TÜRKLERİN DİN MACERASI
Yılmaz Öztuna’nın da işaret ettiği gibi, Müslüman oluncaya kadar Türkler’in, neredeyse girip çıkmadıkları din kalmamıştır (Öztuna, 1:83) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.1, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983). O kadar ki, dışarıdan bakanlar: ‘Yahu bu Türkler, her dine girip çıkıyorlar ama hiç birine inanmıyorlar’ kanaatini beyan ediyorlardı. Türk Milleti’nin tarihi rolünü üstlenebilmeleri ancak Müslüman olmalarıyla ve İslamiyet sayesinde mümkün olabilmiştir. Girdikleri başka dinler onlara milli birlik ve beraberliklerini, kimlik ve kişiliklerini, varlıklarını kaybettirmekten başka bir fayda sağlamamıştır.
Türkler, Müslüman olmadan önce de önemli devletler kurmuşlardı. Fakat Büyük Hun İmparatorluğu ve Göktürk İmparatorluğu dışında bu devletlerden hiç biri, Türklerin tamamını, hatta önemli sayılabilecek bir bölümünü bir araya getirip tek bayrak ve devlet çatısı altında toplayamamıştır. Kurulan büyüklü küçüklü devletler, kalıcı olamamışlar, çok kısa süreler hüküm sürdükten sonra, önemli ve büyük işler başaramadan, arkalarında da kayda değer izler ve eserler bırakamadan yıkılıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Gidip yerleştikleri başka yerlerde ve yaban ellerde ve ülkelerde ise milli benliklerini, kimlik ve kişiliklerini, hatta çok geçmeden Türklüklerini de kaybetmişler, başka dinlere sahip milletler arasında eriyip yok olmuşlardır. Çok uzun dönemler hükümran oldukları yerlerde Türklerin adları da, namları ve nişanları da kalmamıştır.
Türk kavmi olan Hazarlar, 468’den 965’e kadar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da, çok kuvvetli, kudretli, yüksek kültürlü bir hakanlık kurmuşlardı. Hazar halkının bir kısmı Müslüman olmasına rağmen, Kağan denilen hakanları ve yönetici sınıf, daha çok Musevî dinine girdiler. Böylece Hazarlar, bu dine giren yegâne Türk kitlesini teşkil ettiler.
Avarlardan sonra Peçenekler de, 10. Asırda, Balkanlarda ve Karadeniz’in kuzeyinde güçlü bir devlet kurdular. Peçenekleri takiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa’ya yerleşerek, Balkanlar’da bir müddet hakimiyet sürdüler. Fakat daha sonra bunlar Hıristiyan olunca, Slavlaşarak, Türklüklerini de kaybettiler.
865’e kadar bir Türk devleti olan Bulgar Hanlığı ile bir diğer Türk kavmi olan Tuna Bulgarları, bu tarihten sonra, Hıristiyan olmaya ve buna paralel olarak da Slavlaşmaya başladılar. Bu Slavlaşma bir asır içinde tamamlandı. Daha 1000 yılına gelinmeden, Türkçe konuşulması Bulgarlar arasında artık neredeyse tamamen unutulmuştu. Dinlerinin değiştiren Bulgar Türkleri, kendi öz kimliklerini unutup, tam anlamıyla bir Slav halkı haline geldiler. Bugünkü Bulgarlar da bunların neslindendir (Öztuna, 1:203).
Aynı şekilde, üç asır boyunca Doğu Avrupa’da çok önemli roller oynayan Peçenekler de, bir türlü yerleşik hayata geçemediler ve düzenli bir devlet kuramadılar. Daha sonra hem kendileri, hem de adları tarih sahnesinden silindi. On ikinci yüzyıldan sonra artık Peçeneklerden hiç bahsedilmez oldu. (Öztuna, 1:221). Peçeneklerden boşalan yeri başka bir Türk boyu olan Kumanlar doldurmaya çalıştılar. Macaristan’a giren ve uzun süre Macar Ovası’nda kalan Kumanlar da yavaş yavaş Macarlaşarak kaybolup gittiler (Öztuna, 1:223).
Kısacası Türkler, pek çok başka dinlere girip çıktıktan sonra din işinde ancak Müslümanlıkla bir karar ve istikrar sağlayabilmişlerdir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri içine alabilecek bir gücü ve kuvveti gösterebilmiştir. Türkler içine düştükleri dağınıklıklardan, ayrılık, gayrılıklardan ancak İslam sayesinde ve Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ederek çıkabilmişlerdir. Kendilerinin bu dine yaptığı büyük hizmetlere karşı bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. Eğer Türkler Müslüman olmasalardı, büyük bir ihtimalle başka milletler içinde eriyip gideceklerdi.
ŞAMANİZM BİR TÜRK DİNİ DEĞİLDİR
Bazı tarihçiler, Türklerin en eski dinlerinin Şamanizm olduğunu öne sürerler. Fakat bu kesinlikle doğru bir tespit değildir. Aslında Şamanizm bir din bile değildir. Çoğu araştırmacılar şamanları, kamları, baksıları din adamı değil, büyücü, şifacı, ozan, kâhin, hekim ve halk menkıbecisi olarak nitelerler ki, bu daha doğru bir yaklaşımdır. Bugün bile Orta ve Kuzey Asya topluluklarının günlük yaşamlarında şamanlığın önemli bir yeri ve etkisi gözlenmektedir. Eski Türklerin gerçek itikatları, dinleri ve inançları ise asla Şamanizm değildi.
Tarihin dini inançları ve telakkileri değişikliklere uğratarak bazen zenginleştirip, bazen da fakirleştirerek akıp gittiğini söyleyen araştırmacılar her dinin içerisinde şamanik unsurların bulunduğunu, Şamanizmin özünde de asabi hastalıkların yattığını söylemektedirler. Buna göre Kuzey Kutbuna yakın bölgelerde şiddetli soğukların, uzun gecelerin, yalnızlığın ve vitaminsizliğin insanların sinir sisteminde tahribata yol açtığı bilinmektedir. Kamların sar’a nöbetine maruz kalmaları da buna bağlanmaktadır. Ancak bunlar hakiki hastalardan farklı olarak kendi arzularıyla bu duruma gelmektedirler. Çünkü kamlar kendileri hasta olmaktan ziyade, hastaları iyileştiren kişilerdir. Bu yüzden sağlıklı olmak zorundadırlar. Hatta bunların toplumun en akıllı kişileri oldukları bile söylenebilir. Bütün bu olumsuz şartlarda ortaya çıkan kam, aciz durumdaki halkı, ruhlarla temasa geçtiğini iddia ederek rahatlatır. Hasta, ayin sırasında kamın ağzından çıkan teselli edici sözlerle avunur. Kamlar aynı zamanda şifahi destan edebiyatının da koruyucularıdırlar. Buryatlarda olduğu gibi, Saha oyununun söz hazinesi 12 bin kelimeyi bulduğu halde, halkın konuştuğu kelime sayısı 4 bini geçmez. Kazak ve Kırgızlarda baksılar şarkıcı, şair, müzisyen, kâhin, hekim ve halk menkıbelerinin yaşatıcılarıdırlar.
Türkler, çok eski çağlarda Şamanist olmadıkları gibi aralarında Şaman adı verilen din adamları da yoktu. Türklerle komşu olan Moğollar Şamanist idiler. Çin’de ise Konfüçyanizm, Budizm gibi dinler ve inanışlar yaygındı. Türkler bu din ve inanışlardan hoşlanmazlar, hatta pasifliği, tembelliği, uyuşukluğu tavsiye ettiğine inandıkları bu dinleri ‘mızmız dinler’ olarak nitelerlerdi.
HANİF DİNİ ÖZELLİKLERİ TAŞIYAN GÖK TANRI DİNİ
Türkler, bütün varlıkların ve kâinatın yaratıcısı, tam hüküm ve iktidar, sonsuz kuvvet ve kudret sahibi, doğmamış, doğurmamış, hep diri ve ölümsüz, ebedi ve ezeli olan, eşi ve benzeri bulunmayan, yüceler yücesi ‘Tek’ bir Tanrıya inanırlardı. Muhtemelen civardaki milletler arasında böyle bir Tanrı’ya inanan bulunmaması, komşu milletlerin çoğunun putperest olması yüzünden, bu Tanrı’nın sadece Türklerin Tanrısı olduğu kabul edilirdi. Tanrı’nın ‘Tek’liği, hiçbir şeye benzemezliği inancı o kadar güçlü ve köklüydü ki, komşu milletlerde çok yaygın olduğu halde, Türkler tanrı ve tanrıça heykelleri ve put yapmazlar, bunlara tapmazlardı.
Eski Türklerin gerçek dini, bazılarınca Gök Tanrı dini olarak adlandırılan ve Hanif dini özellikleri taşıyan çok basit bir dindi. Ama bu dinin adından yola çıkılarak Türklerin Tanrı diye gökyüzüne taptıkları da sanılmamalıdır. Gök, Türklerde yücelik sembolü idi. Dolayısıyla eski Türklerde Gök Tanrı demek, Yüce Tanrı, Ulu Tanrı anlamında kullanılıyordu.
Türklerin İslamiyet’ten önceki dini inançlarına bakıldığında, bunlarla Hanif dini, İbrahim Milleti (dini) ve İslami inançlar arasında şaşılacak derecede benzerlikler bulunduğu görülmektedir. Budizm, Mecusilik, Şamanizm, Taoizm, Maniheizm gibi çok çeşitli dinlerin kaynaştığı bir bölgede, eski Türklerin Çinlilerin ve Moğolların dinlerine değil de İslami inançlara bu kadar yakın ve benzer bir dine ve inançlara sahip olmaları çok dikkat çekicidir.
Aradan çok uzun asırlar geçmiş olmasına rağmen Hanif dininin Türkler arasında yaşayan izlerinde İslamiyet’i kabullerinin hemen öncesine kadar rastlanıyordu. Örneğin, bütün komşuları putlara taptıkları halde, Türkler Müslüman olmadan önce de put yapmazlar, putlara tapmazlar, hatta domuz beslemezler, domuz eti de yemezlerdi.
Gök Tanrı dini çok basit bir dindi. Bu dinin belli peygamberleri, kutsal kitapları, mabetleri, düzenli ibadet şekilleri ve din adamları yoktu. Bütün komşuları putlara taptıkları halde, Türkler Müslüman olmadan önce de put yapmazlar, putlara tapmazlar, her şeyi yaratan tek bir Tanrı’ya (Gök Tanrı), ahirete, öldükten sonra hesabın varlığına, cennet (uçmağ veya uçmak) ve cehenneme (tamu), peygamberlere, meleklere, ruhun ölmezliğine inanırlardı. Bu yüzden ölülerini mumyalayıp, zaruri eşyalarıyla gömerlerdi. Çinlilerin ve Moğolların aksine domuz beslemezler, domuz eti yemezler, aileye, doğruluk, dürüstlük, iffetli, namuslu olmak gibi erdemlere çok önem verirlerdi. Fuhuş, zina, hırsızlık, yalancılık ve iftira gibi fiilleri suç sayar şiddetle cezalandırırlardı. Irza tecavüzün tek cezası idamdı. Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için Türkler kurban keserler, kurban olarak da hayvanlarının erkeklerini yani ‘koyundan koçu, attan aygırı, deveden buğrayı’ tercih ederlerdi. Tanrı’ya kurban sunulurdu ama totemcilik, putperestlik yoktu. Eski Türk destanlarında adı çokça geçen kurt kutsal sayılırdı ancak bir put veya totem değildi. Bu gibi inançlar, âdet, gelenek ve görenekler, töreler Hanîf dininin aradan asırlar geçmesine rağmen kaybolmamış izlerinden başka bir şey değildi.
Eski Türklerin İslam’a oldukça yakın bir inanç sistemine sahip olmaları, bu inançların aslında Allah tarafından gönderilmiş, ancak daha sonra zamanla unutulup değiştirilmiş bir hak peygamber ve ilahi kitaptan, kaynaklanıp beslendiğini düşündürmektedir. Kaşgarlı Mahmud’un Divân-ı Lüğâti’t Türk’ünde de; yalavaç, yalvaç gibi resul, peygamber anlamına gelen Türkçe kelimelerin bulunması, bazı kaynaklarda Türklere gönderilmiş peygamberlerden bahsedilmesi, hatta bunlardan pek çoğunun isimlerinin bile zikredilmesi bu düşünceleri güçlendirmektedir.
Türklerin Hazreti İbrahim’in soyundan geldikleri gerçeğinden yola çıkılacak olursa, Türklerin eski dinlerinin aslında İlahi, hatta İbrahimi bir din ve inanç sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Hazreti İbrahim, çocuklarından bir bölümünü hak din ve inançla bu bölgeye göndermiş, bunların asırlar boyunca bu dinlerini ve inançlarını yaşamaya devam etmişlerdir. Hazreti İbrahim’den sonraki devirlerde bu inanç sisteminin unutulmaya yüz tuttuğu, araya şamanik unsurların ve ilahi kaynaktan gelmeyen başka şeylerin de karıştığı, bazı tahrifatlar da yapılarak ilk saflığını ve berraklığını yitirdiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği gibi aynı durum Araplar açısından da geçerlidir. Hazreti İbrahim’in tebliğ ettiği din ve inanç sistemi, önceleri bu dine inanmış olan Araplar arasında da zamanla unutulmaya yüz tutmuştur. Fakat her şeye rağmen bu dinin izlerinin, özellikle onun soyundan gelenler arasında yine de oldukça belirgin ve yoğun bir şekilde yaşamaya devam edebildiği de bilinmektedir. Hazreti İbrahim’in tebliğ ettiği hak dini, mümkün mertebe ilk ve saf haliyle yaşamaya çalışanlara Araplar arasında ‘Hanîf dini’ mensupları deniyordu. Bunlar tek Tanrıya inanırlar, puta tapmazlar, cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayarlardı. Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Saide de bunlardandı.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Türklerin eski dinleri olan Gök Tanrı Dini’nin başka dinlerden etkilenmeden önceki ilk ve saf hali ile Araplar arasındaki “Hanîf” dini inanç sistemi arasında çok büyük yakınlıklar ve benzerlikler vardı. Her ikisi de Hazreti İbrahim’in Hanîf dinine dayanıyordu. Türkler, daha sonraları çok farklı ve değişik dinlere girdiler. Fakat yine de İbrahimi Hanif dini inanç sisteminin etkileri Allah, onların gönüllerini İslam’a açıncaya kadar tam olarak silinemedi. Türklerin gönüllerinin önce büyük kitleler halinde, ardından da neredeyse toptan Müslüman olmalarında bilinçaltında yer etmiş olan bu Hanif dini kalıntılarının çok büyük ve önemli etkileri olmuştur. Nitekim Hanif dininin hayatiyetini sürdürmekte olan izlerine Türklerin toplu olarak İslamiyet’i kabul etmelerinin hemen öncesinde de çok yoğun bir şekilde rastlanabiliyordu.
Türkler, İslam’dan önce başka dinlere girseler bile bütün kâinatın ve varlıkların Yaratıcısı, tam hüküm ve iktidar sahibi tek bir Tanrı’ya inanmaktan hiç vazgeçmemişlerdi. İbni Fadlan’ın naklettiğine göre, Oğuzlardan biri haksızlığa uğradığı veya başına hoşlanmadığı bir iş geldiği zaman, başını göğe kaldırarak ‘Bir Tanrı!’ derdi. 13. asrın Budizm’i ve Manihaizmi benimsemiş Uygurları bile, Tanrı’nın insan veya başka bir şekilde tasvir edilemeyeceğine, hiçbir şekilde tecessüm ettirilemeyeceğine inanırlardı. Demek ki, asli Türk itikadında anthropomorfizm (putçuluk, insan biçimli bir Tanrı inancı ve anlayışı) yoktu. Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için Türkler kurban keserler, kurban olarak da hayvanlarının erkeklerini yani ‘koyundan koçu, attan aygırı, deveden buğrayı’ tercih ederlerdi. (İbrahim Kafesoğlu, Türk Tarihi, Türk Dünyası El Kitabı, Cilt I, III. Bölüm, sayfa 213-214, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1992).
Tarihin en eski çağlarından beri her tören için kanlı veya kansız bir kurban sunulması adet olmuştur. Türklerde ise en önemli kurban da attır. Attan sonra koyun gelir. Gerek bugün Kök Tengri dinini devam ettiren Türklerde, gerekse Müslüman olmuşlarda kurban için en makbul hayvan erkek olanlardır. Dede Korkut hikâyelerinin kahramanları olan Oğuz Türkleri kurban olarak “attan aygır, deveden buğra, koyundan koç” keserlerdi. Aynı motiflere Kırgız ve Kazaklarda da rastlanılır.
Müslüman Türklerde, eski töz ve ongon kültünün izlerine günümüzde de rastlanmaktadır. Ongon kelimesini Çagataylılar, Mogolcadan alarak damga, ayırıcı belge anlamında kullanmışlardır. Reşideddin vasıtasıyla bu kelime Osmanlı Türkçesine de geçmiştir. Ongon kelimesini Mogollar, Türkçedeki ıduk yerine de söylerler. Mogollar töz ile ıduku ayırmazlar. Doğu Türkistanlı baksılar hastaları tedavi ederken birçok kugurçakdan (kukla) faydalanırlardı. Başkurt ve Tobol bakşıları sıtma hastalığını paçavradan yaptıkları korçaklara (kukla) nakledip, uzaklara götürürlerdi.
Özellikle Türklerde ve Mogollarda ongon olarak kuşlar tercih edilmiştir. Kuş gibi tasvir edilen ruhlar daha çok Sahalarla, Dolganda bulunur. İlkbahar ve güz mevsimleri kartalın temsil ettiği ruhun iradesine bağlıdır. Kartal bir defa kanatlarını sallarsa buzlar erimeğe başlar, ikinci defa sallarsa bahar gelir. Reşidedin’in naklettiği Oguz-name’ye göre Irkıl-Hoca Oğuz boylarından her birine bir kuşu ongon olarak seçmiştir. Orta Asya Türklerince meşhur olan Çingiz-name’de de, Çingiz Han, on iki Türk boyuna, nişan olarak birer kuş, damga ve uran (savaş parolası) ve ağaç tayin etmişti.
Mogolların ongon kültüyle ilgili araştırmalar yapan D. Banzarov bu kültün ölü kültüyle ilgisi olduğunu söylemektedir. 1253 senesinde Fransa kralı IX. Ludwig tarafından Mogolistan’a Mengü Han’ın huzuruna elçi olarak gönderilen Rubruk’un bir Budist Uygur tapınağında gördüğü putlar hakkındaki malumatından, bu tözlerin ne anlama geldiği hususunda bir sonuç çıkarabilmek mümkündür. Rubruk; “Uygurlar bir Tanrı’ya inanırlar. Tanrının insan veya başka bir cisim halinde tasvir edilmesini kabul etmezler. Onlara niçin bu kadar putunuz var diye sorduğumda, bizimkilerden birinin herhangi bir yakını öldüğü zaman, onun suretini yapar ve buraya koyar. Biz de bunları ölünün hatırası olarak saklarız” demektedir. Bu gibi rivayetlerden ongon ve töz kültürünün sonunun putperestlik ritüellerine kadar vardığını göstermektedir.
Ebu’l-Gazi Bahadır Han da tözler hususunda açıklamalar yapmaktadır. Onun anlattığına göre: “Bir kişinin oğlu, kızı veya kıymetli bir yakını öldüğü zaman suretini (kugurçak) yapar, evinde saklardı. Ara-sıra bu heykelciği öpüp, severlerdi. Bu suretin önüne yemeklerinin ilk lokmalarını korlardı. Onları okşayarak, koklarlardı. İşte böylece haberleri olmaksızın puta tapmaya da başlamış oldular”. Ebu’l-Gazi’nin kugurçak dediği nesne, bebek (oyuncak) demektir. Altaylıların tözlerinin büyük çoğunluğu da bebeklerden ibarettir.
Türk boylarında eski devirlerden beri yaşayan yaygın bir inanç da, Türk Tengrisi’nin Türklerin büyük atasına ‘yada’ denilen sihirli bir taş armağan etmesidir. Bu taş ile istendiği zaman yağmur, kar, dolu yağdırılır, fırtına çıkartılır. Bu taş her devirde Türk kamlarının ve Türk komutanlarının elinde bulunurdu. Altay ve Saha Türklerinin inancına göre günümüzde de bu taş büyük kamların ve yadacıların elindedir. Türk lehçelerinde çeşitli şekillerde adlandırılır (sata, cada, cay vs.). İslam kaynaklarında Türklerin bu sihirli taşına “yağmur taşı” ve “cada taşı” denilmektedir. Saha Türklerine göre bu taş at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların içinde bulunur. En kuvvetli yada (sata) taşı kurdun karnından çıkarılandır. Onların itikadına göre bu taş canlıdır. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı, ağzı çok açık bellidir. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa ölür, kuvvetini yitirir. Canlı yada taşı yukarı doğru kaldırılırsa derhal soğuk bir rüzgar eser, yağmur veya kar yağar. Bazıları, Türkiye’nin bazı bölgelerinde yağmur yağdırmak için taş okuyup suya atmak adetini de bu yada taşı geleneği ile irtibatlandırırlar.
HANÎF MÜSLÜMANLIK
Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İbrahim’in Yahudilik, Hıristiyanlık, müşriklik gibi başka hiçbir dine ve inanca mensup olmadığı vurgulanır ve onun inanç sistemi ‘Hanîf Müslümanlık’ olarak tanıtılır.
Hanîf, batıldan uzaklaşarak, dosdoğru bir inanç, katıksız, saf bir imanla, Allah’a yönelmiş, halis bir tevhit inancıyla Allah’ı bir tanıyıp tasdik eden, tam anlamıyla gönülden Allah’a teslim olmuş, Allah’a hiçbir şeyi ve hiç kimseyi eş ve ortak tutmayan, kişi demektir. İbrahim (A.S.)’ın dini olan Hanîfliğin temeli, tevhide, yani Allah’ı bir tanımaya, onun eşi benzeri olmadığına inanmaya, şirkin her türlüsünden uzaklaşıp, yalnız Allah’a inanıp O’na kulluk etme anlayışına dayanır.
‘Hanif Müslümanlık’, en güzel örneğini ve temsilini Hazreti İbrahim’de bulmuştur. Bu yüzden de bu inanç sistemi ona nispet edilmiş, onun adıyla anılmış, bütün Hazreti İbrahim gibi inananlar, yaşayanlar, yani onun dinine ve inanç sistemine mensup olanlar tek bir millet olarak kabul edilmiştir. Hepsine birden ‘İbrahim Milleti’ (dini) adı verilmiştir. Allah tarafından da, ondan sonra gelen herkesten, bu arada Hazreti Muhammed’den, bütün Müslümanlardan ve bütün insanlardan onun milletine (dinine, inanç sistemine) uymaları açıkça istenmiştir.
Hazreti İbrahim’in inanç sistemini ifade eden “Hanîf” kelimesi Kur’an’ı Kerim’de 12 yerde geçer. Kur’an’ı Kerim’deki, İbrahim Milleti (dini), İslam dini, Fıtrat dini, Müslümanlık, Haniflik gibi kelime ve kavramlar da, aşağı yukarı aynı anlamları ifade ederler. Bunlar arasında hiçbir ayrılık, aykırılık ve çelişme olmadığı gibi, bu kavramlar bazen birlikte de kullanılarak birbirlerinin daha iyi, daha doğru, daha kolay anlaşılmasına yardımcı olurlar, birbirlerini açıklarlar, tanımlarlar:
İbrahim (AS), ne Yahudi, ne Hıristiyan, ne de müşrikti. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan dosdoğru) bir Müslümandı (Al-i İmran Suresi, Ayet: 67).
Rabbi ona: “Müslüman ol! (Teslim ol!)” dediğinde, (O:) “Âlemlerin Rabbine teslim oldum (boyun eğdim)” demişti (Bakara Suresi, Ayet: 131).
Gerçek şu ki, İbrahim hanîf (yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden yüz çevirerek yalnız Allah’a yönelmiş, gönülden O’na itaat eden), kânit (insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamış, tek başına) bir ümmet (bir önder) idi. Asla Allah’a ortak koşanlardan, (Allah’tan başkasına tanrılık yakıştıranlardan) değildi. Allah’ın nimetlerine çok şükrediciydi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Biz ona dünyada iyilikler, güzellikler verdik. Muhakkak ki o, ahırette de salihlerdendir (Nahl Suresi, Ayet: 120-122).
De ki: “Allah doğruyu söylemiştir. O halde İbrahim’in doğru olan (Allah’ı bir bilen) milletine (dinine) uyun! O, müşriklerden değildi (Al-i İmran 95).
De ki: Beni Rabbim doğru yola, İbrahim’in sapasağlam, devamlı, dosdoğru, Allah’ı birleyen milletine (dinine) iletti. O Allah’a ortak koşanlardan değildi (En’am Suresi, Ayet: 161).
Allah’a davet eden ve iyi işler yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? (Fussilet Suresi, Ayet: 33).
Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin; yalnızca Rabbinize ibadet edin, hayırlar işleyin ki kurtuluşa erebilesiniz. Olması gerektiği gibi, tam anlamıyla Allah yolunda mücadele edin, azim ve gayretle çalışıp didinin, en zorlu, en üstün çabalara girişin! Sizi (insanlar arasından, mesajının muhatabı ve taşıyıcısı olarak) seçip çıkaran O’dur. O, size din konusunda hiçbir zorluk yüklememiş, hiçbir güçlük çıkarmamıştır ( Size insan yaratılışına ters, eziyetçi, çileci anlamsız, biçimsel törenler, gereksiz ritüeller, hayatı çekilmez kılan tabular, sınırlamalar, ibadetler yüklememiştir). Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar/Allah’a teslim olanlar” diye adlandırdı ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de diğer insanlara şahitler (ve örnekler) olasınız. Artık namazınızı dosdoğru, devamlı ve duyarlı olarak hakkıyla kılın, zekâtı verin (ki hem kendinizi hem de mallarınızı arındırasınız) ve Allah’a sımsıkı bağlanın! O sizin gerçek Mevlanızdır (Efendinizdir, Sahibinizdir). O, ne güzel, ne üstün, ne yüce Mevlâ (Sahip, Efendi) ve ne güzel, ne üstün, ne yüce Yardımcı’dır! (Hac Suresi, Ayet: 77- 78).
Ondan (Kur’an’dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz(den bazıları), ona da iman ederler. Onlara (Kur‘an) okunduğu zaman : “Ona iman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş bir gerçektir. Esasen biz daha önce de Müslüman idik” derler (Kasas Suresi, Ayet: 52, 53).
(Ve de ki:) Bana hanîf (Allah’tan başkalarına tanrılık yakıştırmayıp, tek bir Allah’a yönelen biri) olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma! diye emredildi. ” (Yunus Suresi, Ayet: 105)
Nihayet sana da: İbrahim’in hanîf (Yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden sakınan ve hiçbir şekilde Allah’tan başkalarına tanrılık yakıştırmayan) milletine (dinine) uy! O müşriklerden değildi diye vahyettik (Nahl Suresi, Ayet: 123).
De ki: Bana Müslümanlardan olmam ve Kur’an okumam emredildi. (Neml Suresi, Ayet: 91)
Aslında bütün peygamberler ve onlara iman edip izleyenler de aynı şeyle yükümlü kılınmışlardır.
Düşünme melekeleri dumura uğramış kendini bilmezlerden başka kim, İbrahim’in milletinden (dininden) yüz çevirir? Doğrusu Biz onu bu dünyada seçip yücelttik. Şüphesiz o ahirette de salihler, dürüst ve erdemliler arasında yer alacaktır. Çünkü Rabbi o’na: “Müslüman ol! (Bana teslim ol!)” demişti de; o da hemen: “Bütün âlemlerin Rabbine teslim oldum, boyun eğdim! (Müslüman oldum!)” diye cevap vermişti (Bakara Suresi, Ayet: 129-130).
Elbette Allah katında hak din, İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler (Hıristiyan ve Yahudiler) gerçeği bildikten sonra, aralarındaki kıskançlık ve hırs yüzünden, (İslamiyet hakkında) ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah’ın hesap görmesi çok çabuktur (Al-i İmran Suresi, Ayet: 19).
(Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara:) “Ya Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız” dediler. Onlara de ki: “Hayır! Biz, hanîf olan (her türlü batıldan uzak durup, yalnızca hak dine yönelen) İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a eş ve ortak koşanlardan değildi (Bakara Suresi, Ayet: 135).
Halbuki onlara da ancak, dini yalnız Allah’a has kılarak ve hanîfler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekatı vermeleri emrolunmuştu. Sağlam, doğru din de budur (Beyyine Suresi, Ayet: 5).
FITRAT DİNİ İSLAM
İslam inancına göre, her doğan çocuk, saf, temiz, günahsız olarak ve İslâm fıtratı üzerine doğar. İslam’ın insan fıtratına en uygun din olduğu, Yüce Allah’ın insanları bu fıtrat üzere, hakkı hakikati kabule yatkın olarak yarattığı Kur’an’da da açıkça ifadesini bulur:
(Ey Resulüm!) Sen yüzünü hanîf (Allah’ı bir bilen, her türlü batıldan uzak durup, yalnızca hak dine yönelen biri) olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzerine yaratmışsa o dine (İslam’a) çevir ve ona sarıl! Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din (İslam) budur. Ama insanların çoğu bunu bilmezler (Rum Suresi, Ayet: 30).
Ey Müminler! Deyin ki: Biz Allah’a iman ettik. O da bizi Allah’ın boyası (ile boyadı. Bizi imanı, hakkı, hakikati kabule kabiliyetli yarattı.) Boya bakımından Allah’dan daha güzel olan kimdir? (O halde başka boyaya, vaftize lüzum yoktur.) Biz, ancak ona ibadet (kulluk) ederiz (Bakara Suresi, Ayet: 138).
Fıtrat kavramı, her insanın Allah tarafından, Allah’ın varlığını, birliğini tanımaya, hakkı hakikati anlamaya, kavramaya, kabule, Allah’a imana ve ibadet etmeye müstait bir yaratılış üzere yaratılmasını ifade eder. Bütün organları tam ve sağlam olarak doğan, fakat sonradan kulağı, kuyruğu kesilerek yaratılış özellikleri bozulan hayvan yavruları misali, masum çocuklar da sonradan ana, baba, çevre vb gibi faktörlerin etkisiyle fıtratları bozularak başka din ve inançlara yöneltilirler.
Allah, kendi inanç sistemine inanıp bağlananları bizzat kendisi Kur’an’da ‘Müslüman’ adıyla isimlendirmektedir. İlk insan ve ilk peygamber Hazreti Adem’den sonra her peygamber de kendisini böyle isimlendirmiş, aynı yolu izlemişlerdir. İnanç sisteminde, amaç ve gayede hiçbir değişiklik olmamış, ama zamanın gereklerine göre günlük hayata dönük pratik uygulamalar, iş ve işlemler gelişerek devam etmiş, en son din ve en son peygamber olan İslam ve Hazreti Muhammed’le bu din kemalini bulmuş, en olgun halini almıştır.
Hatta Kur’an’da, Yahudi ve Hıristiyanların iddialarının aksine, Hazreti Musa’nın ve Hazreti İsa’nın da Yahudilik veya Hıristiyanlık adı altında ayrı bir din kurmak için ortaya çıkmadıklarına, aksine onların da Allah’a tam anlamıyla iman edip, teslim olmuş birer Müslüman olduklarına açıkça işaret edilir.
“Musa dedi ki: ‘Ey kavmim, eğer Allah’a inanmışsanız ve gerçek Müslümansanız, O’na güvenip dayanın! (Yunus Suresi, Ayet: 84)”
Kur’an’da Hazreti İbrahim’le, onun dini, inanç sistemi ve nesliyle ilgili bazı konular üzerinde oldukça detaylı ve geniş bir biçimde durulurken, bazı konulara da dolaylı işaret edilmekle yetinilir. Ancak dini ve tarihi rivayetler, olaylar, metinler, ayetler, hadisler vb gibi veriler sistematik ve dikkatli bir biçimde, gerçekler çarpıtılmadan, sağlıklı ve doğru bir yaklaşımla ele alındığında ortaya çok verimli ve yararlı sonuçlar çıkabilecektir. Bunların birbirlerini tamamlayacak ve daha iyi açıklayacak bir biçimde bir araya getirip yorumlanmaları, ilmi, tarafsız ve objektif bir bakış açısıyla birbirleriyle irtibatlandırılmaları, anlatılanlardan çok daha fazlasını anlayabilmemize imkan ve fırsat verecektir. Şimdiye kadar gölgede kalmış veya tam ve doğru olarak anlaşılamamış pek çok olay, olgu ve gerçek daha net ve yararlı bir şekilde anlaşılmış ve aydınlatılmış olacaktır.
Tarihi gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, ne Hazreti Musa’nın, ne de Hazreti İsa’nın asla yeni ve başka bir din kurmak amacıyla ortaya çıkmadıkları görülecektir. Bunların her ikisi de insanları Allah’ın dinine ve davasına çağırmışlar, bu dinlerini de hiçbir zaman Yahudilik veya Hıristiyanlık olarak adlandırmamışlardır. Onlar Allah’ın kendilerine verdiği elçilik görevlerini canla başla yerine getirip bu dünyadan göçmüşlerdir. Fakat onlardan sonra, arkalarından gelenler, onların Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettikleri ilahi kitaplarda ve mesajlarda kendilerine göre bazı tahrifatlar ve değişiklikler yapmışlardır. Bunlara bazı şeyler de ekleyip katmışlar, sonunda bu hak peygamberlerin adına yeni dinler uydurmuşlar, bunlara kendilerince yeni isimler vermişlerdir. Örneğin Hazreti İsa, hiçbir zaman Hıristiyanlık diye bir din kurduğunu iddia etmemiş, kendisini veya dinini böyle bir isimle adlandırmamıştır. Hıristiyan adı tarihte ilk defa Antakya’da Hazreti İsa’dan 20-30 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Yani aşağı yukarı Miladi 50’lerden sonra Hazreti İsa’ya inananlara ‘Hıristiyan’ denmeye başlanmıştır. Burada söz konusu olan, sadece basit bir isimlendirmeden veya mevcut topluluğa yeni bir isim verilmesinden ibaret de değildir. Hazreti İsa’dan sonra, onun insanlara tebliğ ettiği dinin ve inanç sisteminin içeriğinde de birçok değişiklikler yapılmıştır. Onun mesajlarına hiç uymayan, hatta ters düşen bazı fikir, görüş, düşünce ve inançlar da bu yeni dinin içerisine karıştırılmıştır. Bu yüzden Kur’an’da, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın bugünkü bozulmuş haline dikkat çekilir ve bunların bu halleriyle Allah katında makbul ve gerçek bir din olmadıklarına özellikle vurgu yapılır:
De ki: “Ey Ehl-i Kitap! Siz Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen Kur’ân’ı hakkıyla uygulamadıkça, (doğru) bir şey (yol) üzerinde değilsinizdir (Hiçbir temele dayanmış sayılmazsınız, hiçbir dayanağınız yoktur). Rabbinden sana indirilen ayetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlık ve inkârcılığını artıracaktır. O halde o kâfirlerden ötürü gam yeme! (Maide Suresi, Ayet: 68).
PEYGAMBERLER ARASINDA AYRILIK YOKTUR
Hazreti Mevlana, bütün peygamberlerin aynı yolun yolcusu olduklarını, aralarında hiçbir ayrılık gayrılık bulunmadığını çok güzel özetler:
“Önüne ön olmayan çağlardan beri bütün inananlar birdir, aralarında ayrılık, gayrılık yoktur. Onların bedenleri farklı ve çok sayıda olsa bile inançları ve canları birdir. Kalpleri ve gönülleri aynı inanç ve duygularda birleşir. Hangi çağda ve devirde yaşamış olurlarsa olsunlar, Allah’ın peygamberlerinden hiç birisi öbürüne aykırı bir yol tutmamış, hiç biri diğerine ters iş yapmamış, biri ötekiyle rekabete girişmemiş, bu peygamber o peygamberden taraftar ve mucize kapmaya kalkışmamıştır.
Peygamberlerin hepsi haktır, gerçektir, doğrudur ve hepsi insanları aynı yola, yani Allah’ın yoluna davet etmişlerdir. Bütün peygamberler aynı yolun yolcusudurlar. Fakat bazı insanlar, örneğin Yahudiler ve Hıristiyanlar, önce Allah’ın yolunu, hakkı, hakikatı tanımadan, peygamberlere bağlılık ve mensubiyet ettikleri, taassup ve tarafgirlikle adeta kör ve şaşı oldukları için, Hak peygamberlerini birbirinden ayırmışlar, farklı sanmışlardır. Allah, Hazreti İsa’yı Yahudiler’e peygamber olarak gönderdiğinde, onlar kalkmışlar ‘Biz Musa’ya inanıyoruz!’ diyerek onu inkar etmişler, canına kast edecek kadar ona düşman olmuşlardır. Allah, Hazreti Muhammed’i elçi olarak gönderdiğinde de bu sefer Hıristiyanlar, ‘Biz İsa’ya inanıyoruz!’ diyerek onu inkâr etmişlerdir. Hâlbuki peygamberlerin hepsi; insanları aynı yola, Allah’ın yoluna çağırmışlardır. Bu yüzden peygamberler arasında ancak bunların hepsinin bir olduğunu göremeyen, biri iki gören şaşılar ayırım yaparlar.
Nitekim Allah, Kur’an’da: ‘Biz Hakk peygamberlerinden hiç birisi arasında ayırım yapmayız! (Bakara Suresi, Ayet: 285) buyurur.
İnsanlar çoğu zaman tarafgirlik yüzünden, hiddet ve şehvetlerine esir olmalarından dolayı şaşı olurlar. Halbuki mânâlarda bölüm, sayı, ayırma ve birleştirme olamaz. Dışarıdan bakan, insanda şeklen iki tane göz olduğunu görür. Fakat yaptıkları işe bakıldığında, aslında her iki gözün de aynı görevi icra ettikleri, bir ve beraber oldukları, dolayısıyla iki gözü birbirinden ayırmanın ve farklı kabul etmenin imkânsız olduğu anlaşılır. Bir yere, şekilleri, renkleri, boyları birbirine hiç benzemeyen on ayrı kandil getirilse, dış görünüşleri ne kadar farklı olursa olsun, onlardan yansıyan ışığa bakıldığında birinin ışığını öbüründen ayırt etmek mümkün olamaz. Yüz tane elma getirilip bir yere yığılsa, hepsi birbirinden ayrı elmalar olarak görünür, ama bunların suyu sıkıldığında yüz elma diye bir şey kalmaz, hepsi bir olur. Dolayısıyla esas tanınıp bilinmesi gereken Hak’tır. Hak, insanlarla tanınmaz, tam tersine insanlar Hak ile tanınır. Eğer, Yahudiler ve Hıristiyanlar da mensubiyet iddia ettikleri peygamberlerinden önce veya onlarla beraber hakkı da tanımış olsalardı, peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmazlar, hepsinin hak ve doğru olduğunu kabul ederlerdi (Mustafa Atalar, Hz. Mevlana’dan Umutlara ve Aydınlıklara Çağrı, Seçil Ofset, ISBN 978-9944-0646-0-6, sayfa: 52-54).
Her iddia gibi, insanın hakka inanmış olduğunu söylemesi, Müslüman olduğunu iddia etmesi de doğru veya yanlış, gerçek veya yalan olması muhtemel olan, dolayısıyla ispat edilmesi gereken iddialardandır. İman iddiasının da gerçeği yansıtmayabileceğine, iddia sahiplerinin iddialarında samimi ve gerçekçi olmayabileceklerine Kur’an’da da değinilmektedir:
İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir (Bakara Suresi, Ayet: 8-9).
Araplar (Bedeviler, çöl Arapları): “İman ettik.” dediler. De ki: “Siz henüz iman etmediniz. Fakat ‘Müslüman olduk’ deyin! Zira iman sizin kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz Allah, sizin emeklerinizden, yapıp ettiklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. (Hucurat Suresi, Ayet:14)
Demek ki, İman ve Müslümanlık iddiasının da yalancısı, korku belası veya menfaat beklentisi gibi saiklerle gönülsüz, zorla, çaresizlik sonucu, istemeden, inanmadan, zoraki olanı olabiliyor, bazı insanlar gerçekten Mümin ve Müslüman olmadıkları halde öyle görünebiliyorlarmış. Ama Hazreti İbrahim’in temsil ettiği Hanif Müslümanlık, böyle bir teslimiyeti, itaati veya boyun eğmeyi değil, bilerek, isteyerek, gönül hoşluğuyla, saf, temiz, samimi, bilinçli, üstelik türlü zorluklarla sınavlarla denenmiş ve sınanmış bir imanı, inancı, kabulü ve her şeyden yüz çevirerek yalnız Allah’a yönelip kulluk etmeyi ifade ediyor. Hazreti İbrahim işte bu nitelikteki imanı ve Müslümanlığı ile başta Hazreti Peygamber olmak üzere, izince giden bütün Müslümanlara da örnek gösterilmiş, onlardan da onun gibi olmaları istenmiştir.
Yapılan araştırmalar, eski Türklerin inanç sisteminin de Hanîf dinine dayandığını, Türklerin sonradan değişik dinlere girmiş olmalarına rağmen bu inanç sisteminin etkilerinin de Müslüman oluncaya kadar silinmediğini, hatta Türklerin önce büyük kitleler halinde, daha sonra da toptan Müslüman olmalarında bunun çok büyük payının olduğunu göstermektedir. Örneğin, eski Türklerdeki her şeyi yaratan tek bir Tanrı (Gök Tanrı) inancı vardı. Ahirete, cennete, cehenneme, peygamberlere, meleklere, ruhun ölmezliğine de inanılıyordu. Bu gibi doğru inançlar, doğruluk, dürüstlük, iffetli, namuslu olmak gibi erdemler, fuhuş, zina, hırsızlık, yalancılık ve iftira gibi fiillerin suç sayılıp cezalandırılması, kurban kesmek gibi adetler Hanif dininden kalmış şeylerdi. Türklerin hiçbir zaman put yapmamış ve puta tapmamış olmaları, Çinlilerin ve Moğolların aksine domuz beslememeleri ve domuz eti yememeleri gibi inançlar, âdet, gelenek ve görenekler Hanîf dininin aradan asırlar geçmesine rağmen kaybolmamış izlerinden başka bir şey değildir.
ESKİ TÜRKLERDE YENİ DİN ARAYIŞLARI
Eski Türklerdeki yeni din arayışı süreci, çok zorlu, sıkıntılı, yorucu, tartışmalı olmuştur. Nitekim bu süreçte gösterilen çaba ve gayretlere, yaşanan zorluklara, tartışmalara, anlaşmazlıklara Çin kaynaklarında bile bolca rastlanmaktadır. Eski Gök Tanrı dininin yetersizliğini gören Göktürk İmparatoru Bilge Kağan da yeni ve evrensel bir din arayışına giren hükümdarlardan biriydi. Milletinin çok büyük sevgi ve saygısını kazanmış olan bu büyük hükümdar, çocukluk yıllarında uzunca bir esaret hayatı yaşamış, bu arada Çinlilerin dininden ve felsefelerinden epeyce etkilenmişti. Bu dini ve felsefeyi Türkler arasında da yaymaya, ülkenin her tarafında Budist ve Taoist tapınaklar inşa ettirmeye niyetlendi. Ayrıca kendi ülkesinde de etrafı surlarla çevrili kentler kurma fikrine de kapılmıştı. Bu fikrini ve niyetini büyük kurultaya getirerek, milletine de kabul ettirmek ve onaylatmak istedi. Bilge Kağan, konuyu Büyük Kurultay’a getirdiğinde, ulu Veziri Tonyukuk kendisine şiddetle karşı çıktı. Tonyukuk şöyle diyordu:
“Türkler, Çinlilere karşı kaleler içinde savaşamaz. Sayıları Çinlilerin ancak yüzde birini bulabilen savaşabilecek durumdaki insanlarımız sulak ve otlak arazi arar, ava çıkar, savaş talimleri yaparlar, yerleşik konutları yoktur. Kendilerini güçlü hissettikleri zaman ileriye yönelir, düşmanın karşısına çıkıp savaşır, zayıf hissedince de kaçıp saklanırlar. Böyle olduğu için bizim Çinlilere karşı savaşacak kalabalık birliklere ihtiyacımız yoktur. Eğer surlarla çevrili bir kente yerleşir, bir de onlara yenilirseniz, esir olmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Budha ve Lao-tseu’ya gelince: Onlar insanlara yumuşak ve alçak gönüllü olmayı öğretirler. Bu ise harp sanatçılarının işi değildir.’
Kurultay üyelerinin ve milletin büyük çoğunluğu Bilge Kağan’ın değil, vezir Tonyukuk’un fikir ve görüşlerini benimsedi. Bilge Kağan da kendi düşüncesinden vazgeçip, millet çoğunluğunun kararını kabul etti ( Journal Asiatque, 6. Seri, cilt IV, Paris 1864, s. 459-467; VİSDELOU, Supplement a la Bibliotheque Orientale d’Herbelot, Maestricht, 1776, s. 47; Thomsen, Vilhelm, İlk Bildiri, Çözülmüş Orhon Yazıtları, Çeviren: Vedat KÖKEN, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, TDK Yayınları:595, Ankara, 1993, s. 72).
Bilge Tonyukuk’un Budizm ve Taoizm hakkındaki uyarıları çok etkili olmuş, böylece Bilge Kağan’ın önerisi Kurultay’da reddedilmişti. Bu olay, Türk milletine dışarıdan zorlamayla ve dayatmayla din kabul ettirilemeyeceğinin somut bir göstergesidir. Türk Milleti’nin en çok sevdiği kağanının seçtiği ve önerdiği dini bile beğenmediğinde kabul etmeyip reddetmesi, her milletin yapamayacağı, çok ilgi ve dikkat çekici bir durumdur.
Cihangir ve yönetici bir millet olma iddiasında olan Türkler, Bilge Kağan’ın teklifini reddetmişlerdi ama yeni din arayışından da vaz geçmemişlerdi. Çünkü dinin insan, toplum ve millet için ne kadar önemli, elzem bir kurum ve ihtiyaç olduğunu çok iyi biliyorlardı. Eski Gök Tanrı dini, artık hak din özelliğini iyice kaybetmişti. Bu, eski ve basit bir din ve inanç, milletin dini ihtiyaçlarını karşılamakta çok kadar yetersiz kalıyordu. Bu durumun da neredeyse herkes farkındaydı.
DİN ARAYIŞINDA FARKLI KRİTERLER
Türkler, İpek Yolu ticareti nedeniyle dünyaya çok açık bir millet haline gelmişti. Başka milletlerle ve dinlerle geliştirdikleri yeni ilişkiler ve tanışıklıklar, kendi eski ve basit dinlerinin dini ve manevi ihtiyaçları karşılamakta ne kadar yavan ve yetersiz kaldığını da onlara daha iyi gösteriyordu. Bu farkındalık, bilinç ve anlayış, özellikle İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde toplumun bütün kesimlerine yayılmıştı. Toplumda neredeyse herkes ve tüm kesimler, daha iyi ve daha evrensel bir din arayışına girmişti. Herkes kendisine ve milletine yeni bir din arıyordu. Ama hiç kimsenin din seçimindeki ölçütleri, kıstasları, kriterleri, öncelikleri bir başkasınınkine uymuyordu. Bütün uğraşıp didinmelere rağmen kimse kimseye yeni ve farklı bir dini beğendiremiyordu. Ortak din seçimi ve tercihi konusunda özellikle halk ile yöneticiler arasındaki anlaşmazlık ve uzlaşmazlık, neredeyse giderilmesi imkânsız boyutlara varmıştı.
Her konuda ön almak ve gelişmeleri kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda yönlendirmek isteyen yönetici kesim, bu yeni din arayışında da inisiyatifi elden bırakmak istemiyor, bu konuda çok aktif davranıyordu.
Tek parti döneminin ünlü Ankara Valilerinden Nevzat Tandoğan’ın: ‘Kardeşim, bu millete komünizm lazımsa onu da biz getiririz, size ne oluyor? Oturun oturduğunuz yerde!’ demesi gibi, o zamanın yönetici seçkin sınıfı da, millete lazım olan yeni dini de kendilerinin seçmesi gerektiği anlayışındaydı.
Yönetici kesimin bu yeni dinden istediği, beklediği ve arzu ettiği esas şey, bu dinin seçkin sınıfa mutlaka daha fazla güç, kuvvet, kudret, iktidar ve egemenlik imkânı sağlayabilecek, onların imtiyazlı konumlarını daha da güçlendirecek, çıkar ve menfaatlerine daha uygun bir din olmasıydı. Kaldı ki dünyada böyle dinler hiç de az değildi. Hatta dünyadaki evrensel dinlerin bile çoğu şöyle veya böyle bu hale getirilmişti. Türklerin başındaki yönetici sınıf da çok kısa ve yüzeysel araştırma ve incelemelerin ardından böyle bir din bulmakta ve halka önermekte, hatta dayatmakta bir zorluk yaşamadılar. Öte yandan yönetici sınıfın kendi menfaat ve çıkarlarına uygun bularak halka dayattıkları bu evrensel dinlerden hiç birini halka beğendirmek ve kabul ettirmek mümkün olamıyordu.
Bu gelişmeler sonucunda, Türk dünyasında yöneticilerin zoruyla çok sık aralıklarla yeni yeni dinlere girilip çıkılan, sürekli din değiştirilen bir dönem yaşandı. İlk önce en yakın komşuları olan Moğollardan etkilenerek onların dini Şamanizm denendi. Fakat bu kendi dinlerinden de basit, hatta din bile denemeyecek kadar ilkel inanışlar ve davranışlar bütününden başka bir şey değildi. Çok geçmeden bu dinin yetersizliği, din ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu anlaşıldı. Başka evrensel din arayışına girildi. Budizm, Manihaizm, Taoizm gibi komşu milletlerin dinlerinden sonra Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi beynelmilel dinler de halka dayatıldı. Uygurlar döneminde önce Mani dini (762), bunun ardından da Budizm ve Nestoryan Hıristiyanlık yönetici kesim tarafından benimsenmişti. (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.44-46).
İslamiyet’in ilk ortaya çıktığı ve dünyanın her tarafına yayılmaya başladığı dönemler, işte Türklerin de eski, basit, kendilerine özgü dinlerinin yerine yeni ve evrensel bir din arayışı içine girdikleri dönemlerdi. Evrensel yeni din seçeneklerinden birisi de şüphesiz ki İslamiyet’ti. Fakat bu din, yönetici kesime fazla bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımadığı için yönetici kesimin hiç işine gelmiyordu. Bu yüzden de bu iki büyük güç ne yazık ki her ikisinin de en saf, en temiz, en heyecanlı, en dinamik, en güçlü ve en kudretli oldukları dönemde bir araya gelemediler.
Türklük ve Müslümanlık, tarihin hemen hemen aynı dönemlerinde, ancak farklı coğrafyalarda, kendi adlarıyla sanlarıyla iki ayrı ve büyük güç, olarak dünya tarihi sahnesine çıkmışlar, varlıklarını bütün dünyada hissettirmeye başlamışlardı. Fakat her ikisi de aradan 3-4 asır gibi çok uzun bir zaman geçtikten, bu arada zorlu ve yoğun süreçler yaşadıktan sonra, üstelik her ikisi de çok önemli zaaf alametleri göstermeye başladıkları bir dönemde tam anlamıyla bir araya gelebildiler, birleşebildiler ve kaynaşabildiler. Bu tanışma, bilişme, birleşme ve kaynaşma döneminin bu kadar geç olmasının ve uzun sürmesinin sayılamayacak kadar çok nedenleri vardır. Bunlar üzerinde de dikkatlice durulmasında yarar vardır.
İLK TÜRK VE MÜSLÜMAN İLİŞKİLERİ
Asr-ı Saadette Türk-İslam İlişkileri
Türk-İslam ilişkilerini çok eskilere, hatta Hazreti Peygamber dönemine, Asr-ı Saadet’e kadar götürebilmek mümkündür. Hazreti Peygamber’in ashabına, ileride Müslümanların idaresinin Türklere geçeceğine, bu yüzden Türklerle iyi geçinmeleri, onlarla savaşmaktan şiddetle kaçınmalarına dair çok sıkı tembihlerinin olduğu, bu tembihlere Peygamber terbiyesiyle yetişmiş ashabı kiramın çok dikkatle uyduğuna ve uyguladığına dair pek çok rivayetler vardır.
Türkler size dokunmadıkça onlarla barış içinde iyi geçinin! (Hadis, İbn el-Fakîh 316, Tafdil el-Etrâk). Aynı hadis bazı kaynaklarda: ‘Türkler size dokunmadıkça, onlara dokunmayınız.’ şeklinde geçer. (Ebû Davud II, 137, Delâil ün-Nübüvve III, 77b-78a, El-İsâbe I, nr. 2454).
Dolayısıyla Türklerle iyi geçinmek, barış içinde yaşamak Hazreti Peygamberin bütün Araplara bir vasiyetidir. Bu vasiyete Ashab-ı Kiram çok önem vermiş ve büyük bir özenle uymaya çalışmıştır. Nitekim Hazreti Ömer de, Türklerle düşmanlığın çok fazla zarara sebep olacağını, buna karşın çok az bir yarar sağlayacağına işaret ederek, İslam ordularını onlara saldırmaktan kinaye yollu men etmiştir (Nuaym b. Hammâd, Kitab El-Fiten, Atıf Ef. Nr. 602, yap. 122 b.).
Türklerle Müslümanlar arasındaki ilk yoğun temaslar Hazreti Ömer devrine kadar uzanır. Daha önceleri Türklerle Müslümanlar arasında Sasani İmparatorluğu bir engel ve perde oluşturuyordu. Türklerin İran Sasani İmparatorluğuyla yaptıkları uzun savaşlarda onları bir hayli hırpalamalarının ve yıpratmalarının da etkisiyle Müslümanlar çok erken dönemlerde, yani daha Hazreti Ömer devrinde, Sasani İmparatorluğunu yıkarak, tarih sahnesinden sildiler ve aradaki bu engeli ortadan kaldırdılar. Böylece Türklerle Müslümanlar sınırdaş oldular. Daha sonra Horasan’ı da alan Müslümanlar, Emevîler devrinde Amuderya’yı geçerek Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den aldılar. Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katıldı. Bu dönem, Göktürk İmparatorluğunun yıkıldığı ve Türklerin Çin esareti altına düştüğü, Türkler için çok büyük acıların ve felaketlerin yaşandığı bir dönemdi. Her şeye rağmen, bu ilk karşılaşma döneminden itibaren, Müslümanlık, buralarda yaşayan Türkler arasında da hızla yayılmaya başlamış, Türk halkından önemli sayıda İslama bireysel yönelişler olmuştu.
Özellikle Hazreti Ömer, Türklerle iyi geçinme konusunda çok titiz, dikkatli ve hassas davranıyor, İslam ordularını Türklerle savaşmaktan şiddetle men ediyordu. Cahiz, Fezâil’ül Etrak adlı eserinde; Hazreti Ömer’in bazılarına çok garip ve aşırı gelen bu konudaki dikkat ve hassasiyetini gösteren şöyle bir olay nakletmektedir: Said b. Salm el-Hunâî bir keresinde babasından naklen şunları anlattı. Fakih Ebu’l-Hattab Yezid b. Katade b. Dâime bize Ömer b. El-Hattab’ın şu sözlerini nakletti: ‘Türklere düşmanlığın zararı pek çoktur, ama düşmanlık yoluyla onlardan elde edilebilecek fayda ve ganimet ise yok denecek azdır!’
Bunun üzerine orada bulunan Âliye’li (Medine ile Tihame arasında kalan dağlık bir mıntıka) bir adam da söz aldı. Hazreti Ömer’den Türklerle ilgili şu hatırasını nakletti: Hazreti Ömer, Müslümanların savaş meydanlarındaki cesaretini kırabileceği, korkusuz ve cesur yüreklere korku salabileceği endişesiyle şair Ebû Zübeyd et-Tâî’yi aslanı tavsif etmekten men etmişti. Ondan kalplere korku, endişe ve cesaretsizlik sokabilecek böyle şiirler söylememesini istemişti. Fakat yine aynı Hazreti Ömer, bir defasında Türkleri bize öyle övdü, onları o kadar dehşetli bir şekilde anlattı, tavsif etti ki, Ebu Zübeyd’in aslanı tavsif etmesi bunların yanında çok daha önemsiz ve basit kalıyordu. (Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çeviren: Ramazan Şeşen, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını). Hazreti Ömer’in Türklerle savaşmama konusundaki bu dikkatinin ve hassasiyetinin, Hazreti Peygamber’den Türkler hakkında duyduğu ve öğrendiği şeylerden kaynaklandığında şüphe yoktur.
Emeviler Döneminde Türk-İslam İlişkileri
Dört Halife dönemi sona erip Emevi hanedanı işbaşına geçince, Türkler ve Müslümanlar arasındaki ilişkiler de yavaş yavaş olumsuz bir mecraya girdi. Emevilerin kendilerinden olmayan Müslümanlara karşı ırkçı ve baskıcı olarak nitelenebilecek politikalar uyguluyorlardı. Bu yüzden de Türklerle Müslümanlar arasındaki ilişkiler bozuldu. Hatta iki taraf arasında çok sık çatışmalar yaşanmaya başladı.
Hatta Emevilerin ilk dönemlerinde, Hazreti Peygamber’den duyduğu öğüt ve vasiyetlerin etkisinde kalmış bir şekilde Muaviye bile, Türklerle iyi geçinmek istiyor, onlarla çatışmaya girilmemesi yönünde yoğun çabalar harcıyor fakat yine de istediği ölçüde etkili olamıyordu. Nitekim İmam Taberani Muaviye’den şöyle bir olay nakleder: “İbn-i Zi’l Kela anlatıyor: Bir gün Muaviye’nin yanındaydım. Ermeniye vilayetinin valisinden posta geldi. Muaviye valinin mektubunu okudu, çok hiddetlendi. Sonra kâtiplerinden birini çağırdı ve ona ‘Valinin tahriratına şöyle yaz!’ dedi. `İdarendeki araziye Türklerin akın ve yağma ettiklerinden
bunun üzerine arkalarından takip kuvvetlerini sevkettiğinden ve bu
takipçilerin yağma edilen şeyleri onlardan istirdat etmiş olduklarından bahsediyorsun. Anan sana matem tutsun! Sakın bir daha öyle bir harekette bulunma! Türkleri kışkırtma ve onlardan hiç bir şey istirdat etme! Çünkü ben Resulullah’dan işittim. Buyurdu ki; “Türkler yavşan otu biten yerlere (Avrupa’ya) kadar ilerleyeceklerdir.”
Fakat Emeviler’in daha sonraki hükümdarları Peygamber nesline de acımadıkları, onları bile insafsızca katlettikleri gibi Türklere karşı da çok acımasızca davrandılar. Türk halkının gönüllerine kendilerine karşı kin ve nefret tohumları ekecek çok büyük katliamlar yaptılar. Türklerin önemli bir bölümü, İslam’ı Allah’ın dini değil de, Arapların, daha doğrusu Emevilerin dini olarak gördükleri için de bu durum onların İslam’dan soğumalarına ve uzaklaşmalarına sebep oldu. İlişkilerin tekrar düzelebilmesi, Türklerin İslamiyet’in zalim, baskıcı Emevilerin dini değil de Allah’ın dini olduğunu anlayabilmeli, gönüllerinin İslam’a ısınabilmesi için aradan uzun asırlar geçmesi gerekti.
Asr-ı Saadetten sonra, Müslümanların siyasi iktidarını ellerine geçiren Emeviler, Hilafeti saltanata dönüştürmüşler, kendilerinden yani Emevi ve Arap olmayan Müslümanlara karşı iyi gözle bakmamaları, ayırımcılık yapmaları Türklerin İslam’a bakışlarını ve yönelişlerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Emeviler, fetih yoluyla ele geçirilen yerlerin İslam’la şereflenmiş halkını bile ‘mevali’ diye niteliyorlar; onlara karşı olumsuz tavırlar sergiliyorlar, kendi köleleri ve esirleri gözüyle bakıyorlardı. Yönetimleri altındaki Müslümanlardan da haraç ve cizye almaya devam ediyorlar, türlü zulüm ve haksızlıklarda bulunuyorlardı. Emevilerin bu tür İslam’dan uzaklaştırıcı tutum ve davranışları, Türklerin de İslam’a girme heves ve arzularını büyük ölçüde törpülemiş, hatta neredeyse tamamen öldürmüştü.
Türklerin İslam’dan soğumalarında, İslam yerine başka dinlere yönelmelerinde, İslamiyet’e çok geç, ortaya çıkışından neredeyse iki üç asır sonra toplu olarak girmelerinde Emevilerin bu yanlış, İslam’a aykırı ve zararlı politikalarının önemli rolleri olmuştur. İslamiyet’i, bu zalim Emevilerin dini olarak gören ve gösteren yönetici kesim ile onlara uyan cahil halk yığınları, kendiliklerinden İslam’ı araştırıp, öğrenen, beğenen ve kabul eden Müslümanlara iyi gözle bakmıyorlardı. Hatta Müslüman olmaya niyetlenen bazı Türk Hanları ve Beyleri görevlerinden indirilme tehditleri karşısında bu niyetlerinden vaz geçmek zorunda kalıyorlardı.
Her şeye rağmen Türklerin, özellikle de yönetici seçkin sınıfın, bu dine, yani İslamiyet’e de tamamen ilgisiz kalmadıklarına, inceleyip, araştırdıklarına, bu seçeneğin üzerinde de ciddiyetle durduklarına dair pek çok ciddi delil ve rivayet de vardır. Örneğin ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz, Fezâil’ül Etrak adlı eserinde Hazreti Peygamberin vefatının üzerinden bir asır geçtiği bir dönemde, Emevilerin dört yıl kadar Horasan valiliğini yapan ve bu görevdeyken 733 yılında vefat eden ünlü komutanları Cüneyt bin Abdurrahman ile Türk Hakanı (Büyük bir ihtimalle Türgiş Kağanı Şulu Han, ölümü: 738) arasında geçen bir olayı ve görüşmeyi nakleder. Bu görüşmede Türk Hakanı’nın sorduğu sorular ve yaptığı değerlendirmeler oldukça bilgilendirici ve fikir vericidir.
Rivayete göre, Horasan Valisi Cüneyt bin Abdurrahman ile Türk Hakanı savaş meydanında karşı karşıya gelmişlerdi. Hakan’ın ordusunun durumu ve kuvveti Cüneyd’i çok korkutmuş, dehşete düşürmüştü. Türk birliklerinin ve ordusunun kalabalıklığı, düzeni, nizamı, tertibi gözünü iyice yıldırmış, üzerinde çok kötü bir etki bırakmıştı. Ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini şaşırdı. Cüneyd’in bu şaşkınlığını, yılgınlığını ve içinde bulunduğu ruh halini anlayan Hakan, ona şöyle bir haber gönderdi:
“Korkma.! Benden sana bir zarar gelmez. Eğer ben sana kötülük yapmak isteseydim, böyle hiç bir şey yapmadan beklemez, yapmak istediğim her şeyi şimdiye kadar çoktan yapardım. Kuvvetlerinin ne büyük zaaflar içinde olduğunu çok önceden beri görüyorum. Eğer seni yenmek veya sana kötülük yapmak gibi bir amaç ve niyet taşısaydım, sana hiç düşünme fırsatı bile vermeden, kuvvetlerini toz duman, darmadağın ederdim. Benden öğreneceklerini başka Türklere tatbik etmeyeceğinden emin olsaydım, sana savaş sanatında gerekli olan bazı hileleri, kuvvetlerinin ve birliklerinin tertibindeki düzenindeki eksiklik ve yanlışlıkları, hatalı tarafları, zaafları tek tek gösterirdim. Ben, sizin dininizi merak ediyorum. Senin de akıllı, soylu, şerefli, faziletli ve dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi yakından tanıyabilmek için, dininizin bazı hükümleriyle ilgili olarak senden sormak istediğim şeyler var. Kendimce önemli ve gerekli gördüğüm bazı şeyleri sana sormak istiyorum. Sakın benden korkup çekinme! Kuşkulanıp, endişeye düşme! Benim gibi bir adama, başkalarına gadretmek yakışmaz. Ben, insanları önce kendine güvendirip, inandırıp, hile ve hudasından emin kıldıktan sonra, verdiği sözden dönenlerden değilim. Biz Türkler, normal işlerinde hile yapmayan ve hile yapmayı doğru bulmayan bir milletiz. Biz, hile yapmayı yalnızca savaşta doğru buluruz. Eğer savaş, hilesiz yapılabilecek bir iş olsaydı, hileyi savaşta da doğru görmezdik. Üstelik ben sana tek başıma geleceğim. Ama sen istersen, maiyetinle beraber gelebilirsin!’
Cüneyt, Hakan’ın bu teklifini kabul etti. Her ikisi de tek başlarına ordularının saflarından ayrıldılar. Kendi ordu saflarından epeyce uzakta, orta bir yerde buluştular. Cüneyt:
-İstediğini sor! Eğer soracağın soruların uygun bir cevabını biliyorsam, kendim cevaplarım. Bilemiyorsam, o zaman, benden daha iyi bilenlere havale ederim, dedi. Hakan:
– Dininizin zina eden kimse hakkındaki hükmü nedir? diye sordu. Cüneyt:
-Bize göre zina çok çirkin ve kötü bir iştir. Zina iki kısma ayrılır. Birincisi, başkalarının namusuna göz dikmeye ihtiyacı kalmasın, komşularının namusuna tasallut etmekten uzak dursun diye kendisine uygun bir eş bulup evlendirdiğimiz kimsenin zinasıdır. İkincisi ise kendisine böyle bir imkân vermediğimiz bekârların zinasıdır. Evli olmayan, bekâr zinacıya yüz sopa atarız. Bu cezayı uygularken de, bir daha kimse böyle bir suç işlemeye cesaret edemesin, kendisine ve başkalarına ibret ve ders olsun, bu kişinin kötü şöhretini herkes duyup namusunu ondan sakınsın diye bu suçu işleyeninin cezasını büyük bir kalabalığın önünde uygularız. Onu ve suçunu herkese tanıtmış ve teşhir etmiş oluruz. Böyle bir suçu işlemeye muhtaç bırakmadığımız evli bir kişi böyle bir işi yaparsa ve zina yaptığı dört şahitle ispatlanabilirse onu da öldürünceye kadar taşlarız. Hakan:
– İyi, çok güzel! Bu ahlaksızlığın önüne geçilebilmesi için çok yerinde ve büyük bir tedbir! Peki, namuslu bir insana zina isnat eden kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyt:
– Biz, böyle bir kimseye seksen sopa atarız. Bir daha da onun hiçbir sözünü ve hiçbir konudaki şahitliğini kabul etmeyiz. Hakan:
– İyi ve güzel! Bu da, büyük bir tedbir! Hırsız hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyt:
– Bize göre hırsız da iki kısımdır. Birincisi, duvarları delerek veya evlerin tepesinden aşağıya sarkarak, türlü yol ve yöntemlerle başkalarının muhafazalı bir yere koydukları mallarını çalanlar… Bunların o malı çalarken, duvarı delerken kullandığı ve duvara tutunduğu elini keseriz. Diğeri ise yol kesip, silah çekerek, tehditle başkalarının malını soyan, mal sahibi malını korumaya kalkışınca da onu öldüren kimsedir. Böyle bir kimseyi de suçu sabit olursa öldürür, insanların gelip geçtiği umumi yollar üzerinde cesedini halka teşhir, suçunu ilan ederiz. Hakan:
-İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Başkalarının malını gasp eden ve yağmalayan kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyd:
-Başkalarının malının gasp edilmesi ve yağmalanması olayını inceden inceye araştırır, soruşturur, muhakeme eder, suçunun durumuna göre karar veririz. Bütün şüpheli durumlarda, hata ihtimali bulunan, hırsızlıktan başka bir anlama gelmesi muhtemel konularda, yenilip içilen şeylerin çalınması gibi hafif suçlarda el kesmeyiz.. Hakan:
-İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Adam öldüren, insanların burun, kulak gibi organlarını kesen kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyd:
– Bu hususlardaki hükmümüz: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, bütün yaralamalara karşılık da aynı cezayı tatbik şeklinde kısas (aynı suça aynı karşılık) uygularız (Kur’an’ın V. Sure, Ayet:45). Bir adamı on kişi birden öldürürse, kısas olarak bunların hepsini öldürürüz. Kısas gerekiyorsa, cılız bir adama karşılık, güçlü kuvvetli bir adam da öldürülür. El ve ayak hakkındaki hükümler de aynıdır. Hakan:
– İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Yalancı, kovucu, saygısız, edepsiz, terbiyesiz, örneğin herkesin yanında utanmadan yellenen kimse hakkında ne hüküm verirsiniz? Cüneyt:
-Biz, böyle kimselere sürgün, halktan uzaklaştırma, toplumdan dışlama, hor görme gibi psikolojik cezalar uygularız. Şahitliklerini kabul etmez, sözlerini, fikirlerini muteber saymayız. Hakan:
– Bunlara uyguladığınız ceza, sadece bu kadar mı? Cüneyt:
–Dinimizin genel hükümlerine göre verebileceğimiz cezalar bu kadardır. Bunlar da az bir ceza sayılmaz. Hakan:
– Bana göre bunlara daha ağır cezalar verilmesi gerekir. Örneğin, kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Ben böyle bir insanı, bir daha hiç kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Böylece bir daha kimseye zarar veremez. Alenen yellenenin ise kıçını dağlarım. Böylece bu edepsizliği yaptığı organını cezalandırmış olurum. Yalancıya gelince, siz, nasıl hırsızın elini kesiyorsanız, ben de onun yalan söyleyerek suç aleti olarak kullandığı dilini keserim. İnsanları güldürüp boş şeylerle oyalayan, onları hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise yönetimim altındaki topraklarda barındırmam, sürgün ederim. Onu ülkemden çıkarmakla, halkımın fikirlerinin ve zihinlerinin bozulmamasını sağlamış olurum.
Cüneyt b. Abdurrahman, Hakan’ın bu sözleri üzerine ona:
-Siz hükümlerinizi, kendi aklınıza, fikrinize, görüş ve kanaatlerinize, aklınızın uygun ve caiz görüp görmemesine, fikir ölçünüzün güzel bulup bulmamasına göre ayarlıyorsunuz. Biz ise Allah’a ve Peygamberine inanan, onların kesin emir ve yasakları bulunan konularda, bunlara aykırı olarak, kendi aklımıza, fikrimize, hevâ ve heveslerimize göre hükümler uygulamaya yetkimiz olmadığına inanan bir milletiz. Bizim inancımıza göre, her şeyin iç yüzünü ve en doğrusunu, olayların sırlarını ve mahiyetlerini, semerelerini ve sonuçlarını, bizim için gerçekte neyin daha yararlı, neyin daha zararlı olduğunu en iyi bilen Allah’tır. İnsanların bunları tam olarak bilebilmeleri mümkün değildir. Çünkü insanlar bir şeyin dış görünüşüne bakarak hüküm verirler. Hâlbuki her şey, her zaman dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir. Zaman olur, nice tedbirsiz kimseler kurtuluşa ererler de, nice ihtiyatlı ve tedbirli kimseler felaketlere uğrarlar, dedi.
Bunun üzerine Hakan ona:
-Kaç saattir konuşuyoruz. Doğrusu senin bu son sözlerin, bana önceki sözlerinden de daha değerli geldi ve beni daha çok etkiledi. Bu son sözlerinle kalbimde derin bir iz bıraktın, yara açtın, içime büyük bir kaygı attın! dedi.
Cüneyt b. Abdurrahman, daha sonra Hakan’la buluşmasını anlatırken şöyle demiştir:
– Ömrümde bu Türk’ten daha vefalı, daha insaflı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüz, güneşin altında üç saatten fazla karşılıklı konuştuk. Bu süre içerisinde, öylesine vakur ve edepliydi ki, dilinden başka hiç bir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım.
(Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebû Osman Amr b. Bahr el-CAHİZ, Çeviren Ramazan Şeşen, İkinci Baskı, Ankara 1988, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:82, Seri:III, Sayı: A.21, sayfa:86-89).
Bu görüşmeden Türklerin ne kadar nizam, sistem ve düzen düşkünü bir millet oldukları, yeni girecekleri dinden de böyle bir fonksiyon bekledikleri, Türk Hakanının İslamiyet’in hükümlerini, emir ve yasaklarını çok beğendiği, İslamiyet’in evrensel bir din olmasının ötesinde, Allah’ın dini olduğunu öğrenmesinin kendisini çok etkilediği anlaşılmaktadır. Fakat Hakan’ın ve bu insaflı Emevi komutanının kısa süre içinde vefatları ile bu olumlu ilişkiler daha fazla ilerleyememiş, her iki tarafın yeni yönetici ve komutanlarının yanlış politikaları ilişkilerin bozulmasına ve gerginliklerin artmasına neden olmuştur.
Abbasiler Döneminde Türk-İslam İlişkileri
Emevilerin İslama ters, ırkçı, kabileci politikaları, Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları, Müslümanlığı kabul etmiş olan Türkler arasında da çok büyük hoşnutsuzluklara ve huzursuzluklara yol açtı. Müslüman Türkler, bu sefer de Emevilere karşı, onların siyasi muhalifi olan Abbasileri desteklediler. Müslümanların yönetiminin ve iktidarın Emevilerden Abbasilere geçmesinde de önemli roller oynadılar. Horasan bölgesinin komutanı Türk asıllı Ebû Müslim, Emevilere karşı isyan başlattı. Emevi idaresine son verilerek, iktidar Emevilerden alınıp Abbasilere verildi. Hz. Peygamber`in amcası Hz. Abbas`ın soyundan gelen Ebu`l Abbas Abdullah halife ilan edilerek, Abbasi Devleti kuruldu (750). Türkler, Abbasi Devleti’ni daha çok benimsediler, yeni yönetime daha sıcak baktılar.
Bu arada 745 yılında Göktürk İmparatorluğu yıkılmış, Türklerin siyasi birlikleri dağılma noktasına gelmişti. İslam âlemi ise iktidarın Emevilerden Abbasilere geçiş dönemi sıkıntılarıyla boğuşuyordu. Bölgedeki bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen Çin, hâkimiyet alanını genişletmek için batıya doğru ilerlemeye ve Türk topraklarını işgale kalkıştı. Abbasi Devleti’nin kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmemişti ki, büyük bir Çin ordusu Orta Asya`ya hâkim olabilmek için batıya doğru ilerlemeye başladı. Çin kuvvetleriyle tek başlarına baş edemeyeceklerini anlayan Türkler, ortak düşmanlarına karşı Abbasîlerden yardım istediler. Türklerden ve Müslümanlardan oluşan müttefik kuvvetler, 751 yılı Temmuz’unda Talas Irmağı kenarında 100 000 kişilik Çin ordusuyla karşı karşıya geldiler. O zamana kadar genelde hep karşı cephelerde yer alan Araplarla Türkler, ilk defa bu savaşta ortak düşmanlarına karşı aynı cephede yer alıyorlardı. Beş gün süren bu kanlı savaşta Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı.
Talas Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesi; Türk, Çin, İslam ve dünya tarihi ve medeniyeti açısından çok önemli sonuçlar doğurdu, tesirler bıraktı. Bu zaferle, Orta Asya’nın Çin egemenliğine girmesi ihtimali ortadan kaldırılmış oldu. Çinliler, Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar, bir daha Tanrı (Tiyenşan) Dağları’nın batısına geçemediler. Türkler de, yüzlerini artık batıya çevirdiler. Timur’un yarım kalan seferi hariç (1405), Çin’e karşı ciddi bir harekâta kalkışmadılar. Türklerin zamanla Ötüken Vadisini de terk etmelerinden sonra, bu bölgeye Moğollar yerleşmeye başladılar. Talas Savaşı, İslam âleminde de çok büyük yankılar uyandırdı. Abbasi Devleti bu zaferle gücünü ispat ederek, bütün Müslümanların gözünde sempati ve meşruiyet kazandı.
Türkler Müslüman olmadan önce, yabancıların ve bu arada Arapların gözünde olumlu bir imajları yoktu. Çünkü Türkleri yakından tanımıyorlar, bu yüzden onlara karşı pek çok ön yargı ve olumsuz kanaat besliyorlardı. Talas Savaşı’ndan sonra başlayan tanışma, kaynaşma ve iç içelik döneminde iki taraf da birbirlerini daha yakından tanıdılar. Bu önyargılar, kin ve düşmanlıklar yerini sempatiye, dostluğa, yakınlığa ve olumlu kanaatlere bıraktı.
Talas Savaşı, Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktası oldu. Bu savaştan sonra, Türklerle, Arapların birbirlerine karşı kinleri azaldı, uzun yıllardan beri devam eden çetin savaşlar yerini barışa bıraktı. Artık, Türkler ile Müslüman Araplar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler, dostane ilişkiler alıyordu. İslamlık, askeri ittifakların, ticari ilişkilerin ve sufilerin İslamı Türkler arasında yayma çabalarının da etkisiyle önce tek tek Türkleri, sonra da daha büyük grupları ve toplulukları kendine çekmeye başladı. Değişik dinlere mensup Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslam dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslam dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, başka din ve inanışlara sahip Türklerin İslamiyet’i benimsemelerine sebep oldu.
Talas Savaşıyla başlayan yakınlaşmanın ardından Türklerin millet olarak İslamlaşması 150-200 yıl kadar daha bir zaman aldı. Bu süre içinde Türkler İslamiyet’i her yönüyle tanıdılar, incelediler, tanıdıkça da daha çok sevdiler.
YÖNETİCİ SINIF İSLAM’A NEDEN SOĞUK BAKTI?
Yeni din arayışında ve tercihinde Türk toplumunun bütün kesimleri aktif durumdaydı. Ancak doğal olarak yönetici sınıfın daha fazla etkili ve yetkili olduğunu söylemek çok da yanlış bir tespit olmayacaktır. Türk Milletinin yönetici sınıfı, yeni din seçimindeki tercihlerini ilk zamanlar daha çok başka dinlerden yana kullanıyordu. İslam söz konusu olduğunda adeta: ‘İslamiyet olmasın da hangi din olursa olsun!’ gibilerden bir tutum takınıyordu. Bu tutumun haklı olmasa bile özellikle yönetici sınıf açısından anlaşılabilir sebepleri vardı.
Öncelikle hakanlar, kağanlar, beyler, yönetici seçkin sınıf, büyük çoğunlukla seçilecek yeni dinin, kendilerine en yüksek dini otorite sayılma, başrahiplik gibi yeni üstün statüler, yeni unvanlar verecek, toplum üzerindeki etkilerini, güçlerini artıracak, iktidarlarını pekiştirecek evrensel bir din olmasından yanaydılar. Zaten böyle dinler de yok değildi. İslamdan önce seçilen evrensel dinlere bakıldığında, bu dinlerdeki en büyük dini otorite, başrahiplik gibi unvanların genellikle devletin en üst yöneticisi durumundaki hakan tarafından üstlenildiği görülür. Bu durum onlara din kurumunu ve dini makamları da iktidarlarını sağlamlaştırma aracı olarak kullanabilme imkânı veriyordu. Hâlbuki İslamiyette ayrı bir din adamlığı sınıfı, kilise, papalık, rahiplik gibi kurumlar ve yapılanmalar yoktu. Dolayısıyla böyle bir dini, kendi kişisel iktidarlarını ve çıkarlarını korumak ve sağlamlaştırmak için bir enstrüman ve araç olarak kullanmaları kolay değildi. Kendilerine ayrı ve üstün bir konum tanıyan başka evrensel dinler varken, herkesi eşit sayan, hiç kimseye ayrıcalıklar tanımayan İslamiyeti kabul etmeyi ve ülkelerinde yaygınlaştırmayı kendi kişisel çıkarlarına ve menfaatlerine aykırı görüyorlardı. Bu yüzden yönetici sınıf, başlangıçta kendilerine en yüksek dini otorite gücü ve payesi veren, ruhbanlık müessesesi gibi kurumları olan başka evrensel dinlere yöneldiler, Müslümanlığa pek sıcak bakmadılar, serin ve soğuk davrandılar. Bir yandan da Emeviler gibi Müslümanlık adına hareket ettiklerini, İslamın temsilcisi olduklarını iddia edenlerin, Türklere ve başka milletlere karşı izledikleri düşmanca siyaseti ve saldırıları halkı İslamdan soğutmak ve uzaklaştırmak için kullanmaktan da geri kalmadılar.
Her şeye rağmen İslamiyetin diğer dinlerden üstünlüğünü görebilen ve anlayabilen bazı üst yöneticiler de eksik değildi. Ancak onlar da Türk milletinin göçebe bir millet olduğunu, İslamiyetin ise kendine has birçok zorunlu ibadetlerinin, emir ve yasaklarınun bulunduğunu, bunların millete zor geleceğini göz önünde bulundurarak, bu milletin bu mükellefiyetlerin altından kalkamayacağından korkuyorlar, onlar da bu gibi gerekçelerle İslamiyete pek sıcak bakmıyorlardı.
Yönetici ve seçkin sınıfın önemli bir kesimi için girilecek dinin doğru bir din, hak bir din olup olmaması, akideleri, inanç ve iman esasları, ibadet şekilleri, Tanrı ve hayat tasavvuru, dünyaya ve ahırete bakışı gibi konular fazla bir önem taşımıyordu. Onlar için yeni dinin bu sosyal ihtiyacı karşılamaya yeterli olmasının yanında, kendi iktidarlarını, egemenliklerini sağlama almaya, yerleştirmeye ve sürdürmeye de yardımcı olacak bir din olması çok daha önemliydi. Bunlar, hizmet edecekleri bir din değil, hizmetlerinde kullanabilecekleri, çıkar ve menfaat sağlayabilecekleri bir din arıyorlardı. İslamiyet ise hiç kimseye, bu arada üst yöneticilere ve seçkin sınıfa istedikleri gibi ayrıcalıklar, üstünlükler, imtiyazlar tanıyan, ruhban ve din adamlığı sınıfı ve kilise gibi kurumlarıyla inananları üzerine kolay tahakküm kurulabilecek, istendiği gibi evirip çevrilebilecek, değiştirilebilecek, yönlendirilebilecek bir din değildi. Bu yüzden Türk hakanları veya kağanları başlangıçta İslamiyet dışındaki diğer dinlere rağbet etmişler, sıcak bakmışlar, toplumda bu dinlerin yayılmasını hâkim olmasını arzu etmişler, ellerinden geldiğince de toplumda İslam’ın yayılmasını engellemeye çalışmışlardır.
Müslüman oluncaya kadar Türkler o zaman için yeryüzünde bilinen dinlerin neredeyse hepsine girip çıktılar. Fakat genelde yöneticiler tarafından seçilen ve halka dayatılan bu dinlerin hiç biri, milletin nitelikli çoğunluğu, karabudunu tarafından kabul görmedi. Türklerin kalplerinde yer edemedi, akıllarına yatmadı, içlerine, gönüllerine sinmedi. Ruhları da bu dinlere bir türlü ısınamadı.
Fıtratlarına, yaşam ve düşünce tarzlarına uymayan bu dinlerden hiç birisine Türkler samimi olarak inanamamışlar, bağlanamamışlar, bunları candan ve gönülden benimsememişlerdir. Bu dinlerin hiçbir milletin büyük çoğunluğunun, karabudunun dini haline gelemedi, sadece seçkinlerin dini olarak kaldı. Millet bu dinleri beğenmediğini, benimsemediğini, bunlara inanmadığını, gereklerini yerine getirmeyerek, bu dinlerin inanç ve ibadetlerini açıkça ve alabildiğine eleştirerek, hatta alaya alarak göstermekten geri kalmıyordu. Örneğin, Budizm gibi doğu dinlerine ‘mızmız dinler’ adı takılmıştı. Girilen dinlerden bazılarının tapınılması istenen Tanrı heykelleri de vardı. Fakat hiçbir zaman put yapmamış, puta tapmamış bir millet olan Türklerden bunlara tapmaları istendiğinde bazı Türkler eski tek Tanrılı inançlarının da etkisiyle: ‘Yahu Tanrı’nın heykeli mi olurmuş?’ diyerek bunu reddediyorlardı. Böyle bir şeyi ne kadar saçama ve aptalca bulduklarını açıkça dile getirmekten çekinmezlerdi.
İNANMADIKLARI DİNLERİ HALKA DAYATAN YÖNETİCİLER
Aslında yalnız halkın değil, bu dinleri halka dayatan seçkinlerin, yönetici sınıfın da bu dinlere gerçekten inandığı, bunları içtenlikle benimsediği söylenemezdi. İşlerine öyle geldiği için bu dinleri kabul etmiş gibi görünüyorlar, merasimsel belli dini ritüeller hakanın yönetiminde gerçekleştiriliyor ama gerçekte onlar da bu dinlere pek inanmıyorlardı. O kadar ki, Uygurlarda devletin resmi dini olan Budizmin başrahibi durumundaki Hakan, Budist ayinini yönettikten hemen sonra kalkıp avanesiyle beraber kuzu çevirmeye gidebiliyordu. Hâlbuki Budizm’de et yemek yasaktı. Ama hayvancılıkla geçinen, ekonomisinin ve beslenmesinin temeli et ve et ürünleri olan bir toplumda Budizm gibi bir dinin genel kabul görebilmesi ve uygulanabilmesi mümkün olamazdı ve olamıyordu.
Türklerin yönetici sınıfı, kendi fıtratlarına ters de gelse sosyal ve gerekli bir müessese olarak gördükleri için topluma sürekli yeni bir evrensel dini dayatıyorlar, çeşitli dinlere girip çıkıyorlar, elbise değiştirir gibi din değiştiriyorlar, kolayca bir dini bırakıp öbürüne geçebiliyorlardı. Yukarıda da belirtildiği üzere içten benimsemedikleri bu dinlerin ibadetlerini ve ritüellerini kendileri de doğru dürüst yerine getirmiyorlardı. Türkler arasında din değiştirmeler o kadar yaygın ve olağan bir hale gelmişti ki, o zamanlar Türkler hakkında: ‘Yahu, bu Türkler sürekli din değiştiriyorlar, ama hiçbirine de iman etmiyorlar!’ şeklinde bir genel kanaat ve önyargı oluşmuştu. Eğer Türkler fıtratlarına ters olan bu dinlere tam anlamıyla, kalpten, candan ve gönülden inanmış, bağlanmış, bunları benimsemiş olsalardı, daha mı iyi olurdu? şeklinde bir soru yöneltilecek olsa buna da olumlu cevap verebilmek elbette doğru olmazdı. Çünkü Türklerin İslam’dan başka bir dinle var olamayacakları, varlıklarını, Türklüklerini, kimliklerini, kişiliklerini oluşturup, muhafaza edemeyecekleri varoluşsal ve tarihi bir gerçektir.
Bazı tarihçiler, Türklerin İslamiyet’e girişinde ve İslam’ın Türkler arasında yayılmasında hakanların, kağanların, hanların, beylerin yani yönetici sınıfın rollerini söylerler ve bunu çok abartırlar. Türklerin İslam’a girişi yöneticileri sayesinde olmuş gibi bir izlenim vermeye çalışırlar. Hâlbuki işin gerçeği ve doğrusu hiç de böyle değildir.
AŞAĞIDAN YUKARIYA İSLAMLAŞMA
Gerçekte Türkler arasında İslamlaşma yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru olmuştur. Yani Türklerde önce başlarındaki yöneticiler, kağanlar, hakanlar, hanlar veya beyler değil, sıradan insanlar, karabudun, derin millet İslamiyeti kabul etmiş, Müslümanlaşma halktan yönetime doğru olmuştur. Eğer illa bir zorlamadan bahsedilecekse burada yöneticilerin milleti değil, tam tersine önce milletin, daha doğrusu milletin özünü, cevherini temsil eden Türk karabudunun Müslüman olması, daha sonra da seçkinleri ve yöneticileri de Müslüman olmaya zorlamaları veya ikna etmeleri gibi bir durum söz konusudur.
Yöneticilere rağmen ve onların rızası hilafına millet asırlar boyunca, diğer dinlerden yüz çevirerek akın akın İslam’a yönelmiş, sonunda çok geniş kesimler samimi bir şekilde Müslüman olmuşlardı. Gelinen noktada, Allah tarafından gönülleri İslam’a açılmış Türk Milletinin İslam’a yönelmesini, İslam’la şereflenmesini artık kendi yöneticileri dâhil hiçbir gücün engelleyebilmesi mümkün değildi. Yöneticilerin halkın fıtratına, ruhuna, yaşayışına uymayan dinlerde, kendi siyasi çıkarlarını düşünerek ısrar etmeleri, siyasi açıdan da gittikçe zorlaşıyor, bu durum halkla yöneticileri karşı karşıya getiriyordu. Müslüman halk yavaş yavaş başka din mensubu yöneticileri değil, yine hanedan ailesi içinden Müslüman olanları desteklemeye, onlardan yana tavır almaya yöneliyordu. Her şeye ve bütün engellemelere rağmen İslam’ın geniş halk katmanları arasında genel kabul görmesi, aklı başında yöneticileri ister istemez bu eğilimi dikkate almaya ve buna uygun davranmaya yöneltiyordu. Halkının çoğunluğu Müslüman olmuş bir toplumda yöneticilerin hala milletin benimsediği dinden başka dinlerde ısrar etmeleri, onların meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor, otoritelerini sarsıyor, iktidarlarını tehlikeye düşürüyor, hatta kaybettiriyordu. Bunun Türk tarihinde pek çok örneği vardır.
Türklerin İslamiyet’i kabulünde, kendi içlerinden, yukarıdan aşağıya doğru veya dışarıdan herhangi bir yabancı etki, zorlama ve baskı söz konusu olmamıştır. Böyle bir iddiada bulunmak Türk Milletine yapılabilecek en büyük iftira ve bühtanlardan biridir. Böyle bir şey mümkün de değildir. Çünkü Türklerin İslamiyet’le şereflendiği dönem zaten Müslümanların askeri ve siyasi bakımdan çok büyük zaaflar içerisinde kıvrandıkları, bir yerde İslam’ın tamamen sahipsiz kaldığı bir dönemdi. Dolayısıyla ortada onları din değiştirmeye zorlayabilecek hiçbir dış güç ve etken bulunmuyordu. Kendi yöneticileri ise en başından itibaren onları Müslüman yapmaya değil, İslam’dan uzaklaştırmaya ve onlara başka dinleri dayatmaya çalışıyorlardı. Türkler, asırlar boyu inceledikten ve İslamiyet’in falan veya filan kişinin yahut falan veya filan milletin değil, Âlemlerin Rabbi Allah’ın dini olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra, kendiliklerinden, çoğu kimselerin inanamayacağı ve düşünemeyeceği bir şekilde, samimi, candan ve gönülden İslamiyet’i benimsediler.
Bu millet, bazı kötü niyetlilerin, bu dinin bu millete zor geleceği, mükellefiyetlerini yerine getiremeyeceği yolundaki yersiz, yanlış, endişe ve düşüncelerini de boşa çıkarmış, bu dini ve bu dinin emir ve yasaklarını aşkla ve şevkle hayatlarına nakşetmiştir. Eğer iddia edildiği gibi Türkler zorla Müslüman olmuş olsalardı, daha önce girip çıktıkları, denedikleri farklı dinleri kolayca terk ettikleri gibi herhalde şimdiye kadar İslam’ı da çoktan terk etmiş olurlardı. Hâlbuki Türkler, İslam’ı yakından tanıyıp öğrendikten, onu kendilerine din olarak seçtikten sonra asla başka bir dine iltifat etmemişlerdir. İslamiyet’e tam bir iman ve teslimiyetle bağlanan Türkler, İslamiyet’le beden ve ruh gibi birbirinin vazgeçilmezi olmuşlardır. İslam’la ve bütün Müslümanlarla tam anlamıyla özdeşleşmişler, onun uğrunda mücadele etmeyi canlarına minnet, kendileri için en büyük şeref bilmişlerdir. Türklük ve Müslümanlık, zaman içinde birbirinin müteradifi, eş anlamlısı, rahatlıkla birbiri yerine kullanılan iki kavram haline gelmiştir.
TÜRKLERİN KİTLESEL İSLAMLAŞMASI
Bütün Türk toplumlarında yeni bir din arayışının sürüp gittiği dönemlerde, yönetimler Müslüman olmadan çok daha önce halk Müslüman olmuştur. Toplu halde İslamiyet’e girişler, halkın yöneticilerin bu yöndeki isteklerine ve dayatmalarına boyun eğmeleri şeklinde değil, tam tersine yönetimlerin halkın genel eğilimine ve milli iradesine uymaları şeklinde gerçekleşmiştir. Yani halk, garazsız, ivazsız, hak ve doğru buldukları için samimiyetle İslamiyet’e yöneldikleri halde, yönetici ve seçkin sınıf başlangıçta İslamiyet’i kabulde değişik hesapların ve mülahazaların etkisiyle oldukça isteksiz davranmışlardır.
İslamiyet’in, önce milletin geniş halk kitlelerinin, daha sonra yönetici sınıfın ve devletin dini haline gelmesi çok uzun bir süreç sonunda olmuş, bunda mutasavvıf, gezgin dervişlerin, Dede Korkut benzeri Müslüman Türk ozanların, İslam tebliğcilerinin asırlar süren tebliğ ve İslam’ı halka tanıtma ve sevdirme faaliyetlerinin önemli etkileri olmuştur. İslamiyet önce Oğuzlar ve Karluklar arasında yaygın bir hal almış, bu boylardan Müslüman olanlara genellikle Türkmen denmeye başlanmış, zamanla da Türkmen adı daha çok kırsal kesimden olan Müslüman Türkler için, Oğuz adı da şehirli Müslümanlar için kullanılır olmuştur.
Türklerin Müslüman olması sürecinin hiçbir aşamasında İslam’ın devlet ve yönetim tarafından Millete dayatılması, Milletin Müslüman olmaya zorlanması gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Tam tersine İslamiyet geniş halk kitleleri arasında yayıldıkça, kendi aralarında bitip tükenmez iktidar kavgaları sürüp giden hanedan mensupları, bu güçten yararlanma ihtiyacını hissetmişler, bu güce dayanmadan iktidar olamayacaklarını, olsalar bile iktidarlarını sürdüremeyeceklerini ister istemez kabul etmek zorunda kalmışlardır. Hele milli iradeyi, derin milleti temsil eden karabudun Müslüman olduktan sonra, toplumsal, siyasi, ekonomik iktidar konusunda da Müslüman Türkler belirleyici güç haline gelmişler, yöneticiler ve yönetimler de milli iradeye uygun hareket etmek, boyun eğmek, her alanda bu güçten yararlanmak gereğini duymuşlardır.
İslam’ı benimsemiş geniş halk kitleleri, bir müddet sonra artık yavaş yavaş gayri Müslim yöneticilerin etrafından dağılarak, Müslüman yöneticiler etrafında toplamaya, onları iktidara taşımaya da yöneliyorlardı. Halkın genel eğilimlerine, dinine, inancına ve imanına, milli iradeye ters ve aykırı bir yol tutan yönetimlerin ve yöneticilerin elenmesi, kaybetmesi kaçınılmazdı. Nitekim Türklerde de hep milli iradeye uygun bir yol izleyen, onunla aynı gaye ve idealleri, değerleri paylaşanlar milletin desteğini alarak kısa zamanda güçlenmişler, rakiplerini bertaraf ederek, büyük başarılara ulaşabilmişlerdir. Türk halkı arasında İslamiyet yaygınlaştıkça, akıllı ve basiretli yöneticiler, seçkin sınıflar, yani egemen iradeler eğer kendileri de milletin dinine girip Müslüman olmazlarsa meşruiyetlerini ve iktidarlarını kaybedeceklerini açıkça görmüşlerdir. Çünkü millete rağmen, millete ters bir akide ve inançla, dinle Türk milletini idare edebilmek mümkün değildir.
Bu durumda akıllı yöneticiler, kendilerini ister istemez bu milli iradeye boyun eğmek, Müslüman olmak zorunda hissetmişlerdir. Elbette bunu göremeyen, görse de kabul etmek istemeyen, sahip oldukları ayrıcalıklarından, üstünlüklerden hiçbir şekilde vaz geçmek, taviz vermek, milli iradeye boyun eğmek istemeyenler de vardı. Fakat Müslüman olmamakta direnen, İslam’la ve Müslümanlarla mücadeleye girişen yöneticiler ve seçkinler bu hatalarının ve basiretsizliklerinin bedelini her zaman çok ağır bir şekilde ödemişlerdir. Bunun en açık örneklerini ilk Müslüman Türk toplumlarında, devletlerinde ve imparatorluklarında, örneğin Volga Bulgarlarında Karahanlılar’da, Selçuklular’da, Gazneliler’de, Oğuzlarda vb gibi çok net bir biçimde görürüz.
Türkler, asırlar boyunca değişik vesilelerle İslamiyet’i daha yakından tanıdıkça, öğrendikçe daha çok sevmeye, benimsemeye, yönelmeye başladılar. Yöneticilerin milletin bu dine yönelmelerini engelleme çabaları etkisini sürekli kaybetti. İslam’la tanışan, daha doğrusu İslam’ın ne olduğunu tam olarak anlayabilen ve algılayabilen Türkler, hemen daha önce tanıdıkları ve girdikleri dinlerin hepsini terk ederek neredeyse bütün bir millet halinde ve toptan İslam’a yöneldiler. Önce bireyler halinde, yavaş yavaş başlayan İslam’a girme eğilimi daha sonra hızlanmaya ve kitleselleşmeye başladı.
Onuncu yüzyıla gelindiğinde Türkler kendiliklerinden, kitleler halinde, üstelik daha önce girmiş oldukları evrensel dinleri de bırakarak Müslüman olmaya başladılar. Bu, dünyada başka bir örneği olmayan, inanılmaz ve olağanüstü bir olaydı. Çünkü İslamiyet’i seçen Türklerin büyük çoğunluğu, bu dine girmeden önce Budizm, Manihaizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi o zamanki dünyanın en çok mensubu olan ve en çok tanınan evrensel dinlerinin mensubuydular ve bu dinleri terk edip İslam’a giriyorlardı. Takdir edileceği üzere, din değiştirmek zaten kolay bir olay değildir. Ama dünyada en çok mensubu bulunan evrensel dinleri bırakarak, kitleler halinde İslam’a girmek, olayı çok daha gizemli, ilginç, dikkat çekici ve inanılmaz hale getiriyordu. Gerçi Türklerin, bıraktıkları eski dinlere zaten doğru dürüst inanmadıkları, bu dinlerden çoğunun halka inemediği, sadece yöneticilerin dini olarak kaldığı da bir gerçek ise de yine de olayın hem kendisi, hem de doğurduğu sonuçlar son derece büyüktü.
Türk Milletinin Müslüman olması, bir milletin din değiştirmesi, bir dini bırakıp başka bir dine girmesi gibi basit bir olay şeklinde gerçekleşmemiştir. Türklerin o zamana kadar girmiş oldukları başka dinlerden yüz çevirerek, neredeyse bütün bir millet halinde gönüllerinin İslama açılması, topluca Müslüman olmaları, hem gerçekleşmesi, hem de doğurduğu sonuçlar bakımından olağanüstü nitelikler taşıyan, Türk, İslam ve dünya tarihinin en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken olaylarından biridir. Olağanüstü nitelikte çok büyük olayların ardından gerçekleşen, pek çok tarihi olayın başlangıcı ve başlatıcısı olan bu büyük olayı, bazı bilim adamları Türk ve dünya tarihinin en büyük ve en önemli olaylarından biri sayarlar. Nitekim Avusturya’lı bilim adamı von Karabacek de, dünya tarihinde dışarıdan bakıldığında bu kadar basit ve normal bir olay gibi görünüp de, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğuran, bu kadar büyük tesirler icra eden başka bir olay ve tezahürün yok denecek kadar az olduğu değerlendirmesinde bulunur.
Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle X. yüzyılda büyük hız kazanmıştı. Henüz 900’lü yılların başında İtil (Volga) çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında Müslümanların sayıları iyice çoğalmıştı. Halkının büyük çoğunluğunun dini haline gelen Müslümanlığa kendisi de ilgi duyan İtil Bulgarları hükümdarı Almış Han, 920 ‘de Abbasi halifesine müracaat ederek, kendilerine İslamı öğretecek din âlimleri ve camiler yapacak mimarlar göndermesini rica etti. Böylece Volga Bulgarları İslamlığı ilk kabul eden Türk topluluklarından biri oldular. Modern Volga Tatar araştırmacıları, bu bölge halkının daha VII. yüzyıldan itibaren, ‘Büyük Bulgarya’ devrinde İslamiyeti tanıdıklarına ve büyük kitleler halinde islamiyeti benimsediklerine dair bilgiler vermektedirler. Aynı tarihlerde önce Karluk, Yağma ve Çiğil boyları, ardından da Oğuzlar arasında İslâmiyet hızla yayılıyordu. Türkler büyük boylar, soylar, kavim ve kabileler halinde akın akın, fevc fevc, toplu halde İslam’a girmeye başladılar.
SELÇUKLULARIN İSLAMİYETİ KABULÜ
‘Büyük Selçuklular Devleti’ne adını veren Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasında hüküm süren Oğuz Yabgu Devleti’nin Sü başısı yani ordu başkumandanı idi. Devlet yönetiminde Yabgu’dan (hükümdar) sonra ikinci en üst makam olan bu görev de hükümdarlık gibi ırsi bir makamdı. Bu göreve gelebilmek için de han soyundan (Açina, Aşina, Asena soyu) olmak gerekiyordu. Babası Dukak Bey 903 yılında öldürülünce, Selçuk Bey, babasının yerine 17-18 yaşlarında Sü başı oldu.
Genç yaşında böyle yüksek bir mevkie ulaşan Selçuk Bey’in devamlı artan bir itibarı, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çareler aramaya başladılar. Olup bitenleri öğrenen ve öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Muhtemelen 915 yılına doğru, güney yoluyla, Seyhun Nehri kenarındaki Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte bir hudut durumundaydı, halkının büyük çoğunluğu da Müslümandı.
Selçuk Bey’in idaresindeki Türkler de burada kısa zamanda İslam’ı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını daha da açtı. X. Asır boyunca devam eden bu rekabet ve anlaşmazlık sayıları gittikçe artan Müslüman Oğuzların Yabgu’dan uzaklaşıp isyancı Selçuk Bey’e yanaşmaları ve onun etrafında toplanmaları sonucunu doğurdu. Müslümanların desteğiyle büyük bir güç haline gelen Selçuk Bey: “Müslümanlar, gayrimüslimlere haraç vermez!” diyerek Yabgu’nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti.
Selçuk Bey’in, gayri Müslim Yabgu’ya haraç vermeyerek bağımsızlığını ilan etmesi, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevredeki Müslümanlar arasında tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Müslüman Türkler, onun etrafında toplandılar. Müslümanlardan aldığı destekle Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türklerle yaptığı savaşlarda üstün başarılar ve gittikçe artan büyük bir şöhret kazandı. 990’da Selçuklular, Sü-başılıktan yani Oğuz devletinin başkumandanlığından Yabguluğa yani hükümdarlığa yükseldiler. Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atan Selçuk Bey; 1000 yıllarında 100 veya 115 yaşlarında iken vefat etti.
Aynı Selçuklular, daha sonra Türk adet ve törelerinden uzaklaşarak geleneksel Orta Doğu sultanlarının gösterişli yaşamlarını benimsediler, kendi halklarının, milletlerinin ve kabilelerinin tabanlarına yabancılaştılar. Son etkin Büyük Selçuklu Sultanı olan Sancar (1118-1157) 1141’de isyancı Oğuz kabile üyelerince yenilgiye uğratılıp esir alındı ve hapiste tutuldu (1153-1156). Böylece o koca imparatorluk yine onu kuran unsurlar tarafından tarih sahnesinden silinmiş oldu. Bu da din seçiminde de, başlarındaki yönetimi ve iktidarı belirlemekte de Türk milletinin pasif değil, çok aktif bir millet olduğunun açık delilidir.
İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETİ KARAHANLILAR
İslamiyeti resmi din olarak kabul eden ilk Türk Devleti olan Karahanlılar’da Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Doğu Karahanlı tahtında oturan en son gayri Müslim Hakan Oğulcak Han’dır. Halkın büyük çoğunluğu çoktan İslamiyeti kabul etmiş olmasına rağmen Oğulcak Han, çevresiyle birlikte Budizm dininde kalmak, Türkler arasında da Budizmi yaymak ve yerleştirmek istiyordu. Onun bu yanlış politikası yüzünden millet kendisinden yüz çevirip desteğini çekti. Onun yerine Müslüman olup Abdülkerim adını alan yeğeninin etrafında kenetlendi. Abdülkerim Satuk Buğra Han, Müslüman Türk gönüllülerden oluşturduğu ordusuyla amcasına karşı cihada girişti. Bu cihadı, taht mücadelesini ve iktidarı kazaranarak devlete ve bölgeye hâkim oldu. Müslüman olmamakta direnen, İslama ve Müslümanlara karşı olumsuz ve saldırgan bir tavır takınan Oğulcak Han, akın akın İslama yönelen milletinin desteğinden mahrum kaldığı için hem iktidarından, hem de hayatından oldu.
Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tahtına oturan Satuk Buğra Han, İslamiyeti resmi din olarak ilan etti ve Ortaasya’da İslamın yayılmasında çok büyük hizmetlerde bulundu. İslam’ın yayılmasının önündeki engelleri kaldırma yolunda verdiği mücadele onu, hem millet nezdinde çok sevilen, sayılan, itibarlı, efsanevi bir destan kahramanı haline getirdi; hem de çok sağlam bir iktidara, hızla büyüyen, genişleyen, güçlenen bir devlete sahip olmasını sağladı. Yani burada söz konusu olan önce yöneticilerin Müslüman olarak bunu kendi halklarına zorla benimsetmeleri değil, tam tersine akıllı yöneticilerin zaten Müslüman olmuş millet çoğunluğunun dinine girerek, onlarla aynı inanç ve idealleri benimsemesi, hayaller üstü başarılara zemin hazırlayacak bir devlet ve millet birliği ve beraberliği sağlayabilmeleridir.
Bazı tarihçiler, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın İslam’ın önündeki engelleri kaldırmak için yaptığı mücadeleleri, cihadı gayri Müslim Türkleri zorla Müslaman yapmak için girişilmiş savaşlar olarak görmeye ve göstermeye, bunu da Türklerin zorla Müslüman yapıldığı yolundaki iddialarına delil göstermeye çalışırlar. Halbuki Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın yaptığı savaşların hiç birisinin amacı kesinlikle halkı zorla Müslüman yapmak değildi. Zaten İslam inancında zoraki iman ve İslam makbul değildir. Aksine Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın yaptığı savaşlar, genelde halkın arzu etmediği benimsemediği dinleri halka dayatan hanların, hakanların, beylerin zulüm ve baskılarına son vermek için yapılmıştır. Bu savaşlara genelde zorba ve zalim yöneticilerin baskı ve zulümlerine karşı halkın Büyük Türk Hakanı sıfatıyla kendisinden imdat ve yardım istemeleri üzerine ve yönetimler adil ve makul çözümlere yanaşmadıkları takdirde girişilmek zorunda kalınıyordu. Yani bu savaşlar masum halkı öldürmek, yok etmek, ortadan kaldırmak için değil, tam tersine onları zulümden ve baskıdan kurtararak diriltmek, var etmek için halkın desteğini kaybetmiş zalim yönetimleri hizaya getirmek veya bertaraf etmek amacıyla yapılan savaşlardı. Bu savaşlarda kaybedenler, ölenler, bertaraf edilenler sadece zalimlerdi. Çoğu olaylarda halk bu zulüm yönetimlerinden intikamını bizzat kendisi alıyor, bunların hakkından bizzat kendisi geliyor, Abdülkerim Satuk Buğra Han’a çoğu zaman sadece olup biteni uzaktan izlemek, ancak çok gerekli olursa müdahale etmek düşüyordu. Turfan Uygurlarının nasıl Müslüman olduklarını anlatan aşağıdaki olay bunun böyle olduğunu en güzel bir şekilde açıklamaya yeter.
TURFAN UYGURLARININ MÜSLÜMAN OLMASI
2008 yılında resmi bir heyetle Doğu Türkistan’a gitmiştim. Çinliler bizi, Turfan’a da götürdüler. Burada Turfan Uygurlarının tarihi başkenti olan Yargül’ü gezdik. Burası iki kola ayrılmış bir nehir yatağının ortasında, etrafı yüksek yarlarla ve surlarla çevrili, çok geniş bir alana yayılmış, tarihi kalıntılarla dolu bir saray şehir harabesiydi. Burayı gezerken bir bölümde yüzlerce küçücük mezarın bulunması dikkatimi çekti. Bize Türkçe rehberlik yapan Çin’li görevliye bunları göstererek sordum:
– Bunlar da ne böyle? Bana sanki çocuk mezarlarıymış gibi geldi?
– Evet, haklısınız! Bunlar çocuk mezarlarıdır.
– İyi ama burada bu kadar çok çocuk mezarının ne işi var? Bunlar eski Uygurlardan mı, yoksa sonraki dönemlerden mi kalma?
– Yok yok, sonradan kalma değil. Bunlar ta Turfan Uygurları döneminden kalma çocuk mezarlarıdır. Biliyorsunuz, Turfan Uygurları Budizm dinine mensuptular. Hakan da bu dinin en büyük rahibi, en yüksek din adamı konumundaydı. Budizm’de reenkarnasyon yani ruhun bir bedenden başka bir bedene geçtiği inancı vardır. Hakan, bu çocukların ruhları da kendisine geçsin, böylece daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü olsun diye özellikle yeni doğmuş sağlıklı ve gürbüz çocukları toplatıp seçiyor, bunları kendisi için kurban ettiriyordu. Cesetlerini de özel olarak yaptırdığı bu mezarlara gömdürüyordu. Bu mezarlar işte bu şekilde kurban edilmiş çocukların mezarlarıdır.
– Peki, ama burada yüzlerce mezar var! Bu çocukların anaları, babaları yok muydu? Kendi çocuklarının kurban edilmesine niçin ve nasıl razı olabilmişler? Bunlar hakanlarını bu kadar çok mu seviyorlarmış veya Budizme bu kadar kuvvetli bir imanla mı bağlıymışlar?
– Yok canım, öyle bir sevgi ve dindarlık söz konusu bile değil! Turfan Uygurlarında halkın çoğu Budist bile değildi! Zaten Budizm, halkın değil, yönetici seçkin sınıfın diniydi. Tabii hiç kimse durup dururken, yok yere, çocuğunun elinden alınıp başkası için kurban edilmesine razı olmaz! Ama ne yapsınlar? Halkın rızasını arayan soran yok! Yönetim gücünü, iktidarı ve askeri gücü ellerinde bulunduran yöneticiler zorla en sağlıklı çocukları alıp hakan için kurban ediyorlar. İlk zamanlar halkın buna karşı yapabileceği hiç bir şey yoktu. Ama gün gelip, halkın eline fırsat geçince onlar da yapacaklarını yapmışlar, çektikleri zulmün acısını ve intikamını hakandan ve bütün Budist yöneticilerden çok acı ve ağır bir şekilde almışlar.
– Nasıl olmuş bu iş?
– Anlatıldığına göre Karahanlı Devleti İslamiyeti kabul ettikten sonra halk, Büyük Türk Hakanı sıfatıyla tahtta oturan Abdülkerim Satuk Buğra Han’a başvurmuşlar. Kendilerini Budist yöneticilerin zulüm ve baskılarından, işkencelerinden kurtarması için onu yardıma ve imdada çağırmışlar. Satuk Buğra Han da, ordusuyla gelip ve şehri kuşatmış. Fakat halk hakana ve yönetici sınıfa çok kızgın olduğu için, Satuk Buğra Han’a:
– Hakanım! Siz şimdilik bu işe karışmayın, bize bırakın! Bizim bu adamlardan alınacak öcümüz, intikamımız var. Biz, yıllardır bugünü bekliyoruz. Eğer hıncımızı, öcümüzü bunlardan kendimiz almazsak bizim içimiz rahat etmez, gözümüz de açık gider. En iyisi siz burada bir süre bekleyin! Olanları ve olacakları seyredin! Eğer biz, bunların hakkından gelebilirsek ne ala! Yok, eğer biz bunların hakkından gelemezsek, o zaman siz harekete geçer, ne yapacaksanız yaparsınız! demişler.
– Peki, halk gerçekten bunların hakkından gelebilmiş mi?
– Gelmez olur mu, hem de nasıl? Karahanlı ordusunun hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan, yılların birikmiş öfkesiyle Uygur Hakanını ve askerlerini paramparça etmişler. Budist mabetleri, heykelleri, yapıları yerle bir edilmiş, şu gördüğünüz hale getirilmiş.
Çin’li rehberin anlattıkları gerçekten ibret vericiydi ve ilk İslamlaşma döneminde Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın ve diğer Müslüman Türklerin yaptıkları savaşların nasıl savaşlar olduğunu, ne amaçla yapıldığını çok güzel açıklıyordu.
İSLAMİYETİN TÜRKLERE KAZANDIRDIKLARI
Türklerin İslam’la ve İslam sayesinde düşten de güzel ve üstün bir geçmişleri olmuştur. Bu büyük iman ve idealle var olan bu büyük milletin özü ve cevheri durumundaki karabudunu, varlığını kıyamete kadar sürdürebilme azim ve kararlılığını da bu iman ve idealde aramayı yol ve yöntem edinmiştir. Geçmişinden aldığı güç ve destek, eski başarılarından ve başarısızlıklarından çıkarabildiği derslerle gelecekte de çok daha büyük, daha üstün işler yapabileceğini, yeniden hayaller üstü başarılar kazanabileceğini dost, düşman herkese ispatlamıştır. Bu değerlendirmeler bazılarına hayali, rast gele söylenmiş, boş sözler gibi gelebilir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir. Bu ümit ve temenni, bu iman, inanç ve ideal de İslam’dan kaynaklanmaktadır. Bunu daha iyi anlayabilmek için de konuya tarihin ve olayların ışığında bakmak, Türklük ve Müslümanlık ilişkilerini ileri bir tarih şuuru ışığında değerlendirmek gerekir.
Öte yandan, tarih boyunca Bulgarlar, Macarlar gibi başka bir dinin dindarı olan Türk boylarından hiç biri Türklüklerini muhafaza edememişler, hiçbir Türk boyu İslam’dan başka bir dinle Türk olarak kalamamıştır. İslamiyetten başka dinlere giren Türk boyları, hem kimliklerini, kişiliklerini, Türklüklerini kaybetmişler, hem de Türklerin ve Türklüğün en yaman düşmanları haline gelmişlerdir. İslamdan başka dinler onları hem kimlik ve kişiliklerinden, hem birbirlerinden, hem de Türklüklerinden uzaklaştırmıştır. Çin’e, Balkanlara, Avrupa’ya, Önasya’ya giden, buralarda birçok dinlere girip çıkan Türkler, boyuna erimişlerdir. Çin’de eriyenlerden başka Bizans hizmetine giren ve bu devlette büyük mevki ve makamlara erişen asilzadeler ve Türk soyunun büyük bölükleri tamamen kaybolmuşlardır. Hıristiyanlığı seçen Tuna Bulgarları, Hıristiyan olmalarının üzerinden daha bir asır bile geçmeden Slavlaşarak hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unutmuşlar, Türk düşmanlığında Slavları da geçmişlerdir. Doğu Avrupa’ya yerleşerek devletler kuran başka Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybetmişlerdir.
İslamiyet’ten önce yöneticiler ve halk kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda çok farklı dinlere yönelmişler, toplumda çok farklı dinler ve inançlar türemişti. Kısa zamanda çok sayıda din değiştirilmesi, arka arkaya pek çok dinlere girilip çıkılması, değişik nedenlerle herkesin farklı dinlere yönelmesi, yöneticilerin, halkın, boyların, soyların, budunların, kavim ve kabilelerin başka başka dinlerinin olması, milletin din birliğini gittikçe daha da bozmaktan başka bir sonuç doğurmadı. Büyük siyasi birliklerin ve oluşumların dağılmasından, birbirine rakip ve düşman bir sürü küçük birliktelikler oluşmasının ardından Türkler arasında artık din birliği de kalmamıştı. Onca ayrılığın üstüne bir de dini ayrılıkların eklenmesiyle, millet içinde yeni düşmanlıklar ve çözülmeler baş gösterdi. Din ayrılığı ve yabancı dinlere yöneliş hem Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozuyor, hemde kimlik ve kişiliğini yok edici bir rol oynuyordu. Türk milleti belki de tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Türklerin çok geç olmadan bütün Türkleri kuşatacak, bir araya getirecek yeni bir dine şiddetle ihtiyaçları vardı. Bu arayış asırlarca sürdü.
Pek çok dinlere girip çıktıktan sonra Türkler din işinde ancak Müslümanlıkla bir karar ve istikrar sağlayabilmişlerdir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri içine alacak kuvveti göstermiş ve Türkler içine düştükleri dağınıklıklardan, ayrılık, gayrılıklardan ancak İslam sayesinde ve Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ederek çıkabilmişlerdir. Kendilerinin bu dine yaptığı büyük hizmetlere karşı bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. Eğer Türkler Müslüman olmasalardı, büyük bir ihtimalle başka milletler içinde eriyip gideceklerdi.
TÜRKLÜĞÜN İSLAMİYETLE ALDIĞI YENİ ŞEKİL
Türkler, yapı olarak aşırı fikirlerden, anarşi ve kargaşadan, boş çekişmelerden, taassuptan hoşlanmazlardı. Bu yüzden, bu farklı düşünce ve anlayışlardan hiç birine itibar etmeyerek İslam’ın özüne yöneldiler. İslam’a, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren aşırı, aykırı fikir ve düşüncelerle, fitne ve fesat odaklarıyla mücadeleye giriştiler.
Gazneli Mahmud’un Hindistan’a kadar yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet bu ülkeye de ulaştırıldı. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş’in temelleri atılmış oldu. Osmanlı döneminde ise Türkler, Balkanlara yerleşip, İslam’ı dünya üzerindeki pek çok millete tanıttılar. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da hüküm süren Memlüklerin yönetimine son vermesi ve Halifeliğin Osmanlılara geçmesiyle İslâm Dünyasının manevi önderliğini de Türkler üstlendiler. Batıya doğru sürekli ilerleyen Türkler, gittikleri bölgelerin tarihinin değişmesinde etkili oldular. Her gittikleri yerde dönemlerinin en güzel mimari ve sanat eserlerini meydana getirdiler.
Türklerin Müslümanlarla ilk defa yüzyüze ve karşı karşıya geldikleri dönemde İslam dünyası da Türk dünyası da çok çeşitli ayrılıkların, gayrılıkların, farklılıkların, bölünmelerin, iç çekişmelerin, kin ve düşmanlıkların girdabına sürüklenmişti. İslam dünyası da Türk dünyası da dağılma ve yok olma tehlikesi altındaydılar. Eğer bir araya gelmemiş olsalardı, belki Türklük te Müslümanlık ta yeryüzünden silinmiş olacaktı.
Türk Milletinin Müslüman olması, bir milletin din değiştirmesi, bir dini bırakıp başka bir dine girmesi gibi basit bir olay şeklinde gerçekleşmemiştir. Türklerin o zamana kadar girmiş oldukları başka dinlerden yüz çevirerek, neredeyse bütün bir millet halinde gönüllerinin İslama açılması, topluca Müslüman olmaları, hem gerçekleşmesi, hem de doğurduğu sonuçlar bakımından olağanüstü nitelikler taşıyan, Türk, İslam ve dünya tarihinin en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken olaylarından biridir. Olağanüstü nitelikte çok büyük olayların ardından gerçekleşen, pek çok tarihi olayın başlangıcı ve başlatıcısı olan bu büyük olayı, bazı bilim adamları Türk ve dünya tarihinin en büyük ve en önemli olaylarından biri sayarlar. Nitekim Avusturya’lı bilim adamı von Karabacek de, dünya tarihinde dışarıdan bakıldığında bu kadar basit ve normal bir olay gibi görünüp de, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğuran, bu kadar büyük tesirler icra eden başka bir olay ve tezahürün yok denecek kadar az olduğu değerlendirmesinde bulunur.
Türklük ve Türkler, İslamiyet’le beraber yeni, gerçek ve güçlü bir kimlik ve kişilik kazanmışlar, Türk milleti, gerçek anlamda oluşumunu Müslüman olmakla tamamlamıştır. Türk Milleti gerçek anlamda İslam’la var olmuş, Türklük ve Müslümanlık etle tırnaktan da öte, bedenle ruh gibi birbirinin vazgeçilmezi haline gelmişlerdir. Birbirleriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaşan Türklük ve Müslümanlık, her ikisi de aynı anlamı ifade eden, birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı iki kavram haline gelmiştir.
Türk Milletinin, Türklüğün ve Türk insan tipinin oluşumunda, kıvamını bulmasında, olgunlaşmasında İslam’ın çok büyük payı ve önemi vardır. Türklük, ancak İslam mayasıyla mayalandıktan sonra gerçek hüviyetini, kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini, kemalini bulabilmiş, olgunlaşmış ve kıvamına ermiştir. Türkler Müslüman olmak suretiyle Türklüklerini de kemale erdirmişler, adeta tamamlamışlardır (Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, Milli Klasikler, İstanbul 1999, sayfa 48).
İslamiyet’i kabul etmek, Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırmış, başka milletleri ve toplumları da onlara yönelterek birbirleri içinde eriyip yok olmadan bir ve beraber olmalarını, karışıp kaynaşmalarını sağlamış, onlara ve onlarla beraber olanlara cihan hâkimiyetinin yollarını açmıştır.
İslamiyet ve Türklük arasında, başka hiçbir din ve millet arasında olmamış ve olamayacak kadar sıkı ve sağlam bir ilişki oluşmuştur. Öyle ki bunlar artık rahatlıkla birbirinin yerine kullanılabilir hale gelmiştir. Örneğin, Avrupalıların gözünde Türk ve Müslüman olmak aynı şeydi. Balkanlarda bir gayrimüslim, İslam dinine girince, kökeni Arnavut, Sırp, Hırvat, Rum, Makedon ne olursa olsun ona artık: ‘Türk oldu!’ denirdi. Müslüman olan kişinin artık bir daha eski etnik kökenine bakılmaz, kazanılan yeni kimlik ve hidayet nimeti: “Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti, Bizi Türklükten ayırmasın!” diye şükürle ifade edilirdi. Sıbyan mekteplerinde, İslamın şartları, “Türklüğün şartı beş!” diye öğretilirdi. Kısacası Türklük ile Müslümanlık aynı şey görülür, aynı şey kabul edilirdi. İslam’la şereflendikten sonra Türklük, bir etnik kimlik, bir kavim, kabile, ulus adı olmaktan öte, Müslümanların siyasi, sosyal, iktisadi, hukuki velhasıl her bakımdan birlik ve beraberliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini temsil ve ifade eden bir kavram haline gelmiştir.
Binli yılların başlarında geniş İslam coğrafyasında siyasi birliğin artık adı bile kalmamıştı. Bir dönem İslam dünyasında aynı anda ayrı halifelik birden oluştu. Bunlar İspanya Yarımadasındaki Endülüs Emevi Hilafeti, Kahire’deki Fatımi Hilafeti ve Bağdat’taki Abbasi Hilafeti’ydi. Fakat bunlar da günden güne zayıflayan, bozulan, dağılan siyasi birliklerdi. Nitekim Bağdat’taki Abbasi Halifeliği o kadar büyük bir acz ve zaaf içine düşmüştü ki, Abbasi Halifeleri 945 yılından itibaren kendi başkentlerinde ve kendi saraylarında Şii Büveyhoğullarının bir asırdan fazla sürecek esaretleri ve tahakkümleri altına girdiler. Hilafet merkezinde ve civarında halkın neredeyse tamamına yakını Sünni olmasına rağmen, hilafet merkezinin zaaflarından ve iç ihtilaflardan yararlanan Büveyhoğulları İran’da bir Şii Devleti kurmuşlar ve Bağdat’taki Abbasi halifesini de tahakkümleri altına almışlardı. Bir asırdan fazla süren bu tahakkümden sonra Büveyhiler, Kahire’deki Şii Fatımi Devleti imamını Halife olarak ilan etmeye karar verdiler ve bunun hazırlıklarına başladılar. Bunu öğrenen Halife El Kaim, 10 Aralık 1055 tarihinde Bağdat’ta kendi adından sonra hutbede, Selçuk’lu Sultanı Tuğrul Bey’in adını okutarak, onu Bağdat’a çağırdı. 10 gün sonra Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, hilafet merkezindeki Şii sultasına son verdi. Şii Büveyhoğulları Devletini yıkarak, bölgede yeniden Sünnililiği hâkim kıldı. Fatımi imamına da harp açarak, her yerde Abbasi Halifesi ile kendi adına hutbeler okuttu. Bağdat’a Türk Vali tayin etti. Halifenin bütün İslam âleminin ruhani lideri olduğunu, dünyevi hâkimiyetin ise Selçuklular’a geçtiğini bütün dünyaya ilan etti.
Zaten hiçbir güçleri ve iktidarları kalmamış olan Abbasiler, bu tarihten sonra İslam dünyasındaki siyasi güç ve iktidarı tamamıyla Selçuklu Türklerine bıraktılar. Böylece daha sonra Osmanlılarla devam edecek olan İslam Âlemindeki Türk hâkimiyeti başlamış oldu. Bin yıla yakın bir süre Türkler, İslâmiyet’in hem bayraktarlığını, hem de korumalığını yaptılar.
İspanya’daki Emevi halifeliği ise 1031 yılında tamamen ortadan kalktı. İber yarımadasındaki Müslümanlar, her yerde, her biri öbüründen daha kötü, daha niteliksiz, daha yetersiz, daha zalim ve gaddar, kendi iktidarlarından, kendi zevk ve sefalarından başka bir şey düşünmeyen, kendileri küçük ama ihtirasları ve kullandıkları unvanlar çok büyük, gösteriş, işret ve rüşvet düşkünü yöneticilerin iktidar mücadeleleri yüzünden, tavâif-i mülûk denen parça buçuk sayısız devletçiklere bölünmüştü. Öte yandan bunlar arasında hiç eksik olmayan savaşlar yüzünden halkın can, mal, ırz, namus güvenliği kalmamış, artık ödenemeyecek boyutlara ulaşmış haksız vergiler ve ekonomik krizler yetmiyormuş gibi, sık sık yaşanan savaşların sebep olduğu yakıp yıkma, yağma ve talan olayları halkı canından bezdirmişti.
Batıdan gelen Haçlı Seferleri’ne, doğudan gelen Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu. İslâm dünyası bu sayede dağılmaktan kurtuldu. Selçuklular ve onların mirası üzerine kurulan Osmanlılar döneminde Türkler, bütün İslam âleminin ve Müslümanların hamisi oldular. İmparatorluklarının sınırları içerisinde bulunsun ya da bulunmasın, İslâm ülkelerine ve Müslümanlara yapılan saldırıları kendilerine yapılmış bir saldırı olarak kabul ettiler. Güçlünün değil zayıfın, zalimin değil mazlumun yanında yer almayı temel ilke edindiler. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, kendilerinden yardım isteyen mazlumların, zayıfların imdadına koşmaktan geri durmadılar. Türkler, İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele aldılar ve bu çerçevede yaşadılar. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine gösterdiler.
Türkler asırlar boyunca İslam’ın bayraktarlığını ve korumalığını yaptıkları gibi İslamiyet de Türklüğü koruyan, muhafaza eden bir zırh haline gelmiştir. Türklerin bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri birleştirip içine alacak gücü, kuvveti, kudreti göstermiş ve Türkler içine düştükleri ayrılık gayrılıklardan ve dağınıklıklardan ancak Müslüman olduktan sonra ve İslam sayesinde kuvvetli birlikler teşkil ederek kurtulabilmişlerdir.
İslam’la özdeşleştikten sonra Türklüğün kan bağıyla, soy, sopla, akrabalık, kabile bağlarıyla ilişkisi daha da zayıflamıştır. Tarih boyunca nice anası babası Türk olanların Türklükle alakaları kalmayabildiği gibi, Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir.
İslamiyet Türkleri hem motive edip harekete geçiren büyük bir güç, ideal ve gaye olmuş, hem de onların manevi dünyalarının zenginleşmesinde, estetik duygularının, bedii zevklerinin, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerinin gelişmesinde çok önemli roller oynamış, böylece medeniyet yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak büyük bir sıçrama yapabilmelerine imkân, zemin ve ortam hazırlamıştır. Türkler, bütün dünyayı hayran bırakan büyük eserler vücuda getirebilme, büyük bir medeniyet kurabilme ve bugün yaşayabildikleri yerleri kendi vatanları haline getirebilme gücünü ve bunun için muhtaç oldukları her şeyi ancak İslam’la bulabilmişlerdir.
Türklük İslamiyet’le birleştikten sonra, İslam sayesinde, nerelerden kimler akın edip ona gelirse gelsin, ne kadar çok dolarsa dolsun, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen, varlığını kıyamet sabahına kadar sürdürecek engin bir deniz, bir büyük okyanus olmuştur. Dünyanın en büyük milleti, İbrahim Milleti haline gelmiştir. Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da nasıl engin denizleri doldurup taşıramazsa, Türklük de ne kadar dolarsa dolsun, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, asla taşıp dökülmez. Coşkun akan sular seller gibi ona koşan herkes, onun bağrında kendine mutlaka güzel bir yer bulur.
Tarihi tecrübeler, Türklük denizine karışanın asla yitip kaybolmadığını, eksilip tükenmediğini, küçülüp zayıflamadığını, kaybetmediğini, önemsizleşmediğini, eriyip yok olmadığını gösterir. Aksine herkes eskiden olduğundan ve tek başına olabileceğinden hesaba sayıya sığmayacak kadar daha fazla büyümüş, artmış, çoğalmış, olgunlaşmış, kemale ermiş, güçlenmiş ve kuvvetlenmiştir. Hiç kimse kaybetmemiş, herkes kazanmıştır. Herkes, o büyük varlık ve birlik içinde kendi varlığını da garantiye alabilmiş ve devam ettirebilmiştir. Ona katılanlar en ufak bir zarara uğramamış, herkes olduğundan binlerce kat daha fazla olmuştur. Ona katılanların kazançları matematik hesaplarla bile ölçülemez. Çünkü bu birlik öyle 1+1=2 gibi bir birlik değildir. 11, 111, 1111 gibi birleştikçe değeri onu birleştiren unsurların değerleriyle ölçülemeyecek artışlardan bile çok fazla kazançlar sağlayan bir birliktir. Ona karışan, küçülmemiş daha da büyümüş, eksilmemiş, daha da artmış, azalmamış, daha da çoğalmış, yitip kaybolup gitmemiş, aksine o büyük birlik içinde kendi varlığını da garantiye almıştır.
Bu birlik, asla dışlayıcı, uzaklaştırıcı, ezici eritici bir birlik değildir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılır. O birliğe ne zaman katıldığına, ne zamandan beri o birlik içinde olduğuna bakılmaksızın Türk olmanın mefahirine, şanına, şerefine ortak olur. Ondan ayrılan da bunların hepsinden ayrılmış olur. Denizden veya okyanustan ayrılan, çekilip koparılan bir damla artık nasıl deniz ve okyanus özelliğini yitirirse, Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özellikleri, bin yıldan fazla bir zamanın bütün kazanımlarını yitirmiş olur. Türk’e has karakterlerini ve özelliklerini, dolayısıyla Türklüğünü yitirmiş olanlar ise, tarih boyunca kızgın çöllerde yolunu izini kaybetmiş küçük dereler, deniz olmaya yanaşmayan küçücük damlalar gibi yitip kaybolup gitmişlerdir.
Müslüman olarak İslam’la özdeşleşen, kendisini İslam’a hizmete adayan Türk’ün bu dine hizmetleri ölçüsünde adı, sanı, namı, nişanı, kimlik ve kişiliği zirvelere çıkmıştır. Daha önce kan, soy, sop, dil, renk olarak Türklükle maddi ve manevi hiçbir bağı, ilgisi, alakası olmayan ırklar, kavimler, kabileler ve milletler de çok büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemişlerdir. Hatta bazıları, kendilerinin herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Öte yandan Müslüman olmayan, İslam’a uzak kalan Türkler ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybetmişler, hatta herkesten daha fazla Türk düşmanı haline gelmişlerdir.
Türklük de, Müslümanlık gibi bir etnik kimlik, bir ırk olayı değildir, bir bilinç ve şuur olayıdır. Her ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen şeylerdendir. Her ikisinde de kan ve soy, sop bağı yeterli değildir. Peygamberlerin eşlerinden ve çocuklarından bile dinsizler, imansızlar çıkabildiği gibi, anası babası Türk olanlardan bile Türklükle bütün alakasına kesebilenler çıkabilmiş, öte yandan Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük denizine dalan, Türklük şuuruna eren herkes de köküne, kökenine, geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılır. Denizden kopup ayrılmış bir damla nasıl artık deniz özelliğini yitiriyorsa, Türklük şuurunu yitirmiş herkes de hemen Türk özelliğini yitirir. Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden sonra meydana gelen o eşsiz ve güzel yapı içerisinde bütün çirkinler ve çirkinlikler güzelleşmiş, biçimsizler biçimlenmiş, şekilsizler şekillenmiş, değersizler değerlenmiştir. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise çok geçmeden her şeylerini kaybetmişler, nihayet kendileri de kaybolup gitmişlerdir. O özellikleri kaybedenlere ‘Sen yolu unutmuşsun, yakında yürümeyi, daha sonra kendini de unutursun!’ denirdi.
Türk kelimesinin sözlüklerde hepsi de çok saygın ve olumlu çok çeşitli anlamları vardır. Bu anlamlar Türklerin İslam’a bağlılıklarının ve hizmetlerinin yüksek olduğu dönemlerde yeni yeni olumlu ve üstün anlamlarla güçlenmiş, tersine gelişmelerin yaşandığı dönemlere adımız ve imajımız olumsuza dönmüş, nihayet ‘Turkey’e (hindi) kadar inmiştir. Bu gerçekten de ibretlik bir gelişmedir. Adımızı ve imajımızı sadece reklam ve tanıtım faaliyetleriyle değil, özde, cevherde, kalite ve karaktede kendimizi düzelterek, olumsuz yönlerimizi olumluya çevirerek, eksiklerimizi tamamlayarak, fert ve toplum bazındaki yozlaşmaların, bozulmaların önüne geçip düzelterek, kendimizi iyi yönde değiştirip yenileyerek düzeltebileceğimiz, kendimizi düzeltmeden imajımızı düzeltemeyeceğimiz ortadadır.