her yıl kesintisiz olarak düzenlenen ve 2018 yılında da 74. sü gerçekleştirilen “Devlet Resim ve Heykel Yarışması”nda birincilik ödülleri, sadece 15 000 (onbeşbin) TL idi. İyi bir resim ve heykelin piyasada bununla kıyaslanamayacak kadar yüksek bedellerle satılabildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, neredeyse sanatçının malzeme, çerçeve, kargo vb masraflarını karşılamaya yetmeyecek kadar düşük ödüllü bir yarışmaya, adında ‘Devlet’ ibaresi olsa da çoğu sanatçının katılmak istemeyeceği, bu kadar düşük bir meblağın sanatçıya ciddi bir destek, hatta bir ödül niteliği bile taşımadığı son derece açıktır. Halbuki ilk defa konduğu yıllarda bu ödülün parasal değerinin küçük bir servet niteliğinde olduğu bilinmektedir.

Sanat kurumlarımızda çalışan sanatçılar için uygulanan ödül ve teşvik sistemi ise sağlıklı bir yapıya oturtulamamıştır. Bugünkü sistemde, temsil veren de vermeyen de, sahneye çıkan da çıkmayan da, turneye giden de gitmeyen de aynı maaşı, aynı prim ve ikramiyeleri almaktadır. Bazı sanatçılar, yaz boyu turne yaparlarken, bazıları üç ay tatil yapmaktadırlar. Bunlar arasında gösterdikleri performansa göre bir değerlendirme ve ödüllendirme sistemi yoktur.

Kurumlarımızın sanatsal yükselişine temel olacak sanatsal yarışı özendirecek, maddi ve manevi değer taşıyacak, keyfi uygulamalara imkân vermeyecek, objektif ilkelere ve kriterlere dayanan çağdaş ve uygulanabilir bir ödüllendirme ve prim sistemi bulunmalıdır. Bugün yılda iki defa ve bütün sanatçılara verilen teşvik ikramiyeleri, otomatiğe bağlanmaktan çıkarılmalı, sadece artı etkinliklerde bulunanlara teşvik ikramiyesi verilmesi uygulamasına geçilmeli, sanatsal etkinliklerin artırılmasına, zenginleşmesine, niteliklerinin yükseltilmesine katkı sağlayabilecek bir sistem geliştirilmelidir.

İyi bir teşvik ve ödüllendirme sistemi olmadan kültür ve sanatın hiçbir alanında yeterli gelişmeler olabileceğini, üstün nitelikli sanat eserlerimizin ve sanatçılarımızın yetişebileceğini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Günümüzde dünya çapında ressamlarımızın, heykeltıraşlarımızın, mimarlarımızın, şairlerimizin, romancılarımızın, hikayecilerimizin, bestecilerimizin, oyun yazarlarımızın vb gibi diğer sanatçı, edebiyatçı ve yazarlarımızın nitelik ve nicelik olarak yetersizliklerinin ana sebeplerini öncelikle iyi bir teşvik ve ödüllendirme sistemimizin bulunmayışında aramamız gerekmektedir.

Tarafsızlık, uzmanlık, özendiricilik ve süreklilik ilkeleri göz önünde bulundurularak ulusal ve uluslararası düzeylerde hem tek tek sanatçılara, hem de sanat kurumlarına yönelik etkili bir teşvik, yarışma ve ödüllendirme sistemi kurulmalıdır.

Kültür ve sanat alanındaki ödüller sayıca artırılarak çeşitlendirilmeli, konan ödüller yükseltilerek özendirici hale getirilmelidir. Bunun için Maliye Bakanlığı ile gerekli temaslar sağlanarak çözüm yolları aranmalı, başka kaynaklar da bulunmalıdır. Bütçeden sağlanan kaynakların bundan sonra da yetersiz kalacağı anlaşıldığından, yeni bir teşvik ve ödül sistemi geliştirilerek, ilgili bütün kamu ve kamu dışı kurum ve kuruluşlarca da desteklenebilmesi sağlanmalıdır.

8. KAYNAK SORUNLARI

Bugünün dünyasında kültür ve sanat alanında, ülkeler ve sanatçılar arasında yaşanan evrensel ve çok büyük yarışta geri kalmamak için yalnızca devletin ayırabildiği kaynaklar yeterli olamamaktadır. Zaten hiç bir zaman da olmamıştır. Özellikle bizim gibi ülkelerin piyasalarında kültür ve sanat ürünlerine yeterli talebin olmaması, yani bu ürünlerin piyasalaşamamış olması nedeniyle, önemli bir talep sıkıntısı yaşanmakta, nitelikli ürünler yaratma kaygısında olan kültür ve sanat sektörü kendi kendine yeterli olamamaktadır. Bu yüzden kültür ve sanatın kamusal kaynaklarla desteklenmesi, kamunun kültüre, sanata ve sanatçıya kaynak aktarması kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Piyasa ekonomisinin en katı uygulandığı Amerika Birleşik Devletlerinde bile National And The For The Humanitizm, sanata ve sanatçılara her yıl 250.000.000 $ dolar destek sağlamaktadır. AB ülkeleri arasında kültürel harcamalar ise her yıl GSMH’nın % 0.5 ila 1’i arasında gerçekleşmektedir ve bu meblağ oldukça büyük bir kaynaktır. Özellikle miras (müzeler, kütüphaneler, arkeolojik faaliyetler, arşivler ve diğer kamu yararına kültür etkinlikleri) kapsamında harcamalar bu kapsamda önemli bir yekûn oluşturmaktadır. Bu türden harcamaların da sektörün mali yapısını değiştirici bir etkiye sahip olduğu açıktır.

Aslında konu, yalnızca devlete ve devletin herhangi bir kurum veya kuruluşuna bırakılamayacak kadar önemlidir. Sadece resmi kurumların ve devletin verdiği desteğin, ayırdığı kaynakların kültür ve sanat alanındaki evrensel yarışta başarılı olmaya yetmemesi bir tarafa, toplumun olabildiğince geniş kesimlerine dayanmayan bir kültür ve sanat hareketi, etkili, başarılı ve yararlı da olamaz. Bu alanda herkese ayrı ayrı görevler düştüğü gibi, bütün bu gayret ve çabaları birleştirmek, mümkün olan en üst düzeyde işbirliği ve eşgüdüm sağlamak da önemli bir gerekliliktir. Kültürel mirasın kültür endüstrileri için tasarım belleği olarak değerlendirildiği gelişmiş ülkelerde kültür için daha kolay ve daha yeterli mali kaynaklar bulunabilmektedir. Nitekim AB, söz konusu kültürel miras olgusunu, kültür ekonomisi ve endüstrileri bağlamında kabul etmektedir. Böylelikle mirasın oluşturulması, korunması, geliştirilmesi ve yaşanarak yaşatılması mümkün olmaktadır.

Kültürel ve sanatsal ürünlerin hazırlanması ve sunumu, bu iş için önemli bütçelerin ve maddi imkânların tahsis edilmesini gerekli kılmaktadır. Eskiden bazı sanat kurumlarına maddi destek sağlamak amacıyla, bu kurumlar bünyesinde bir takım dernekler ve vakıflar kurulmuştu. Bazı nedenlerden dolayı bunların da kapatılması veya sanat kurumlarıyla ilişkilerinin kesilmesiyle sanat kurumlarımız maddi açıdan daha büyük zorlukların içine sürüklenmiştir. Pek çok sanat kurumumuz bütçe imkânsızlıkları nedeniyle davet edildikleri yurt içi ve yurt dışı turnelere katılamamakta, pek çok kültürel ve sanatsal etkinlikleri gerçekleştirememektedir.

Cumhuriyetin ilk kurulduğu, uzun savaşlardan yorgun, bitkin, büyük kayıplarla yıkımlarla çıkıldığı yıllarda bile, bütün imkansızlıklara ve kaynak yetersizliğine rağmen, kültüre ve sanata yine de önemli kaynaklar aktarılabilmiştir. Sümerbank, Etibank, Türkiye Kömür İşletmeleri gibi ülkenin sanayi bakımından kalkınması için kurulan kamu iktisadi işletmelerine bile, Atatürk’ün direktifleriyle bütçelerinin belli bir oranında kültüre ve sanata destek olma zorunluluğu getirilmiştir. Bu kurum ve kuruluşların demirbaşları arasında, o zamanlar oldukça yüksek bedellerle satın alınmış dönemin ünlü sanatçılarının kataloglarda bile yer almayan çok sayıda eserlerine rastlamaktayız.

Kültür ve sanat alanında ciddi bir pazarlama sorunumuzun bulunduğunu da kabul etmemiz gerekmektedir. Devlete bağlı sanat kurumlarının etkinliklerine olan ilgi, rağbet ve bunların seyirci sayıları ile özel kurum ve kuruluşların benzer etkinlikleri arasındaki fark ortadadır. Bu devlet olarak ürettiğimiz kültür ve sanat etkinliklerini yeteri kadar duyuramadığımız, büyük emeklerle ortaya çıkarılan eserleri albüm, CD, DVD gibi kültür ve sanat ürünlerine dönüştürüp pazarlayamadığımız gerçeğini de ortaya koymaktadır. Yıllarca bakanlığımıza bağlı sanat kurumlarında çalışıp da mesleklerinin zirvesinde oldukları dönemlerde kaset, albüm, CD gibi kalıcı bir eser bırakamamış, hiç kayıt stüdyolarına girmemiş, sesini, sağlığını, hayatını kaybetmiş değerli sanatçılarımızın bulunduğu yolunda yakınmalarla karşılaşılmaktadır.

Sanat kurumlarımızın da bir işletme gibi işletilebilmesi, kaynak yaratmaya, sanat aktivitelerinde planlama, programlama, bütçeleme teknik ve yöntemlerine önem verilmesi gerekmektedir. Seyircisiz ve halksız bir sanat olamayacağı gerçeği gözden uzak tutulmamalı, sanatçımızın yaratıcı zekasının ürünleri olan kültür ve sanat ürünlerimizle halkın ve seyircinin beğenisinin birleştirilmesi çareleri aranmalıdır. Halkın ve seyircinin beğeni düzeyi, estetik zevki yükseltilmelidir.

Sanatçının verimini en üst düzeye çıkarabilmek, yaratıcı zekasını daha iyi kullanabilmesini temin edebilmek için kültürel ve kurumsal altyapıyla beraber, kültür ve sanat ürünlerine talebi artırmayı da düşünmemiz gerekmektedir. Taleple beraber kültürel ve sanatsal ürünlerin değerinin de artması, sanatın da kendi fiyatını oluşturmasına imkan sağlayacaktır.

Sanat kurumlarımız ve sanatçılarımız da sadece devlet desteğine bel bağlayıp her şeyi devletten beklememeli, sanatın ürüne dönüştürülüp pazarlanması ve seyircisine ulaştırılması yönünde daha aktif rol oynamaları sağlanmalıdır. Sanat kurumlarımıza bütçeden sağlanan ödeneklerin yanı sıra, ek etkinliklerle ve kendi çabalarıyla kaynak yaratabilme, bütçelerini büyütebilme imkanları da tanınmalı, bu yoldaki çabaları özendirilmeli, kendilerine bu kaynaklardan harcama yapabilme yetkisi de verilmelidir. Örneğin son dönemlerde üniversiteler vakıf işletmeleri aracılığı ile ek bütçe yaratabildikleri gibi, sanat kurumları da kurulacak vakıf işletmeleri aracılığıyla ek bütçeler yaratabilmeli, böylece hem devletin yükü azaltılmalı, hem de kurumlar verimlilik esasına göre çalışmaya özendirilmelidir.

Konunun önemi, yapılması gerekenlerin çokluğu kültür ve sanatımıza, ilgili kurum ve kuruluşlara çok büyük kaynaklar aktarılmasını ve yeni kaynaklar yaratılmasını gerekli kılmaktadır. Bunun için sağlam kaynaklara dayalı fonlar, özel hesaplar oluşturulmalı, resmi, yarı resmi ve özel kuruluşların kültür ve sanata daha fazla destek olmaları için sponsorluk müessesesine de işlerlik kazandırılmalıdır. Kültür ve sanat alanındaki faaliyet ve etkinliklerin yeterli düzeyde desteklenebilmesi için bir ‘Sponsorluk Havuzu’ oluşturulmalıdır.

Bugün pek çok kamu kurum ve kuruluşunun ve bu arada bakanlığımızdaki bazı genel müdürlüklerin belli amaçlar için kullanılmak üzere ‘özel hesap’larının bulunduğu, çeşitli yerlerden buralara gelen kaynakların belli amaçlar ve projeler için harcanabilmesi mümkün olduğu halde, kaynağa ve desteğe en çok ihtiyacı olan kültür ve sanatımızın ve ilgili genel müdürlüğün böyle bir ‘özel hesap’ı olmadığı gibi mevcut hesaptan yararlanmasına da imkanı tanınmamaktadır. Üstelik mevcut düzenlemeye göre, esas geliri fikir ve sanat eserlerinin çoğaltılmasına yarayan materyalden elde edilen Sinema Genel Müdürlüğü’ndeki ‘Özel Hesap’tan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü faaliyetlerinde de yararlanılması, bu kaynaktan kültür ve sanatımıza da destek sağlanması gerekirken, çeşitli bahaneler ileri sürülerek buna imkân verilmemektedir. Sinema Genel Müdürlüğü’ndeki ‘Özel Hesap’tan bir kısmının genel müdürlüğe tahsis edilmesi, hatta kültür ve sanat alanındaki faaliyet ve etkinliklerin yeterli düzeyde desteklenebilmesi için genel müdürlük bünyesinde de ayrı bir ‘özel hesap’ oluşturulması son derece mümkünken bu yönde bir çaba bile gösterilmemektedir.

Sanat kurumlarının uluslararası rekabette daha aktif bir şekilde yer alabilmeleri için Tanıtma Fonu kaynaklarından daha fazla yararlanabilmeleri hem mümkün, hem de zorunludur. Bu amaçla, Kültür ve Turizm ile Dışişleri Bakanlıklarıyla, Tanıtma Fonu tarafından ortak ve işlevsel bir birim oluşturulması, kültürel ve sanatsal etkinlikler için uygun finansman modelleri geliştirilmesi yerinde olacaktır.

Kültür ve sanata destek için yeni kaynaklar bulunması, mevcut kaynakların geliştirilmesi ve güvence altına alınması gerekmektedir. Bu fonların kaynakları ve nasıl işletileceği konusunda gerekli hukuki düzenlemeler yapılabilir.

Kültür ve sanata daha fazla kaynak temini için yollar aranmalı, vergi, resim ve harçlardan belli bir miktar kültürel ve sanatsal gelişim için ayrılmalı, bu iş için bütçe dışı fonlar, özel hesaplar oluşturulmalı, sponsorluk müessesesesine işlerlik kazandırarak özel sektörün de katkısının sağlanması yolları aranmalıdır.

9. MEKAN SORUNLARI

Bütün dünyada kültür ve sanat etkinlikleri, faaliyetleri, her bakımdan o kültür ve sanat faaliyetine uygun, mimari ve estetik güzellikleri, teknik donanımı, akustiği vb ile her bakımdan yeterli, her biri ayrı bir sanat eseri niteliği taşıyan binalarda mekanlarda gerçekleştirilmektedir. Bizdeki kültür ve sanat mekanları ise, nitelik ve nicelik olarak maalesef dünyadaki örnekleriyle karşılaştırılabilecek nitelikte değildir.

Kültür ve sanatımızın en büyük sorunlarından biri de bu tür ürünlerimizin, eserlerimizin izleyicileriyle buluşturulabileceği nitelikli konser ve teşhir salonlarımızın, gösteri salonlarımızın, galerimizin yetersizliğidir. Çoğu orkestramızın, koro ve topluluğumuzun kendi konser ve prova salonları yoktur. Birçok sanat kurumumuz, sanat icra, temsil ve teşhirine uygun olmayan kiralık binalarda hizmet vermeye çalışmaktadır. İnşasına başlanan sanat mekanlarından bazıları kaynak yetersizliğinden, bazıları da müteahhitlerle ortaya çıkan anlaşmazlıklar gibi nedenler yüzünden veya hiç nedensiz, konuya gereken önemin verilmemesinden başlı veya yarım kalmış durumdadır. Örneğin Ankara’da, plastik sanat eserlerinin teşhir edilebileceği uygun mekân sorununun çözümüne büyük katkı sağlayabilecek, Sıhhiye’deki Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin inşaatı hemen hemen tamamlanma aşamasına gelmişken durmuş, yıllardan beri bitirilmeyi beklemiş, benim genel müdür vekilliğim döneminde bitirilmesi sağlanmışsa da burasının amacı doğrultusunda kullanımı sağlanamamıştır.

Türkiye’nin en önemli Devlet Resim ve Heykel Müzesi, tamir ve bakımı için gerekli ödenek tedarik edilemediği için yaklaşık 6 yıldan fazla teşhire kapalı kalmış, benim genel müdür vekilliğim döneminde DÖSİM’den kaynak temin edilerek müze teşhire açılabilmiştir. Fakat bugünlerde yine tamir ve tadilat gerekçesiyle müzenin teşhire kapalı olduğu öğrenilmiştir.

Opera, koro ve topluluklarımızın ya hiç konser salonları yoktur veya mevcut salonlar mimari özellik, teknik donanım açısından çok yetersizdirler. Hâlbuki yabancı ülkelerin çoğunda, kültür ve sanat mekânları, içinde etkinlik yapılmadığı zamanlarda bile sırf estetik özellikleri ve güzellikleriyle bile gezilip görülmeye değer niteliktedir. Kültür ve sanatımızla ilgili mekân sorunları, özellikle müzik ve sahne sanatları kuruluşlarımızın konser salonu ihtiyaçları kısa, orta ve uzun vadeli planlarla çözüme kavuşturulmalıdır.

10. KİTLELERE ULAŞABİLME SORUNU

Ülkemizde geniş halk kesimlerinin kültür ve sanata ilgisi ya hiç yoktur veya dünya ülkeleriyle karşılaştırıldığında yok denecek kadar azdır. Basın yayın organlarımız ve kitle iletişim araçlarımızda kültür ve sanatla ilgili programlar ve yayınlar, maalesef çok sınırlı, yetersiz, niteliksiz durumdadır. Devletin resmi yayın organı TRT’nin radyo ve televizyonlarında bile, Devlet bütçesinden ayrılan kaynaklarla binlerce sanatçı istihdam eden kültür ve sanat kurumlarımıza ve onların büyük masraflarla ortaya koyduğu ürünlere neredeyse hiç yer verilmemektedir. Genelde reyting kaygısıyla açıklanmaya çalışılan bu durumun kabul edilebilir yönü bulunmamaktadır.

İyi, güzel, nitelikli, sanatsal, estetik olan ancak eğitim ve öğretimle tanınıp bilinebilir, yoz sıradan, niteliksiz, pespaye olandan ayırt edilebilir. Bu bilgi, ayırt etme, fark ve temyiz sahibi olma gibi özellikler kitlelere verilmeden, nitelikli sanat ürünleri, güzel ve olumlu örnekler onlara uygun yollarla tanıtılıp öğretilmeden, üstüne üstlük sıradan, yoz, sanatsal ve estetik açıdan hiçbir değeri olmayan, bozucu, yıkıcı, tahrip edici yapımlar da sanat eseri diye tanıtılarak bütün kabahatin halka ve izleyiciye yıkmasının insaflı, haklı ve doğru bir yaklaşım olamaz.

Yaklaşık 6000 sanatçının istihdam edildiği Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Güzel Sanatlar, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü gibi genel müdürlüklerle kültür ve sanat hayatımızın en önemli kurumudur. Ancak Bakanlığa bağlı sanat kurum ve kuruluşları tarafından büyük masraflar ve emeklerle ortaya konan ürünler gerektiği ölçüde geniş kitlelere ulaştırılamamaktadır. Müzik ve sahne sanatları açısından olaya bakıldığında, son derece yetersiz olan konser ve temsil salonlarımız, bilet fiyatlarının çok düşük, hatta çoğu zaman bedava olmasına rağmen yine de doldurulamamakta, bazı yerlerde konserler ve temsiller neredeyse boş salonlara icra edilmektedir. Bu durum hem sanatçıların morallerini ve motivasyonlarını öldürmekte, hem de her bakımdan olumsuz ve sakıncalı bir durum arz etmektedir.

Yirmi otuz yıldan beri faaliyet gösteren pek çok koro ve topluluğumuzun sanatçıları şimdiye kadar hiç kayıt stüdyosuna girmemişler, yaptıkları çalışmalar ve ortaya koydukları ürünler hiç bir kayda alınmamış, kaset, CD, DVD, albüm gibi belge ve arşiv niteliği değeri de olan kalıcı ürünlere dönüştürülmemiştir. Bu yüzden hem yapılan çalışma ve verilen emekler kalıcı eserlere dönüştürülememiş, hem de çok yetenekli ve değerli bazı sanatçılarımız sanatlarını en iyi icra edebildikleri dönemlerde hiç bir eser veremeden yaşlanmışlar, seslerini kaybetmişler veya vefat ederek aramızdan ayrılmışlardır. Halbuki bu tür ürünler hem halkın iyiyi, güzeli, sanat değeri olanı daha iyi tanıyarak eğitilmesine, beğeni düzeyinin yükselmesine yardımcı olarak nitelikli kültür ve sanat ürünlerine olan talebin artmasına, hem de sağlayacağı rekabet ve yarış ortamıyla sanat kurumlarımızın ve sanatçılarımın performanslarının ve kalitelerinin yükselmesine katkıda bulunabilirdi. Genel Müdürlüğümüzce ilk defa geçen sene ve evvelki sene 15’er CD’lik iki albüm çıkarılmış, onlar da 5-6 bin gibi çok az sayılarda çoğaltılmış, geniş kitlelere ulaşamadan tükenmiştir. Bu tür kalıcı kültür ve sanat ürünlerinin nitelik ve nicelik olarak artırılmasıyla hem kültür ve sanatımızın daha geniş kitlelere ulaştırılması, tanıtılıp sevdirilmesi, hem de ciddi ve önemli bir gelir elde edilmesi mümkün olabilecektir.

Kültür ve sanat kurumlarımızın, ürünlerimizin ve etkinliklerimizin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi, vasıflı, kaliteli, gerçek kültür ve sanat ürünlerimizin nitelikli programlarla halka tanıtılması, öğretilmesi, sevdirilmesi ve benimsetilmesi için daha fazla geç kalınmadan gerekli tedbirler alınmalıdır. Bunun için TRT’nin televizyon kanallarından birinin sırf kültüre ve sanata ayrılması, bakanlığımız ve TRT’nin işbirliğiyle müzik, sinema, tiyatro, opera, bale başta olmak üzere kültür ve sanatın bütün dallarında anlatımlı, eğitici, öğretici, nitelikli kültür ve sanat programları hazırlanarak, 24 saat aralıksız kültür ve sanat yayını yapılması yerinde olacaktır.

11. ARAŞTIRMA, YAYIN VE TANITIM EKSİKLİĞİ

Kültür ve sanat eserlerimizin, varlıklarımızın değerlerimizin kapsamlı, derli toplu envanterleri yapılabilmiş değildir. Bu alanda uygulama ve araştırmalarda başvuru kaynağı olarak kullanılabilecek, güvenilir, kapsamlı bilimsel yayınlarımız, ansiklopedilerimiz, prestij kitaplarımız dünyadaki örnekleriyle kıyaslandığında nitelik ve nicelik olarak çok yetersiz kalmaktadır. Bakanlığımıza bağlı sanat kurumları hep icraya, uygulamaya yönelik kurumlardır. Bunların hem yapısal örgütlenmeleri bilimsel araştırma ve incelemeye elverişli değildir, hem de bu kurumlarımızda bilimsel çalışma, araştırma ve inceleme yapabilecek personel sayısı yok denecek kadar azdır.

Türk kültür ve sanatının bütün dallarında yetkin bilim adamları, araştırmacılar, uzmanlar, aydınlar ve katkısı olabilecek yeterli sayıda kişilerden oluşturulacak redaksiyon ve hazırlama grupları oluşturularak, başvuru ve kaynak eserleri, örneğin geniş kapsamlı ansiklopediler hazırlanmalıdır. Bu başvuru ve kaynak eserlerinin yanı sıra, dünyadaki örneklerinden de yararlanılarak, Türkçe ve yabancı dillerde tanıtım ve prestij yayınları, kitaplar, broşürler, interaktif CD’ler, DVD’ler, filmler, Internet siteleri hazırlanmalıdır. Müzik alanında yetkin kişilerden bir Repertuar Kurulu oluşturularak, dünden bugüne bütün müzik eserlerimizin notalarını ve varsa icra kayıtlarını içine alacak kapsamlı bir repertuar havuzu meydana getirilmelidir.

Sırf Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlı 28 sanat kurumu ve 1400 civarında sanatçı bulunmasına rağmen, ses kayıt stüdyosu, konserleri ve repertuarlarda yer alan eserleri ve seslendiren sanatçıların kayıtlarının yapılabileceği nitelikli bir ses kayıt stüdyosu yoktur. En azından Ankara’da ihtiyaca cevap verebilecek bir ses kayıt stüdyosu kurulması ve burada bir ses kayıt uzmanı (tonmaister) görevlendirilmesi gerekmektedir. Böylece sanat kurumlarında çok büyük emekler ve masraflarla hazırlanarak repertuarlarına katılan tüm eserlerin kaliteli kayıtları yapılabilecek, kültür ve sanat ürünlerimiz ve bunları ortaya koyan sanatçılarımız açısından belge niteliği de taşıyacak kalıcı bir arşiv oluşturularak, hatta piyasada rağbet görecek pek çoğunun çoğaltılıp, dağıtılması ve satışlarının yapılmasıyla sanat kurumlarımız önemli bir gelir kaynağına da kavuşabilecektir.

Günümüzde bilgisayar programcılığı, internet ve e-bilgi teknolojileri, CD, DVD ve MP3 gibi teknolojilerdeki gelişmeler bilginin bir araya toplanmasını ve yayılmasını son derece kolaylaştırmıştır. Artık Ansiklopediler dolusu bilgi, resim, film ve her türlü enformasyon ve doküman tek bir CD’ye sığdırılabilmekte, interaktif teknolojilerle dünyanın herhangi bir yerindeki bilgi kaynağına anında ulaşılabilmektedir. Günümüzün bu ileri teknolojilerinden kültür ve sanat alanında da en iyi, en geniş ve en güvenilir şekilde yararlanılmalıdır.

Bakanlık olarak kültür ve sanat alanında süreli yayınlar, örneğin hakemli dergiler çıkarılmalı veya bu tür yayınların çıkarılmasına önayak olunmalı, katkı ve destek sağlanmalıdır.

Günümüz dünyasında, sanat etkinlikleri, en az diğer etkinlikler kadar önemlidir. Bugün insanların sanata erişimi, sergiler ve değişik etkinlikler aracılığıyla hem daha kolaylaşmış, hem de daha ilginç hale gelmiştir. Bireysel istem ve beklentilerin sınır tanımazlığı, çok yönlü düşünebilmeyi, sanat etkinliklerinde de aktif ve aksiyoner olmayı gerektirmektedir. Kültür ve sanatın evrensel dili ve etkileyici özelliği nedeniyle, tüm dünya ülkeleri kendilerini başka ülkeler ve milletler nezdinde en iyi şekilde tanıtabilmek, ilgi, sempati, saygınlık kazanabilmek, ülkelerine daha fazla turist çekebilmek için, kültürel ve sanatsal etkinlikleri en önemli etkileşim, iletişim ve tanıtım aracı olarak kullanmaktadırlar. Bizde de kültür ve sanatımızın hem yurt içinde, hem de yurt dışında daha iyi tanınması ve yayılması için çağdaş ve profesyonel, tanıtım ve dağıtım sistemlerinden, araçlarından daha iyi yararlanılmalı, günümüz dünyasında sadece bireysel çabalarla bir yerlere gelinmesinin mümkün olmadığı görülmelidir.

Devlet Resim Heykel Yarışması başta olmak üzere, kültür, sanat ve plastik sanatlar alanındaki ödüllü yarışmalara nitelikli sanatçılarımızın en üst düzeyde ilgi ve katılımlarının sağlanması için, başta ödül miktarlarının yükseltilmesi olmak üzere, gerekli tedbirler alınmalıdır. Bu tür yarışlarda ödül alan eserlerden oluşturulacak sergilerle, değişik sanatçılarımızın eserlerinden oluşacak kampanya sergileri, yurtiçinde ve Paris, New York, Londra, Berlin, Tokyo, Kahire gibi dünyanın önemli sanat merkezlerinde dolaştırılarak, dikkat çekici önemli organizasyonlar olarak tekrarlanmalıdır. Devlet öncülüğündeki bu tür organizasyonlar, hem Türk sanatçılarını teşvik edecek, hem sanatın güzelliklerinin en geniş şekilde paylaşılmasına ortam hazırlayacak, hem de sanat etkinlikleri gibi önemli iletişim ve etkileşim araçlarından, tanıtım unsuru olarak en ileri seviyede yararlanılmış olacaktır.

  1. SONUÇ

  Kültür ve sanatımızla ilgili çeşitli sorunları ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmanın amacı, kesinlikle karamsar bir tablo çizmek değildir. Kaldı ki buna gerek de yoktur. Kültürümüz ve sanatımız için şimdiye kadar elden geldiğince yapılabilenler yapılmış, başarılabilenler başarılmıştır. Bu yolda canla başla, özveriyle çalışan, emek ve çaba harcayan, önemli başarılara imza atan kimselerin hizmetleri de asla küçümsenmemeli ve göz ardı edilmemelidir. Burada güdülen amaç, kültür ve sanat alanındaki evrensel yarışta, çağı yakalayıp öne geçmemize engel oluşturan sorunlara, sıkıntılara dikkat çekmek, karanlıkta kalan konulara ışık tutmak, bu alanda yeni açılımlar getirmek ve mevcut problemlere uygun çözümler, çareler önermektir.

Kültürümüzün, sanatımızın, kültür ve sanat kurumlarımızın oldukça ağır ve önemli sorunları vardır. Fakat bunlar asla çözümsüz sorunlar değildir. Üstelik her sorun için birden çok çözüm yolu bulunduğu gerçeğinden hareketle, çözümlerin sorunlardan çok daha fazla olduğu da unutulmamalıdır. Önemli olan sorunlardan yılmamak, onları görmezden gelmemek, üstünü örtmemek, cesaretle sorunların üzerine giderek, mümkün olan en geniş mutabakatla en uygun çözümü bulup, en iyi şekilde uygulayabilmektir. Asırların ihmaliyle büyümüş ve devasa boyutlara ulaşmış sorunların çözümünü belli kişilere ve kurumlara bırakmak da doğru bir yaklaşım değildir. Bunun için, hemen hemen herkesin ve her kesimin, mümkün olan en geniş katılım ve mutabakatıyla sorunların tespit edilmesi, bunlara ortak çözümler bulunması, ortak akıl ve ortak eylem birliği içerisinde sabırlı ve sürekli bir çaba ve gayret içinde olunması gerekmektedir.

Mustafa ATALAR

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR