TÜRK OLMAK NE DEMEK?
Tarih boyunca Türklük hiçbir zaman bir kan, soy sop meselesi olmamıştır. Öyleyse Türk olmak ne demektir? Ne yapmayı ve nasıl davranmayı gerektirir?
Türkler hakkındaki temel yargısını ‘Ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte başka milletler Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar. Allah belli üstünlükleri ve kabiliyetleri Türklere çok daha fazla vermiştir.’ şeklinde özetleyen ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz, (Ölümü:870) Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde Türklerin üstün özelliklerinden bazılarını şöyle sıralar:
“Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten sonra her yerde hak davanın, İslam düşmanlarını mahveden, ülkeler fetheden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyetin başlangıç döneminde ensarın durumu neyse, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Bu dinin başlangıcında Allah nasıl Medine’deki Evs ve Hazrec kabilelerine mensup insanların gönlünü islama açarak dinini ve peygamberini onlarla desteklediyse, daha sonraki dönemlerde de dinini Türkleri islamla şereflendirerek desteklemiştir. Evs ve Hazreçliler, yani Medineli Müslümanlar bu ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, birbirlerini bununla sevmişler, bununla tanınmışlar, bununla bilinmişler, bununla sevilmişler, çocuklarını da bu duygularla besleyip büyütmüşlerdir. Türkler, ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğratılıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler.”
Ne kadar dejenere olsa da, bozulsa da, yine de bu millette o eski özünden, cevherinden, ruhundan hala çok şeyler kaldığı muhakkaktır. Ne de olsa, elma ağacın gölgesinden uzağa düşmez, derler.
Siyonistler tarafından şehid edilen Şeyh Ahmed Yasin’in şu yürek parçalayan feryadına, duasına hangi Türk ve hangi Müslüman ilgisiz kalabilir, boş verebilir. İşte Şeyh Ahmed Yasin’in mübarek Filistin topraklarından Allah’a yakarışından bazı bölümler:
“Allah’ım!
Ben iyice kocamış bir ihtiyarım. Kurumuş ellerimle, artık ne kalem, ne de silah tutabiliyorum! Sesimle yeri göğü inletebilecek güçlü bir hatip de değilim! Ben, saçı başı ağarmış, ömrünün son demlerinde türlü hastalıkların beden yapısını yıktığı ve üzerinde zamanın türlü belâlarının estiği zavallı biriyim! Tek arzum ve beklentim benim yazamadıklarımı, söyleyemediklerimi, yapamadıklarımı, benim yerime Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazabilmesi, söyleyebilmesi ve yapabilmesidir!
Allah’ım!
Ümmetin suskunluğunu Sana şikâyet ediyorum! Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Başımıza gelen bunca acılar ve felâketler karşısında hala kalpleri sızlayan hiç kimse yok mu? Allah için ve ümmetin namusu için kızacak kimse kalmadı mı?
Omuzlarımızdan tutup bizi teselli edecek, bize el verecek, gözyaşlarımızı silecek kimse de mi yok! Şerefli direnişçilerimizi katil teröristler olarak ilan edenlere dur diyecek biri çıkmaz mı? Şerefi, onuru, haysiyeti çiğnenirken bu ümmet utanmaz mı? Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilâtları ve ileri gelen şahsiyetleri, artık Allah için kızmaz mı oldular? Hiçbir şeye gücü yetmeyenlerin, bizim için “Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mü’min kullarına yardım et!” diye dua etmeye de mi güçleri yetmez? Yakında çoluk çocuğumuz, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimizle bizim de ölüm haberlerimizi alırsınız. O zaman bizim alınlarımızda: “Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!” yazılı olacak. Biz kendimizi bu suspus olmuş ve bön ümmete yakıt yapacağız!
Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi bekleyenler hiç beklemesinler! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Öyleyse hiç olmazsa bırakın da savaşçı, mücadeleci onuruyla ölelim! Dilerseniz siz de bizimle beraber olun, elinizden geldiğince, her biriniz, bizden birinin öcünü almayı boynuna borç bilsin! Dilerseniz bize acıyarak sadece uzaklardan ölümümüzü seyredin! Allah, emanetine hıyanet eden herkese kısas uygulayacaktır! Ama Allah aşkına, hiç olmazsa sizler de bizim aleyhimize olmayın!
“Allah’ım! Sana şikâyet ediyorum! Gücümün azlığını, imkânlarımın yetersizliğini, insanlara karşı zaafımı ve çaresizliğimi Sana şikâyet ediyorum. Sen ezilenlerin, mazlumların Rabbisin! Sen bizim Rabbimizsin! Bizi kimlere bırakıyorsun? Bize cehennem azabı yaşatan uzaklıklara mı? Veya merhametsiz düşmana mı?
Allah’ım!
Akıtılan kanlar, saldırılan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler adına Sana şikâyette bulunuyorum.
Allahım!
Gücümüz dağıldı! Birliğimiz bozuldu! Yollarımız ayrıldı!
Allahım!
Halkımızın aczini ve zaafını, ümmetimizin bize yardım etmedeki umursamazlığını ve düşmanı yenmedeki aczimizi Sana şikâyet ediyorum!”
Filistin, Gazze ve Kudüs’te acımasızca sürüp giden zulüm, baskı, haksızlık, işkence, sürgün ve katliamlar karşısında Türklük ve Müslümanlık iddiasında bulunan biri nasıl olur da kör ve sağır gibi davranabilir, Şeyh Ahmet Yasin’in bir duasında kısmen tercüman olduğu milyonlarca Müslümanın tarifsiz acılarına, feryatlarına ve figanlarına, çağrılarına nasıl sessiz, sedasız ve ilgisiz kalabilir?
Her Müslümanlık veya Türklük iddiasında bulunan kimsede ayın şuurun, bilincin, anlayışın bulunmasını beklemek elbette gerçekçi bir beklenti değildir. Ama artak hiçbir Türk’te ve Müslüman’da böyle bir bilinç, anlayış, duygu ve düşünce kalmadığını iddia etmek de her halde bu millete büyük bir haksızlık olur. Bu bilincin sahipleri bu millet içinden hep çıkmıştır, bundan sonra da çıkmaya devam edecektir. Bunlardan biri de Medine-i Münevvere’nin Kahraman Müdafii Çöl Aslanı Fahreddin Paşa (1868, Rusçuk – 1948, İstanbul) idi. Türk ve Müslüman olmanın ne demek olduğunu onun dilinden ve onun hayatından bir örnekle anlatmaya çalışmak herhalde daha yararlı olacaktır.
Fahreddin Paşa, son terk edişimizden önce, Medine-i Münevvere’yi elindeki son derece kısıtlı imkânlarla iki yıl yedi ay boyunca kahramanca savunmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesine, Mondros Mütarekes Antlaşmasının imzalanmasına rağmen, o hala teslim olmaya yanaşmamış ve bu mücadelesini 72 gün daha sürdürmüştü. İngilizler tarafından kendisine Türk Kaplanı adı takılan Fahreddin Paşa, savaş esiri olarak önce Mısır’a, oradan da Malta’ya götürüldü. 8 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakılınca, Milli Mücadele saflarındaki yerini almak üzere İtalya-Almanya-Rusya-Batum-Kars üzerinden yurda döndü. Kazım Karabekir Paşa ordusuyla beraber Batı Cephesine intikal etti, Kurtuluş Savaşı’na katıldı, Sakarya’da savaştı.
Savaş sadece cephelerde, sırf askeri güç ve kuvvetle kazanılabilecek bir mücadele değildir. Bunun yanında bütün dünyadan kamuoyu, diplomatik, siyasi, ekonomik, mali vb destekler ve yardımlar aranmasını ve sağlanmasını da gerektirir. Bizim Kurtuluş Savaşımız için de özellikle İslam ülkelerinin yardımlarının ve desteklerinin sağlanması hayati önem taşıyordu. Bu amaçla Fahreddin Paşa, TBMM tarafından Ankara Hükümetinin ilk Büyükelçisi olarak 9 Kasım 1921’de Afganistan’ın başkenti Kabil’e tayin edildi. Fahreddin Paşa, Kabil’e varır varmaz, camilerde konuşmalar yaparak mücadelelerini ve davalarını anlattı. Afgan halkından bu zor gününde Türk milletine destek olmalarını talep etti. Bu talep karşılıksız kalmadı, büyük miktarlarda paralar ve yardımlar toplanarak, Ankara’ya gönderildi. Bu çok önemli ve gerekli yardımlar, o günün şartlarında o kadar işe yaramıştı ki, marşlara bile konu olmuştu. O zamanlar çok popüler olan marşlardan birinin bir kıtası aynen şöyleydi:
İran beraber Turan beraber,
Afgan beraber Urban beraber,
Allah bizimle Vallah beraber
Fahreddin Paşa, Kabil’de görev yaparken, Bolşeviklerce işgal edilmiş olan Başkortostan’ın Harbiye Nazırı Zeki Velidi (Togan) Bey’in de yolu buraya düşmüştü. O da Rus Bolşeviklerinin işgaline uğrayan vatanını kurtarabilmek için çareler aramak üzere Türkistan yollarını tutmuştu. Kabil’de aralarında çok yakın bir dostluk oluştu. Sürekli birbirlerine gidip geliyorlar, sık sık görüşüp, konuşuyorlar, dertleşiyorlardı.
Bir gece Kabil’de bütün şehri tehdit eden çok büyük bir yangın çıkar. Kapkaranlık bir gecede gökyüzüne yükselen alevlerin aydınlattığı bir sokak ortasında her ikisi de ellerindeki kovalarla yangını söndürmeye koşuştururlarken, iki samimi dost aniden karşılaşırlar ve göz göze gelirler. Zeki Velidi (Togan) Bey, destansı Medine savunmasıyla adını dünyaya duyurmuş koskoca bir büyükelçinin elinde kovalarla yangın söndürmeye çalışmasına çok şaşırır. O şaşkınlıkla:
- Hayrola Paşam, sizin ne işiniz var burada? diye sorar.
Fahrettin Paşa, bir yandan koşuşturmasına devam ederken bir yandan da arkadaşının sorusunu tam da kendisine, daha doğrusu bir Türk’e yakışır şu sözlerle cevaplar:
– Ne demek ne işim var, Zeki Velidi Bey! Nerede bir olay varsa, Türk her zaman orada hazırdır! Kabil yanarken ben evimde mi oturacaktım?
‘Bizim Filistin’de, Yemen’de, Balkanlarda, Avrupa’da, Afrika’da bilme nerde ne işimiz vardı? diyenlere Fahrettin Paşa’nın bu sözlerinden daha güzel bir cevap olamaz. Kısacası Türk olmak demek, biraz da bu demektir! Yani Türk olmak, dünya yanarken seyirci, ilgisiz kalamamak, ‘Bana ne?’ diyememektir.
Türk olduğunu iddia edenler, bunun sorumluluğunu da yerine getirmek zorundadırlar. Hakkını veremedikten sonra boş iddialarla başkalarına kurum ve çalım satmanın, kasılıp kabarmanın, gururlanmanın, kibirlenmenin hiçbir anlamı olmaz. Yoksa Allah, insandan verdiği nimetleri çekip aldığı gibi, hak etmediği, edemediği adı, namı, şanı da çeker alır da, kimsenin haberi bile olmaz. Sadece eski mefahirle övünmekle ve böbürlenmekle yetinenler, o iyi adı, namı, şanı sürdüremeyenler, gün gelir artık o adı bile asli anlam ve manasıyla sürdüremezler. Maalesef Türklüğün bizim elimizde eski öneminden ve değerinden çok şeyler yitirdiği, ne kadar büyük bir anlam kaymasına uğradığı da bunun acı ve açık örneklerinden biridir.
İçimizden bazıları, dünyada, özellikle de İngilizce konuşulan ülkelerde, bize artık Türk, ülkemize de Türkiye demiyorlar, bunun yerine hindi anlamına gelen ‘Turkey’ diyorlar diye kızıyorlar. Haksız da sayılmazlar. Biz hindi değiliz ki, Türküz. Bu konuda sık sık internette dolaşan mesajlara rastlıyorum. Bir kısmı hükümetleri, devlet adamlarını suçluyorlar. Bazıları Türkiye değil, de Turkey diye gelen mektupların, gönderilerin kabul edilmemesi şeklinde eylem planları öneriyorlar. Kimileri de bütün dünyada Türk imajının yerlerde süründüğünü, imajımızı düzeltmemiz için çalışmalar yapılması, reklam kampanyaları düzenlenmesi gerektiğini savunuyor. İyi ama acaba bütün kabahat, bize bu çirkin yakıştırmayı yapanlarda mı? Sadece başkalarına kızarak, sinirlenerek, öfkelenerek, sövüp sayarak bu imajı düzeltebilir miyiz? Hiç kimse bunlar üzerinde düşünmüyor. Aklı başında biri çıkıp da: ‘Yahu kardeşim! Esas yamukluk bizde! En iyisi biz imajımızdan önce kendimizi düzeltelim. Eğer biz kendimizi düzeltsek imajımız da kendiliğinden düzelir. Bunun için şunları, şunları yapmamız gerekir.’ demiyor.
Geçmişe baktığımızda Türk ve Türklük kelimesinin, Türk imajının eskiden böyle olumsuz anlamlar taşımadığını, aksine onu zaman içinde bizim kendimizin bu hale getirdiğimizi görürüz. Türk kelimesi eskiden, ‘güçlü, kuvvetli, kudretli, birlik, beraberlik, güzellik, olgunluk, mükemmellik, çok icatçı’ gibi anlamlara gelirken, şimdi nasıl oldu da ‘hindi’ anlamına gelen ‘Turkey’e dönüştü? Kimse bunun temelinde yatan gerçeklerle yüzyüze gelmek istemiyor. Eskiden Türkler gerçekten de öyle oldukları için, gücü, kuvveti, kudreti anlatabilmek için batılılar bile ‘Uyvar önünde Türk gibi kuvvetli’ benzetmesini yaparlardı. Şimdi adamlar sırtı minderden kalkmayan Türk pehlivanlarını, ya da her yarışmada nal toplayarak sonuncu olan ve hep rakiplerini sevindiren Türk sporcularını görüp durdukça, nasıl aynı benzetmeleri yapabilsinler. Peki bize ne oldu? Türklüğümüze ne oldu? Gençlerimize ve gençliğimize ne oldu? Yoksa biz, o eski Türklerin neslinden evladından değil miyiz? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama hepsinin cevabı aynı? Evet biz, o güçlü, kuvvetli, erdemli, hünerli, kabiliyetli insanların evlatlarıyız. Aynı kabiliyetler biz de de var. Ama kabiliyet tek başına hiçbir işe yaramaz. Hatta faydadan çok zarar getirir. O kabiyetlerin, yeteneklerin işlenmesi, geliştirilmesi, yararlı ve verimli hale getirilimesi gerekir. Hele çağımız her şeyin bilimsel ve teknik yönünün ağır bastığı bir çağ. İnsanlar hangi alanlarda nasıl başarılı olunabileği üzerinde uzun uzun çalışmalar yapıyorlar, ona göre çalışıyorlar ve başarılı oluyorlar. Biz de ise ne eski usul ne yeni tarz bir çalışma var. Sadece eski veya tesadüfî küçük başarılarla yetinme, bunlarla kasılıp böbürlenmeyle, gururlanıp kibirlenmeyle vaziyeti idare etmeye çalılışılıyor. Bunun sonucu da Turkey’lik, yani hindiliktir. Bu kadar aciz ve zavallı duruma düşmüşken, bizi hala nasıl güç, kuvvet ve kudret timsali kabul edebilsinler? Adama kargalar bile güler. İnsan altından kalkamayacağı yüklerin altına girmeye kalkar, beceremeyeceği işlere ve rollere soyunursa sadece komik olur. Demek ki adamlar da, asırlardan beri bizim sürekli orada burada hindi gibi kabarıp, çalım satıp dolaşan, kabarmaktan başka ellerinden bir şey gelmeyen, işe yarar hiçbir özellikleri ve nitelikleri olmayan, buna rağmen kendilerini bir şey sanan, alçak dağları ben yarattım, daha yüksekleri de babamdan miras kaldı pozunu takınmış tiplerimizi görüp durdukça, kendilerini Türk diye tanıtan bu adamlara hindi yakıştırmasını yapmışlar ve o da üstlerine yapışıp kalmış. Onların yüzünden millet de memleket de öyle anılmaya başlamış.
Fakat her şeye rağmen, bizim insanımız yine de dünyanın en kabiliyetli insanlarıdır. Bilimsel ve ciddi çalışmalarla eski ecdadından da daha fazla ve büyük başarılar elde edebilecek durumdadır. Yeter ki kıymetini ve değerini bilenlerin elinde iyi bir şekilde işlensinler. Milletimizi asla temsil etmeyen bu tipler bu millete ne kadar yabancıysa, bu millet de hindilikten ve hindi özelliklerinden uzak, hiçbir milletin sahip olamayacağı kadar üstün özelliklere sahip bir millettir. Sorun zaman zaman yolu şaşırtılan milletin kendi asıl cevherini ve özünü ortaya koyamamasındadır. Fakat bu da ilânihaye böyle sürüp gidecek değildir. Er geç bir gün mutlaka düzelecek, bu millet eskisinden daha iyi ve daha üstün bir hale gelecektir. Bu milletin rahmi hala, Türk’ün ve Türklüğün ne olduğunu, gerçek anlam ve manasını bütün dünyaya ispat edebilecek yeni ve iyi yetişmiş nesiller yetiştirmeye müsaittir. Buna da yalnız bizim değil, bütün dünyanın bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.
BİR BAŞKA SORUMLULUK DESTANI
Bu fotoğrafların bize kesinkes ispatladığı şeylerden biri, bazılarının ‘Efendim! Halifeliğin bize kazandırdığı hiçbir şey, sağladığı hiçbir fayda yoktur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Halife, bütün Müslümanlara cihad çağrısı yapmıştı da koca İslam dünyasından kimse bu çağrıya kulak asmamıştı.’ yalanıdır. Bu fotoğraf, bu çağrıya Kudüs’te nasıl bir rağbet ve itibar gösterildiğinin canlı delilidir. Ama fotoğraflanamamış, belgelenememiş veyahut da bazılarının çok iyi bildikleri ama en çok bilmesi gereken bize meçhul ve bizden saklanan daha nice olaylar, bilgiler ve belgeler de var.
Çünkü Osmanlı Padişahları Yavuz’dan sonra Halife sıfatını ve unvanını da taşıdıkları için Peygamberin vekili ve bütün Müslümanların da lideri durumundaydı. Gerçi Hilafet dört halife dönemindeki anlam ve öneminden çok şey kaybetmişti ama yine de Müslümanlar nezdinde çok önemli ve saygın bir kurumdu. Halifelik görevi bu işi üstlenenlere çok büyük bir onur ve şeref verdiği gibi çok büyük ve çok önemli görev ve sorumluluklar da yüklüyordu. Milletimizi, memleketimizi Birinci Dünya Savaşı cehennemine atan İttihatçılar, aslında kendilerinin öyle çok da itibar etmedikleri Hilafet Makamını da kendi çıkarlarına alet etmekten çekinmediler. Halife’ye Cihad-ı Mukaddes ilan ettirerek, bütün İslam alemini ve Müslümanları da kendi yanlarına çekmeyi, ortak düşmanlara karşı ayaklandırmayı düşündüler. Halbuki gerçek bir Müslüman, İslamiyeti, İslami kurum ve kavramları kendi çıkar ve menfaatleri için kullanmayı, istismar etmeyi, kendine hizmet ettirmeyi değil, bunlara hizmet etmeyi esas gaye edinir ve o şekilde davranır. Bizimkiler, hiç önem vermedikleri, kukla haline getirdikleri Hilafet kurumunu ve makamını da kendi hizmetlerinde kullanmakta bir beis görmüyorlardı. 23 Kasım 1914 de Cihad-ı Mukaddes ilan ettirerek, bütün Müslümanları kendi yanlarında İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı cihada çağırdılar. Bazıları bundan hiçbir sonuç çıkmadığını, kimsenin bu çağrıya rağbet etmediğini iddia ediyorlar. Aslında Hilafet Makamının ve mevcut Halife’nin o günkü durumu, bu çağrının uyulmaya değer bir çağrı olup olmadığı üstünde uzun uzun tartışılsa yeridir ama bu iddia koca bir yalandır. Bu çağrı İslam aleminin her tarafında belki de hak ettiğinden çok daha büyük yankı uyandırmış, ilgi ve rağbet görmüştü.
Halife’nin cihad çağrısını duyar duymaz, hemen kabul edenlerden ve gereğini yapanlardan biri de Sudan’daki Darfur Sultanı Ali Dinar’dı. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa, 3 Şubat 1915’de Sultan Ali Dinar’a Halifenin “cihad ilanı” ile birlikte bir de mektup göndermiş, mektubunda İslam ümmetinin hürriyeti için İngilizlere karşı savaşılmasını istemişti. Ali Dinar ise İstanbul’a gönderdiği mektubunda şunları yazıyordu: “Halife Hazretlerine şunu bildirmek istedim ki; İslâm Sultanı Halife Hazretleri ile kafir ve zındık İngilizler ve Fransızlar ve onların müttefikleri arasındaki bu savaş başlar başlamaz, Allah ve İslâm için bu kâfirlerle bütün ilişkilerimi kestim ve onları düşman kabul ederek, savaş açtım (Mekki Şibeka, Es-Sudan Abr el-Kunın, Beyrut 1964, s. 517).
Sultan Ali Dinar, verdiği sözü lafta da bırakmadı. Hem binlerce Darfur’lu ve Sudan’lıyı Osmanlı Ordusunda savaşmak üzere cihada göndererek, hem de Osmanlı Halifesinden bir bayrak isteyip İngilizlere karşı savaş ilan ederek sözünün eri olduğunu, sadakatini ve güvenilirliğini açıkça ortaya koydu. Sultan Ali Dinar’dan böyle bir tavır beklemeyen İngilizler, çok şaşırdılar. Ali Dinar’ın kendileriyle savaşmaktan vazgeçirmek için ona türlü vaatlerde bulundular. Yüklü miktarlarda paralar teklif ettiler. Darfur’un bağımsızlığını tanımayı, hatta kendisini bütün Afrika’nın kralı yapmayı bile vaat ettikleri söyleniyor. Fakat Ali Dinar, bu tekliflerin hepsini kesinlikle reddederek, Halife’nin cihad çağrısına uymayı tercih etti. Ali Dinar’ı ikna edemeyen İngilizler, bu sefer de halkı kendilerine karşı savaştan alıkoyabilmek için değişik hile ve düzenler, tertipler içine girdiler. Toplumda etkinliği olan insanları, bazı üst düzey yöneticileri ve din adamlarını yüksek maaşlı mevki ve makamlar, ödüller ve çeşitli unvanlar, paralar vererek kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Bunda nispeten başarılı da oldular ama istedikleri sonucu elde edemediler. Kendilerinden yana olmayanları, özellikle din adamlarını çeşitli baskı ve işkencelerle, zulümlerle yıldırmayı denediler, bazılarını idam ettiler. Sudanlı din adamlarının büyük çoğunluğu her şeye rağmen İngilizlerden değil, Sultan Ali Dinar’dan ve Halifenin cihad çağrısına uymaktan yana tavır almıştı. Sultan Ali Dinar, toplayabildiği 10 bin kişilik orduyla kendi başkenti Faşir’den kalkarak, Hartum’daki İngiliz güçlerine karşı savaşmak üzere harekete geçti. Başlangıçta bazı başarılar da kazandı. Fakat İngiliz kuvvetlerinin ağır toplarına, son model silâhlarına ve üstün ateş gücüne karşı Ali Dinar’ın askerlerinin elindeki basit ve derme çatma silahlarla karşı koyabilmek mümkün değildi. Kendisine cihad çağrısı yaparak, bu büyük savaşın içine çeken İstanbul’dan, Halife’den ve Osmanlı Devleti’nden hiçbir ses, nefes ve yardım da gelmiyordu. Modern silahlarla donatılmış İngiliz askerleri bir gece yarısı Ali Dinar’ı ve askerlerini pusuya düşürdü. Sabaha kadar süren çatışmalarda Ali Dinar 6 bin askerini kaybetti. Bir kısım askerlerde bunun ümitsiz bir mücadele olduğunu görerek onun çevresinden ayrıldılar. Fakat o yine de savaşmaktan vazgeçmiyordu. Yeniden toparlanıp, savaşa devam etmek için başkenti Faşir’i terk ederek Merre Dağına çekildi. İngilizlere karşı gerilla savaşı başlattı. Çok büyük erzak, silah ve mühimmat eksikliği çekiyor, bu nedenle büyük kayıplar veriyordu. Darfur Sultanlığı’nın büyük bir bölümü İngilizler tarafından işgal edildi. Yaşanan büyük kayıplar ve zor şartlar yüzünden etrafındaki adamların sayısı hızla azalıyordu. İngiliz Miralay Hidson, Ali Dinar’a bu mücadeleden vazgeçmesi ve teslim olduğu takdirde affedileceği yolunda haberler gönderdi. Fakat Ali Dinar, yanında sadece 200 adamı kaldığı halde teslim olmayı reddetti ve ne olursa olsun sonuna kadar İngilizlere karşı savaşma yolunu seçti. 6 Kasım 1916’da Merre Dağı eteklerinde yaşanan şiddetli çatışmada vurularak şehit düştü. General Kitti, Ali Dinar’ın yaralı olarak İngiliz kuvvetlerinin eline düştüğünü ve askerlerinin gözleri önünde idam edildiğini söylüyor.
Ali Dinar’ın şehadeti üzerine Darfur Sultanlığı ve Sudan bütünüyle İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizler Sudan’ı 40 yıl boyunca işgalleri altında tuttular. Geri çekilirken yaptıkları en büyük tahribatlardan ve Sudan halkına verdikleri en büyük zararlardan biri Sudan’daki bütün kabileleri birbirine düşürmek, birbirine düşman etmek olmuştu.
Sudan’ın bazı batıcı aydınları, İngiliz tekliflerini kabul etmediği, üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu yerine, dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu yanında yer aldığı, üstelik de elindeki kısıtlı imkanlara bakmadan Halife’nin cihad çağrısına uyduğu, İngilizlere savaş açma çılgınlığı için Sultan Ali Dinar’ı şiddetle eleştirirler, hatta suçlarlar. Güçlüden yana olup ödüllendirilmek yerine, artık adından başka bir şeyi kalmamış Halife’nin cihad çağrısına uyma çılgınlığı, ahmaklığı ve aptallığı yüzünden ülkesinin, devletinin ve milletinin esaret altına düşmesine neden olduğunu, onun yüzünden Sudan’ın bütün Afrika’nın lideri bir ülke olabilme şansını yitirdiğini iddia ederler. Halbuki Sultan Ali Dinar, hiç de aptal, ahmak, çılgın biri değildi. O Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerinin, güçlerini birleştirmelerinin, bunu temsil eden Halifelik kurumunun ne kadar önemli ve elzem bir kurum olduğunun, dünyanın şer güçlerine karşı hiçbir Müslüman ülkenin veya devletin tek başına bir şey yapamayacağını, varlığını muhafaza edemeyeceğini, hele hele İslam ve Müslüman düşmanlarıyla işbirliği yaparak bir yere varılamayacağını çok iyi bilen çok idealist biriydi. Devletine, Milletine, dinine ve Halifesine ihanet etmektense, bu uğurda sonuna kadar mücadele etmeyi ve şehadet şerbetini içmeyi bilinçli olarak tercih etmişti. Onun şu sözleri bu ümitsiz mücadeleye niçin girdiğini anlatmaya yeter:
“Bütün Müslümanların birliğini, beraberliğini, gücünü, kuvvetini temsil eden, İstanbul’daki Halife özgür olmadıkça, yeryüzündeki hiçbir İslam beldesi bağımsız olamaz!”
Sultan Ali Dinar, Osmanlı Devletinin o eski ihtişamlı Osmanlı Devleti olmadığın, Türk milletinin o milletlerin en üstünü eski Türk milleti olmadığını, İstanbul’daki Hilafet Makamı’nın Hazreti Peygamberin ardından kurulan ideal Raşit Halifelik Makamı olmadığını, Halife’nin de Raşid Halifeler gibi ideal bir Halife olmadığını bilmez değildi. Ama o, her şeye rağmen ayrılmanın, dağılmanın, bölünüp parçalanmanın, ayrı bir baş çekmenin son tahlilde faydadan çok zarar getireceğini, herkes için felaket, yıkım, helak ve yok olmayı çabuklaştıracağını görebilecek ve anlayabilecek kadar akıllı, anlayışlı, iman ve iz’an sahibi bir Müslüman’dı. Ardından onun hakkında kimin ne diyeceği, onu nasıl kınayıp, nasıl eleştirecekleri hiç umurunda değildi. Her şeyi bir yana bırakıp, inanç ve idealleri uğrunda savaşmayı ve bu yolda şehid olmayı canına minnet bildi.
Onun ölümünden sonra da pek çok Sudan’lı Osmanlı Devleti’ne ve Hilafet Makamına gönülden bağlı kalmaya devam ettiler. Hatta İngilizler 1956 yılına kadar Darfur’un da dahil olduğu Sudan’da işgallerini devam ettirdikleri halde, 1950-1960’larda hâlâ Darfur’daki camilerde hutbeler Osmanlı Halifesi adına okunmaya devam ediyordu. Bu bile Ali Dinar’ın ve onu seven Darfur’luların, Sudan’lıların Türklere karşı besledikleri güzel duyguları açık olarak ortaya koymaya yeter.
(Şehit edilen Ali Dinar)