Ana SayfaDosyalarCoğrafyamızFİLİSTİN BAŞMÜFTÜSÜ EMİN EL-HÜSEYNÎ

FİLİSTİN BAŞMÜFTÜSÜ EMİN EL-HÜSEYNÎ

FİLİSTİN BAŞMÜFTÜSÜ EMİN EL-HÜSEYNÎ

(Doğumu: 1895/1897, Kudüs – Ölümü: 4 Temmuz 1974, Beyrut, Lübnan)

Mustafa ATALAR

Çanakkale Savaşları sırasında karşımızda Siyonist gönüllülerden oluşan Siyon Katırcı Bölüğü bulunduğu gibi, yanımızda da bizimle beraber ortak düşmanlarımıza karşı aynı safta çarpışmak üzere gelen binlerce de Filistinli gönüllü vardı. Bu gönüllülerden biri de daha sonra Siyonizm’e ve Filistin topraklarının işgaline karşı ilk mücadele bayrağını açan, ilk sivil ve askeri teşkilatları kuran, Filistin Ulusal Hareketi’nin kurucusu ve başlatıcısı Filistin Başmüftüsü Emin El-Hüseynî idi.

Emin el-Hüseyni, Filistin’in en etkili, en eski ve en köklü ailelerinden biri olan Hüseyni ailesindendi. Peygamber soyundandı. Ailesinin kökleri Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın oğulları Hz. Hüseyin üzerinden Peygamberimize dayanıyordu. Hüseyni ailesi, tarih boyunca her zaman Osmanlı Devleti ve hükümetiyle beraber çalışmış, ayrılıkçı, bölücü, parçalayıcı eylem ve davranışların her türlüsüne, özellikle de Filistin ve Arap dünyasının Osmanlılardan koparılmasına her zaman karşı çıkmıştır. 1517’den 1917’ye kadar Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetiminde ‘Emin’ unvanını tam anlamıyla hak eden Hüseyni ailesinden geniş ölçüde yararlanmıştır.

Ailenin pek çok üyesi 1876’dan itibaren kurulan Osmanlı Meclis-i Mebusanlarında da mebus olarak bölgelerini temsil etmişlerdir.

Bu köklü ailenin en tanınmış üyelerinden biri olan Hacı Emin el-Hüseyni, 1895 veya 1897’de Kudüs’te doğdu. Emin El-Hüseyni, I. Dünya Savaşı başlayınca eğitimini yarıda kesip gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katıldığında daha onsekiz ondokuz yaşlarında bir gençti. Çanakkale’de savaştı, Osmanlı Ordusunda topçu subayı oldu. Savaşın ardından da İstabul’a geçerek, “Teşkilâtı Mahsûsa”ya girdi.

1917’de Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesi üzerine, onlarla ve Siyonistlerle mücadele için Filistin’e döndü. Irkçı ve aşırı milliyetçi akımların etkisiyle Osmanlı Devletinden ayrılmak arzusuna ve bağımsızlık sevdasına kapılan Arap gençlerine ve sözde aydınlarına karşı da büyük mücadeleler verdi. Onlara yaptıklarının çok yanlış olduğunu, bunun sonunun hem Osmanlılar, hem Araplar, hem de bütün Müslümanlar için çok büyük felaketlere varacağını anlatmaya çalıştı.

Ömrünü Filistin davasına adamış büyük bir dava ve mücadele adamı, büyük bir mücahit ve halk kahramanı olan Emin el-Hüseyni’nin çok çileli, çok zor ve ibret dolu bir hayat hikâyesi vardır. Hacı Emin el-Hüseyni vatanını kurtarabilmek için ömrü boyunca yapabileceği her şeyi fazlasıyla yapmış, bütün İslam dünyasını ve Arapları bu dava için ayağa kaldırmaya çalışmış büyük bir dava adamıydı. Filistin davasını mahalli bir dava olmaktan çıkararak ona uluslar arası bir mahiyet kazandırmış, bütün insani ve İslami değerleri, vatanseverlik, milliyetperverlik, hak ve hakikat sevgisi gibi insanları heyecanlandırabilecek ne kadar sevgi varsa hepsini Filistin davası lehine harekete geçirebilmiştir.

İngilizlerin Filistin’i işgal ettiği 1917 yılından itibaren, işgale, o topraklara Yahudi göçmen yerleştirilerek yerli halkın yerinden yurdundan sürülmesi politikasına şiddetle karşı çıktı. 1920’deki Arap Ayaklanmalarının ardından Filistin’deki İngiliz yönetimi tarafından 10 yıl hapse mahkum edilince, Şam‘a kaçmak zorunda kaldı. 1921‘de askeri yönetimin sivilleşmesi üzerine yeniden Filistin’e döndü. Kudüs Müftüsü olan ağabeyinin vefatı üzerine 1921 yılında onun yerine Kudüs Müftüsü seçildi. Yahudi terörüne karşı koymak ve Yahudileri işgal ettikleri Filistin topraklarından çıkarmak için silahlı birlikler oluşturdu. O her zaman Hagannah ve İrgun, Lehi ve Stern gibi Yahudi terör örgütlerinin ölüm listesinin en başındaki isimdi. Öldürmek, suikast yapmak hayatına kastetmek için en çok aradıkları ve uğraştıkları kişi oydu. Siyonist yerleşime ve İngiliz yönetimine karşı mücadelesini, 1929’daki 1936-1939 yılları arasındaki Filistin Ayaklanmalarıyla zirveye ulaştırdı. 25 Nisan 1936’da Arap Yüksek Komitesi Başkanı seçildi ve Filistin toplumunun bütün unsurlarını İngiliz yönetimine ve Siyonizme karşı birleştirmeyi başardı. Yahudilerin ve İngilizlerin Filistinliler arasına ayrılık, ihtilaf ve nifak sokma çabalarını boşa çıkardı. İngiliz desteğiyle bölgede sürekli artırılan Yahudi nüfusuna karşı tepkiler, 15 Nisan 1936’dan itibaren onun öncülük ettiği genel grevle büyük bir sivil itaatsizliğe dönüştürüldü. Altı ay süren genel grevler, İngilizleri çok zor durumda bıraktı. İngilizler, isyanı sona erdirmek için Yahudi göçünü durdurma sözü verdiler ama bu sözlerinde durmadılar. Bu yüzden İngilizlerle arası daha da bozuldu ve İngilizler onun dini liderliğini tanımadıklarını ilan ettiler. İngiliz manda yönetimi, genel greve ve isyana öncülük eden ve destek veren bütün Arap liderlerini ve aydınlarını yakalamaya, tutuklamaya, öldürmeye ve Hint Okyanusu’ndaki Şeysel Adasına sürgün etmeye başladı. Hakkında tutuklama kararı çıkartılanların başında doğal olarak Emin El Hüseyni geliyordu. Tutuklanmak istemeyen Emin el-Hüseyni, 1937‘de İngiliz güvenlik barikatını aşarak Lübnan‘a geçti. Hareketi Lübnan dağlarında kurduğu karargâhından idare etmeye başladı. Onun gibi akıllı, cesur ve karizmatik bir liderin İngilizler tarafından ülke dışına kaçmak zorunda bırakılarak da olsa saf dışı edilmesi II. Dünya Savaşı yıllarında Filistin Ulusal Hareketini başsız ve lidersiz bıraktı. İngiliz Manda Yönetimi, 1939 yılında yayınladığı White Paper (Beyaz Belge) adı verilen bir belgeyle Filistin’e Yahudi göçünü 1944’e kadar her yıl 15 binle sınırlayacağını ilan etti. Fakat Emin El-Hüseyni bunu yeterli bulmadı.

EMİN EL-HÜSEYNİ – HİTLER GÖRÜŞMESİ

Filistin’deki Yahudi ve İngiliz katliamlarının, baskı ve zulümlerinin gittikçe artması, Filistin toprakları üzerinde İngiliz desteğiyle adım adım bir Yahudi devleti kurulması sürecinin işletilmesi Filistinlilerde ve Emin El-Hüseyni’de büyük bir infiale sebep oluyordu. Bu politikalar ve uygulamalar onları ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla Almanlara ve Hitler’e yaklaştırdı. İngilizlerin Yahudi yanlısı politikalarına karşı, Almanlarla işbirliği çarelerini arayan Emin El-Hüseyni, 1941‘de Berlin’e giderek Adolf Hitler’le üç defa yüz yüze görüştü.

Filistin Müftüsü Emin El-Hüseyni, İngilizleri ve Yahudileri Filistin’den atmak için Hitler’den destek istedi.

Almanya, 1945’te II. Dünya Savaşı’nı kaybedince, Emin El-Hüseyni Berlin’i terk edip, İsviçre’ye geçti, fakat burada tutuklandı. Fransa’ya götürülerek, ev hapsine alındı. Siyonistlere teslim edileceğini anlayınca, buradan kaçıp, Kahire’ye geldi. Nazi avcısı Siyonist gruplar, İngiliz hükümetine başvurarak, savaş suçlusu olarak yargılamak üzere Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin kendilerine verilmesini istediler. Ancak İngilizler, kendi kontrolleri altındaki Mısır ve Filistin’de çok sevilen ve sayılan böyle karizmatik bir liderin Yahudilere teslim edilmesinin doğurabileceği sonuçlardan, ortaya çıkabilecek büyük kargaşa ve kaostan korktukları için bu başvuruyu reddetmek zorunda kaldılar.

Emin el-Hüseyni, İsrail devletinin kuruluşunun ilan edildiği 1948 yılına kadar 30 yıl boyunca Filistinlilerin tek lideri oldu. 1948’de İsrail devleti kurulunca o da Gazze Şeridinde Filistin hükümetini kurduğunu ve hükümet başkanı olduğunu ilan etti. Fakat bu hükümet, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadı.

Filistin’de yaşayan Yahudilerin sayısı 1880 yılında 24 000 kadarken, Siyonistlerin olağanüstü çabalarına, bölgeye dışarıdan önemli bir Yahudi göçü ve yerleşimi sağlanmasına rağmen, 2 Kasım 1917’e kadar ancak 56.000’e çıkarılabilmişti. 700.000 kişilik nüfusun 574.000’i Müslümanlardan, 74.000’i de Hıristiyanlardan oluşuyordu.

Bölgedeki Yahudi nüfus, İngilizlerin desteğiyle İngiliz mandasının onaylandığı 1922 yılında 83.790’e, 1940 yılında da 467.000’e çıkarıldı. Filistin’deki Yahudi nüfusun sürekli artırılması, Filistinlilerin ise kendi vatanlarında ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürülmesi, bölgede yaşayan Filistinli Arapların tepkisini ve muhalefetini gün geçtikçe daha da artırıyordu. 22 ülke temsilcisi Siyonist tehlikeye karşı 1931 yılının Aralık ayında Kudüs’te toplanan Müslüman Ülkeler Kongresi’nde bir araya geldiler. O zamana kadar birbirinden bağımsız hareket etmekte olan altı Arap siyasi partisinden (İstiklal Partisi hariç) beşi bir araya gelerek işbirliği yapma kararı aldılar.

Yahudiler Filistin topraklarından ancak % 6’sının tapusunu alabilmişlerdi. Gerisini tedhiş ve terörü de kullanarak zorla işgal ettiler. 1948’de Filistin topraklarındaki yaklaşık 1.4 milyon Filistinli’den 750 bini asırlardan beri yaşadıkları evlerinden, barklarından, kasaba ve köylerinden, yurtlarından, yuvalarından zorla çıkarılarak sürgün edildi. Bir anda evsiz barksız mülteci durumuna sokuldu. Bunlardan %80.5’i Batı Şeria ve Gazze Şeridi gibi başka Filistin topraklarına, geri kalan %19.5’lik kesim ise ya komşu Arap ülkelerine veya Amerika, Avrupa ve bazı Arap Körfezi ülkelerine göçmek zorunda bırakıldılar. Yerlerini yurtlarını terk etmemek için direnenler acımasızca öldürüldü. 1948 yılında Siyonist çeteler tarafından Filistin halkına karşı girişilen 44’ten fazla katliam sırasında 15 bini aşkın Filistinli hayatını kaybetmiştir. Filistinlilere ait 774 kasaba ve köye el konuldu, 531 kasaba ve köy de yok edilerek haritadan silindi. Tarihi Filistin topraklarının %78’i Siyonistlerce işgal edildi. Yaklaşık 151 bin Filistinli evleri, arazileri, tarlaları, her şeyleri ellerinden alınmasına rağmen yine de eski topraklarından çıkmamakta direnerek burada kaldılar. Fakat her şeye rağmen yüksek doğum oranı sayesinde 1948 yılında İsrail tarafından işgal edilen topraklarda yaşayan Filistinlilerin nüfusu artmaya devam etmiş, 2006 sayımı ile 1.4 milyona ulaşmıştır. Filistin Hükümeti’ne bağlı Planlama Bakanlığı Bilgi Merkezi’nin hazırladığı rapora göre, 1948 yılında 1.4 milyon olan toplam Filistinli nüfusunun, 2009 yılı sonunda 10.9 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu, da Filistinlilerin nüfusunun “Büyük Felaket”ten bu yana yaklaşık 8 kat arttığını göstermektedir. Bu nüfusun 5.2 milyonu Filistin topraklarında, geri kalanı ise Filistin dışında yaşamaktadır. Öte yandan İsrail’in bütün çabalarına ve hala devam eden Yahudi göçüne rağmen Filistin’deki Yahudi nüfus artışında azalma, Filistinli nüfus artışında ise hızlı bir yükselme gözlenmektedir. Mevcut duruma göre 2020 yılında İsrail topraklarında yaşayan Filistinli nüfusun Yahudi nüfusu geçeceği beklenmektedir.

Dünyada 62 yıldan beri mülteci denilince ilk akla gelenler hep Filistinliler olmuştur. Filistin’deki mültecileri diğer mültecilerden ayıran çok önemli bir fark, bunların önemli bir kısmının öz vatanlarında, kendi toprakları üzerinde mülteci durumuna düşürülmüş olmasıdır. Bugün yaklaşık 300 Filistinli, bir zamanlar kendilerine ait iken ellerinden zorla alınmış evlerini, barklarını, tarlalarını, arazilerini, köylerini, kasabalarını, şehirlerini uzaktan ve hüzünle seyretmek zorunda bırakılmışlardır. Silah zoruyla, haksız yere ellerinden alınmış öz arazilerine, mülklerine uzaktan hasret ve acıyla bakmak zorunda kalmak, onların acılarını ve üzüntülerini daha da artırmaktadır. Filistin halkı, yurdu, toprağı, vatanı zorla gasp edilmiş, ayaklarının altından çekilip alınmış, üzerinde gayri meşru bir işgal hâkimiyeti kurulmuş, bir halk olduğu için bütün dünyadaki insan hakları savunucularının dikkatini çekmektedir. İşgal altındaki Filistin topraklarında faaliyet gösteren birçok insan hakları örgütü, Filistinli mültecilerin zorla çıkarıldıkları köylerine, kasabalarına ve evlerine dönmeleri için yıllardan durmadan çalışmalar yapıyorlar.

İsrail’in kurulması, sadece Siyonist terör örgütlerinin yalnız başlarına başarabildikleri bir iş değildir. Asırlardır üzerinde çalışılan ve elli yıldan beri de bütün emperyalist güçlerin uygulamak ve hayata geçirmek için Siyonist terör örgütlerine verdikleri doğrudan veya dolaylı desteklerle gerçekleşmiş planların sonucudur.

Emin el Hüseyini 1974 yılında Beyrut’ta öldü. Onun öz vatanı Kudüs’e gömülme vasiyeti olmasına rağmen, bu talep İsrail tarafından reddedildi.

EMİN EL-HÜSEYNİ’NİN TÜRK DOSTLUĞU

Filistin halkının milli kahramanı olan Emin el-Hüseyni, aynı zamanda çok büyük bir Türk dostuydu. Kendisini her Türk’ten daha fazla Türk sayan, tam bir Osmanlı beyefendisi ve Abdülhamit hayranıydı. Osmanlı’nın kadri ve kıymeti bilinmemiş büyük, şerefli, onurlu, mağdur ve mazlum bir devlet, Sultan Abdülhamit’in iftiralara uğramış masum bir padişah olduğuna inanır, bu görüş ve kanaatlerini her yerde, her zaman ve herkese karşı açıkça ifade etmekten çekinmezdi.

Hitlerle yaptığı görüşmelerden birinde Hitler kendisine: ‘Osmanlı yönetimi ile İngiliz yönetimi arasında ne fark var?’ diye bir sormuş. Emin el-Hüseyni de Hitler’e çok büyük bir duygusallık ve heyecan içinde Osmanlının, Osmanlı yönetiminin ve Türklerin üstünlüklerini anlatmaya başlamış, hatta bir ara o kadar duygulanmış ki, gözlerinin yaşarmasına da engel olamamış. Bu durumu fark eden ve onun bu kadar duygulanmasına bir anlam veremeyen Hitler:

– Ne oldu? Yoksa sizin ecdadınız da Türk müydü?’ diye sormadan edememiş. Emin el-Hüseynî ise bu soruya karşı şu cevabı vermiş:

– Hayır, benim ecdadım Türk değildir. Fakat ben bu milleti, kendi ecdadımdan bile daha fazla severim. Neden derseniz; eğer Osmanlı olmasaydı, İngilizler ve diğerleri, hiç kuşkusuz beşyüz sene önce bütün İslam coğrafyasını ele geçirmiş olurdu. Dolayısıyla eğer Osmanlı olmasaydı, Endülüs’ün başına gelen hazin akıbet, bütün Arapların ve Arap ülkelerinin de başına gelirdi. Ben Türkleri ve Osmanlıları, dinimin, imanımın, ırzımın, namusumun, onurumun, şerefimin hâmisi, koruyucusu, savunucusu oldukları için çok severim. Onlara büyük minnet ve şükran duyarım. Fakat ne yazık ki bizler, hayırsız evlat çıktık. Ama onlar yine de hayırsız evladına bakan, onu kaldırıp atamayan her baba gibi bize bakmaya çalıştılar. Arap dünyasından bir kuruş bile menfaatleri, faydaları, hayırları olmadığı halde, özellikle Hicaz’a asırlar boyu hizmet götürdüler. Zaten bizler, o nimetin kadrini bilemediğimiz, nankörlük ettiğimiz için başımıza bugünkü belalar geldi. Kim bilir bundan sonra daha neler gelecek?

Tam bir Osmanlı beyefendisi olan Emin el-Hüseynî, Türk Milletini çok sever, bu millet için sürekli dua eder ve ne olursa olsun Türk milletinin geleceğine ilişkin sürekli iyi ve büyük umutlar besler ve şöyle derdi: ‘Türkiye dua almış bir belde, Türk milleti de dua almış bir millettir.

Ben kendimi bildim bileli, bizim kendi evimizde de, ailecek yapılan her yemek ve sofra duasında mutlaka ‘Allah’ım! Manevi babamız, Peygamberimizin vekili olan Halifemizi koru!’ diye dua edilirdi. Ben de ecdadım gibi bu millete sürekli dua ettim, ediyorum, ömrüm oldukça da edeceğim. Türkiye ve Türkler, her zaman, her işte Müslümanlara lider, önder ve örnek olmuşlardır. İyi ve güzel işlerde örnek ve önder oldukları gibi, asırlardır sürüp gelen bozulma ve dejenerasyon konusunda da İslam dünyasına onlar öncülük ettiler, örnek oldular. Ama ne olursa olsun, ben şuna da kesin olarak inanıyorum ki, İnşallah bir gün gelecek düzelme konusunda da bütün Müslümanlara Türkler öncü ve örnek olacaklardır. Ben, bunu Yüce Allah’tan bütün kalbimle umuyor ve niyaz ediyorum.’

EMİN EL-HÜSEYNİ’NİN İLGİNÇ FİKİR VE DÜŞÜNCELERİ

Emin el- Hüseyni, sadece bir eylem, aksiyon ve mücadele adamı değildi. Aynı zamanda İslam’ın, Müslümanların, dünü, bugünü ve yarını üzerine sürekli düşünen, kafa yoran, ilginç tespitleri, fikir ve düşünceleri olan çok büyük bir mütefekkir, çok büyük bir aydındı.

Bu milletin son asırda yetiştirebildiği, fakat kadri kıymeti bilinmemiş çok büyük değerlerden biri olan Rahmetli Hocam Ali Yakup Cenkçiler’den onun hakkında çok şeyler dinledim. Rahmetli Ali Ulvi Kurucu da hatıratında ondan uzun uzadıya bahseder.

Onlar kendisini, İkinci Dünya savaşından sonra geldiği ve uzunca bir süre kaldığı Kahire’de son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin evinde ve onun vasıtasıyla tanımışlar. Ali Yakup Hocam’ın daha önce gıyaben tanıyıp sevdiği, bu büyük dava adamına karşı duyduğu gıyabi, sevgi, saygı, muhabbet ve dostluk onu yakından görünce ve tanıyınca kat kat artmış. Hele onun olaylara bakışındaki, tespitlerindeki, tahlillerindeki, fikir ve düşüncelerindeki berraklığa, doğruluğa, değerlendirmelerine, inancı uğrunda verdiği büyük mücadeleye hayran kalmış. İlk defa onun ağzından dinlediği, çok değerlerli, çok ilginç, çok faydalı bilgileri, fikirleri, düşünceleri, o zamana kadar başka hiçbir kişiden ve kitaptan okuyup, öğrenemediğini anlatırdı. Emin el-Hüseyni’yle nasıl tanıştıklarını ve onun nasıl bir insan olduğunu biraz da onların dilinden aktarmaya çalışalım.

Bir gün Mustafa Sabri Efendi, aralarında Ali Yakup Cenkçiler Hocam’ın da bulunduğu, yakinen tanıdığı, güvendiği, sevdiği bazı talebelere:

  • Bu akşam bir aziz misafirim gelecek, sizler de buyurun! diye bir haber

göndermiş.

Ali Yakup Bey, akşamleyin yakın arkadaşları Mustafa Runyun, Ali Ulvi Bey’lerle beraber Yugoslavya Konsolosluğunda görev yapan Kamil Bey adlı Boşnak bir arkadaşlarının arabasıyla Şeyhülislam’ın evine gitmişler. Eve vardıklarında, bu aziz misafirin, namını şöhretini çok duydukları, ama o zamana kadar tanışma imkânını bulamadıkları Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî olduğunu memnuniyetle görmüşler. Fakat Emin El-Hüseyni, o akşam kendisini her zaman gazetelerde görmeye alıştıkları o güzel Osmanlı sarığı ve cübbesiyle değilmiş. Üzerinde başka yerde görseler kendisini asla tanıyamayacakları alelâde, normal ve basit bir kıyafet varmış. Sohbet sırasında bu tebdili kıyafetin bir zorunluluktan kaynaklandığını, bu ziyaretin herkesten gizli ve saklı tutularak gerçekleştiğini öğrenmişler.

Misafirlerini birbirine tanıştıran, azizleyen, ağırlayan Şeyhülislam, hoş beşten ve kısa bir sohbetten sonra aziz misafirine dönmüş ve ondan şöyle bir talepte bulunmuş:

– Müftü Efendi! Ben şimdi burada, dışarıya kapalı, dünyadan çok az haberdar, basit bir hayat yaşıyorum. Sadece cumadan cumaya evden çıkıyorum. Bir de ara sıra bu yavruları ziyaret etmek için, Ezher’e, Revaku’l-Etrak’e, Muhammed Bey Ebuzzeheb yurduna gidiyorum. Siz ise, maşallah hala dünyanın, mücadelenin ve mücahedenin içindesiniz. Onun için bugün dünyada neler olup bittiğini bize siz anlatacaksınız, bizler de dinleyeceğiz. Hem benim bildiklerim artık iyice eskidi. Yeni haberler, yeni bilgiler sizde… Siz anlatın, biz de hep birlikte dinleyelim!

– Efendim, öncelikle şimdiye kadar ziyaretinize gelemediğim için affınızı istirham ederim. Fakat İngilizler ve Yahudiler hiç peşimi hiç bırakmıyorlar. Sürekli izleniyorum. Hep göz hapsinde ve topun ağzındayım. Benim yüzümden size de bir eza cefa gelir diye korktum, endişelendim. O yüzden ziyaretinize gelmem biraz gecikti. Kusurumu bağışlayın!

Bu girizgâhtan sonra Müftü Efendi, Yahudilerin ve İngilizlerin Müslümanlar aleyhine yaptıkları planlardan, kurdukları tuzaklardan, çevirdikleri dolaplardan bahsetti. Sonra sözü Türkiye’ye ve Abdülhamit’e getirdi:

– Efendi Hazretleri! Bütün İslam dünyasının gözü şimdi Türkiye’de… Bütün Müslümanlar dikkatle Türkiye’yi izliyorlar. Türkiye’nin İslam dünyasından ve diğer Müslümanlardan kopmasıyla bütün İslam dünyası çok şeyler kaybetti. Hala da kaybetmeye devam ediyor. Maalesef Türklerin başına gelenler, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiştir. Fakat şu bir gerçek ki, bu olanlar, kendiliğinden, tesadüfen, rast gele meydana gelmiş olaylar değildir. Bu olup bitenlerde özel kasıt vardır. Hep hayret ederim; şu Sultan Abdülhamit, tek başına bu büyük güçlerle, bu Siyonistlerle nasıl baş etmiş, nasıl savaşmış, otuzüç yıl onlara nasıl dayanmış? Bu ancak kuvvetli bir imanla mümkün olabilir. Theodor Herzl hatıralarında: ‘Dokuz yıl Sultan Abdülhamit’in peşinden koştum, bütün etrafını elde ettim, yalnızca bir kere görüşebildim, onda da hiçbir şey elde edemedim. Halbuki onun bütün saray erkanını elde etmiş, hepsiyle ahbap olmuştum. Onların bana yardım ve destekleri de bir işe yaramadı. Bu adam beni dert sahibi etti.’ diyor. Ne yazık ki, Sultan Abdülhamit’in büyük vaatleri, cazip teklifleri geri çevirerek vermediği Filistin’i biz tuttuk kendi ellerimizle Yahudi’ye verdik.

‘İslam dünyasının, özellikle Arapların başına gelenler, Osmanlı Devleti’nin bedduasıdır. Biz Müslümanlar, özellikle Araplar, masum ve mazlum Osmanlı Devleti’nin bedduasına uğradık. Tıpkı babasının bedduasını alan evlat iflah olamayacağı gibi biz de olamadık. Şimdiye kadar başımıza gelen, bundan sonra da gelecek olan bütün felaketler bu yüzdendir’.

‘Sultan Abdülhamit, Kudüs Mutasarrıfına, tapu sicil memuruna ve katib-i adl’e yani notere, mahkeme reisine defalarca talimatlar vermiş, fermanlar göndermiş, Yahudilere doğrudan veya dolaylı yahut hileli satışlar yoluyla asla gayrimenkul ve toprak satılmamasını, buna asla izin verilmemesini ve mutlaka önlenmesini, buna sebep ve aracı olanların da şiddetle cezalandırılmasını emretmişti. Herkesi ‘Bir karış yere bir avuç altın bile verseler, satış yapılmaması, bu tür satışların tapuya tescil edilmemesi’ bizzat ve sürekli uyarıyordu. Fakat o kahraman ve akıllı sultan devletin başından alaşağı edildikten sonra, devletin başına basiretli yöneticiler kalmadı. Gün geldi biz maalesef kendi ellerimizle Filistin’in tapusunu Yahudilere verdik.’

OSMANLILAR İŞGALCİ VE SÖMÜRGECİ MİYDİ?

Türklere, Türklüğe, Osmanlılara ve özellikle Abdülhamit’e düşmanlık ve hakaret etmenin, küfretmenin, karşı olmanın en çok prim yaptığı, en moda olduğu bir dönemde yaşayan Emin el-Hüseyni, her zaman bunun tam tersini yapar, her zaman ve zeminde de onları canla başla savunur, sevgisini, saygısını, bağlılığını dile getirmekten ve bunun nedenlerini açıklamaktan geri durmazdı. O akşamki sohbet sırasında, bir defasında Arap devletlerinin katıldığı uluslararası bir kongrede, Arap delegeleriyle arasında geçen konuşmaları ve onlara karşı Osmanlı Devletini ve Türkleri nasıl savunduğunu da şöyle anlattı:

Osmanlı Devleti, çok adil, insaflı ve kanatları altında barındırdığı milletlere karşı çok cömert ve onlara çok geniş hürriyetler tanıyan bir devletti. Fakat onu yıkmak, böylece İslam diyarlarını işgal edip sömürmek isteyen İngiliz, Fransız, Rus ve diğer düşmanlar, kendi kültürlerinin etkisi altına almayı başardıkları Müslüman aydınlara bunun tersini telkin ediyorlardı. Hala da bu telkinler devam ediyor. Bir keresinde Arap devletleri arasında düzenlenen bir kongreye katılmıştım. Baktım bizim Arap kongresinin Cezayir’li ve Tunus’lu delegeleri, kendi aralarında Arapça değil de, Fransızca konuşuyorlar. Kendilerine takılmadan edemedim:

  • Yahu siz hepiniz Arapsınız… Toplantımız da Arap devletleri

yöneticilerinin toplantısı… Konuştuğumuz sorunlar Arapların sorunları… Ben de yanınızda Filistin Müftüsü olarak bulunuyorum. Ama bakıyorum siz kendi aranızda Arapça değil, Fransızca konuşuyorsunuz. Bu nasıl iş?

  • Hocam, kusurumuza bakmayın! Biz Arabız, ana dilimiz de Arapça

ama, bizim eğitim ve kültür dilimiz Fransızca… Bizim konuşabildiğimiz Arapça, halk arasında konuşulan avam Arapçası. O Arapçayla da önemli konulara ve derin sorunlara girebilmemiz, kendimizi doğru dürüst ifade edebilmemiz mümkün değil. Bu yüzden Fransızca konuşmaya mecbur kalıyoruz. Ne yapalım? Biz böyle yetişmişiz!

  • Peki, şu Fransızlar, sizin ülkelerinizde kaç sene kaldılar?
  • Yüz sene kadar…
  • Peki, Türkler kaç sene kaldı?
  • Döryüz yıldan fazla…
  • Acaba Türk yönetimi zamanında sizin babalarınız, dedeleriniz sizin

böyle Fransızca bildiğiniz gibi, Türkçe bilirler miydi?

  • Hayır!
  • Allah, Allah, bu nasıl iş? Demek ki, Fransızlar size yüz senede kendi

dilinizi, kültürünüzü bu kadar unutturmuş, sizi kendi diliyle konuşmaya mecbur bırakmış da, Osmanlıları dört yüz sene içinde size kendi dilini öğretememiş, sizi öğrenmeye zorlamamış, bunu dayatmamış. Üstüne üstlük sizin başınıza ve ülkenize idareci, yönetici, vali, kaymakam, hâkim tayin edeceği kendi gençlerine de Arapça öğretip öyle tayin etmiş. Buna rağmen şimdi sizin diliniz Fransızlara sömürgeci, istilacı demeye varmıyor da Osmanlılara ağzınızı doldura doldura, hiç utanmadan ve sıkılmadan sömürgeci, istilacı diye dil uzatabiliyorsunuz. Bu nasıl bir sömürgecilik, nasıl bir istilacılık anlayışıdır, biri bana anlatsa da ben de anlasam.

OSMANLILAR HİLAFETİ NİÇİN VE NASIL ÜSTLENDİLER?

Filistin Müftüsü Emin el-Hüseyni’nin böyle heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlattığını duyan ve gören başkaları da gelip kalabalığa katılmışlar. O da bunu bir fırsat bilerek onlara şu değerlendirmelerde bulunmuş:

  • Kardeşlerim, şunu iyi bilin ki, bizim isyanlarımızın, ihanetlerimizin

de katkısıyla paramparça olan Osmanlı Devleti olmasaydı hiç birimiz var olamazdık. Ne dilimiz kalırdı, ne dinimiz. Ne Arapçamız kalırdı, ne Müslümanlığımız… Hepimiz asırlar önce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, İngilizce konuşan birer yabancı olurduk. Bu yüzden bugün kadr ü kıymeti bilinmeyen, türlü iftiralara uğrayan Osmanlı’ya ve Türklere karşı bizim büyük bir minnet ve şükran borcumuz olduğunu unutmamalıyız. Eğer Osmanlı Devleti, İslam âleminin muhafızlığını, koruyuculuğunu, yükünü ve yükümlülüğünü üzerine almasaydı, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, hatta baştanbaşa bütün Afrika ve Ortadoğu, çoktan Endülüs gibi olurdu. Bugün gidin Müslümanların yaklaşık sekiz yüz yıl yaşadıkları, büyük bir medeniyet ve hâkimiyet kurdukları İspanya yarımadasına, Endülüs’e bir bakın, birkaç harabeden başka İslam’dan ne kalmış? Orada bir tek Müslüman bile bırakmadılar, hepsini yok ettiler. Osmanlı olmasaydı Afrika’nın, Ortadoğunun, hepimizin de başına gelecek olan aynı şeydi. Yalnız buralar mı, Balkanları beş yüz yıl elinde kim tuttu? Haçlı Seferlerini kim durdurdu? İstanbul’u ve Anadolu’yu kim Müslümanlaştırdı? Böylece, Hıristiyan ordularının önünü kesip Arap ülkelerini kim korudu? Akdeniz’de dört yüz yıl, emniyeti, güvenliği kim sağladı? Osmanlı’nın ve Türklerin İslama ve Müslümanlara daha saymakla bitirilemeyecek kadar çok ve büyük hizmetleri olmuştur. Osmanlı hilafeti üstlenmekle, üzerine çok büyük bir sorumluluğu, yükü, büyük zahmet ve sıkıntıları, masrafları, fedakârlıkları da almış oldu. Fakat bunu bilerek, isteyerek ve severek üstlendi. Bunun nedeni, din duygusundan, İslam aşkından, Haremeyn’e duyulan sevgiden başka bir şey değildi. Mısır’ı fethettiği gün son Abbasi halifesi Yavuz Sultan Selim’in huzuruna çıkarak:

  • Sultanım! Halife demek, Hazreti Muhammed Mustafa (SAV)’in vekili

demektir. Bütün Müslümanların hakkını, hukukunu, maddi ve manevi varlığını, her türlü saldırı ve tecavüzden koruyup kollamakla, savunmakla yükümlü olan en büyük makamdır. Bunun için de güç ve kuvvet lazımdır. Bugün benim elimde İslam Halifeliğinin Mukaddes Emanetleri var. Ben ve benden önceki halifeler bunların bekçiliğini yapmaya çalıştık. Ama bugün benim hiçbir gücüm, kuvvetim ve imkanım yok. Ben kendimi bile korumaktan aciz bir kimseyim. Dolayısıyla ben bu halifelik yükünü taşıyamam, bunun gereklerini yerine getiremem ve nitekim getiremiyorum da… Ben Allah’tan korkar, Peygamber’den utanırım. Onun için sana Müslümanların Halifesi olarak biat etmeye geldim. Hilafet’i benden al! Bu mukaddes emanetleri de sen sakla! Diyerek Hilafeti ve Mukaddes Emanetleri Yavuz Sultan Selim’e verdi. Başta Yavuz olmak üzere Osmanlı Sultanları kendilerini Mekke ve Medine’nin fatihi, hakimi olarak değil, hadimi yani hizmetkarı olarak gördüler. Oraları fethe ve işgale değil, hizmet vermeye, hizmet etmeye geldiler. Kutsal beldelere, İslama ve Müslümanlara hizmet etmeyi en büyük şeref, onur ve iftihar vesilesi kabul ettiler.

Batılıların, İslam ve Müslüman düşmanlarının bize söylediği, telkin ettiği, bizim sözde aydınlarımızın da hiç araştırıp incelemeden, üzerinde düşünmeden alıp kabul ettikleri şu Hicaz’ı ve Arap ülkelerini sömürme işine gelince, bu da çok saçma ve gülünç bir iddiadır. Petrolden önceki zamanları bir gözünüzün önüne getirin bakalım nasıldı? Kumdan, deveden, hurmadan ve çölün kavurucu sıcağından başka bizim neyimiz vardı? Osmanlı bunun hangisini alıp sömürecekti? Sonra petrol bulundu ama Osmanlı’ya bir litresi bile nasip olmadı. Böyle bir şey aklından bile geçmedi. Beş yüz yıl canla başla büyük fedakârlıklara katlanarak hizmet ettikten sonra, buraları bırakıp gitmeye mecbur kaldı. Osmanlı beş yıl boyunca savaştığı, harap ve bitap düştüğü Birinci Dünya Savaşı sonunda, yani devletin yıkılmasından birkaç sene önce, en acıklı durumlara düştüğü zamanda bile, Hicaz’a Sürre Alayları göndermeye devam ediyordu. En son 1916 yılında gönderilen Sürre Alayı, Şerif Hüseyin’in isyanı yüzünden geri dönmek zorunda kalmıştı.

Zavallı Osmanlı! Hem bu bölgeye bu kadar büyük hizmetlerde bulunacak, halkı besleyecek, hem de sömürgeci olmakla suçlanacak. İşte Osmanlı böyle mazlum ve mağdur bir devletti. Bizler ona karşı işlediğimiz nankörlüğün cezasını çok çektik, daha da çekeceğiz. Eğer Osmanlı çok daha önceden: ‘Bana ne kardeşim, İslam dünyasından? Herkes kendi başının çaresini kendisi baksın! Kim, ne hali varsa görsün? Ben hilafeti bırakıyorum’ deseydi, inanın ki başına gelen işlerin çoğu gelmez, belki de tarih sahnesinden silinmezdi. İslam ve Müslüman düşmanları onun bu kadar üstüne gitmezler, diğerleri gibi onu da bir dereceye kadar rahat ve serbest bırakırlardı. Ama Osmanlı bunu din duygusu ve İslami gayreti yüzünden yapmadı, yapamadı. Son günlerine kadar Müslümanların dertleriyle dertlendi. Bunun bedelini de yıkılarak, tarih sahnesinden silinerek ödemeye razı oldu. Fakat ben Osmanlı’nın ve Türklerin bu fedakârlıklarının boşa gittiğini sanmıyorum. Türkler öyle bir millettir ki, Müslümanlıktan mahrum olarak ve İslama ihanet ederek var olmaktansa, Müslüman olarak ve İslam uğruna mücadele ederek yok olmayı her zaman tercih ederler ve bunu canlarına minnet bilirler. Bir gün gelecek ciddi ve insaflı bilim adamları ve araştırmacılar bu gerçekleri bilimsel yollarla ortaya koyacaklardır.

MÜSLÜMANLARIN BAŞINA GELEN FELAKETLERİN NEDENLERİ

Çok uyanık, akıllı ve zeki bir Müslüman olan Emin el-Hüseynî, ardından Müslümanların başına gelen olayların başlangıcını ve esas nedenlerini de şöyle özetlemiş:

– Efendim, bir memleketin münevver zümresi, aydınları, kültür yoluyla,

fikren ruhen, esir düştü mü, artık orada bozulmanın, yıkılmanın, yenilginin ve kayıpların önüne geçilemez. Bize olan da aynı şeydir. Batının etkisi ve kışkırtmalarıyla münevver zümre Sultan Abdülhamit’in aleyhine kıyam edince, Padişah da bu işin önüne geçmekte çaresiz kaldı. Birinci Dünya Savaşında düşman Çanakkale’ye dayanınca gönüllü yazılıp, cepheye koşanlardan biri de bendim. Ben o zamana kadar ömrümde av tüfeğinden başka silah kullanmamıştım. Bizi önce cephe gerisine, talime yolladılar. Silah kullanmayı öğrettiler, askeri talimler yaptırdılar. Fakat daha talimgâhta gördüğümüz Türk subaylarının durumu bizi hem çok şaşırttı, hem de çok üzdü. Namazlarını kılmadıkları, dini ibadetlerini yerine getirmedikleri gibi, çadırlarında içki sofraları, çilingir sofraları kurdurup boş lakırdılarla, sohbetlerle vakit geçiriyorlardı. Zavallı Mehmetçik de onlara içki sofrası kurarak, meze hazırlayarak hizmet ediyordu. Benim gibi Osmanlı subaylarını çok farklı düşünen, uzak diyarlardan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Kuzey Afrikadan, Hindistan’dan gelmiş gönüllüler bu durumu görünce gözlerimize inanamadık, perişan olduk, ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık. Subayların neredeyse beşte dördü bu durumdaydı. İçinde iyileri de vardı ama maalesef çoğunluk böyleydi. Biz gönüllüler kendi aramızda:

  • Yahu bu ne iş? Biz buralara ne niyetlerle, ne düşüncelerle, niçin geldik?

Bu gördüklerimiz, şahit olduklarımız da neyin nesi? diye konuşuyor, birbirimize üzüntülerimizi ifade ediyorduk. Ayrıca subayların çoğu da mücadeleden, savaştan, zaferden ümitlerini tamamen kesmişlerdi. Bazılarının kendi aralarında:

  • Yahu kardeşim, biz boşuna uğraşıyoruz, boşuna direniyoruz. Bu işin

içinden çıkılmaz. Silah, mühimmat, teçhizat hep düşmanın elinde! Biz, elimizdeki bu derme çatma silahlarla mı, bu dev donanmaları karşı durduracağız, karşı koyacağız? Bizim bu dev orduları, donanmaları durdurabilme imkan ve ihtimalimiz yok! Savaşı kaybetmemiz mukadder ve muhakkak! Öyleyse böyle boşu boşuna direnmenin, savaşmanın ne manası var? Ne diye boşuna telefat veriyoruz? Ne yapalım, yenildiysek yenildik, kaybettiysek kaybettik? Bu boş inadı, anlamsız direnişi sürdürmemek lazım! şeklinde konuşmalarına da şahit oluyorduk.

Mustafa Sabri Efendi, söze girerek:

  • Çok doğru söylüyorsunuz, Müftü Efendi! Zaten derdin büyüğü de burada…

Ruhuyla, fikriyle, düşüncesiyle kalbiyle Batıya esir ve teslim olmuş bir milletayakta kalabilir mi? Esaretin en büyüğü fikri, ruhi esarettir. Elbette düşmanınızın da ilmini, sanatını, teknolojisini, sanayiini, harp usul ve taktiklerini alabilirsiniz ama kendi kimlik ve kişiliğinizden soyunarak, ona benzemeye, onun gibi olmaya kalkmamalısınız. Bizde felaket böyle ve buradan başladı. Biz, imanımızı ve iman birliğimizi, kimliğimizi, kişiliğimizi kaybettik. Üstelik batıdan esas almamız gerekenleri de yine alamadık. İman, İslam birliği, kardeşliği kaybolunca Türk ben Türküm diyerek bir hava çalmaya, Arnavut ben Arnavudum diye bir başka bir hava çalmaya, Arap da öyleyse ben de Arabım diyerek daha başka bir hava çalmaya başladı. Yarın belki, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Gürcüsü de aynı şeyi yapmaya başlayacak. Hepsi birden paramparça, tarümar olacaklar. Halbuki zamanında Osmanlı bunların hiçbirini öbüründen ayırmadan ve birbirine üstün tutmadan hepsini tek bir bayrak altında toplayabilmiş, kardeş yapabilmişti, der. Müftü Efendi:

– Efendim! Bence, Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’ni yıkmak, Hilafeti kaldırmak, böylece Müslümanları başsız bırakmak için, düşmanlarımızın elbirliğiyle çıkardıkları ve sonuçlandırdıkları bir savaştır. Fakat buyurduğunuz gibi, biz çok daha önceden batının esareti altına girmiş, batıya gebe kalmıştık. Doğacak çocuğun nasıl bir şey olacağı çoktan belliydi. Kültürel esaret, esaretlerin en büyüğü, en ağırı, en kötüsüdür. Bizim münevverlerimiz, aydın geçinenlerimiz, gidip batıdan onların bizden üstün olan ilmini, tekniğini, sanatını alacakları yerde, zihniyetlerini, inkarcılıklarını, küfürlerini, ahlaksızlıklarını, pespayeliklerini alıp getirdiler. Bugün Arap dünyasında da aydın geçinen öyle karanlık ruhlu insanlar türedi ki, bunların adı aydın ama içleri zift gibi simsiyah… Hepsi de karanlık, kirli ve bulanık vicdanlı kimseler… Bunlardan kendi milletlerine, kendi toplumlarına hiçbir hayır gelmesi mümkün değil. Durmadan şer ve fitne üretiyorlar. Bunların Yahudilere bakışları bile insanı çileden çıkarmaya yeter. Bunlar arasında, dinimizin, imanımızın, vatanımızın, Kur’an’ımızın, Peygamberimizin, ırzımızın, namusumuzun, onurumuzun, haysiyetimizin, geleceğimizin düşmanı Siyonist Yahudiler için ‘Bunlar medeni bir millet, hatta rusulü’l hadâra, yani medeniyet elçileri!’ diyenler bile var. Kültürel esaret onları böyle kimliksiz, kişiliksiz, buhranlı, bunalımlı bir hale getirmiş. ‘Yahu siz ne biçim insansınız? Hangi millettensiniz?’ diye soracak olsanız, bu sefer de Araplığı ve Müslümanlığı kimseye bırakmazlar. Halbuki adlarından başka hiçbir şeyleri Müslümana benzemez. Fikir, düşünce, inanç, ideal ve yaşayış olarak tamamen başkalaşmışlar, kendi milletlerine yabancılaşmışlar, başkalarının adamı ve kuyruğu olmuşlar. Bizimkiler onlar güçlü kuvvetli diye yardımı, desteği, onuru kendi ülkelerinde kuyruğu ve temsilcisi oldukları yabancılardan İngiltere’den, Amerika’dan, Rusya’dan bilmem kimden arıyorlar. Onların yardımı olmasa tamamen ayazda kalacaklar. Silah, malzeme, alet, makine, techizat yönünden hep onlara bağlı ve bağımlılar. Hiç birinin Allah’a dönecek, Allah’a yönelecek, O’ndan yardım isteyecek yüzleri de yok. Artık buna hıyanet mi dersiniz, zaaf mı, gaflet mi, acizlik mi ne derseniz deyin. Bizler maalesef çok önceden beri yaptıklarımızla, ettiklerimizle, hal ve gidişimizle, tavır ve davranışlarımızla, amel ve fiillerimizle Allah’ın azabını ve gazabını çoktan hak etmişiz, Allah da başımızdan aşağı yağdırıyor. Allah, Kur’an-ı Kerim’inde ‘Allah müminlerin dostudur’ buyuruyor. Kimin dostu? Müminlerin dostu! Bunların Mümin olmak, Müslüman olmak gibi bir niyetleri de yok, gayretleri de. Ama ne yapalım hem kendimiz, hem de onlar için dua etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Allah hepimizi kendine dost müminlerden eylesin! Hepimize akıl, fikir, şuur, izan, iman, ihlas, liderlerimize basiret, düşmanlarımızla mücadele edebilmek için hangi donanım gerekiyorsa onları ve onlarla beraber de yiğitlik ve cesaret versin! Hepimize İslamın akılda ilim ve irfan, kalpte iman, nur ve iz’an, toplumda huzur, barış, düzen ve intizam, devlette hak ve adalet, Allah’ın şanını yüceltmek demek olduğunu tam olarak anlamayı ve bunun şuuruna erebilmeyi nasip etsin!

  • Amin!

Hayatı İslam ve Filistin davası uğrunda mücadelelerle geçen Emin el Hüseyini, 1974 yılında Beyrut’ta bu fani dünyadan bâki âleme göçtü. Kudüs’e gömülme vasiyeti, İsrail tarafından reddedildi. Büyük bir lider ve büyük bir mücadele adamı olan Emin el-Hüseyni, vatanını kurtarmak için çok çalıştı. Bütün dünyanın dikkatini Filistin davasına çekmeyi, bu davayı mahalli bir dava olmaktan çıkarıp âlemşümul bir dava haline getirmeyi başardı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duyarsız bir hale gelmiş olan Arap ve İslam dünyasını, yöneticilerinin de pasifliğine ve vurdumduymazlığına rağmen, Kudüs ve Filistin davası için yeniden ayağa kaldırabildi. Müslüman Araplardaki artık kaybolmaya yüz tutmuş vatanseverlik, milletseverlik, hakikatseverlik gibi duyguları yeniden canlandırdı, onlara yeniden ruh ve heyecan aşılamaya çalıştı. Bütün İslam dünyasında kendisi ve Filistin davası lehine bir sevgi çemberi oluşturabildi.

EMİN EL-HÜSEYNİ’YE BENZEYEN DİĞER ARAP ÖNDER VE AYDINLAR

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş ve yıkılış döneminde batı etkisiyle dinine, inancına, kültürüne yabancılaşmış Osmanlı Devletine karşı ve düşman bir Arap aydını tipi ortaya çıktığı gibi, batının her türlü yıkıcı, bölücü parçalayıcı, fikir akımlarına ve fiili saldırılarına rağmen, onlara kapılmayan, kanmayan, aksine bunlara karşı büyük bir mücadeleye girişen örnek ve önder şahsiyetler de vardı. İşte Filistin Başmüftüsü Emin el-Hüseyni, bunlarda biriydi. Fakat Emin el-Hüseyni’yi tek örnek de sanmamak lazımdır. Onun dışında, Cezayir’de Fransızlara karşı Emir Abdulkadir, Sudan’da İngilizlere karşı Mehdi, Libya’da İtalyanlara karşı Sünûsi ve Rif’î, İspanyollara karşı Emir Abdülkerim de onunla aynı yolun yolcusu büyük dava ve ideal adamları ve önderleriydi. Bu fikir ve mücadele önderlerinin hemen hepsinin ortak özellikleri Hazreti Peygamber’in soyundan gelmeleriydi. Bunların bir başka ortak özellikleri de Türklüğe ve Türk Milletine bakışlarıydı. Aldatılmış, kandırılmış, yollarını izlerini kaybedip batılıların maşası, piyonu, uşağı olmuş sözde Arap aydınlarının aksine bunların hepsi; Türklerin İslama ve Müslümanlara yaptıkları hizmetleri bilirler, takdir ederler, dinlerinin, varlık ve birliklerinin savunucusu ve koruyucusu olarak kabul ettikleri Türklere minnet ve şükran duyarlar, Türklüğü ve Türkleri sürekli överler, çok sevip sayarlar, kendilerini de onların bir parçası sayarlardı. Hepsi de Müslümanların birlik ve beraberliğinden yanaydılar. Bu birlik ve beraberliğin de ancak Türklerin etrafında ve onların önderliğinde sağlanabileceğine inanıyorlardı. Türklüğün bir etnik kimlik olmadığına, aksine Müslümanların siyasi, sosyal ve askeri birliklerini, beraberliklerini, bütünlüklerini, güç, kuvvet ve kudretlerini temsil eden bir kavram olduğuna inanırlar, bu yüzden kendilerini de rahatlıkla Türk sayarlar, Türk görürlerdi. Bu birliği bozmanın “Allah’a ve Peygamberine itaatten, duyarlılık ve bağlılık göstermekten ayrılmayın! Birbirinizle çekişmeye girmeyin, didişmeyin, birbirinize düşmeyin! Yoksa zayıflar, gevşer, çözülür, dağılır, yılgınlaşır, korkaklaşırsınız, cesaretiniz sönüverir, başarısızlığa uğrarsınız da gücünüz, kuvvetiniz, devletiniz elden gider. Zorluklara, güçlüklere karşı da sabırlı ve dirençli olun! Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46)’deki akıbete uğramaktan başka bir sonuç doğurmayacağını çok iyi biliyorlardı.

Aslında Müslüman halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, kısm-ı ekserisi, karabudunu, sevad-ı azamı da bunlar gibi düşünüyor, bunlar gibi inanıyor, bunlar gibi davranıyordu. Fikren ve fiilen bunların yanındaydılar, bunları destekliyorlardı. Batı hayranı, uşağı ve maşası durumundaki sözde aydınlar ise azınlıktaydılar, herkes de bunlara kuşkuyla bakar, mesafeli dururdu. Batının büyük desteği ve kışkırtmalarıyla çıkarılan isyanların da yardımıyla zaten asırlardır sallantıda olan Osmanlı Devleti yıkıldı ve onun yerine Arapların yaşadığı coğrafyada cetvelle çizilmiş suni sınırlarla birbirinden ayrılmış ve kopartılmış bir sürü uyduruk Arap devletleri kuruldu. Fakat geniş halk yığınları bundan hoşnut ve razı olmadılar. Bu yüzden bunların hemen hiç birinde Osmanlı Devletinden bir kurtuluş ve bağımsızlık bayramı ilan edilememiş, kutlanamamıştır. Batılıların piyonu ve temsilcileri durumundaki yöneticiler Osmanlılara ve Türklere ne kadar düşman olsalar, medya, basın yayın organları, kitaplar, gazeteler, dergiler, ne kadar çok Türk ve Osmanlı düşmanlığı üretmeye, yaymaya, pompalamaya, körüklemeye çalışsalar da, geniş halk kitlelerinin Osmanlı’ya ve Türklere karşı olumlu bakışı, sevgi, saygı ve bağlılığı tamamen silinememiş, yok edilememiştir. Bu yüzden bu uyduruk Arap devletlerinin kurtuluş ve bağımsızlık bayramları olmaması gibi garip ve ilginç bir durum ortaya çıkmıştır. Bunun en büyük nedeni de böyle bir bayramı coşkuyla kutlayacak yeterli halk ve millet desteğinin bulunmamasıdır.

KUVEYT’Lİ BİR GAZETECİDEN DUYDUKLARIM

1993-1997 yılları arasında görev yaptığım Kuveyt’te bir gün bana aklı başında bir gazeteci şu sözleri söylemişti:

– Osmanlı Devleti zamanında dünyada tek ve yekpare bir Arap Milleti vardı, şimdi yok! O zamanlar Basra Körfezinden çıkan bir Arap, kendisine kimse kimlik veya pasaport sormadan, önünü, yolunu kesmeden rahatça ta Atlas Okyanusu’na kadar gidebilirdi. Bütün Araplar kendilerini tek bir millet, Osmanlı Devletinin ve Türk milletinin de bir unsuru olarak görürlerdi. Peki ya şimdi nasıl? Ortada artık ne Arap milleti kaldı, ne bir şey? Aynı coğrafyada yaşıyoruz ama bizi uydurma nedenlerden dolayı birbirimize düşman etmişler, kırpıp kırpıp küçücük parçalara ayırmışlar, sosyal, siyasi ve ekonomik rejimleri, sistemleri farklı 22 ayrı devlete (şimdi 24 devlet) bölmüşler. Kendi coğrafyamızda iki adım atamadan birileri önümüze çıkıp bizden pasaport soruyor. Soran da, sorulan da Arap. Birbirimizi yiyip bitiriyoruz. Aha işte yeni Körfez Savaşından çıktık. Bütün yer altı yer üstü zenginliklerimiz yabancılar tarafından sömürülüyor. Hele bir de Arabın Araba ettiğini hiç kimse onlara edemez. Keşke Osmanlı Devleti yıkılmasaydı da biz yine onun kanatları altında eskisi gibi mutlu müreffeh yaşayabilseydik. Kardeşim, ben eskiden uyanmamız, aklımızı başımıza almamız, akıllanmamız gerektiğine inanıyordum. Şimdi inanır mısın bunun da fazla bir işe yaramadığını görüyorum. Evet çok şeyi anlıyor, görüyorum ama elim kolum bağlı hiçbir şey yapamıyorum. Görüp de, bilip de, anlayıp da bir şey yapamamak var ya, işte o insanı çok daha fazla rahatsız ve huzursuz ediyor, çok daha fazla yıkıyor, harap ediyor. Bazen keşke hiçbir şeyden anlamasam, bilmesem, haberim olmasa, ben de herkes gibi günümü gün edebilsem, hafif uyanır gibi olunca hemen yastığı ters çevirip tekrar uyuyabilsem diye düşünüyorum. Bizim durumumuzdakiler için, aptallık, ahmaklık, gafillik, hatta delilik akıllılıktan uyanıklıktan daha iyi gibime geliyor. Ama, insan uyuyup uykusunu aldıktan sonra da tekrar uyumaya devam etmek çok zor oluyor birader. Allah sonumuzu hayretsin!

KÜLTÜR EMPERYALİZMİNİN ACI SONUÇLARI

Emin el-Hüseyni, bütün az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Osmanlıların ve Osmanlı coğrafyası üzerinde ortaya çıkan bütün Müslüman toplumların başına gelen en büyük felaketin okumuş aydınlarının, yöneticilerinin içinden çıktıkları kendi toplumlarına ve milletlerine yabancılaşmaları, hatta düşman olmaları, fikren ve ruhen başkalarının etkisi ve esareti altına girmeleri olduğunu çok iyi tespit ve teşhis edebilmişti.

Sömürgeci batı, kültür emperyalizmi yoluyla ve oryantalizmi de araç olarak kullanarak, Müslüman doğunun özellikle gençleri üzerinde büyük tahribatlar yaptı. Batılılar asırlardan beri, etkileri altına aldıkları milletlerin içinden kendi sömürü politikalarını savunacak, kendi davalarını güdecek, batılı efendilerine kölelik, kendi milletlerine eşkıyalık yapacak sayısız piyonlar ve uşaklar bulmakta ne yazık ki hiç zorluk çekmediler. İslam ülkeleri, asırlardan beri fikren ve fiilen batının işgaline uğradı. Batılılar, zaman zaman fiilen de işgal ettikleri ülkelerden kendi ordularını ve kendi yöneticilerini çekmek zorunda kaldıktan sonra, geride o milletin içinden devşirdikleri kendi emellerine ve çıkarlarına hizmet edecek batı hayranı uşaklarını ve kuyruklarını bırakmayı, onlar aracılığıyla ilk anda gözle görünemeyen, fark edilemeyen, ama eskisinden daha sağlam, daha güçlü, daha baskıcı gizli bir hegemonya kurmayı temel politika olarak benimsemişler, bu daha kolay, daha zahmetsiz, daha risksiz ve daha masrafsız akıllıca yol ve yöntemi de başarıyla uygulayabilmişlerdir.

Batılıların gözünde insanın eskiden ne olduğu, nereden geldiği, nereli, hangi kökenden, hangi din ve inançtan olduğu, ne düşündüğü önemli değildir. Önemli olan onun ne hale getirilmesi, ne hale dönüştürülmesi, ona ne düşündürülmesi, nasıl fiil ve davranışlar sergiletilmesi gerektiğidir. Kendi eğitim sistemleri asırlar önce çöken doğulu İslam ülkelerinin ilerleme, çağdaşlaşma ve gelişme arzusu ve amacıyla kurdukları batı tipi ve tarzı eğitim kurumları ve eğitim öğretim için batıya gönderdikleri gençler, bunların batılılar tarafından kendi amaç ve çıkarları doğrultusunda devşirilebilmeleri için çok büyük bir araç ve fırsat olarak değerlendirilmiştir. Kendi milletlerinin öz değerlerinden, kimlik ve kişiliklerinden soyundurulan gençler, ilimle, sanatla teknolojiyle doğru dürüst yüzyüze getirilmemişler, bunların ülkelerinin kalkınmalarına hizmet edecek insanlar olarak yetişmeleri yerine, batılıların amaçları ve çıkarları doğrultusunda yararlanılabilecek, kullanılabilecek, batı hayranı ve uşağı piyonlar ve kurşun askerler olarak yetiştirilmelerine önem verilmiştir. Bunda da büyük başarılar sağlamışlardır.

Doğuda ilim, fikir, siyaset adamı olabilmek, bunların yaptıklarının batılılar gözünde bir anlam ve değer ifade edebilmesi için, batılılardan, batılı eğitim kurumlarından ve oryantalistlerden ders görüp icazet almaları, onlar gibi düşünüp onlar gibi davranmaları, onlar gibi yaşamaları, onların kullandıkları kavramları kullanmaları, onların bakış açısını benimsemeleri, onların çıkarlarına hizmet etmeleri, onların istediği kafa yapısına sahip olmaları, onların beğendiği şekle ve kalıba girmeleri gerekmektedir. Ancak bundan sonra, batılı efendileri nezdinde, batının çıkarlarını ve dogmalarını kendi mahalli çevrelerine nakleden, batının doğudaki yerli işbirlikçileri olarak bir kimlik ve kişilik kazanabilirler, takdir ve taltif görebilirler. Yeni efendilerine rüştlerini ispat etme gayretiyle bu doğulu devşirmelerin ve işbirlikçilerin zihniyetleri ve söylemleri, çoğu zaman batının kendi adamlarından ve gerçek temsilcilerinden çok daha bağnaz, katı ve tavizsizdir. Bunlar, “çağdaşlaşamamanın”, “modernleşememenin”, “aydınlanmayı yakalayıp, yaşayamamanın”, “ilerleyememenin” sorumlusu olarak gördükleri kendi toplumlarına ve halklarına karşı bakışlarında, tutum ve davranışlarında, batılılardan çok daha radikal, çok daha saldırgan, çok daha baskıcı, insafsız ve şiddetli olabilmektedirler.

BATICI VE İŞBİRLİKÇİ AYDINLARIN RUH HALİ

Batılı ve oryantalist söylemleri içselleştiren, kendine ve toplumuna bunların gözüyle bakan, sürekli onlardan kavram ve söylem ithal ederek onların bir şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen ‘batılılarca devşirilmiş doğulu’ tipi gerçekten çok korkunçtur. Bunlar batılı efendileri tarafından ne kadar aşağılansalar, ne kadar itilip kakılsalar yine de onlara canla başla hizmet etmekten geri durmazlar.

Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana adlı eserinde anlattığı şu iki yaşanmış hikaye, batı hayranlarının, işbirlikçilerinin, çömezlerinin ruh hallerini anlamaya yardımcı olabilir.

Vaktiyle çok meşhur, çok zengin ama çok da cimri ve zalim bir ailede hizmetçi olarak çalışan zavallı bir kadın varmış. Kadıncağızın çektiği acılara, işkencelere çok üzülen ve onu bu durumdan kurtarmak isteyen etraftaki komşulardan bazıları araya girmişler ve ona âlicenaplığı ile tanınan başka bir evde iş bulmuşlar. Fakat hizmetçi bunu kabul etmemiş. Bu cazip teklifi kabul etmemesine çok şaşırıp ve nedenini soranlara da şu yaman cevabı vermiş: “Evet haklısınız, ben burada çok acı çekiyorum. Bana köpekten de aşağı davranıyorlar. Paramı pulumu da vermiyorlar. Ama benim ev sahiplerim çok zengin ve çok ünlü! Ben bu kapıyı nasıl bırakayım!?”

İkinci hikaye konumuzla çok daha yakından ilgilidir: ‘Habeşistan toprakları batılıların işgali altındayken, İngiliz, İtalyan ve Fransız Somalisi’nden üç genç seçilir ve eğitim için biri Londra’ya, biri Paris’e, biri de Roma’ya gönderilirler. Altı yıl kadar yurt dışında okuduktan sonra, eğitimlerini tamamladıkları söylenip ellerine birer diploma verilen gençler, memleketlerine dönerlerken yine aynı gemide bir araya gelirler. Hal hatır, hoş beşten sonra, sohbet konuları memleket meselelerine gelir. Fakat daha önce güzel güzel konuşurlarken, birden bire beliren fikir ayrılıkları yüzünden ortalık birden bire elektriklenir. Her biri kendi eğitim gördüğü ülkenin ve toplumun üstünlüklerini sayıp döker ve onları her bakımdan öve öve göklere çıkarır. Her öğrenci, Habeşistan’ın tek kurtuluşunun her şeyiyle kendi eğitim gördüğü ülkeye bağlanmasında ve onları taklit etmesinde görmekte, bunu da tavizsiz bir tutumla savunmaktadır. Üç Afrikalı genç, bu meddahlık ve hayranlık yarışında o kadar ileri giderler ki, işi birbirlerine hakarete, birbirlerini incitmeye, nihayet kavgaya ve birbirlerini denize atmaya kadar vardırırlar. Yabancı sermayeli geminin kaptanı, mürettebatı ve yolcuları ise, bu ilginç manzarayı ağzı kulaklarında, alaylı ve mütebessim çehrelerle, türlü yorumlarla ve ilgiyle izlerler. (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).

BATI HAYRANLIĞI VE TAKLİTÇİLİĞİYLE VARABİLDİĞİMİZ YER

Bu olay, herhalde çoğumuzun içini kanatmış, belki bazılarımıza ‘Yok artık bu kadarı da olmaz!’ dedirtmiştir. Ama acaba bizde durum çok mu farklıdır? Osmanlıların özellikle son dönemlerine dönüp bir göz attığımızda, Devlet yöneticilerinin hemen hemen tamamının batı hayranı, taklitçisi ve her birinin bir başta batılı ülkenin Türkiye’deki çıkarlarının temsilcisi olduklarını görürüz. Devletin kurum ve kuruluşları da, en başta sadrazam olmak üzere üst yöneticilerin yakın, taraftar ve hayran olduğu batı ülkesi model alınarak kopyalanmakta, ona göre tesis ve tanzim edilmekte, kurulmakta veya değiştirilmektedir. Geçenlerde arabamın radyosunda bununla ilgili bir programa denk geldim ve anlatılanları merak ve ilgiyle dinlemeye başladım. Konuyu değişik yönleriyle değerlendiren profesörümüz; Türkiye’deki devlet kurumlarının yapılanmasında Fransız sisteminin esas alındığını, Danıştay, Sayıştay vb gibi bütün önemli kurum ve kuruluşlarımızın Fransa’dan kopya edildiğini, çünkü zamanın Sadrazamı Âlî Paşa’nın Fransız yanlısı, hayranı ve aşığı bir kimse olduğunu anlatıyordu. Bu tarihi olayın gelişimini bütün teferruatıyla anlattıktan sonra Sayın Profesör’ün sözü getirip bağladığı yer çok şaşırtıcıydı. Kulaklarıma inanamadım, bugünkü durumumuzun, entelektüel seviyemizin ve dünyamızın da yüz yıl önceki üç Afrikalı gencinkinden hiç te daha ileri olmadığını üzülerek kabul etmek zorunda kaldım. Sayın Profesör, olan biteni eleştirirken, ben konunun sonunda ‘Niye biz de başka devletler ve milletler gibi kendi devlet yapımızı, sistemimizi ve kurum ve kuruluşlarımızı kendi yapımıza ve ideallerimize göre kendimiz kuramıyoruz?’ ‘Niye başka milletlerden, hiç de bize uymayan yabancı sistemleri taklit ediyoruz’ Niye başkalarından kurum ve kuruluş kopyalıyoruz?’ ‘Bu çok yanlış ve bizim gibi büyük bir millete hiç yakışmayan bir şey!’ diyecek sandım, umdum ve bekledim. Fakat ne yazık ki hiç de öyle olmadı. Fransız sisteminin bizim yapımıza hiç uymadığını söyleyen Profesör, Fransız sistemi yerine Anglo Sakson sisteminin kopya edilmesinin daha iyi olacağını, bize Anglo Sakson sisteminin daha iyi yakışacağını üstüne basa basa savundu. Halbuki bu tartışmalar o zamanlar da çok yapılmış, aydınlarımızın, ilim, fikir ve devlet adamlarımızın kimisi Anglo Sakson sistemini, kimisi Fransız sistemini, kimisi Rus sistemini, kimisi de hayranı, bağlısı, yanlısı ve sempatizanı olduğu başka bir batı ülkesinin sistemini almayı önermiş ve savunmuştu. Bunun için o zamanlar kim bilir ne mücadeleler verilmişti. Eee ne oldu? Nereye geldi? Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ama bir de baktık ki bir arpa boyu yol gidememişiz. Hala aynı boş ve anlamsız şeyleri savunup duruyoruz. Hadi Afrikalılar neyse de, bizim bile üstelik bugün hala bundan yaklaşık yüz elli yıl önceki noktada olmamız, bilim, fikir ve siyaset adamlarımızın aynı anlayışla, aynı şeyleri tartışıyor olmalarına ne demeli?

O TOPRAKLARI NİÇİN VE NASIL KAYBETTİK?

O toprakları niçin ve nasıl kaybettiğimizin hikâyesi pek uzundur. Bunun üzerine tek bir yazı ve makale değil, ciltler dolusu kitaplar yazılsa yine tam olarak anlatılamaz, anlaşılamaz. Ama yaşananları en iyi bilenlerden biri olan Teşkilatı Mahsusa’nın (Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının dedesi sayılır) efsanevi Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in şu sözleri bu önemli konuya biraz ışık tutup açıklık getirebilir: “Trablusgarp Harbi, bizim hangi kuvvetlere istinad edebileceğimizi tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde ispat etmişti. Biz Trablusgarp’te yerlilerden gördüğümüz alaka ve sadakati bütün İslam dünyasında, her tarafta göreceğimizi düşünüp ona göre tedbirler alsaydık, ne Şerif Hüseyin ihaneti olurdu, ne Filistin’i, ne Suriye’yi, ne de Irak’ı kaybederdik. Bu kadar zor şartlar altında, bu hazin dekorlar ve tablolar da yaşanmazdı. Bizim en büyük hatamız, aklımızın iş işten geçtikten sonra – maalesef o da hatalı şekilde- başımıza gelmiş olmasıdır. Trablusgarp’ta Mısır bize en cömert şekilde el uzattı. Halkın kalbi bizimleydi. Sunusi’ler bize inanarak kanlarını döktüler. Yemenliler bize ikram ettiler. Bizi gadre uğramış büyük bir milletin çocukları olarak, kara günlerimizde kendi topraklarının şerefli müdafileri saydılar.”

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR