Bağrından pek çok peygamberler çıkmış, pek çok peygambere yurt olmuş Kudüs ve civarı, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların gözünde Allah’ın kutsal ve mübarek kıldığı çok önemli bir beldedir. Kudüs; uygarlıkların yerleşik hayata geçtikten sonra yurt edindikleri ve dünyada bilinen en eski şehirlerden birisidir. Kudüs’e ilk yerleşimin M.Ö. 3.000’li yıllarda gerçekleştiği bilinmektedir. Peki, Kudüs’ün kutsallığı nereden kaynaklanır.
Kudüs’ün kutsallığı daha adıyla başlar. Kudüs, Arapça kutsal demektir. Kur’an-ı Kerim’de kutsallığı ifade eden üç temel kavram vardır. Birisi kadese kökünden gelen, kuds kelimesidir ve son derece kutsal demektir. Kudüs kelimesi Türkçe’de ‘kutsallık, kudsiyet, kutsanmış şey veya yer, harîm’ gibi anlamlara gelir.
Allah’ın güzel isimlerinden ve sıfatlarından biri de ‘Kuddûs’dür. İnancımıza göre aslında yegâne kutsal olan sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiç kimsenin, her hangi bir şeyi, kişiyi, mekanı, yeri kutsal kılma, kutsama hakkı ve yetkisi yoktur. Öte yandan Allah’ın kelamı kutsal olduğu için, Allah’tan vahiy alan kişinin veya o vahyin indiği mekânın durumunun biraz farklılaştığını görürüz. Örneğin, Allah tarafından yaratılmış bütün mekânlar aynıdır. Hepsi aşağı yukarı aynı taş, aynı toprak ve aynı malzemeden yaratılmıştır. Ama Hz. Musa kendisine ilk vahyin geldiği yere vardığında, ona: Ayakkabılarını çıkar, çünkü sen Tuva adlı kutsal, mukaddes bir vadidesin (Tâ-Hâ Suresi, Ayet: 12’ buyurulmuştur. Üstelik burası bir ev veya mabet gibi bir yer de değildi. Buna rağmen nasıl ve niçin kutsaldı? Çünkü burada Hz. Musa ilahi hitaba mazhar olduğu için, Allah burayı kutsal kılmıştı. Demek ki buranın kutsiyetinin kaynağı da ilahi kelamdır. Dinler tarihi açısından söylenecek olursa, uluhiyyetin tezahür ve tecelli ettiği yer, zaman, mekân kutsal olmaktadır. Kadir gecesi niye bin aydan daha hayırlıdır. Çünkü o gece Kur’an inmeye başlamıştır. Ramazan niye önemlidir ve diğer aylardan daha farklıdır. Çünkü Kur’an o ayda inmeye başlamıştır.
Peki, Kudüs, neden ve niçin kutsaldır? Çünkü Kudüs, pek çok peygamberin hayatını geçirdiği, yollarında yürüdüğü, semasını gözlediği, havasını teneffüs ettiği ve Allah’tan aldığı vahyi ve ilahi kelamı insanlara tebliğ ettiği bir mekân olduğu için kutsaldır. Pek çok peygamberin orada hatıraları vardır. Bu yüzden de bunları peygamber kabul eden ümmetlerin, milletlerin ve dinlerin, örneğin Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların gözünde çok ayrı bir yeri, önemi ve kutsiyeti vardır.
YAHUDİLER AÇISINDAN KUDÜS’ÜN KUTSALLIĞI
Kudüs, Yahudiler için kutsaldır. Yahudilere göre dünyanın yaratılmasına Kudüs ile başlanmıştır. Yani Kudüs, arzın merkezi ve vaat edilmiş topraklardır.
Bilindiği gibi kronolojik olarak Hz. Musa, Hz. İsa’dan ve peygamberimizden önce gelmiştir. Hz. Musa İsa’dan önce 1200’lü yıllarda yaşamıştır. Ama Hz. Musa, ne Kudüs’e girebilmiş, ne de Kudüs’ü görebilmiştir. Onun peygamberlik hayatında ve dünyasında Kudüs’ün hiç yeri olamamıştır. İsrailoğullarının tarihine göre, Hz. Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkan kavim, kendilerine vaat edilen topraklara girmedikleri için cezalandırılmışlardır. Daha sonra İsrailoğulları, Yeşu’nun önderliğinde Filistin topraklarına girmişler, bölgedeki yerli halklarla savaşarak bu toprakların büyük bir kısmını ele geçirmişlerdir.
Peygamberler tarihinde Kudüs’e ilk defa ayak basan, Hz. İbrahim olmuştur. Hz. İbrahim, Musa’dan çok daha önce tahminen M.Ö. 2000-1800’lü yıllarda yaşamıştır. Hz. İbrahim, Urfa’da doğmuş, orada ateşe atılmış, oradan Harran’a hicret etmiştir. Buradan da kendisine ve soyuna, yani temsil ettiği imanı devam ettirecek olan zürriyetine ilelebet miras olarak verilecek olan vaad edilmiş topraklara gitmek üzere, Kenan diyarı da denilen Filistin topraklarına gelmiştir. Hz. İbrahim, bir ara Salem Kralı Melkisedik’e gitti. Salem, Kudüs’ün o zamanki adıydı. Eskiden şehirlerin tanrıları vardı ve her şehir o tanrının adıyla anılırdı. Salem, pagan ve putperest Kenanilerin şehir ilahının adıydı. Bu yüzden buraya Salem’in şehri deniyordu. Hatta denilir ki, İbranice Jeru Şalayim kelimesi, Ur Şelim, Şelim’in veya Salem’in şehri anlamına gelir. Ur İbranice şehir demektir. Şalem, ayrıca barış anlamına da gelir. İbranice Şalom, Arapça Selam barış demektir.
Tevrat’ın bütünü, 9. Yüzyılda, ilk defa Endülüslü Yahudi düşünürü ve âlimi Sadiya Gavon (Said bin Yusuf el-Fayyumi) tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Gavon, Jeruşalim kelemesini Dâr’üs’Selâm ve Medinetü’s-Selam (Barış Şehri) olarak Arapçaya çevirmiştir. Ancak adı ‘barış şehri’ anlamına gelmesine rağmen, ne yazık ki bu şehir, tarih boyunca hep kanlı mücadelelere sahne olmuştur.
Yahudilikte Kudüs’e ilk giren ve burayı fetheden Yahudi Kralı Hz. Davut olmuştur. Hz. Davut, M.Ö. 1010 yılı ile 970 yılları arasında 40 yıl saltanat sürmüş, saltanatının ilk yedi yılı da Hebron (El-Halil) kentinde geçmiştir. Burası Hz. İbrahim ile eşi Hz. Sare’nin, oğlu İshak ve onun eşi Rebeca’nın, Hz. Yakup ve eşi Lea’nın kabirlerinin ve sandukalarının bulunduğu yerdir. Müslümanlar, buraya Halil’ür’Rahman Camii’ni yapmışlardır.
M.Ö. 11. yüzyılın sonlarına doğru İsrailoğulları’nın ilk devleti İsrail kurulmuş, Kral Saul’dan sonra Hz. Davud hükümdar olmuştur. Birçok kaynakta Kudüs’ten Davud’un Şehri olarak bahsedilir. Çünkü Kudüs, Hz. Davud tarafından fethedilmiş ve Birleşik İsrail Krallığının başkenti haline getirilmiştir. Aynı zamanda İsrail Krallığının en önemli dini merkezi olmuştur. Kudüs’ün kutsallığının da bu dönemden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
Davut (AS), saltanatının 7 yılında Kudüs’ü Yabusilerden alarak, burasını hem kuzeydeki, hem de güneydeki 12 Yahudi kabilesinin tümünün merkezi haline getirmiştir. Yahudiler, Mısır’dan çıktıktan sonra, Davut (AS) Kudüs’ü fethedinceye kadar göçebe bir hayat sürmüşlerdir. Ancak Kudüs’ün fethiyle yerleşik bir hayata geçmişler, kendi bağımsız ve egemen devletlerini kurabilmişlerdir.
Hz. Davut, Kudüs’ü fethedinceye kadar, bu şehrin herhangi bir kutsiyeti yoktu. Hz. Musa’da da yoktu, Yeşu’da da yoktu, hâkimler dönemi denilen 12 kişinin yönetim döneminde de yoktu. Hz. Davut, Kudüs’ü aldıktan sonra, Kudüs dışındaki Ahit Sandığı’nı (Aaron Hakodeşh) Kudüs’e getirdi ve buradaki geçici yerine koydu. Bu Ahit Sandığı, Allah’ın peygamberiyle buluştuğu, görüştüğü ve mesajını ilettiği mekânı temsil ediyordu. Bu, Allah tarafından, eni, boyu, yüksekliği bildirilmiş, Akasya ağacından yapılmış bir sandıktı. Buna İbranice Şehîne, Arapça Sekîne deniyordu. Bu Sandık, Presans Dö Diyö yani Tanrı’nın kudretiyle tecelli ve tezahür ettiği mekân sayılması açısından son derece kutsal sayılıyordu.
Davut (AS) Kudüs’te kendisine bir ev veya saray yaptırmış, ardından da: ‘Ben kendime bir ev yaptım ama Tanrı evsiz! O’na da bir ev yapayım!’ diyerek Ahit Sandığı’nın da konacağı büyük bir mabet yapmaya niyetlenmiştir. Şimdiki Harem-i Şerif denilen, birisinin harman yeri olan, 144 dönümlük bir araziyi satın almış, Mabedi yapmak için de gerekli bütün malzemeyi, parayı, pulu da hazırlamıştır. Ancak Allah ona şöyle buyurmuştur: ‘Sen, çok savaş yaptın, çok kan döktün! O kanlı ellerinle benim Mabedime ilişme! Benim Mabedimi sen değil, senin oğlun Süleyman yapacak!’ Süleyman ismi de yine selam, barış anlamındaki Şalom’dan gelir. Hz. Süleyman, onca büyük saltanatına, hükümranlığına, debdebesine, ihtişamına, zenginlik, genişlik, refah, güç ve kudretine rağmen sadece bir tek savaş yapmıştır, başka bir savaş yapmamıştır. Onun devri çok büyük bir huzur, barış ve sulh içinde geçmiştir.
Babasının yerine geçen Hz. Süleyman, Mabedi yaptı ve tamamladı. Süleyman Mabedi yedi yılda tamamlanmıştır. M.Ö 950’de, başka bir rivayete göre de 960’da büyük bir törenle açılmıştır. Yahudiler için Kudüs’ün önemi de işte bu Süleyman Mabedinin orada yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Süleyman Mabedine İbranice Beyt Hamikdaşh denir. Bunun birebir karşılığı Beyt’ül-Makdis’tir. Yani Kutsal Ev, Kutsal Mabet demektir. Kabe’ye Beytullah denilmesi gibi…
Yahudiler, Kutsalların Kutsalı olarak kabul ettikleri Tapınak Dağı’na o kadar büyük değer verirler ki dua ederken yönlerini oraya çevirirler. Yahudilere göre yeryüzünün en kutsal bölgesi Filistin coğrafyası, Filistin coğrafyasının en kutsal yeri Kudüs, Kudüs’ün en kutsal mekânı Harem-i Şerif, yani Mabed’in bulunduğu yer, Mabed’de de en kutsal yer ise bu kutsallar kutsalı denen, Ahit Sandığı’nın konduğu yerdir. O da şimdiki Kubbe’tüs-Sahra’nın tam altındaki yerdir.
AHİT SANDIĞI
Süleyman Mabedi’nin tam yeri şimdiki Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu yerdeydi. Mabed’in bir dış avlusu, bir iç avlusu, bir de kutsallar kutsalı denen Ahit Sandığı’nın muhafaza edildiği bir odası vardı. Bu oda bugünkü Kubbetü’s-Sahra’nın altındaki, bizim Hacer-i Muallak dediğimiz kaya kütlesinin üzerindeydi. Yahudilere göre, Hz. İbrahim de oğlu İshak’ı, Ahit Sandığı’nın da konulduğu, bu kaya üzerinde kurban etmek istemişti. İslam’a göre kurban edilmek istenen İshak değil, ilk oğul olan İsmail’dir. Yahudilikte de Rabbe adanma noktasında ilk doğanlar önemlidir. İlk oğulun, İsmail olduğunu Tevrat da inkâr etmez. Ancak Yahudiler, cariyenin çocuğu olduğunu öne sürerek, Hz. İsmail’i ve zürriyetini İbrahimi mirastan reddederler.
Ahit Sandığı’nda neler vardı? Hz. Musa, Tevrat’ı kitap haline getirip çoğaltmış, oniki kabileden her birine birer nüsha vermişti. Ana nüshayı da bu Ahit Sandığı’nın içine koymuştu. Beş emir birinde, beş emir diğerinde olmak üzere on emrin yazılı bulunduğu iki tableti de bu Ahit Sandığı’nın içine koymuştu. Ahit Sandığı, Tanrı’nın peygamberiyle görüştüğü, vahyini tebliği ettiği, adeta antropomorfik olarak Tanrı’nın İsrailoğullarının arasında oturduğu, En Kutsal yeri temsil ediyordu.
Ahit Sandığı, önceleri, Kudüs fethedilmeden önce, Mişkan dedikleri, iki bölmeli toplanma çadırının, herkesin giremediği ön bölmesinde bulunuyordu. Hz. Musa ile beraber Yeşu çadırdan içeri girmişler, ancak bu kutsal bölmeye sadece Hz. Musa girebilmişti. Bu sandık ne kadar kutsalsa, o kadar da tehlikeli kabul ediliyordu. Bu Sandığın onları çarpacağına, ona dokunan mürd ü helak olacağına inanılıyordu. Hz. Musa peygamberliğinin sonunda, yani Tevrat’ın vahyi tamamlanınca, yazdığı Tevrat nüshalarından birini bu Ahit Sandığı’nın içine koymuştu. Ayrıca Tevrat’tan oniki nüsha daha çoğaltarak, okuyup, uygulamaları ve yaşamaları için 12 Kabilenin her birine birer tane verdi. Hz. Musa’dan sonra ikiyüz elli yıl boyunca ve Yeşu önderliğinde vadedilmiş topraklara girme mücadelesi verildi. Kudüs, ancak 250 yıl sonra, Hz. Davut tarafından fethedilebildi. Hz. Davut’tan sonra, onun oğlu Hz. Süleyman tarafından Süleyman Mabedi, daha sonra da onun kutsallar kutsalı denilen Ahit Sandığının konacağı en kutsal bölümü yaptırıldı.
Ahit Sandığı, buradaki yerine merasim ve dualarıyla kondu. Fakat Ahit Sandığı açılıp bakıldığında, içinden sadece üzerinde on emrin bulunduğu şehadetin iki taş tabletinin çıktığı, başka bir şey olmadığı görüldü. Tevrat nüshası ve diğer emanetler (bir çömlek kudret helvası, Hz. Harun’un kuruyup tomurcuklanmış asası vs) çıkmadı. Bunlara ne olduğunu, nasıl kaybolduklarını hiç kimse bilmiyordu. Yani adamların, dinle, imanla Tevrat’la alakaları bu kadar gevşemişti ki, neredeyse hiç kalmamıştı. Bu arada sadece Ahit Sandığı içine konulan Tevrat nüshası değil, Hz. Musa’nın çoğaltıp 12 Kabilenin her birine verdiği Tevrat nüshaları da ortada yoktu.
Ahit Sandığı’nın bulunduğu yere herkes giremezdi. Sadece Baş Kohen, o da senede bir gün Tişri ayının onunda, Yom Kipur’da kutsallar kutsalı denen Ahit Sandığının bulunduğu bu odaya girer ve Tanrı’nın özel adını, yani Yahve adını yüksek sesle söylerdi. Yahudilere göre Yahve adını telaffuz etmek yasaktır, Tevrat okunurken bile söylenemez. Onun yerine Rabbim, Efendim anlamına Adonai veya O Kutlu İsim anlamına Ha-şem (el-İsm) denir. Hem çekici, hem de korkutucu ve ürkütücü olan bu Sandığa belli dua ve merasimler yapılmadan dokunulamazdı.
Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra devlet, kuzeyde başkenti Sâmiriye (Samana) olan İsrail Krallığı ve güneyde başkenti Kudüs (Jeruselam) olan Yahuda Krallığı olmak üzere ikiye bölündü.
Her iki Yahudi Krallığı da varlıkları uzun süre devam ettiremediler. Önce kuzeydeki İsrail Krallığı, M.Ö 722’de Asur kralı II. Sargon tarafından, M.Ö 586’da da güneydeki Yahuda Krallığı Babil kralı Nabukadnezar (Buhtunnasr) tarafından yıkıldı. Asurlular ve Babilliler, Yahudi kabilelerini bölgeden sürgün ettiler. Bu kabilelerden bazısı da Arap yarımadasına ve Hicaz bölgesine göç ettiler.
Babil Kralı Nabukadnezar (Buhtunnasr) M.Ö 586’da Süleyman Mabedi’ni yakıp, yıktı, Mabedin değerli eşyalarını da alıp götürdü. Yahuda Krallığı’nı yıkan Buhtunnasr, Yahudilerin önemli bir bölümünü de esir alıp Babilonya’ya götürdü. Zaten İsrail Krallığı daha önce M.Ö 722’de Asur kralı II. Sargon tarafından yıkılmış, on kabilenin halkı da esir edilip başka yerlere götürülmüştü.
M.Ö. 586 yılında Babillilerin Kudüs’ü işgal ederek son verdikleri dönem, Birinci Tapınak dönemi olarak anılır.
614 yılında Sasaniler Kudüs’ü istila etmişler ve 15 yıl boyunca Kudüs’e hükmetmişlerdir. 629 yılında Bizans İmparatorluğu Kudüs’ü tekrar geri almıştır.
Yahudilerin Babil esareti yarım yüzyıl sürdü. M.Ö. 538 yılında Pers Kralı Cirus veya Kuruş, Babil’i yenerek, Yahudileri özgürleştirdi.
14 Mayıs 1948’de akşam saat 4-5 sularında İsrail Devleti ilan edildi. Devletin ilanından sadece on dakika sonra bu devleti tanıyan ilk yabanca devlet başkanı ABD Başkanı Truman oldu. Ertesi gün de Sovyetler Birliği tanıdı. Amerika’daki Yahudi cemaati teşekkür sadedinde kendisini ziyarete gittiklerinde Truman onlara: ‘Ben sizin Cirus’unuzum!’ demişti. Cirus, M.Ö. 538 yılında Yahudileri Babil esaretinden kurtarıp, onlara ‘Vatanınıza dönün, artık özgürsünüz! diyen Pers kralıydı. Birileri Milattan önce 538’deki bir olayı bile unutmuyorlar.
General Allenby de 11 Aralık 1917’de Yafa Kapı’sından Kudüs’e girerken: ‘Haçlı Savaşları işte şimdi sona erdi!’ demişti.
Babillilerin yıktığı Süleyman Mabedi, M.Ö. 516 yılında Perslerin yardımıyla (Kral Daryus) ikince kez ve aynı yerine tekrar yaptırılmış ve İkinci Tapınak adıyla anılmıştır. Kudüs şehrinin duvarları da I. Artaserhas tarafından M.Ö. 445 yılında yeniden yaptırılmıştır.
Kudüs, M.Ö. 63 yılında bu sefer de Romalılar tarafından fethedilmiştir. Büyük Herod, Kudüs’te birçok yeni yapılar inşa ettirmiş, şehrin görüntüsünü büyük ölçüde değiştirerek, Romalı bir şehir görüntüsü verilmiştir. Süleyman Mabedi de ilk yapıldığı haliyle kalmamıştır. Mabet, M.Ö. 30’lu yıllarda Kral Herodes tarafından genişletilmiş, rekonstrüksiyonu yapılmış, çevresine de bir kuşatma duvarı çekilmiştir. Bu gün Ağlama Duvarı denilen duvar da o zamandan kalmadır. Yahudiler buna Ağlama Duvarı değil, Batı Duvarı derler.
Mabet Yahudilikte, bizdeki Kâbe mesabesindedir. Yahudi dininde ibadetin özü kurbandır. Kurban da ancak Kudüs’teki o Mabette, ruhban sınıfının gözetiminde ve denetiminde kesilebilir.
M.S 68’de Yahudiler, Romalılara karşı ayaklandılar. Romalı Komutan Titus, Kudüs’ü kuşattı. Kuşatma, 68’den 70’e kadar sürdü. Yahudilerin anlatımlarına göre içerdekiler öyle perişan oldular ki, açlıktan kendi çocuklarını yediler. 70 yılında Kudüs düştü, Mabed de ikinci ve son kez yakılıp, yıkıldı.
Zeloglar denilen 960 kişilik bir grup, Ölü Deniz’e tepeden bakan Masada Kalesine çekildiler. Burada 73 yılına kadar mücadele ettiler. Roma ordusu bunları, bu yüksekçe tepede kuşatmıştı. Artık kurtuluş ümitlerinin kalmadığını düşünen ve Romalılara da teslim olmak istemeyen Yahudiler intihar etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Aralarından silah kullanmayı bilen 10 kişiyi seçerek, kendilerini öldürmekle görevlendirirler. Kural gereği bu 10 kişi, diğer 950 kişiyi öldürdükten sonra, birbirlerini öldürecekler, böylece geride hiç kimse hayatta kalmaksızın toplu intihar gerçekleştirilmiş olacaktı. Fakat bu toplu intihardan, yine de 2 kadın ve 5 çocuk sağ kalabildi. Hikâyenin tarihsel arka planı da, hayatta kalan bu kişilerin aktarımlarından ve anlatılarından öğrenilmiştir.
HRİSTİYANLAR AÇISINDAN KUDÜS’ÜN KUTSALLIĞI
Hristiyanlar da, hem Tevrat tarihi açısından, hem de Hz. İsa’nın yaşamında çok önemli yeri olması açısından Kudüs’ü kutsal mekân olarak kabul ederler. Hristiyanlar için de Kudüs, mahşerin, dirilişin mekânı ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yeri ifade eder.
Yeni Ahit’te, Hz. İsa’nın doğumundan hemen sonra Kudüs’e getirildiği ve büyüdüğünde İkinci Tapınağı temizlediği belirtilir. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın son akşam yemeğini de havarileriyle birlikte Kudüs’te yediğine ve Kudüs’te çarmıha gerildiğine, Hz. Meryem’in kabrinin orada bulunduğuna inanırlar. Hz. İsa’nın çarmığa gerildiği Golgotha bölgesinde hac alanı olarak kabul edilen Kutsal Kabir Kilisesi yaptırılmıştır. Bu kutsal kiliseye hizmet paylaşımı konusunda Hristiyan mezhepler arasında büyük kavgalar olmuş, bu sorunu Osmanlılar, Sultan Abdülmecid Han, 1852’de buranın anahtarını Müslüman iki aileye vererek çözmüştür. Farklı mezheplerin bu Diriliş Kilisesi’ndeki hizmetleri bir nizama ve intizama bağlanmıştır. Padişah fermanı ulaştığında, bir Ermeni papaz, bir merdivende cam siliyormuş. Her şey olduğu gibi bırakılmış. Bugün hala oraya gidenler o merdivenin orada hala durduğunu görürler.
Hz. İsa, M.Ö. 5 yılında doğmuş, 33 yıl yaşamıştır. Matta İncili 24. Bab göre, bir gün Hz. İsa, havarileriyle beraber Mabed’in önünden geçerken, Mabed’i işaret edip şunları söylemişti: ‘Bu gördüğünüz yapıda taş üzerinde taş kalmayacak!
Süleyman Mabedi’ni ikinci kez yakıp yıkan Romalılar, o zamanlar putperest ve pagandılar. Süleyman Mabedinin yıkıntılarının olduğu yere de 132 yılında Jüpiter’e ithafen bir pagan tapınağı yaptırdılar. Buna karşı da Yahudiler Şimon Bar Kahba liderliğinde yeniden ayaklandılar. İmparator Hadriyanus, bu isyanı da bastırdı. Şimon Bar Kahba öldürüldü. Yahudiler yine büyük bir katliama tabi tutuldular. Bu dönemde Yahudiler’in şehre yılda sadece bir defa girmelerine izin veriliyordu. Bu durum M.S. 7. yüzyıla kadar böyle devam etmiştir. İmparator Hadriyanus, 136 yılında bu şehri yeniden kurdu. Buraya kendi ön adını verdi. Aelia Capitolina… Hatta bir zamanlar İslami kaynaklarda bile Kudüs’deki Mescid’in adı İlya Mescidi olarak anılıyordu.
Roma 380’de Hristiyan olunca Süleyman Mabedinin yerine yaptırılan pagan tapınağı yıkıldı. Fakat Hristiyan Roma, yıkılan bu tapınağın yerine Süleyman Mabedi’nin daha önceki tasvir ve temsillerine göre yeni bir mabet yaptırmadı. Bunun nedeni, Matta İncil’inde, Hz. İsa’nın bu binanın tamamen yıkılacağını, taş üzerinde taş kalmayacağını haber vermesiydi. Eğer buraya yeni bir mabet yapılacak olsa, Hz. İsa’nın geleceğe yönelik bu sözünün, bu peygamberi haberin boşa çıkarılmış, geçersiz kılınmış olacağı düşünülmüştü.
Roma İmparatorluğu, M.S. 70 ve 135 yılından sonra Yahudileri Kudüs’te ve Filistin’de bırakmadı. Hepsini ya öldürdü, ya da Filistin’den sürdü. 2000 yıllık diyaspora dedikleri de böyle doğdu. Pagan Roma, sürekli isyan çıkardıkları için Yahudilere düşmandı. Hristiyan Roma ise, İsa’yı çarmıha gerdirdikleri gerekçesiyle Yahudilere düşman olmuşlardı.
MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN KUDÜS’ÜN KUTSALLIĞI
Kudüs, Müslümanlar açısından da son derece önemli ve kutsaldır. Müslümanlar yani İslam dini için Miraç’ın basamağı, Müslümanların ilk kıblesi, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehirdir.
Müslümanlar, 16 yıl boyunca, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelerek namazlarını kılmışlardır. Daha sonra, Medine’de inen ayetle kıble, Mekke’deki Kabe’ye çevrilmiştir. Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan miraç yolculuğunun başladığı yer olan Mescid-i Aksa da Kudüs’tedir. Kur’an-ı Kerim’de Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın da içinde bulunduğu o bölge ve çevresini, arz-ı mukaddese, yani mukaddes belde, mukaddes diyar, mukaddes ülke diye nitelenir:
“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermemiz için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah) ne yücedir. Gerçekten O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir (İsra Suresi, Ayet: 1).
Hazreti İbrahim’in ve Hazreti Lut’un göçtükleri Filistin toprakları da Enbiya Suresi’nin 71. ayetinde ‘İçinde âlemler için bereketler kıldığımız yer’ olarak vasıflandırılır. Hz. Musa da kavmini buranın eşiğine getirdiğinde, Kur’an’a göre onlara şöyle seslenmişti: “Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı bu kutsal topraklara, mukaddes diyara girin! (Mâide Suresi, Ayet: 21-22).’ Dolayısıyla Allah yolunda büyük mücadelelerin yaşandığı, sayısız şehitlerin medfun olduğu Filistin toprakları, bir bütün olarak Müslümanlar için de kutsal ve mübarek topraklardır.
Yani o bölge İslam açısından da mukaddes diyardır. Öte yandan İbrahim (AS) ve yeğeni Lut’un, ayrıca Mısır esaretinden ve zulmünden sonra İsrail oğullarının götürüldükleri mübarek, bereketli diyarlardır. Bâreknâ kelimesiyle ifade edilen hem bereketli, hem de mukaddes diyardır. Mukaddes ve bereketli diyar olmasının temel sebebi, çok sayıda peygamberin o bölgede icra-i faaliyette bulunmuş olmalarıdır. Kur’an’da zikredilen peygamberlerin çoğunun Ortadoğuya gönderilmiş olması, Ortadoğu dışına hiç peygamber gönderilmediği anlamına gelmez. Zaten Kur’an’ın esas amacı tarih yapmak ve tarih yazmak değildir. Ama Kur’an-ı Kerim’in ilk hitabettiği topluluğun bilgi birikimi kullanılarak, onlara hitap edildiği, geçmişten kıssalar anlatıldığı için, bu bölgeye gönderilen peygamberler üzerinde iş örülüp gitmiş, onlardan daha fazla bahsedilmiştir. Dolayısıyla o bölge kutsaldır, mübarektir, bereketlidir.
Bilindiği gibi Müslümanların ilk kıbleleri Kudüs’tür. Kur’an’ın bildirdiğine göre yer yüzündeki ilk mabet, Kabe’dir: Gerçek şu ki; İnsanların ibadet etmesi için kurulan ilk ev, Mekke’deki o kutsal ve bütün âlemler için hidayet kaynağı olan Kâ’be’dir (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 96). Mabet, ne için yapılır? İbadet için! İbadette de kıble, yönelme önemlidir. Bugün Yahudiler Kudüs’e, Hristiyanlar doğuya yönelirler. Ama insanlığın ilk kıblesi Kabe’dir. Kabe’den sonra Kudüs’tür. Peygamberimiz, namaz farz kılındıktan sonra, Mekke’de iken, ashabıyla beraber Kudüs’e yönelerek namaz kılıyordu. Medine’ye hicretten sonra, onyedi ay hala ve yine Kudüs’e yönelerek namaz kıldı. Bunlar, Kudüs’ün öneminin, kutsallığının delillerindendir.
Bazıları, Peygamberiniz, miraca çıkarken, neden doğrudan Kabe’den değil de, önce neden Kudüs’e kadar gidip de oradan miraca çıktığını, hatta semanın kapısı, sadece Kudüs’ten mi göklere açılıyor diye sorarlar. Allah’u alem, bunun sebeplerinden biri herhalde ertesi günü İsra’yı ve Miracı halka daha kolay anlatabilmesi için de olabilir. Çünkü bu büyük olayı, Peygamber Efendimizin maddi delillerle de ispat etmesi gerekiyordu. Peygamber Efendimiz, ne miraçtan önce, ne de bundan sonra Kudüs’e hiç gitmemiştir. Sadece çıkıp indiğini söylemesi, insanların inanması açısından yeterli olmayacaktı. Ama bir aylık yolu, bir gecede gidip geldiğini ispat edebilmesi, öbür taraflara yaptığı yolculuğa da daha kolay inanılabilmesini sağlayabilirdi. Nitekim öyle de olmuştur. Arap toplumunda o zamanlar Kudüs’e gidip gelenler ve Kudüs’ü çok iyi tanıyıp bilenler vardı. Bunlar, Kudüs’le ilgili olarak, ‘Kaç kapısı var? Neresinde ne var?’ gibi pek çok sorular sordular. Allah, aradan perdeyi kaldırdı, Kudüs’ü gözünün önüne getirdi, Peygamber Efendimiz de kapılarını sayıp söyledi, bütün sorularını da doğru bir şekilde cevaplandırabildi.
Kudüs, peygamberler diyarıdır. Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. İsa, Hz Meryem başta olmak üzere, daha adını sanını bilmediklerimiz nice peygamberler de burada yaşamıştır.
Yahudilerce Hz. Davut son derece önemlidir. Ancak Yahudiler, Hz. Davut’a yeterince saygı göstermemişlerdir. Yahudilerin Kutsal Kitaplarında Hz. Davut bir kral olarak geçer. Ona, bir sürü hanımı varken, zina ettiği iftirası atılır. Sıradan insanın bile yapması, irtikap etmesi yasak olan kötü bir işi ona isnat ederler. Bize göre Hz. Davut, kral olmasına rağmen, kendi elinin emeği ile geçinen biriydi. Savm-ı Davut, yani Davut orucu, çok oruç tutmak isteyenlere tavsiye edilen bir oruçtur. Savt-ı Davut, yani o kendine has Davudi sesiyle Zebur’u, Mezmurları okumasıyla da meşhurdur. Hz. Süleyman da, Kur’an’a göre cinlerin, rüzgârın, şeytanların bile kendisinin emrine amade kılındığı büyük bir peygamberdir. Biz, Hz. Süleyman’a bir peygamber ve üstün bir şahsiyet olarak çok büyük saygı duyarız. Ama Yahudi Kutsal Kitabında yazıldığına göre, Hz. Süleyman’ın yediyüzü kral kızı olmak üzere bin karısı ve üçyüz de cariyesi vardır. Hatta ona, ömrünün sonuna doğru hanımlarının arzularına uyarak putlara taptığı iftirası bile atılır. Hâlbuki Tevrat’a göre, krallar en fazla 18 hanım alabilirler. Bin karısı nasıl olabilir? İlk hanımının, Firavun’un kızı olduğu belirtilir. Hâlbuki İsrail kanunlarına göre, Firavunların kızıyla evlenmek İsrailoğullarına yasaktı. Muabilerin, Ammunilerin kızlarıyla evlenmek de yasaktı.
Üstelik peygamberlerin ismet sıfatı vardır. Onlar, Allah tarafından hatalardan, günahlardan korunmuş, nezih ve münezzeh şahsiyetlerdir. Fakat onları layık oldukları saygın mevkie oturtanlar da sadece İslam ve Kur’an olmuştur.
Yahudiler, peygamber olarak kabul etmeseler bile, Davut’a da vahiy geldiğini kabul ediyorlar. Meymunides’e göre ise, Tanrı’nın hitap ettiği, vahyettiği herkes peygamberdir.
Kısacası İslam noktai nazarından da Kudüs kutsaldır. Müslümanların ilk kıblesi olması nedeniyle kutsal, Müslüman olmamız için inanmamız gereken önceki peygamberlerin hatıralarını barındırdığı için kutsaldır. Hz. İsa’nın ve Hz. Davut’un peygamberliğine inanmayan biri Müslüman olamaz.
KUDÜS ÜZERİNE YAHUDİ YALAN VE SAFSATALARI
Yahudiler Kudüs’e Yeruşalayim derler. Bu isme ilk defa Yeşua kitabında rastlanır. Yaruşalayim, “Barışın Şehri” anlamına gelir. SLM kökünden türetilmiş olan Şalim kelimesi, İbranice Şalom ile Arapça Selam kelimeleri gibi ‘barış’ anlamı taşır. Şalam kelimesine eklenen ‘-ayim’ eki, İbranicede çoğul belirtmek için kullanılır. Buradan da Kudüs’ün iki tepe üzerine kurulmuş olduğu anlamı çıkarılmaktadır. Aslolan Kudüs’te İbrahimi imanın temsil edilmesi ve burasının adına layık bir şekilde bir barış şehri olmasıdır. Bunu da tarih boyunca bir tek Müslümanlar sağlayabilmişlerdir.
Şimdi Filistin’de Yahudiler, taş üstünde taş bırakmıyorlar. Halbuki o topraklarda taşı ilk kullanan Davut (AS)’dır. O, Calut gibi güçlü kuvvetli, tepeden tırnağa serapa zırhlara bürünmüş, silahlarla donanmış, devasa birini, büyük bir kral ve komutanı bir sapan taşıyla yere sermiş ve öldürmüştü. Elindeki mızrağın ucundaki topuzun demirinin ağırlığı da Kutsal Kitap uzun uzun anlatır. Bugün sapan ve taş Filistinli çocukların elinde, zırhlara bürünmüş olanlar da İsrailli askerler. Bu nasıl, ters bir görüntüdür?
Maide Suresi 32. Ayet’te Allah şöyle buyuruyor: “Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap’ta) şunu yazmıştık: ‘Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır (Maide Suresi, Ayet: 32).
Yahudiler, kendi Kutsal Kitaplarındaki bu evrensel kuralı bile ters yüz etmişler, değiştirmişler, tahrif etmişlerdir. Mişna Yahudi Kutsal Kitabında bu hüküm: ‘Kim bir İsrailliyi, haksız yere öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.’ şeklinde değiştirilmiştir.
Bunlar, bu bölgenin kendilerine vaat edilmiş topraklar olduğunu iddia ediyorlar. Hatta bu Arz-ı Mevûd hudutlarını da kendi kafalarına göre sürekli olarak genişlettikçe genişletiyorlar.
Halbuki onlar, bu topraklar kendilerine Allah tarafından sunulduğu zaman bile almak için hiçbir fedakarlığa katlanmamışlardır. Hz. Musa, kavmini buranın eşiğine getirdiğinde, Kur’an’a göre onlara şöyle seslenmişti: “Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı kutsal topraklara, mukaddes diyara girin! Sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz. Fakat onlar dediler ki: “Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz.” (Mâide Suresi, Ayet: 21-22). Hatta küstahlıklarını: “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın! Biz burada oturacağız! (Mâide Suresi, Ayet: 24” diyecek kadar ileri götürdüler. Allah da, onların bu edepsizliklerine karşı şöyle buyurdu: Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme! (Mâide Suresi, Ayet: 26). Bu küstahlıklarına ve edepsizliklerine karşın, Allah da burasını onlara 40 yıl haram kıldı. Bu durumda olan Hz. Musa’ya olmuştu. Hz. Musa da kırk yıl boyunca İsrailoğullarıyla çöl hayatı yaşadı. Çektiği çilelerin, sıkıntıların, meşakkatlerin, dertlerin, tasaların haddi hesabı yoktu. Hz. Musa’ya etmedikleri zahmeti ve zulmü bırakmadılar. Tevrat’a göre, bir gün artık Hz. Musa’nın sabrı taşmış ve Allah’a: ‘Ya Rabbi! Bunları ben mi doğurdum da benim sırtıma yük ettin! Bu kavmini üzerimden al da ne yaparsan yap!’ diye şikâyette bulunmak zorunda kalmıştı.
Ayrıca Eski Ahit’te Yeremya Kitabı, 7. Bab’da şöyle denmektedir: “Rab, Yeremya’ya şöyle seslendi: Rabbin Tapınağının kapısında dur ve şu sözümü insanlara duyur! Onlara de ki: Ey Rabbe tapınmak için bu kapılardan giren Yahuda halkı! İsrail’in Tanrısı, her şeye egemen Rab diyor ki: Yaşantınızı ve uygulamalarınızı düzeltin! O zaman burada kalmanızı sağlarım. Burası Rabbin Tapınağıdır; Rabbin Tapınağı buradadır gibi aldatıcı sözlere asla güvenmeyin! Eğer yaşantınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltir, birbirinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze, dula, yetime haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmezseniz, burada sonsuza dek, atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım. Ne var ki sizler, işe yaramaz, aldatıcı sözlere güveniyorsunuz.”
Kutsal Kitaplarında, haksız yere kan dökmeyin, garibe, öksüze, yetime, dula, yabancıya haksızlık etmeyin, adaletle davranın, halinizi düzeltin, deniyor. Ama şimdi onlar, geçmişte olduğu gibi bugün de bunun tam tersini yapıyorlar. Her gün, çoluk, çocuk, bebek demeden binlerce masum ve mazlum insanın kanını haksız yere sular seller gibi akıtıyorlar. Bu kavganın sebebi nedir? Bunlar: ‘Biz buraya Mabedi yapacağız, bu topraklar sadece bizim, başkalarına burada hayat hakkı yok!’ diyorlar. Bu nasıl iş?
Elbette Müslümanlar olarak biz, katiyyen Yahudi karşıtı değiliz, Yahudiye düşman da değiliz. Ama kim olursa olsun, insanlara zulüm ve haksızlık yapılmasına, terör uygulamasına karşıyız. Herkes özgür iradesiyle dilediği dini ve inancı seçebilir. Herkesin insan haklarına, insan olması açısından hayatiyetin sürdürmesine sonsuz saygımız vardır. Herkes de böyle olmalıdır. Şimdi siz, bu masum çocuklardan ne istiyorsunuz? Koskoca dünyaya sığamıyor musunuz? Vaktiyle sizi o topraklardan kovanlar, Mabedinizi yıkanlar kimlerdi? Bu çocuklar mıydı? Babilliler, Romalılardı! Gidin, hesabınızı bulabilirseniz onlarla görün!
Yahudiler, kalkıp bir de bütün bu zulüm ve haksızlıklarını Tanrı için, Mabet için yaptıklarını iddia ediyorlar. Bu şekilde Tanrı’ya da iftira ediyorlar.
Yahudiler, en büyük hedeflerinin, Kubbet’üs’Sahra’yı ve Mescid-i Aksa’yı yıkıp oraya tarihteki şekliyle Süleyman Mabedi’ni yeniden yapmak olduğunu da gizlemiyorlar. Peki ama Mabet yapmak için, insan ellerini kana bulayabilir mi? Hele Süleyman Mabedi kanlı ellerle yapılabilir mi? Bunun olamayacağını yine kendi Kutsal Kitapları ve kendi inandıkları Tanrıları söylüyor. O Tanrı Davut’a: ‘Sen çok savaş yaptın? Kanlı ellerinle Benim Mabedime ilişme! dememiş miydi? Savaş yaptı, elleri kanlı diye Mabed’ini onun gibi büyük bir peygamberin yapmasına bile izin vermeyen aynı Tanrı, şimdi bu kadar kirli ve kanlı elleriyle bunların yapmasına mı izin verir mi? Elbette vermez ve vermeyecektir!
Yahudiler, Kudüs’ün kendi ezeli ve ebedi başkentleri olduğunu iddia ediyorlar. Bu da koskoca bir yalandır. Çünkü tarih boyunca onların Kudüs’teki hakimiyet süreleri, Müslümanların hakimiyet süreleriyle karşılaştırıldığında son derece kısadır. Toplansa 400 yıl bile etmez!
Kudüs, Halife Ömer İbni Hattab tarafından 637 yılında fethedilerek İslam topraklarına katılmış, bu tarihten sonra da hızla Müslümanlaşmıştır.
Müslümanların hükmettiği dönemde hilafet makamı, Kudüs’te başta Hristiyanlar ve Yahudiler olmak üzere herkesin kendisini güvende hissettiği emin bir barış beldesi olmuştur.
Halife Abdülmelik zamanında Kubbet’üs-Sahra’nın inşa edilmesine başlanmıştır. Kubbenin inşa edilmesinin en büyük sebebi olarak da Kudüs’teki kiliselere karşı, heybetli bir İslam mabedinin yapılması fikri gösterilir.
Kudüs’te Müslüman ve Hristiyanların birlikte huzur ve barış içinde yaşamalarına 1099 yılında Hristiyan Haçlılar tarafından son verildi. Haçlı ordusu Kudüs’e büyük bir baskın yaptı, bu baskında birçok Müslüman ve Yahudi katledildi. Selahaddin Eyyubi 1187 yılında Kudüs’e sefer düzenleyerek Kudüs’ü haçlılardan geri aldı. Daha sonra da Müslüman ve Yahudilerin Kudüs’e geri dönmelerine izin verildi.
Kudüs şehri, Akdeniz’in kuş uçuşu 52 km doğusunda bulunur. Lut gölüne kuş uçuşu uzaklığı da 24 km’dir. Şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Mescid-i Aksa’da 747 metredir.
Eski Kudüs şehri, oldukça küçük bir alana sahip olmasına rağmen çok büyük dini öneme sahiptir. Kudüs şehrine, tarihi boyunca özellikle İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik açısından çok büyük önem, hatta kutsallık atfedilmiştir. Ağlama Duvarı, Tapınak Dağı, Kubbet-us Sahra, Kutsal Mezar Kilisesi ve en önemlisi de Mescid-i Aksa bu bölgede yer alır. 2000 yılına ait Kudüs İstatistik Yıllığında, Kudüs’te 1204 adet Sinagog, 158 adet Kilise ve sadece 73 adet Camii bulunduğu belirtilir. Kudüs’ün batı tarafındaki Herzl Dağı, İsrail’in milli mezarlığıdır.
Kudüs, tarihi boyunca 23 defa işgal edilmiş, 44 defa el değiştirmiş ve 2 defa da tamamen yok edilmiştir. Şehrin, Osmanlı hâkimiyeti altında kaldığı 400 yıllık süre, tarihinin en huzurlu dönemi olmuştur.
KUDÜS’ÜN OSMANLI DÖNEMİ
Tarihler 1517 yılını gösterirken dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti Kudüs’ü fethetmiştir. Bu tarihten sonra 400 yıl boyunca Kudüs’e Türkler hükmetmiştir. Kudüs şehrinde huzurun ve barışın hükmettiği bu dönem Kudüs’ün altın çağlarıdır. Özellikle Muhteşem Süleyman zamanında şehir, zenginlik, huzur, barış ve refahın yükselişine şahit olmuştur. Kudüs’ün etrafındaki büyük surlar da bu dönemde Türkler tarafından yeniden inşa edilmiştir.
Osmanlı Devleti zamanında Kudüs şehrine birçok yenilikler getirilmiştir. Şehir her bakımdan o zaman kadar hiç gelişemediği kadar gelişmiş, insanların huzur, barış, emniyet içinde yaşadığı bir barış şehri, aynı zamanda aynı zamanda da çok önemli bir din merkez olma özelliği kazanmıştır.
1831 yılında şehir, Mısır Valisi Muhammed Ali tarafından ilhak edilmiştir. Bunun üzerine birçok ülke elçilikleri ve konsoloslukları aracılığıyla şehirde varlık gösterme yarışına girmişlerdir.
Filistin’de 1834 yılında bir ayaklanma olmuş, bu ayaklanma sırasında Kasım El-Ahmad Kudüs’e saldırarak, 31 Mayıs 1834 yılında Kudüs’e girmiştir.
Osmanlı Devleti, 1840 yılında Kudüs’e tekrar hükmetmeye başlamıştır. Bu tarihten sonraki 10 yıl boyunca Kudüs’te uluslararası bir çekişme baş göstermiştir. Kudüs şehrine 1874 yılında bir özerklik verilerek Suriye vilayetinden ayrılıp direkt olarak İstanbul’a bağlanmıştır.
Osmanlı yönetiminde 400 yıl boyunca huzur ve barış içinde yaşayan, gelişen, gerçek bir şehir görüntüsüne sahip olan Kudüs, İngilizler tarafından 1917 yılında ele geçirildi. Bu kutsal şehirde, bundan sonra huzur ve barışın adı bile anılamaz hale getirildi.
Sömürgeci İngiliz güçleri 1917 yılında Filistin’i işgal etmelerinden sonra Kudüs ve çevresini sürekli savaş ve çatışma alanına dönüştüler. Batılı emperyalistler, 1948 yılında, Filistin toprakları üzerinde ırkçı Siyonist dünya görüşüne sahip İsrail Devleti’ni kurdurdular. Milyonlarca Filistinli Müslüman acımasızca öldürüldüler, öz vatanlarından sürüldüler, malları, mülkleri her şeyleri gasp edilip ellerinden alındı. Milyonlarcası kendi öz yurtlarında mülteci durumuna düşürüldü. Mülteci kamplarında açlık, yoksulluk ve perişanlığa mahkûm edildiler.