Ana SayfaDosyalarBalkanlarDÜNDEN BUGÜNE BALKANLAR

DÜNDEN BUGÜNE BALKANLAR

DÜNDEN BUGÜNE BALKANLAR

Bugün Balkanlar, Avrupa’nın en yoksul, en geri kalmış ve en sorunlu yerlerinin başında gelmekle beraber Osmanlı Devleti döneminde dünyanın en gelişmiş, en zengin, en ileri, en müreffeh, en huzurlu bölgelerindendi. Kendi kendine yettiği gibi başka bölgelere de kaynak aktarabiliyordu. Bu bölgede Osmanlının kurduğu düzen, huzur, barış ve istikrar ortamı döneminde ‘bal’ gibi hoş ve tatlı olan bu bölge, bu düzenin, huzur ve istikrarın bozulmasıyla adeta ‘kan’ gölüne dönmüş, insanların gözünde ballı ve kanlı bir bölge haline gelmiştir.

Balkanlar birbirinden oldukça derin vadilerle ayrılıp, parçalanmış, yer yer sık ormanlara, zengin bir bitki örtüsüne sahip dağlık bir bölgedir. Zaten ‘Balkan’ kelimesi de, ‘dağlık bölge’ anlamına gelir. Coğrafi yapının ulaşımı zorlaştırıcı nitelikte olması, bölgeler arasındaki iletişimi ve etkileşimi de sınırlamıştır. Yerleşim yerleri arasındaki ulaşım, iletişim ve etkileşim zayıflığı da, insanlar, toplumlar, halklar ve kültürler arasında uzaklıklara, yabancılaşmalara soğukluklara, tedirginliklere, hatta düşmanlıklara neden olmuş, sık sık yaşanan acı tecrübeler ve tatsız olaylar, bu bölgede birbirine düşman sayısız halklar, kültürler, etnik yapılar meydana getirmiştir. Asırlar boyunca Balkanlar’da, yüzlerce devlet kurulup yıkılmış, yüzlercesi tarih sahnesinden silinip onların yerine başkaları gelip yerleşmiştir. Bunun başlıca nedenlerinden biri de farklılıkları düşmanlığa çeviren bu tutucu ve içine kapalı, başkalarına tahammülsüz Balkan kültürüdür.

Yaklaşık 600 yıllık Osmanlı hâkimiyeti döneminin öncesinde de sonrasında da Balkanlar ve Balkan halkları hiçbir zaman, huzur, güven, barış, istikrar yüzü görmemiş, Balkanların Osmanlıdan öncesi de sonrası da hep istikrarsız, güvensiz, kaos ve kargaşa dönemleri olmuştur. Bugün de Balkanlar dünyanın en sorunlu, en huzursuz, en çatışmalı bölgelerinin başında gelmektedir. İşte Osmanlı’nın en büyük başarısı da kendisini burada, yani bu kadar sorunlu bir bölgeyi, bu kadar uzun bir süre bu kadar huzur, barış, güven ve istikrar içinde yönetebilmesindedir.

Balkanlarda daha önce hiç yaşanmamış ve bir daha yaşanması da pek mümkün görünmeyen bu huzur, sükûn, barış ve istikrar dönemi ve düzeni için Batılı kaynaklarda Pax Ottomana (Osmanlı Barışı) tabiri kullanılır. Dünyaya düzen ve nizam verme iddiasında olan bütün büyük güçler bunun sırrını anlamaya çalışmaktadırlar. Eski Dışişleri Bakanlarından Hikmet Çetin’in basında da yayınlanan şu ifadeleri bu arayışın sayısız ifadelerinden sadece biridir: ‘1992 yılında Bosna-Hersek konusunda uluslararası bir toplantı düzenlenmiş, bu toplantıya Türkiye de çağrılmıştı. Miloseviç, Karadziç hepsi toplantıya katılmıştı. Benim yanımda da, daha önce Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış, zamanın ABD Dışişleri Bakanı oturuyordu. Bir ara bana dönerek ‘Siz bu felaket yerlerde 500 yıl nasıl kaldınız?’ diye sordu (3) .’ Herhalde soran da sorulan da bu sorunun gerçek ve doğru cevabından pek haberdar olmasalar gerektir. Eğer bizim taraf bu sorunun cevabını bilmiş olsaydı, ne biz Balkanları kaybederdik, ne de şimdi bile bizim bazı aydınlarımız, fikir ve devlet adamlarımız Avrupa Birliğine girme gerekçemizi millete: ‘Biz kendimiz sistem, nizam, düzen kuramıyoruz, norm oluşturamıyoruz. Demek ki biz böyle bir millet değiliz. Batılıların nizamları, düzenleri, sistemleri bizden daha iyi, daha üstün. Biz de Avrupa Birliğine girersek, en azından onların sistemini almış, kendi sistemimizi onlarınkiyle uyumlu hale getirmiş oluruz!’ gibi her bakımdan yanlış ve anlamsız sözlerle açıklamaya çıkamazlardı.

Osmanlılardan önce olduğu gibi, Osmanlılardan sonra da Balkanlar’da kurulan hiçbir devlet, etnik ve dini yönden homojen bir yapıya sahip olamamıştır. Bir şekilde kurulan, bağımsızlığını ilan eden her devlet, ister istemez içerisinde birbirine düşman ve bir arada yaşamak istemeyen azınlıkları da bulundurmak zorunda kalmıştır. Bu da o ülkeleri ve devletleri istikrarsız, güvensiz, çatışmalı, çekişmeli, kavgalı yapılara, her an patlamaya hazır bombaya, alevlenme ve parlama tehlikesi her gün biraz daha artan için için yanan yangın yerlerine dönüştürmüştür.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Sırp-Sloven-Hırvat Krallığında 1921 yılında yapılan nüfus sayımında, 10.000 kişiden fazla nüfus tarafından konuşulan dil sayısı on iki idi. Bu da ülkede ayrı dilleri konuşan en az 12 halk grubunun varlığını ortaya koyuyordu. Ayrıca ülkede birbirine hiç de dostça bakmayan türlü etnik, kültürel ve dini gruplar da vardı. Bugün de Balkanlar’daki siyasi haritalarla etnik unsurların ülkeler arasındaki dağılımı karşılaştırıldığında, hemen hiçbir etnik grubun tek bir devlet çatısı altında toplanamamış olduğu görülür. Örneğin, 10 milyonu aşkın nüfusuyla Balkanlar’ın en büyük etnik gruplarından biri olan Sırplar bile, Sırbistan’ın dışında, başta Hırvatistan ve Bosna-Hersek olmak üzere değişik ülkelere dağılmışlardır. Arnavutluk devleti ise bütün Arnavut nüfusun ancak yarısından daha azını kendi sınırları içinde toplayabilmiştir. Arnavutlar da, Kosova, Makedonya, Yunanistan gibi ülkelere dağılmış durumdadır. Fakat burada esas sorun, bunların hepsinin birbirini can düşmanı olarak görmeleri, fırsatını bulan güçlünün zayıf olanı hemen ezmeye ve etnik temizliğe kalkışmasıdır. Bunun için gerekli olan fikri alt yapı, ideolojik temeller de tarih içinde sürekli hazırlanmıştır. Balkanlar’daki devletlerin hala aşırı milliyetçi yaklaşımları körükleyen, başkalarına karşı hoşgörüsüz, tahammülsüz, katı ideolojik uygulamaları ülkelerin içindeki farklı etnik ya da dini grupların bir arada yaşamasını zorlaştırmakta çok zaman da imkânsız hale getirmektedir.

BALKANLARDA OSMANLI DÖNEMİ

Kurulduğu tarihten itibaren yönünü batıya çevirmiş olan Osmanlılar, kalıcı bir şekilde yerleşmek, yurt ve vatan edinmek amacıyla 1354 yılında Gelibolu üzerinden Rumeli’ye, yani Avrupa yakasına geçtiler. Bu tarihte fethedilen Çimpe Kalesi, Rumeli’de başlayacak ve hızla devam edecek fetihlerin ilk üssü oldu.

Osmanlıların Balkanlar’a ayak basmalarından 1913’te çekilmelerine kadar geçen beş buçuk asırlık sürenin, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatması’na kadar geçen 330 yıllık dönemini askeri ve siyasi açıdan genişleme dönemi, bunu izleyen 230 yıllık dönemini de toprak kaybı ve geri çekilme dönemi olarak nitelemek mümkündür.

Balkanların fethi, dolayısıyla buralarda Türk, İslam Kültür ve Medeniyetinin yayılması olağanüstü bir hızla ve kolaylıkla gerçekleşmişti. 1361 yılında Edirne’nin fethinden ve ardından 1364’te Meriç Nehri kenarında kazanılan Sırpsındığı Zaferi’nden sonra başta üç küçük Bulgar krallığı olmak üzere bölgedeki bütün feodal devletler teker teker Osmanlı topraklarına katılmış, Rumeli’ye geçişin üzerinden daha on yıl geçmeden 1363 – 1374 yılları arasında Batı Trakya’nın tamamı fethedilmişti. 1365’te de Osmanlı Devletinin başkenti Asya’dan Avrupa’ya, yani Bursa’dan Edirne’ye nakledildi. Bu da ilerlemenin yönünü göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlıların Avrupa’ya doğru büyük bir hızla ilerlemesi ve yayılması karşısında dehşete düşen Avrupalılar, onları Balkanlardan ve Avrupa’dan söküp atmak için defalarca Haçlı Orduları hazırlayarak saldırıya geçtiler. Ancak her defasında yenilmekten kurtulamadılar. Haçlı ordularının 1389’da Kosova Meydan Savaşı’nda hezimete uğratılması ile Sırbistan da Türk hâkimiyetine geçti. Yıldırım Bayezid’in Haçlı ordularına karşı 1396 yılında kazandığı Niğbolu Zaferi ise Osmanlı Türkleri’nin Balkanlardaki hâkimiyetini perçinlemiş, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a kesin olarak yerleşmesini sağlamıştı.

Balkanların bu kadar kolay ve hızlı bir şekilde Osmanlı hâkimiyetine girmesinin ve bu hâkimiyetin ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan asırlarca sürüp gitmesinin pek çok siyasi sosyal, ekonomik ve kültürel sebepleri vardır. Asırlarca huzur, barış ve istikrar yüzü görmeyen Balkanlarda, Osmanlıların bu kadar kolay, uzun süreli ve istikrarlı bir hâkimiyet kurabilmelerinin temelinde, onların bölgeye mevcut düzenden daha adil, daha insanî, daha akılcı ve daha gerçekçi bir düzen getirebilmeleri, çözümsüz görünen sorunlara, devasız sanılan dert ve sıkıntılara, türlü çelişkilere herkesten daha uygun, daha kabul edilebilir, daha elverişli çözümler, çareler üretebilmeleri yatmaktadır. Osmanlıların ürettikleri çözümlerin, diğer alternatiflerden çok daha iyi olduğunu, bunların kabulündeki coşkudan da anlayabilmek mümkündür. Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunun Timur kuvvetleri yenilmesiyle Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinme tehlikesi yaşamış, devletin Anadolu’daki toprakları eski sahiplerine dağıtılarak yüz yıl önceki duruma geri dönülmüş, böylece hükümranlıklarını kaybeden eski beyliklere bir şans daha tanınmıştı. Ancak aradan geçen birkaç yıllık dönem, yani Osmanlıların o kısa Fetret Devri, bu dönemde yaşanan huzursuzluklar ve olumsuzluklar, diğerlerinin hemen sergilemeye başladıkları çok daha kötü ve başarısız yönetim tarzları, Anadolu’da ve Balkanlarda Osmanlılardan daha iyi alternatif bulunmadığını, her yerde en iyi ve en arzulanan çözümün yine de Osmanlılarda olduğunu, herkese bir kere daha hiç tereddüt edemeyecekleri bir şekilde kabul ettirmişti.

Osmanlılar, Balkan topraklarını sadece savaşla ve kılıçla fethetmekle yetinmiyorlar, aynı zamanda çeşitli kısa, orta ve uzun vadeli stratejilerle, planlı ve programlı faaliyetlerle buraları gerçek anlamda vatanlaştırıyorlar, yaşanabilir hale getiriyorlardı. Daha en başından beri bir yandan medeniyetimizin mührü niteliğindeki anıtsal eserlerle, hayır kurumlarıyla donatılmış yaşanası şehirlerle Balkanların çehresini değiştiriyorlar, bir yandan da bayraktarlığını yaptıkları İslamiyetle gönülleri de fethediyorlardı. Örneğin, ünlü Akıncı Beyi Gazi Evrenos Bey, Yunanistan’a ve Balkan içlerine doğru şimşek hızıyla ilerlerken, her gittiği ve adım adım fethettiği yerlerde ardı sıra çil çil kubbeler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, camiler, vakıflar, köprüler, yollar serpmeyi de en az fetihler kadara önemsiyordu. Osmanlı dönemindeki istikrar ve bütünlük bölgeye huzur ve barış getirmiş, hem bölge halkının refah seviyesi ve yaşam kalitesi yükselmiş, hem de iç ve dış güçlerin saldırıları sonucunda yok olma ve tarih sahnesinden silinip gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan büyük, küçük pek çok grup asırlar boyunca varlıklarını sürdürebilmişlerdir.

Tarih boyunca sadece Osmanlılar, Balkanlardaki bu “çok etnisiteli, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü”, adeta bir kültürler, dinler, milletler mozaiği şeklindeki oluşumu, tek bir devlet çatısı ve düzeni altında, huzur, barış, refah içinde üstelik altı asra yakın bir zaman boyunca, bir arada yaşatabilmişler, bunun formülünü bir tek onlar bulabilmişlerdir. Osmanlılar, fethedilen yerlerin halkına karşı çok iyi, çok merhametli, çok yumuşak ve âdil bir davranış sergiliyorlar, herkes kendi toprağında bırakılıyor, herkesin hoşnut olmasına çalışılıyordu. O zamana kadar kendi yönetimlerinden hep zulüm ve baskı görmüş, horlanmış, aşağılanmış halk kitleleri, yeni yönetimin gösterdiği, adil, hoşgörülü ve iyi muamele karşısında Osmanlılara giderek daha fazla yaklaşıyor, meylediyordu. Yerli halk asırlar boyunca Osmanlılara karşı neredeyse hiç bir isyana kalkışmadığı gibi, yapılan savaşlarda da onları destekliyor, hatta Osmanlı ordusu içinde yer alarak diğer Hıristiyan güçlere karşı savaşmayı tercih ediyordu. Çünkü hepsi ancak Osmanlı sayesinde ve Osmanlı idaresi altında varlıklarını sürdürebileceklerinin çok iyi farkındaydılar.

O zamanın dağlık, vahşi, istikrarsız, güvensiz, yaşanmaz Balkan coğrafyası Osmanlılar sayesinde, medeni, uygar, şehirli, yaşanmaya değer bir huzur, güven, barış ve refah iklimi haline gelmişti. Bölgeye barış, istikrar ve bütünlük getiren Osmanlılar, imar ve bayındırlık hizmetleriyle bölge halkının yaşam kalitesini yükseltmiş, onları hem dış güçlerin, hem de birbirinin saldırılarından korumuş ve güvence altına almıştı. Osmanlılar bölge halkını hem birbirlerine karşı girişebilecekleri iç düşmanlıklardan ve saldırılardan, hem de daha önceleri hiç eksik olmayan dış tecavüzlerden ve saldırılardan korumuşlar ve kollamışlardır. Osmanlı’nın bölgedeki varlığı ve hâkimiyeti, hem bu büyük güçten çekinen dış güçleri asırlar boyu bu bölgeden uzak tutmuş, hem de birbirine rakip ve düşman küçüklü büyüklü çok sayıdaki etnik grubun birbirlerine saldırı tehdidini ortadan kaldırarak, sağlam bir güvence oluşturmuştu. Artan huzur ve refah ile sağlanan güven ortamı düşmanlıkları törpülemiş, bir arada ve barış içinde yaşayabilme anlayışını ve kültürünü geliştirmiştir. Bu gerçek, batılı seyyahlar, gözlemciler, ilim ve fikir adamları tarafından da teslim edilmektedir: “Fâtih bir millet olan Türkler, idâreleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus ve Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak büyük bir şans ve talih olmuştur. Aksi taktirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı (1)”

Balkan halklarının Osmanlı yönetiminden ne kadar memmun, hoşnut ve razı olduklarını gösteren pek çok tarihi belge vardır. Örneğin 12 Şubat 1867 tarihli bir belgede Bulgar Milleti’nin Osmanlı idaresinden memnuniyetleri şöyle ifade edilir:

‘Bulgar Milleti kulları beşyüz seneden beri Osmanlı idaresi altında mesut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Hâlbuki diğer memleketlerde yaşayan güçsüz ve fakirler, zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz kaldıkları gibi kendilerine her türlü haksız muamele de reva görülmüştür. Osmanlı idaresi altında yaşayan güçsüzlere kuvvetliler tarafından hiçbir şekilde eziyet edilmemiş, güçlüler ve zayıflar, devletin bahşettiği adalet ve hakkaniyetten aynı nispette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit muamele edilmiştir (2).’

Balkanlara her zaman hasret kaldığı huzur, barış ve istikrarı getirebilen Osmanlı yönetimi, bunu asırlarca da sürdürebilmiştir. Osmanlı yönetim tarzı, din, dil ve ırk bakımından çok karışık bir yapıya sahip olan Balkanlar’da, bütün bu farklılıkları ve ayrılıkları bir zenginlik haline getirebilme, hepsini huzur ve güven içinde bir arada yaşatabilme temeli üzerinde kurulmuştu. Osmanlı’nın gücünden, varlığından, Balkan halklarının da asırlar boyu devam edip giden birlik ve beraberliklerinden yılan ve çekinen dış güçler, uzun asırlar boyunca bu bölgeden uzak durmak zorunda kalmışlardır.

Balkan ülkelerinin Osmanlı’dan ayrılışıyla başlayan gelişmeler, siyasi literatüre, ‘aynı coğrafi bölgenin birden çok devlete bölünmesi hali’ anlamına gelen ‘Balkanizasyon’ terimini de hediye etmiştir. Osmanlı’ya kadar pek çok kavga ve kıyımların yaşandığı, sadece Osmanlı hâkimiyeti döneminde asırlar süren bir barış, huzur ve istikrar dönemi yaşayan Balkanlar, Osmanlı’nın çekilmesiyle tekrar eski haline dönmüş, yani Balkanizasyon başlamıştır.

BALKANLARDA HUZUR, BARIŞ VE İSTİKRARIN BOZULMASI

KAYIPLARIMIZIN GERÇEK NEDENLERİ

Türk Milletinin çok eğitici, öğretici ve ibret verici bir tarihi vardır. Fakat ne yazık ki her değerimizden, her kıymetimizden yeteri kadar yararlanamadığımız gibi tarihimizden de yararlanamıyoruz. Bunun en büyük nedeni de gerçek anlamda tarihçi yetiştirememiş olmamızdır. Tarihçisi olmayan bir milletin tarihi, tarihi olmayan bir milletin de geleceği olamaz. Milletimizin en acil sorunlarından biri de artık bir an önce tarihi başkaları tarafından yazılıp, yorumlanan bir millet olmaktan kurtulup, kendi tarihi kendi fertleri tarafından yazılan, yorumlanan milletler sınıfına geçebilmektir.

Dünya tarihine şöyle bir dönüp bakıldığında, dünya milletleri arasında bir defa bile süper güç olabilmiş, cihangir büyük devlet kurabilmiş millet sayısının bir elin parmaklarını bile geçemediğini görürüz. Ama Türk milleti tarih boyunca bunu bir veya iki defa değil, en az 5-6 defa başarabilmiş müstesna bir millettir. Öte yandan bazen bütün dünyayı yönetebilen, bütün dünyaya yön, nizam ve düzen verebilen Türk milleti, çeşitli etkenlerle bazen bu gücünü ve iktidarını kaybettiği, bu rolünü oynayamaz hale geldiği gibi, hatta günümüzde olduğu gibi bazen kendi sorunlarıyla baş edemez, kendi kendini bile yönetemez hallere de düşebilmiştir. Bizde adet olan genelde bunun sebeplerini hep kendimizden uzaklarda, dışarılarda, başkalarında, dış etkenler gibi şeylerde aramaktır. Bu bakış açısı, bizi çok rahatlatsa, hatalarımızı, kusurlarımızı, görev ve sorumluluklarımızı bize unuttursa da çok yanlış bir yaklaşım ve bakış açısıdır. Başımıza gelen bütün felaketlerde, bela ve musibetlerde dış etkenlerin de önemli etkileri bulunsa da esas sorun bizdedir ve bizden kaynaklanmaktadır. İçimizden bazıları hala sahip olduğumuz onca geniş ülkeleri, bu arada Balkanları kaybetmemizi, Osmanlı’nın yıkılışını, gayrimüslim azınlıkların, Müslüman halkların, Arnavutların, Arapların vs ihanetine bağlama kolaycılığına kaçsalar da bunun bizden, daha doğrusu düzenimizin bozulmasından kaynaklanan çok daha köklü ve önemli nedenleri de vardır. Türk Milleti, o engin feraseti ve basiretiyle bunun formülünü asırlardan beri söylenegelen ‘Düzen bozulursa yakım yıkım üstüne gelir!’, ‘Lanet bozana, rahmet düzene!’ gibi veciz sözleriyle kesin hükümlere bağlayabilmiş bir millettir. Zaten büyük millet olabilmesi de onun bu özünden ve özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Milletimizin bu öngörüsünden de yola çıkarak, tarih boyunca bütün Türk Devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin de aslında şunun bunun ihaneti veya yabancı güçlerin bize karşı birleşmiş olması yüzünden değil, artık bizim o koskoca imparatorluğu yönetebilecek, idare edebilecek durumda olmamamız, o özellik ve niteliklerimizi çoktan kaybetmiş olmamız yüzünden yıkıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bilge Kağan tarafından dikilmiş olan Orhun Abidelerinde de görürüz ki, Türk Milletine yönetici olabilmenin kendine has ölçüleri, değerleri, kriterleri, standartları vardır. Milleti yönetme, idare etme, ona yön ve istikamet verme mevkiine gelmiş, görev ve sorumluluğunu üstlenmiş kimseler; boyunlarına aynı zamanda milletini her milletten daha müreffeh, daha onurlu, daha mutlu, huzurlu, güvenli kılmak, vatandaşlarını, milletinin fertlerini başka milletlerin fertlerinden daha mutlu, daha huzurlu, daha üstün, daha eğitimli, daha onurlu, karnı tok, sırtı pek, başkalarına imrenmeyecek ve yerinmeyecek hale getirmek, onlara değer vermek, onları değerli kılmak, onların maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını karşılamak, değişik yeniden bölüşüm yol ve yöntemleriyle yurttaşlar arasındaki gelir ve bölüşüm adaletsizliklerini, eşitsizliklerini gidermek, onları onurlu bir yaşam seviyesine ulaştırmak, toplumda birlik ve beraberliği, barışı, huzuru, güven ve istikrarı tesis etmek ve korumak gibi pek çok görev ve yükümlülükleri, sorumlulukları da üstlerine almış olurlar. Burada hepsi tek tek sayılamayacak kadar çok olan ve ta İslam öncesi dönemlerden beri başta hakan olmak üzere devleti yöneten herkesin en temel ve birincil görevleri arasında yer alan bu standartlar çok da yüksek standartlardır. Ancak bu milletin genetik kodlarına bir şekilde işlemiş bulunan bu standartlardan daha azını ve daha aşağısını da bu millete kabul ettirebilmek mümkün değildir. Asırlardan beri Türk milletinin başına bu nitelikle yöneticiler gelemediği, bu standartların sağlanamadığı, bundan hem yönetenlerin, hem yönetilenlerin, hem de devlet ve milletin çok büyük zararlar gördüğü ortadadır. Ancak Türk Milleti hiçbir zaman bu standartların ve bu standartları uygulayabilecek nitelikteki yöneticilerin özlemini ve hasretini çekmekten vazgeçmemiş, her zaman bunu açıklıkla belirtemese de bu standartların altında bir yönetime ve yöneticiye asla razı olmamıştır.

Ard arda gelen ve birbirlerinin temeli olan Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin her üçü de aynı millet tarafından, aynı maddi ve manevi temeller üzerinde, aynı ruhla, aynı İslami ve milli öze dayanılarak kurulmuştur. Bunların her üçü de kendi kökü ve ruhuna bağlı kaldığı müddetçe gelişmiş, güçlenmiş, büyümüş, bu temellerden uzaklaştıkça da hem devletimiz ve hem de milletimiz yozlaşmış, halkla devletin arası açılmış, büyük sıkıntılar ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Devletinin ilerleme ve yükselme dönemleri olan büyük padişahların dönemine baktığımızda, kamu hizmetlerinin hiç kimseden ücret ve rüşvet alınmadan en mükemmel şekilde yapıldığını, hiç aksamadan, kimseye en ufak bir haksızlık yapılmadan, tıkır tıkır işleyen şeffaf bir ekonomik, sosyal, idari sistemin bulunduğunu, ehliyet ve liyakatin, meziyet ve faziletlerin takdir ve taltif gördüğünü, bütün yüksek görev ve makamların en ehil, en layık, en dirayetli, en faziletli kimselere karşılıksız olarak teslim edildiğini görürüz. Daha sonra bu düzen değişmiş, onun yerine bambaşka bir düzen hâkim olmuştu. Bozulan bu düzenin yerine nasıl bir düzenin geldiğini İngiliz Elçilik Kâtibi Ricaut’un 1686 yılında Amsterdam’da basılan kitabından öğrenelim: ‘Halk, zulüm ve baskıdan başka bir şeye gerek duyulmadan itaat altına alınırken, yalnızca devlet görevlileri hiçbir baskı görmeden tam bir serbestlik içinde yaşıyorlar. Genellikle kendilerini başkalarına hakaret etme hakkına da sahip gördükleri için daha fazla çekilmez oluyorlar.’ (Türklerin Siyasi Düsturları, Ricaut (İngiliz Elçilik Katibi, Silahtar, İlk Basım Tarihi, 1686, Amsterdam, Baskıya Hazırlayan: M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001 Temel Eser, 81, İstanbul, Kervan Kitapçılık ofset tesisleri, sayfa 133-134)

Kendi adil devletinin gölgesinde ebediyen var olmayı ideal olarak benimsemiş olan Türk Milleti, asırlardır bir türlü güzel gün görememiş, hak ettiği, umduğu, beklediği mutlu, huzurlu, müreffeh günlere, nurlu ufuklara bir türlü ulaşamamıştır. Ard arda gelen rüşvet, yolsuzluk, hak tanımazlık, adaletsizlik, gerilik ve ilkellik devirleri milleti hep canından bezdirmiş, her doğan yeni gün ve her gelen yeni yönetim bir öncekini aratır, bir öncekine rahmet okutur olmuştur.

Türlü yollarla iktidar gücünü ellerine geçirmiş milli iradeye düşman egemen güçlerin en büyük çabası, millete hayırlı ve yararlı güzel hizmetler üretmesi, millete arka çıkması, destek olması, onu temsil etmesi, ona yol göstermesi mümkün ve muhtemel fazilet sahiplerini ya kendilerine benzeterek uğursuz ve hayırsız iş ve işlemlerine ortak etmek, onları da bozup dejenere ederek kendileriyle işbirliği yapacak hale getirmek, bu mümkün olamadığı takdirde de onları tasfiye ve bertaraf ederek yönetimden uzaklaştırmak siyaseti üzerinde odaklaşmıştır. Bunlar asırlardan beri milletin sırtından firavunlaşan nefislerine, tenlerine, maddelerine maddeye dayalı bir ebediyet tesisi için saraylar, konaklar dikmekten başka bir şeyin peşinde koşmamışlardır. Bir yandan da milleti kendi kimliğinden, kişiliğinden, imanından, kültüründen, dininden, tarihinden, kısacası onu ayrı bir millet yapan özelliklerinden ve değerlerinden soyarak ve soyutlayarak yolu, dini, imanı, inancı, irfanı, cinsi, cibilliyeti, yeri, yurdu, vatanı, geçmişi, geleceği belirsiz bir yığın haline getirme, Batılı desen batılı değil, doğulu desen doğulu değil, Müslüman desen Müslüman değil, Hıristiyan desen Hıristiyan değil, ne olduğu devekuşundan daha şüpheli bir hale düşürme, en sonunda da yaban ellerin kucağına atma çabası içinde de olmuşlardır.

Bu millet zaman zaman yine kendi azim ve kararlılığıyla, kendi iradesiyle, kendi kanı ve canı pahasına kendisini büyük badirelerden kurtarmış, varını yoğunu bu uğurda harcamış, ancak milletin her şeyi gibi zaferleri ve başarıları da başkaları tarafından yağmalanmış, özellikle milletin önüne ve karşısına kurtarıcı havası ve edasıyla içinde çıkanlar, onun kendi zaferlerinin nimetlerinden yararlanmasına imkân ve fırsat tanımadıkları gibi en yağmacı düşmanlara yaraşacak vurgunlarla, soygunlarla, talanlarla millete çok ağır bedeller ödetmişler, aç, sefil ve perişan bırakmışlardır. İşin tarihe bile ağır gelecek tarafı, bu yolsuzluk, soygun, vurgun ve talanların millete, iyilik, güzellik, fazilet, üstünlük diye yutturulmaya çalışılmasıdır. Hırsızlık ve soygunlarını, kurtarıcı baba, onarıcı, yapıcı sıfatlarıyla olağan göstermeye çalışmışlardır.

Düzenler, nizamlar, sistemler değişmiş ancak millet bir türlü belli egemen iradelerin sultasından ve boyunduruğundan kurtulamamıştır. Mutlakıyetten, monarşiden, tanzimattan, meşrutiyetten bir hayır göremediği gibi cumhuriyetin ve demokrasinin nimetlerinden de yararlanamamıştır. Tanzimattan beri çok daha açık seçik bir şekilde görünür hale gelen kültür buhranı Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet aydınlarında büyük bir inanç bunalımı olarak kendini göstermiştir. Batılılaşma ve çağdaşlaşma sevdasına kapılan, ancak Doğuyu da Batıyı da doğru dürüst tanımayan sözde aydınlarımız, Batı özentisini, taklitçiliğini, kopyacılığını en büyük marifet bilmişler, kendi kurum ve kuruluşlarımızı hemen atarak, yıkıp yok ederek, bunların yerine Avrupa’daki benzerlerini alma, kopyalama telaşına ve yarışına girmişlerdir. Millete rağmen ve ne pahasına olsun devrimcilik, inkılapçılık, reformculuk yapabilmek, milleti kendi irade ve heveslerine boyun eğdirebilmek için de baskıcı, otoriter yönetimler ve diktatörlükler kurmayı tek çare olarak görmüşler ve istemişlerdir. Bütün Tanzimat yöneticilerinin, daha sonra İttihat ve Terakki erkânının icraatlarına, fikir ve düşüncelerine bakılacak olursa, hepsinin de İslami ve milli kimlik ve kişilikten, milleti asırlardır var eden değerlerden kaçtıkları gibi demokrasiden de kaçtıkları görülür. Aynı kaçışın, ruh ve kafa yapısının bunların devamı ve uzantısı durumundaki Cumhuriyet aydınlarına da yansıması son derece doğal ve olağandır.

Örneğin dünyadaki bütün demokratik rejimlerde her kurum ve kuruluşun yeri, görev ve sorumlulukları tam anlamıyla sınırlı ve bellidir. Demokrasiye bağlı ciddi bir devlette, ne herhangi bir sınıf, zümre, kişi ve ailenin, ne ordunun, ne silahların, ne sermayenin, ne bürokrasinin, ne işçi sınıfının, ne herhangi bir kurum veya kuruluşun, ne de katı ideolojilerin sultası ve hükümranlığı olamaz. Hiç kimse, hiçbir şey adına vatandaşın hak ve hürriyetlerini, onurunu, kimlik ve kişiliğini rencide edemez, zedeleyemez. Tek üstünlüğün hukukun üstünlüğü, hükümran olan tek iradenin de milletin iradesi olması gerekir. Gerçekten demokratik bir devlet, her şeyden önce ordusuna hükmedebilen ve hâkim olabilen devlet olduğundan, demokratik bir hukuk devletinde militarizmin asla yeri olamaz. Fakat bizde acaba öyle midir? Kendi tarihimize dönüp bir baktığımızda militarizmin asırlardan beri bizim kanımıza girmiş, bir türlü içimizden söküp atmadığımız çok eski bir hastalığımız olduğunu görürüz. Eski Yeniçeri Ocağından, I. ve II. Meşrutiyete ve modern Cumhuriyete kadar bizdeki bütün yönetimlerin askeri niteliği, rengi ve yapısı hiç eksik olmamış, bütün yönetimler, yöneticiler askerin ne düşündüğünü ne istediğini bilmeye ve ona göre davranmaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Yeniçeri Ocağı 1826’da kaldırılmıştır ama devletin gerçek sahibinin, koruyucusunun, kollayıcısının asker olduğu, askerin istediği zaman yönetime müdahale edebileceği, dilediğini yönetime getirip, dilediğini alaşağı edebileceği, herkesin askerle iyi geçinmek zorunda olduğu şeklinde özetlenebilecek yeniçeri zihniyeti hiçbir zaman değişmemiştir. Bu toplumda da böyledir. Bütün ileri, gelişmiş, demokratik ülkeler günlük hayatını yaşayan vatandaş güçlü ordularının askerlerinin farkında bile olmazken, günlük siyasi, sosyal, ekonomik tartışmalarda ordunun esamisi bile okunmazken, onların ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini, ne istediğini sormak, merak etmek hiç kimsenin aklına bile gelmezken, bir askerin asker sıfatıyla çıkıp böyle konularda fikir beyan etmesi, kışla dışında sırtında üniformayla, belinde silahla dolaşması, halkın ve toplumun arasına karışması büyük bir ayıp hatta suç sayılırken, bu yüzden askerler üniformalarını bile yalnızca garnizon içinde giyip, garnizon dışına sivil kıyafetlerle çıkarlarken bizde durum tamamen tersinedir. Gazeteler, basın yayın mensupları siyasi, sosyal, ekonomik konularda bu işlerin gerçek sahiplerinden ve sorumlularından önce askerleri konuşturmaya, onlardan bilgi ve brifing almaya koşarlar, onların fikrini merak ederler. Hiç kimse kendi işine bakmaz, herkes kendi işinden başka her konuda her istediğini konuşur.

BALKANLARI NASIL KAYBETTİK?

Balkanlarda asırlar boyu devam eden Osmanlı Barışı (=Pax Otomana), huzur, güven ve istikrar, 18. yüzyılın sonlarında gün yüzüne çıkmaya başlayan ve gelişen ulus-devlet anlayışının Batılı güçler tarafından bu topraklarda kışkırtılan bağımsızlık hareketlerini alevlendirmesine kadar sürdü. Bölge önce patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getirildi. Daha sonra da 19. yüzyıl boyunca, dış güçlerin tahrikiyle, bölgede yaşayan gayrimüslim tebaa, Osmanlı Devletine karşı isyanlar çıkarmaya başladı.

Batı dünyası, Müslümanları asırlardan beri yaşadıkları bu topraklardan sürüp çıkarmak için, bu coğrafyalarda hep yeni sorunlar, fitne ve karışıklıklar çıkarma peşinde olmuş, bu sorunlardan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanma yollarını aramış, hiç bir zaman hiçbir soruna köklü, kalıcı ve adil bir çözümden yana olmamıştır. Gayri Müslim unsurların haksız da olsa en ufak bir şikâyeti veya sorunu üzerine hemen onların lehine harekete ve faaliyete geçen Rusya ve batı dünyası, Müslümanlara karşı girişilen katliamlar, soykırımlar, zulüm ve işkenceler karşısında ise kılını bile kıpırdatmamış, insanlık dışı olaylara göz yummuş, hatta bazen açık veya gizli şekilde destek de olmuştur. İşlerine öyle geldiği veya çıkarları öyle gerektirdiği zamanlarda sorunların geçici sürelerle dondurulması, fakat istendiği ve gerek duyulduğu zamanlarda da aynı sorunların tekrar ve daha büyük, daha kötü bir şekilde yeniden hortlatılması değişmeyen politika olmuştur. Balkanlar’da yaşayan Türk ve Müslüman toplulukların, Osmanlı Devleti yıkılıp gittikten sonra hiçbir rahat ve huzur yüzü görememelerinin temel nedeni de budur. Osmanlı Devletinin zaafa düşmesinden sonra, Balkanlar’daki bütün yeni oluşumlar ve gelişmeler her zaman özellikle buradaki Müslümanların ve bu arada Müslüman Boşnakların zararına olmuştur.

Batılı devletler için Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden silinerek Avrupa ile Asya arasındaki stratejik Balkan topraklarının denetiminin ele geçirilmesi ayrı bir önem arz ediyordu. Bu amaçlarına ulaşabilmek için, onlarca farklı dil, ırk, mezhep ve etnik kökenden oluşmuş Balkanlarda etnik milliyetçilik akımlarını araç edinmeyi en kolay yol ve yöntem olarak benimsediler. Birtakım aşırı ırkçı ve milliyetçi hayallerle birbirlerine ve Osmanlılara karşı kışkırtılan ve provoke edilen Balkan halkları arasında, çok geçmeden Osmanlı yönetimi altında şimdiye kadar iyice küllenmiş olan kin ve düşmanlıklar yeniden alevlenmeye başladı. Asırlardır Osmanlı yönetiminde, hep bir arada ve iyi komşuluk ilişkileri içinde sakin ve istikrarlı bir yaşam süren Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar gibi topluluklar, çeşitli kışkırtmalarla kısa zamanda birbirlerinin can düşmanı haline geldiler, yaygınlaşan ayrılıkçı, bölücü fikirler, çetecilik faaliyetleriyle vahşi ve kanlı eylemlere dönüştü.

Aslında Balkan halkları, Avrupa devletlerine ve Ruslara güvenerek yola çıkmakla çok büyük bir hata işliyorlardı. Çünkü Osmanlı’yı bölgeden atmakla bağımsız ve güçlü devletler kurabileceklerini, büyük millet olabileceklerini, mutlu günler göreceklerini zanneden Balkan halkları için asıl büyük tehlikeler, dert ve problemler bundan sonra başlayacaktı. Balkan toprakları ve halkları, Osmanlı yönetimi sona erdikten sonra, Osmanlı öncesinde olduğu gibi yeniden birbirine düşman parçalara bölünmüş, asırlarca bir arada ve kardeşçe yaşayabilmiş topluluklar birden bire birbirlerinin can düşmanı haline gelmiş, birbirleriyle bitmez tükenmez savaşlara ve çatışmalara girmişlerdi. Sonu gelmez acımasız savaşlar yüzünden her yer yakılıp yıkılmış, fakat hiçbir savaş, hiçbir çatışma, hatta hiçbir zafer, hiç kimseye aradığı güveni, huzur, barış, refah ve mutluluğu getirmemiştir.

Balkan devletlerinin, Osmanlı’ya karşı ittifaklar kurarak başlattıkları ve kazandıkları I. Balkan Savaşı’nın ardından, bu sefer de kendi aralarında toprak paylaşımı ve anlaşmazlığı yüzünden anlaşmazlık çıktı ve kendilerini hemen II. Balkan Savaşı’nın içinde buldular. Daha bu savaş biterken yine Balkanlardan sıçrayan bir kıvılcım Birinci Dünya Savaşını başlattı ve bütün dünyayı ateşe verdi. I. Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde Avrupa devletlerinin masa başında oluşturdukları suni sınırlarla oluşturulan ulus devletler ve bunların sınırları içlerindeki farklı etnik ve dini gruplar arasında yeniden gün yüzüne çıkan ve gittikçe daha da büyüyen düşmanlıklar, kin ve nefretler, güvensizlikler, rekabetler bölgeyi sürekli kaynayan bir cadı kazanına çevirdi. Yaşanan her olay, yaklaşan yeni ve daha büyük fırtınaların, huzursuzlukların, anlaşmazlıkların, çekişme ve çatışmaların habercisi oldu.

II. Dünya Savaşı sırasında baştan aşağı Alman ve İtalyan ordularının işgali altında kalan ve iç savaşlarla çalkalanan Balkan ülkeleri, savaşın sonunda da komünist Sovyet rejiminin kontrolüne terk edildi. Komünist idareler altında yıllarca baskı, şiddet ve işkenceye maruz kalan, dinlerini yaşamaları engellenen Balkan milletleri, büyük acılar çektiler. Komünist rejimin dikta yönetimiyle perdelenen etnik kökenli tartışma ve çatışmalar, bu rejimlerin yıkılmasının ardından bu sefer, çok daha şiddetli bir şekilde yeniden ortaya çıktı.

Bugünkü Balkan devletlerinin nüfus yapısına baktığımızda hiç birisinin etnik ve dini yönden homojen olmadığını görürüz. Üstelik Balkanlar’daki siyasi haritalar ile etnik ve dini dağılım haritaları arasında da çok büyük uyumsuzluklar vardır. Karadağlılar ve Slovenler hariç, hemen hiçbir etnik grup, tek bir devletin çatısı altında yaşamamaktadır. Örneğin Arnavutluk’un siyasi sınırları ile Arnavutların yaşadıkları bölgelerin “çakışma” oranı yaklaşık %50’dir. Arnavutların neredeyse yarıdan fazlası Arnavutluk dışında, Kosova ve Makedonya’da yaşarlar. Hepsi birbirine düşman olan ve bir arada yaşamak istemeyen azınlıkların sık sık bağımsızlık talepleriyle ortaya çıkmaları, sürekli yeni çatışmaları alevlendirmekte, günümüzde Balkanları dünyanın en sorunlu bölgelerinden biri haline getirmekte, ufukta yarına ümitle bakılabilmesini sağlayacak olumlu gelişmeler de gözlenememektedir.
Bütün bu olumsuz gelişmelerin ve sonuçların baş sorumlularından olan Batılı güçlerin bile zaman zaman çeşitli vesilelerle bu durumdan memnun olmadıklarını, Balkanlar’da sürekli kanayan yaraları kendilerinin tedavi edebilmelerinin mümkün olmadığını itiraf ettiklerine sık sık tanık olunmaktadır.

Balkanlar’da Osmanlıların inşa edebildikleri ve beşyüz yıldan fazla sürdürebildikleri kalıcı barışın, günümüzün gelişmiş her türlü teknik, bilimsel, askeri imkânlarına sahip batılılarca hala tesis edilememesi, askeri güç yığınaklarına rağmen bölge halklarının güvenliğini sağlayabilecek asayiş ve düzenin sağlanamaması herkesin dikkatini çekmektedir. Yapılan tüm dış müdahaleler sorunların çözümüne katkı sağlamamakta, aksine bölgede yaşananları daha da karmaşık hale getirmekte, zulmün hızını ve şiddetini artırmaktadır.

KIRIM HANI’NIN İHANETİ VE SONUÇLARI

Osmanlı Devletinin Avrupa’da ve Balkanlardaki kayıplarının başlangıcını İkinci Viyana Kuşatması bozgunuyla başlatmak daha doğru olur. İkinci Viyana Kuşatması sırasında Kırım Hanı’nın Osmanlı’ya ihanetinin devlete, millete ve bu arada Kırım Hanlığına ödettiği bedeller gerçekten de çok ibret vericidir. Bilindiği gibi, Avusturya’nın işgaline uğrayan Macaristan Krallığı’nın yardım talebi üzerine, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, 1683 yılında Viyana’yı kuşatmıştı. Daha savaşın başlangıcında 100–120 bin kişilik Osmanlı ordusu, Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenmiş, bütün ağırlıklarını zapt etmiş, Viyana’nın kuşatılması ve alınmasının önündeki bütün engeller bertaraf edilmişti. Bu yenilgi üzerine Avusturya İmparatoru Leopold bile büyük bir ümitsizliğe kapılarak Viyana’yı bırakıp kaçmıştı. Her şeye rağmen şehri savunmaya çalışan Kont Stahramberg, eli silah tutan bütün erkekleri askere alarak savunma tedbirlerini artırdı.

Viyana fethedilmiş olsaydı, Osmanlıya bağlı Macar Krallığı güçlendirilecek, Osmanlı Devletinin savunma hattı Avusturya-Alman İmparatorluğuyla beraber daha da ilerilere atılacak, böylece Avrupa’daki Osmanlı egemenliği daha sağlam temellere oturtulacak, devletin ve milletin güvenliği garanti altına alınmış olacaktı. Viyana’nın fethi, Macaristan’ın daha sağlam ve güçlü bir şekilde ayakta kalabilmesinin yanı sıra, Avusturya’nın Rusya’yla birlikte Türk Devleti’ni kıskaca alacak önemli bir tehlike olmaktan çıkarılması, Avrupa’dan gelebilecek saldırılara karşı güçlü bir savunma hattı oluşturulabilmesi açısından da son derece önemli ve gerekliydi. Böylece Türk Devleti çok daha uzun yıllar boyunca hiç bir güvenlik endişesi taşımadan rahat nefes alabilecekti.

Avrupa’da şok etkisi yapan Viyana Kuşatması’nın ilk iki aylık döneminde Türkler, şehrin birçok dış tabyalarını da ele geçirdiler. Şehrin düşmesine artık sayılı günler kalmıştı. Fakat Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, şehrin yağma edilmesini, yakılıp yıkılmasını istemediği için kesin saldırı emrini vermiyor, kendiliğinden teslim olmasını istiyordu. Kuşatma bu şekilde sürüp giderken, Viyana’nın kurtarılması için, Papa’nın girişimiyle Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında bir kutsal ittifak kuruldu ve Lehistan Kralı Jan Sobiesky komutasında 120 bin kişilik bir kuvvet oluşturuldu.

Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kurtarmak için gelen Haçlı kuvvetlerini durdurmak üzere Tuna Köprüsü’nü tutma görevini, Kırım Hanı Murat Giray’a verdi. Eğer herhangi bir aksilik olur, düşman bir yolunu bulup Tuna’yı geçmeyi başarırsa, bu sefer de Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa onların karşısına çıkacaktı.

Haçlı ordusu, beklendiği gibi Tuna Köprüsü’ne geldi. Fakat Tatar Hanı hiç bir şey yapmıyor, düşmana karşı koymuyor, askerleriyle beraber bir tepeye çekilerek Haçlı Ordusu’nun nehri geçişini uzaktan seyretmekle yetiniyordu. Kırım Hanı’nın bu tavrı ve tutumu, başta Hanlık İmamı olmak üzere bütün devlet erkânını hayrete ve dehşete düşürmüştü. Özellikle Hanlık İmamı, Hanın önünde yerlere kapanarak, gözyaşları içerisinde, bu yapılanın dine, devlete, millete çok büyük bir ihanet ve suikast olduğu hususunda Kırım Hanı’nı uyarıyor, bir an önce hücuma geçilerek düşmanın durdurulması için kendisine yalvarıyordu. Fakat Kırım Hanı hiç oralı olmuyordu. Nihayet Hanlık İmamına bu ihanetinin gerekçesini şöyle açıkladı: “Hoca! Sen bu Osmanlı’nın bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanın kovalanması benim için hiçbir şeydir. Bu yaptığımın dinimize ihanet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki, onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler de Tatarın kıymetini anlasınlar!” diyerek kestirip atmış, düşmanın Tuna Köprüsü’nü geçmesine seyirci kalmıştı.

Kırım Hanının ihanetiyle Tuna’yı kolayca geçen ve Türk kuşatma kuvvetlerine arkadan saldırma fırsatını yakalayan Haçlı ordusuna, daha sonra da en başından beri Viyana Kuşatması’na karşı olan ve bu yüzden Sadrazamla arası açık olan Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa da yol verdi ve emrindeki askerleri toplayıp Budin’e çekildi. İki ateş arasında kalan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, yanında kalan on bin kadar askerle kalabalık düşman kuvvetlerine karşı akşama kadar yiğitçe çarpıştı. Fakat bunca ihanetten sonra her şeyin bittiğini kabul etmek, kuşatmayı kaldırarak oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Darmadağın olmuş bir şekilde çekilen orduyu büyük bir gayretle Yanıkkale önlerinde yeniden topladı. Macaristan’daki kaleleri takviye eden Sadrazam, Belgrad kışlağına çekildi.

Viyana bozgunu, aslında Türk kuvvetleri arasında çok büyük bir zayiata yol açmamış, ancak psikolojik etkisi çok büyük olmuştu. Öte yandan Sadrazama karşı olan merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle Padişahtan onun idamına ferman çıkartmayı da başardılar. Kara Mustafa Paşa’nın idamı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan da devleti yoksun bırakmıştı. Nitekim ertesi yıl, Venedik’in de kutsal ittifaka katılmasıyla Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik saldırılarına karşı dört cephede birden çarpışmak zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman bazı başarılar kazandıysa da, savaşların uzun sürmesi beraberinde ağır kayıpları da getirdi. Bu savaşlar sonunda Osmanlı Devleti’nin ilk toprak kayıplarına neden olan 1699’daki Karlofça Antlaşması imzalanmak zorunda kalındı.

Bizde zaferler, başarılar uzun uzadıya ballandıra balandıra konu edilip işlenirken, yenilgiler, başarısızlıklar ve bunların sebepleri, arka planları üzerinde yeterince ve doğru dürüst durulmaz. Örneğin, 1683 yılındaki Viyana Bozgunundan Karlofça Antlaşmasının imzalanmasına kadar on iki büyük meydan savaşını kaybettiğimiz halde bizim tarih kitaplarımızda bunların çoğunun adı bile anılmaz. Hâlbuki ders ve ibret almasını bilenler için, başarısızlıklar, yenilgiler, başarılardan ve zaferlerden çok daha öğreticidir.

Kırım Hanı’nın ihanetiyle başlayan acı ve ağır yenilgiler zincirinin bedelleri sadece Osmanlı Devleti için değil, Kırım Hanlığı için de çok ağır oldu. Viyana bozgununun ardından, Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya birbirleriyle işbirliği yaparak Osmanlılara karşı arka arkaya yeni cepheler açtılar. Osmanlı Devleti, aynı anda birçok cephede savaşmak ve kuvvetlerini bölüp dağıtmak zorunda kalmıştı. Açtığı cephelere Osmanlılardan daha fazla güç yığabilen Rusların karşısına çıkarılabilen askeri güç ve kuvvetler gittikçe daha da yetersiz kalmaya başladı. Ruslar, uzun süren savaşlar sonunda yavaş yavaş Osmanlı savunma mevzilerinin direncini kırmayı başararak güneye, Balkanlara doğru inmeye başladılar. Osmanlı Devleti, Ruslar karşısında 1774’te aldığı büyük mağlûbiyetle artık dünyanın en büyük devleti olma sıfatını kaybetti. Bundan sonra artık Osmanlı’nın hızlı toprak kayıpları dönemi de başlıyordu. Tabii ilk işgal edilen topraklar Kırım Hanlığı toprakları, ilk ve en ağır bedelleri ödeyenler de kendileri ihanet etmemiş, asla ihanete razı olmamış olsalar da, Hanlarının ihanetine engel de olamayan Kırım Hanlığının Müslüman halkı olmuştu.

Kırım Hanı’nın ihanetinin üzerinden tam yüz yıl geçmişti ki, 1783’te Kırım Hanlığı’nın bütün toprakları Ruslar tarafından işgal, istila ve ilhak edildi, Kırım Hanlığı tarih sahnesinden silindi. Osmanlı Devleti, Macaristan ve Orta Avrupa’dan sonra, bütün nüfusu Türk ve Müslüman olan Kırım Hanlığı’nı da kaybetmiş oluyordu. Bölgedeki Müslümanlara karşı girişilen acımasız soykırım, zulüm ve katliamlar, bütün Türkler ve Müslümanlar için unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. 1789’da Özi Kalesinin de düştüğünü ve bu kalede Müslümanlara karşı inanılmaz boyutlarda vahşice katliamlar yapıldığını öğrenen Sultan I. Abdülhamit bu acı haberin şokuna dayanamayarak, aniden kalp sektesinden vefat etti. Karadenizin kuzeyindeki Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Düzlüğü) diye anılan binlerce yıllık Türk yurdu göz açıp kapayıncaya kadar elden çıkıvermişti. Kırım Hanı’nın Osmanlı’ya ve Türk milletine ihanetinin bedelini Kırım Tatarları o gün, bugündür ödemeye devam ediyorlar.

SIRP EKSENİ VE HIRVAT EKSENİ

Balkanlarda olup bitenleri daha iyi anlayabilmek için bölgedeki dini kaynaklı eksenlere, çıkarılan isyanlara, özellikle Sırp İsyanlarına daha yakından bakmak gerekmektedir.

Balkanlara dış güçlerin müdahalesini şekillendiren ana etken, büyük ölçüde dini kompozisyon, din ve mezhep bağlantıları olmuştur. Tarihi süreç içerisinde bölgede, birbirlerine ve hepsi birden Müslümanlara düşman olan iki ana eksen oluşmuştu. Bunlardan biri başta İtalya, Avusturya ve Almanya olmak üzere Orta Avrupa’nın Katolik güçleri tarafından desteklenen Hırvat ekseni, diğeri de başta Rusya olmak üzere diğer Ortodoks halklarla tarihsel bir ittifak içindeki Sırp ekseniydi.

19. Yüzyılın başından itibaren özellikle Rus-Sırp ekseninin çaba ve eylemleriyle Osmanlı Devletinin bölgedeki gücü kırılmaya, dereceli bir biçimde gerilemeye başlamış, daha sonra da tamamen sona ermiştir. Bu durum da bölge Müslümanlarını yalnız, çaresiz ve himayesiz bırakmıştır. Sırp ekseni çok geçmeden bağımsızlığını kazanmıştı. Ama Hırvat ekseninin bu amacına ulaşabilmesi çok daha uzun bir zaman almıştır. Hırvatlar, bağımsızlık emellerine ulaşabilmek için bir süre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliği altında yaşamak, Sırplara karşı Bosna-Hersek’i de yanlarına alarak, onların da yardım ve desteğiyle uzun soluklu bir mücadeleyi göze almak zorunda kaldılar.

Başta Sırplar olmak üzere gayrimüslim halklar arasındaki isyan hareketlerinde, Rusya’nın yönlendirdiği Pan-Slavizm hareketi oldukça etkili olmuştur. Bilindiği gibi bu akım, Slav ırkının üstünlüğünü, kültürel ve siyasi olarak birlikte hareket etmeleri gerektiğini öne sürüyordu. Buna göre özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Slav kökenlilerin milliyetçilik duyguları tahrik edilerek, Osmanlı aleyhine faaliyette bulunmaları sağlanıyordu.

1683’te Osmanlı ordularının Viyana önlerinde uğradığı büyük bozgundan sonra, özellikle bölge halkından Müslüman olanlara karşı duyulan kin ve nefreti daha da büyütmüş, ortaya dökülüp, eyleme dönüşmesinin yolunu da açmıştır. Bu olayın da verdiği cesaretle Patrik Danilo Şçepçeviç gibi Hıristiyan din adamlarının teşvik ve kışkırtmalarıyla Bosna Hersek’te ilk Müslüman Boşnak kanı, 1702 yılında Karadağ’da dökülmüştür. Bölgenin başkenti durumundaki Çetine’de sivil Müslüman nüfusa karşı gerçekleştirilen katliama Istraga Poturica (Türkleşmiş olanların takibi ve imhası) adı verildi.

Bölge Müslümanlarına yönelik esas büyük tehlike ise 18. yüzyılın sonlarından itibaren esmeye başlayan milliyetçilik rüzgârlarıyla büyümeye ve yayılmaya başladı. Fransız Devrimi’nin ateşlediği milliyetçilik akımlarının cehenneme çevirdiği coğrafyaların başında Balkanlar geliyordu. Türklere, Müslümanlara ve Bosnalı Müslümanlara karşı bilinçaltında asırlar boyunca biriken ve gittikçe büyüyen nefret, kin ve öfke artık yavaş yavaş eyleme dönüşmeye başladı. Osmanlı Devletinin büyük bir acz içine düştüğünü gören ve bunu kaçırılmaması gereken bir fırsat bilen Sırplar ve Hırvatlar, geleneksel müttefikleri olan “dış güçler”in de yardımı, destek ve yönlendirmeleriyle, Bosnalı Müslümanlara karşı ardı arkası kesilmeyen sistemli bir “etnik temizlik” harekâtına giriştiler.

SIRP İSYANI (1804-1816)

19. yüzyıl, Osmanlı Devleti açısından bakıldığında bir ayaklanmalar yüzyılı, devletin en uzun yüzyılı olarak kabul edilebilir. Bu yüzyılın başında özellikle Balkan topraklarında başlayan isyanlar, devletin günden güne zayıflamasına neden olan ve sonunda parçalanmasına kadar devam eden bir süreç oluşturur.

19. yüzyıldaki sistematik ayaklanmalardan önce 18. yüzyılda da Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan gibi Osmanlı Devletinin bazı Balkan eyaletlerinde daha çok vergilerin toplanması ve birtakım ekonomik sebeplerden dolayı ufak çaplı köylü ayaklanmaları olmuştu. Ancak ilk büyük ayaklanma 19. yüzyılın hemen başında Sırbistan’da patlak verdi.

Osmanlı İmparatorluğu içindeki ilk azınlık ayaklanması, 1804 yılında Sırbistan’da başlayan Sırp İsyanı oldu. İsyan, Bosna ve Hersek bölgelerindeki Ortodoks Kilisesine bağlı bazı Slavların da katılımıyla kısa sürede büyüdü. Osmanlı Devleti, 1805 ve 1806 yıllarında da devam eden isyanı bastırmakta aciz kaldı. Bu Sırp isyanı, çeşitli yerel ayaklanmalarla 1815 yılına kadar sürdü. İsyanla başa çıkamayan Osmanlı yönetimi, Sırbistan’a geniş bir özerklik vermek zorunda kaldı. Bu özerklikle, ileride kurulacak bağımsız Sırp Krallığı’nın da temelleri atılmış oluyordu. Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Sırp isyancılara, Türkçe “Çete” sözcüğünden türetilmiş “Çetnikler”, başlarındaki şeflerine de ünlü Kazıklı Voyvoda’dan esinlenilerek “voyvoda” (vojvoda) deniyordu.

Bu isyanlarda; Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik fikirlerinin, büyük devletlerin kışkırtmalarının, Viyana Bozgununun ardından 18 yüzyıl başlarından itibaren bölgenin savaş alanı haline gelmesiyle yaşanan yıkımların etkilerinin bulunduğu bir gerçektir. Ancak bunların yanı sıra, belki de bunlardan daha önemli olarak, Osmanlı Devlet düzeninin bozulmasının, yönetiminin eski gücünde olmamasının ve cazibesini yitirmesinin, üstüne üstlük özellikle başta Yeniçeri ileri gelenlerinden bazıları olmak üzere, yöneticilerin halka zulmetmesi gibi sebeplerin etkilerini de iyi görmek ve değerlendirmek gerekmektedir.

Balkanlarda ve Sırbistan’da kurulmuş olan Osmanlı âdil düzeni ve barışı, zamanla devlet düzeninin bozulmasıyla bozulmaya başlamıştı. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi Sırbistan’da da eşkıyanın, ağaların, âyânın, derebeylerinin ve özellikle de bölgedeki kalelerde oturan Yeniçeri dayılarının keyfî davranışları zulüm ve baskıları iyice almış yürümüş, Devlet bunlarla başa çıkamaz hale gelmişti. Bu baskı ve zulümler hiç bir zaman toplu katliamlara, toplu ırza tasallut ve toplu talanlara varmamıştı ama ne de olsa çok önemli bir huzursuzluk sebebiydi. Bundan sonra Türklerin ve Müslümanların artık hep ezilen ve zarar gören taraf olacağı isyanlar için bunlar, çok önemli bir gerekçe oluşturuyordu.

1794’de Belgrad Valiliğine gönderilen Hacı Mustafa Paşa reayayı koruyucu tutumundan dolayı Sırplar arasında bile “Baba” diye anılan iyi bir yöneticiydi. Ancak bu yeni yönetici ve yönetim tarzı bölgede kendi keyiflerine göre bir baskı rejimi kurmuş olan Yeniçerilerin keyifleri kaçırmış, aradaki anlaşmazlık ve mücadele 1801’de Hacı Mustafa Paşa’nın Yeniçeriler tarafından öldürülerek bertaraf edilmesiyle sonuçlanmıştı.

Artık bölgede kendilerini dizginleyecek, kendilerine karşı koyacak bir gücün de kalmamasından aldıkları güç ve cesaretle Yeniçeriler, bölgede bütün dizginleri kendi ellerine aldılar ve bölgeyi adeta keyfî bir askerî yönetimle idare etmeye başladılar. İşi daha da ileri götüren Yeniçeri dayıları, birtakım gerekçeler ileri sürerek Knez adı verilen 72 Sırp ileri gelenini idama mahkûm ettiler (1804). Bu olay 1804 yılında Sırp halkının, bir domuz tüccarı olan Kara Yorgi‘nin başkanlığında ayaklanarak tepki vermesine sebep oldu. Kara Yorgi, Sırp Millet Meclisi’ni (Skupçina) topladı. Skupçina, Kara Yorgi’yi Baş Knez seçerek Sırbistan’ın bağımsızlığı kazanılıncaya kadar Osmanlı Devletiyle savaşmaya karar verildi. Daha önceleri dağlarda eşkıyalık, Avusturya ordusunda askerlik de yapmış olan Kara Yorgi, Yeniçerilere karşı gerilla taktiği uyguladı. İsyanının asıl sebebinin Yeniçerilerin zulmü olduğunu, kendisinin “Padişaha sâdık bir kul olduğunu” ilan ederek Müslümanların bile desteğini sağlamayı başardı. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı‘nın da tam bu döneme denk gelmesiyle isyan bir türlü kontrol altına alınamadı. Başlangıçta birtakım haksızlıklara karşı bir tepki olarak başlayan mücadelenin yönü, Sırp kuvvetlerinin artık kendi halkına karşı arslan ve canavar, düşman karşısında ise pısırık kedi haline gelmiş olan Yeniçerileri İvankovaç, Mişar ve Deligrad Muharebelerinde arka arkaya bozguna uğratmaları üzerine Kara Yorgi tarafından bağımsızlık talebi olarak değiştirildi. Sırp asiler, isyan sırasında Eflâk ve Boğdan’a giren Ruslardan da büyük yardım, destek ve teşvik görüyorlardı. Bosna’ya da hücum eden Sırp asiler, Drina Nehri’ni geçerek Bosna’nın Yadar, Rodiyavana ve daha birkaç bölgesini işgal ettiler. Drina bölgesindeki Bosna toprakları ve burada yaşayan Müslüman halk Sırp asilerinin hücumuna, yağma ve baskısına mâruz kaldılar. Sırplar, Kuzey Bosna’daki Böğürdelen Kalesi’ni zapt ederek Müslüman halkı kılıçtan geçirdiler. Karadağ ve Sırbistan’da yaşayan çok sayıda Müslüman, Bosna’ya iltica etmek zorunda kaldı. Sırplar’ın ve Kara Yorgi’nin gerçek amacını başlangıçta anlayamayan Bosnalılar, yaşadıkları acı olaylarla bu amacı kısa sürede fark ettiler ve Sırp saldırılarına karşı genel bir savaş hazırlığına başladılar. Her şeye, bütün imkânsızlıklara, olumsuz gelişmelere ve saldırılara rağmen Bosna halkı, Bosna’yı korumak için saldırılara karşı direnişe ve mücadeleye girişti.

1807 yılında kaptanlar, beyler ve diğer Bosna ileri gelenleri eyaletin merkezi olan Travnik’te toplanarak Vali Mehmet Hüsrev Paşa’ya Bosna’yı ve dinlerini ölünceye kadar savunacaklarına dâir söz verdiler. Toplantı ve alınan kararlardan sonra, o zamana kadar ihmal edilen kalelerin tahkimatına başlandı. Hudut bölgelerinde zarar gören halka, mal ve canlarının güvenliğini korumaları için silah dağıtıldı.

Sırbistan’a karşı hazırlıklar devam ederken 1808 yılında Sırplar, Bosna’daki Ortodoks reayı da ayaklandırmak için teşebbüse geçtiler ve bunda da sınırlı da olsa başarı kazandılar. Özellikle Gradikça halkının ayaklanmaya katılmaları bütün Sava Nehri boyunca birçok Hıristiyan halkın da bu ayaklanmaya katılmasına sebep oldu. Bosna beyleri bu isyanları da yer yer bastırmaya muvaffak oldular. Banyaluka ve civarındaki bazı Sırp ayaklanmaları bölgenin Müslüman halkı tarafından bastırıldı.

Sırbistan sorunu, giderek Rusya ve Avusturya arasında da bir anlaşmazlık konusu halini almaya başlamıştı. Kara Yorgi, gelişen durumdan da istifade ederek Aralık 1808’de kendisini bütün Sırplar’ın başkanı ilan ettirdi ve verasete dayanan Sırp monarşisini kurdu. Avusturya Başbakanı Metternich, doğmakta olan Sırbistan hakkında şunları söylüyordu: “Doğmakta olan Sırbistan, Rusya ile Avusturya arasında bir oyuncaktan başka bir şey değildir. Böyle olmaktan ise Sırbistan’ın Türkler’de kalması daha hayırlıdır.”

Osmanlılar 1809’da yaklaşık 20.000 kişilik bir kuvvetle tekrar Sırbistan’a girdiler ve Çegar Muharebesi‘nde Sırp ordusu isyanın başından beri ilk defa ciddi olarak yenilgiye uğratıldı. Ancak Kara Yorgi Rusların da desteği ile isyanını 1812’ye kadar aralıklarla devam ettirdi.

1809 yılı baharında Ruslarla harp yeniden başlayınca, Sırplar Karadağlılar’la birlikte Bosna-Hersek’te taarruza geçtiler. Kara Yorgi, 1806 yılında olduğu gibi, bu defa da Karadağ ile birleşmek ümidiyle Yenipazar istikametinde hücumlarını artırdı. Gladniça’yı ve Bosna’dan Rumeli’ye giden yolların kavşak noktası olan Senice’yi ele geçirdi. Bosna halkı ve beyleri, Sırp saldırılarına karşı mücadelelere devam ederken, Osmanlı Devleti, Niş’te bulunan Serasker Hurşid Paşa’yı Sırp problemini çözmek için görevlendirdi. Bosna Valisi İbrahim Hilmi Paşa ve 30.000 kişilik Bosna Ordusu (Ordunun dörtte birini Hristiyan reaya teşkil ediyordu.) ile Niş’ten hareket eden Serasker Hurşid Paşa, koordineli olarak Sirbistan’a hücuma geçtiler. Bosna ve Osmanlı birlikleri, 10 Temmuz 1810’da Drina’yı geçti ve Belgrad üzerine yürüdü. Ancak, Ruslar’ın Sırplar’a yardımı sebebiyle Belgrad ele geçirilemedi. 1810-1811 yılını her iki taraf hazırlıkla geçirdi.

1812 Bükreş Antlaşması‘nda Rusların da baskısıyla Kuzey Sırbistan’a kısmi özerklik olarak kabul edilebilecek bazı imtiyazlar ve birtakım haklar verildi. Fakat Kara Yorgi ve Sırp milliyetçiler, elde ettikleri bu özerkliği ve hakları yeterli görmüyorlardı. Onların esas hedefi ve ideali, topraklarını mümkün olabildiği kadar genişleterek Osmanlı’ya karşı tam bağımsızlıklarını elde etmek, bu toprakları bütün Müslüman, hatta Sırp ve Ortodoks olmayan bütün başka etnik ve dini unsurlardan temizleyerek Büyük Sırbistan’ı kurmaktı. Bu nedenle tam bağımsızlık talebiyle yeniden ayaklandılar. Tam bu sırada Napolyon‘un Rusya Seferi’ni başlatmasından da faydalanan Osmanlı Devleti, Ruslardan yardım alma ümidi olmayan Sırplar üzerine bir ordu gönderdi. Osmanlı kuvvetleri karşısında tutunamayan Kara Yorgi yenilerek Avusturya’ya kaçmak zorunda kaldı. Miloş Obrenoviç adlı bir domuz tüccarını Baş Knez seçtiler (1812). Daha sonra Miloş Obrenoviç te isyan etti. Bu ayaklanmaya müdahale etmesi hâlinde Rusya‘nın müdahalesinden çekinen Osmanlı Devleti, Miloş’la anlaşma yoluna gitti. 1829 Edirne Anlaşması ile onu Sırpların prensi olarak tanıdı ve Sırbistan’a yarı bağımsızlık verildi. Sırplar tam bağımsızlık ve Büyük Sırbistan emellerine, Kuzey Sırbistan’da kurulan Sırp Krallığı’nın 1878’deki Berlin Anlaşması’yla bağımsızlığını kazanması, topraklarını da aşamalı olarak, dalgalar halinde (1831-33, 1878, 1912-13) Güney Sırbistan, Kosova ve Makedonya’yı da içine alacak şekilde genişletmekle büyük ölçüde ulaştılar.

Sırplar, 1815-1878 yılları arasındaki dönemde, sadece bağımsızlıklarını elde etmekle ve sınırlarını genişletmekle yetinmediler. Bu dönemde Sırp kültürü ve Sırp kimliği de tarihsel temelleriyle yeniden tanımlandı. Sırp milliyetçiliğinin ideolojik temelleri atılarak, sağlamlaştırıldı. Sırpların seçilmiş ve ezilmiş bir halk olduğu yönündeki geleneksel düşünceler doktrinleştirildi. Sırpların tüm güney Slavlarının en asil halkı olduğu, dolayısıyla Bosnalı Müslümanların “İslamlaşmış”, Hırvatların da “Katolikleşmiş” Sırplar olduğu düşüncesinden hareketle, Müslümanlara ve Hırvatlara karşı uygulanacak “Ya asimile ol, ya öl!” politikasının temelleri atıldı ve hiç zaman kaybetmeden hemen uygulamaya geçildi. Başka ülkelerdeki örneklerinde de görüldüğü gibi Sırp milliyetçileri de bir “yukarıdan aşağıya milletleştirme” programı uygulamaya ve bu programı uygulayabilecek nitelikte, kin ve nefret dolu, fanatik, gözü dönmüş insanlar yetiştirmeye giriştiler.

Sırp milliyetçiler, “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirme yolundaki en büyük engel, dolayısıyla öncelikli hedef ve en önce yok edilmesi gereken düşman olarak, “aykırı” kimlikleri nedeniyle Bosnalı Müslümanları görüyorlar ve gösteriyorlardı. Özellikle Sırp milli edebiyatının en önemli şairlerinden Karadağlı aristokrat din adamı olan Petar Petroviç Njegoş’un destanlarıyla fanatik bir Müslüman düşmanlığı alabildiğine körükleniyordu. Örneğin, Njegoş’un Gorski Vijenac (Dağların Tacı) adlı ünlü destanında, baştan sona 1702 yılında Karadağ’ın başkenti Çetine’deki Müslümanlara karşı yapılan katliam anlatılmakta ve övülmektedir. Şiirdeki kahramanlardan biri olayları: “Çetine’de Hıristiyanlığı kabul etmeyen bir tek Türk bırakmadık. Öyle ki, burada olanları anlatacak tek bir canlı tanık, hiçbir sağlam Türk evi de kalmadı.” sözleriyle dile getirir. Njegoş’un destanlarında “Camileri ve minareleri yıkın, parçalayın!”, “Türkleşmiş olanları yok edin!” şeklindeki ifadeler pek çoktur.Nihai amaç ise:

Drumoviçe pojeliti (pozeliti) Turaka

Al’ Turaca vişe nece biti

Yollar Türkleri çok özleyecek!

Ama Türkler artık buralarda olmayacaklar!

Dizelerinde de dile getirildiği gibi Türklerin ve Müslümanların kökünü Balkanlardan tamamen kazımak, izlerini silip süpürmekti. Bu amaçlarına da kısmen de olsa ulaştılar.

Bosnalı Müslümanlara yönelik ilk büyük katliamlar işte bu Sırp İsyanları sırasında gerçekleşti. Bu isyanlar sırasında Türk ve Müslüman ahali çok büyük kayıplara uğradı ve sağ kalanlar oturdukları toprakları terk ederek göç etmek zorunda kaldılar. Ünlü Sırp tarihçisi Stojan Novakovi, ‘Türklerin imhası’ politikasının gerçek uygulamasının 1804’teki ayaklanma döneminde başladığını söyler. Buradaki “Türkler” sözcüğü Bosnalı Müslümanlar anlamına gelmektedir. Noel Malcolm ise, isyan sırasında açığa çıkan anti-Osmanlı şiddetin, Slav kökenli Müslümanlara karşı girişilen katliamlar, yağmalar ve zorla din değiştirtmeler şeklinde kendini gösterdiğini belirtir. Ama Sırpların emellerine ulaşmaları, Osmanlı’ların, Türklerin, Müslümanların izini Balkanlardan silip süpürme çabaları, bölgenin hiçbir sorununu çözmemiş, aksine çok daha fazla, farklı, çeşitli, içinden çıkılmaz yeni sorunların doğmasına, güven, barış ve istikrar ortamının bir daha geri gelmeyecek şekilde bozulmasına neden olmuştur.

Türk hâkimiyetinden sonra, Balkanlarda artık hiç kimsenin huzur, rahat ve barış yüzü görememesi, her inançtan ve her etnik kökenden milyonlarca insanın kan ve gözyaşı deryası içinde boğulması, yeni durumun hiç kimsenin hayrına olmadığını herkese gösterdi. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar, çatışmalar ve kaos ortamı, herkesi ister istemez bu gerçeği görmeye ve kabul etmeye mecbur bıraktı. Eski düzeni, yani Pax Ottomana’yı (Osmanlı barışını) mumla aranır hale getirdi. 1997 yılı Ocak ayında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin Başkenti Belgrad’da ırkçı ve şoven uygulamalardan bıkıp usanmış, barışa ve huzura hasret kalmış kalabalıkların aylarca süren gösterileri ve protestoları sırasında bulvarlarda en çok göze çarpan pankartlar arasında en çok ilgi odağı olanlarının ve kabul görenlerinin, “Türk Yönetimine Özlem!” ve “Nerdesin Ey Türk (Osmanlı) Yönetimi Altındaki Günler?!” şeklinde Osmanlı’yı övücü sloganlar olduğu dünya basınının gündemini de epeyce işgal etmiştir. Muhalefet sözcüleri, Sırpların Osmanlı yönetiminde şimdikinden çok daha iyi bir hayat sürdüklerini, Türkler’in herkese çok adaletli davrandıklarını, Türk adaletinden ders alınması gerektiğini defalarca ve üstüne basa basa tekrarlıyorlardı (4).

YUNAN İSYANI (1815-1930)

Osmanlı Devleti’nden ayrılarak ilk bağımsız devlet haline gelen Balkan ülkesi Yunanistan olmuştur. Bunun da çok ibret verici bir hikayesi vardır.

1800’lü yılların başında, bütün Balkanlarda olduğu gibi bugünkü Yunanistan’ın güney ucunda, Mora Yarımadası’nda da bir huzur, barış, ve istikrar havası hâkimdi. Fakat Yunan başpiskoposunun tarihe armağan ettiği:’’Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!’’ sloganıyla kin ve düşmanlığın çığlığı yükselince Balkanlar’ın Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket de başlamış oldu. Mora’da başlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu. Bu çirkin ve kirli isyan hala batı ders kitaplarında ve kaynaklarında Yunanlıların Türk yönetimine karşı giriştikleri kahramanca bir isyan ve bağımsızlık hareketi olarak gösterilir.Osmanlı Devleti içinde Rumlar, çoğunluk olarak Mora, Tesalya ve Ege Adaları’nda yaşamaktaydılar. 1758-1774 Rus harbi sırasında Mora’ya yerleşen bazı Ruslar daha o zamandan beri milliyetçi kışkırtmalarına başlamışlardı. Rumlar, Sırp İsyanından 30 yıl önce, yani 1770 yılında Rus donanmasının Mora açıklarında görünmesi üzerine ilk ayaklanma provalarını da yaparak ayaklanmışlar, fakat bir sonuç elde edememişlerdi. Bir yandan başta Avusturya olmak üzere eski Grek medeniyetine sempati duyan Batılı devletlerin, bir yandan da Ortodokslar’ı himayesi ve hâkimiyeti altına alma iddiasındaki Rusya’nın teşviki ve desteğiyle Rumlar sürekli Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik ediliyor, bu yönde cesaretlendiriliyor ve destekleniyordu. İsyan fikri epeyce oluşturulduktan sonra 1814 yılında Rusya’da üç Yunanlı tüccar tarafından Etniki Eterya adlı gizli bir ihtilal örgütü kuruldu ve Yunanistan’ın bağımsızlığı için çalışmalara başladı. İleri gelenleri din adamlarından ve zenginlerden oluşan örgüt beklenmedik bir hızla ve kısa bir sürede Anadolu’da ve Mora’da yayıldı. Örgütün amacı Yunan Patriği’nin idaresinde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmaktı. Cemiyetin gerçek yöneticisi, Rus Çarı’nın harp yaveri Aleksandr İpsilanti idi. Aleksandr, aslen Rum olup, Türkler’e ihanet ederek Rusya’ya kaçmış olan Konstantin İpsilanti’nin oğlu idi. Rusya’da etkili bir mevkie gelmesini de, o dönemde Rus Dışileri Bakanı’nın Rum asıllı olmasına borçluydu.

1817‘ye gelindiğinde 1804 yılında başlamış olan Sırp İsyanı yatışmış gibi görünüyordu. Ama kısa bir süre sonra bu sefer de, imparatorluk içerisindeki başka bir Ortodoks halk olan Rumlar, 1821‘de Eflak‘ta Aleksandr İpsilanti (Alexander Ypsilanti) başkanlığında ayaklandılar. Rumların isyanlarını burada başlatmasının sebebi bölgenin Rusya’ya yakın olması sebebiyle Ruslardan da yardım alacaklarını ummaları ve ayrıca Eflak halkının da kendilerine destek vereceğini düşünmeleriydi. Ancak Bâbıâlî tarafından, uzun bir süreden beri bölgeye yönetici olarak atanan Fenerli Rum idarecilerin kötü yönetiminden çok çekmiş olan Eflaklılar’ın isyana destek vermemesi ve İpsilanti’nin çok güvendiği Rus yardımının da bir türlü gelmemesi nedeniyle ayaklanma kısa sürede bastırıldı. Bunun üzerine Avusturya’ya kaçan İpsilanti orada tutuklandı.

Romanya’daki ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Rumlar bu sefer de Mora’da yeni bir isyan başlatarak bağımsız Yunan devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Ayaklanma kısa sürede Yunan anakarasının başka yerlerine ve Girit‘e de sıçrayarak bölgedeki Türklere karşı bir katliama dönüştü.

Müslüman halkı öldürmeye, yıldırmaya, katliama ve terör uygulamaya giriştiler.

 İsyan hazırlıklarının başladığı dönemde Mora, Tepedelenli Ali Paşa’nın (Tepedelen 1744- Yanya 1822) yönetimindeydi. Yanya’da bulunan Tepedelenli Ali Paşa Rumlar’ı sürekli denetim ve kontrol altında tutuyordu. Paşa’nın doktoru Rum olduğu ve Paşa onu akıllıca kullandığı için, Rumlar’ın faaliyetinden çok yakından haberdardı. Komitacıların Yanya Rum despotuna yazdıkları mektubu da eline geçirmişti. Hemen Despotu yanına çağırarak mektubu uzatmış, “Okusanız da bir dinlesem!” demişti. O anda Despota korkudan nüzul inmiş, olduğu yere yığılarak ölmüştü.

Tepedelenli Ali Paşa, olup bitenlerden ve isyan hazırlıklarından Babıâli’yi de sürekli haberdar ediyordu. Ancak Sultan 2. Mahmud’un Mühürdarı olan Halet Efendi, hem Rumlar’la menfaat ilişkisi olduğu, hem de Tepedelenli Ali Paşa ile birkaç meseleden dolayı araları açıldığı ve Tepedelenli kendisine gönderdiği haracı artık kestiği için, konuyu padişaha çok önemsiz gösterdi. Ali Paşa aleyhinde padişaha türlü tezvirlerde bulundu. Fakat İngiliz elçisinin de isyan hazırlıkları konusunda Babıâli’yi uyarması üzerine, konunun yerinde incelenmesi ve araştırılması için Mora’ya birinin gönderilmesi gerektiğine karar verildi. Ama gönderilen kişi de Etniki Eterya Cemiyeti’nin gizli bir üyesi olan Nikola Moruzi idi. O da bölgeden Rum ahalinin sadakatini bildiren raporlar düzerek döndü.

  Tepedelen ayanından Veli Paşa’nın oğlu olan Tepedelenli Ali Paşa, gençliği bölgedeki ayanlar arasında süren mücadelelerle ve çete savaşlarıyla geçmiş, devlete pek çok yararlıkları görülmüş dirayetli bir devlet adamı idi. 1784 yılında mîr-i miran rütbesiyle Delvine Mutasarrıflığına atandı. Bu görevine ek olarak 1785’te Yanya Mutasarrıflığı da kendisine verildi. Aynı yıl her iki görevinden de alınarak bunun yerine Tırhala Mutasarrıflığı ve derbentler (geçit yerleri) başbuğluğuna atandı. 1787-1792 Osmanlı-Rus ve 1788-1791 Osmanlı-Avusturya savaşlarına katılarak büyük yararlıklar gösterdi. Bölgedeki eşkıyanın temizlenmesinde, çeşitli ayaklanmaların bastırılmasında, isyancıların sindirilmesinde çok büyük başarılar elde etti. 1797’de Fransızların eline geçen Preveze’yi geri alınca III. Selim tarafından kendisine vezirlik rütbesi verilerek ödüllendirildi. Ali Paşa, bundan sonra daha bağımsız hareket etmeye başladı. Rumlar’ı da tam bir denetim altında tutuyordu. Yanya yöresinde Rusların teşvikiyle ayaklanan dağlı Sulyotları denetim altına aldı (1800). 1802’de Rumeli Beylerbeyliğine atandı. Ancak Rumeli’deki ayanların çoğu bu atamaya tepki gösterince bu görevden alındı. Ali Paşa buna rağmen gücünü korudu. 1807’de oğlunu Mora Valiliğine getirmeyi başardı. 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşı sırasında daha da büyüyen Kara Yorgi liderliğindeki Sırp İsyanının bastırılmasını sağladı ve oğullarının komutasında Rus cephesine asker gönderdi, bölgede etkinlik kurmak isteyen Fransızlara karşı önemli başarılar elde etti. Özel ordusunu güçlendiren Ali Paşa Parga’yı da İngilizlerden alarak kendi topraklarına kattı (1809). Bu hizmetlerine karşılık kendisine ve oğullarına sağladığı görevlerle Güney Arnavukluk’u ve Yunanistan’ı Tepedelenli ailesinin yurtluğu durumuna getirdi (1813). İşkodra Mutasarrıfı İbrahim Paşa’nın da topraklarına göz dikerek, onu yakalatıp ölünceye kadar Yanya Kalesine hapsetti. Babıâli’nin iznine bile gerek duymadan onun yerine oğlu Muhtar Paşa’yı geçirdi. Oğlunun durumunu güçlendirmek için Draç, Tiran, Ohrid ve Elbasan’ı da ele geçirip onun yönetimine bıraktı (1816). Babıâli Rumeli’de artık ‘Yanya Sultanı’ diye anılmaya başlayan Tepedelenli Ali Paşa’nın bölgede kurduğu başına buyruk yönetimden tedirgin olmaktaysa da, bölgedeki isyanların, çetelerin bastırılmasında ona muhtaç olduğu için, bir müddet onun keyfi davranışlarına göz yummaktan başka çare göremedi. Ancak yeni padişah II. Mahmud’un ayanların gücünü kırmaya ve merkezi yönetimi güçlendirmeye yönelik siyaseti, sonunda Ali Paşa’yı devletle karşı karşıya getirdi. Ali Paşa’nın hışmına uğrayan Paşo İsmail Bey’in İstanbul’a kaçıp orada padişahın en gözde nedimi Halet Efendi’nin korumalığını sağlamasıyla Halet Efendi’yle araları açılmıştı. Halet Efendi’ye her yıl gönderdiği bin kese altın tutarındaki haracı vermekten vazgeçmesi bardağı taşıran son damla oldu. Artık baş düşmanı kesilen Halet Efendi’nin de girişimleriyle Ali Paşa ve oğlu Veli Paşa tüm görevlerinden azledildi. Kendisine yalnız Yanya Sancağı bırakılarak buraya çekilmesi emredildi (1820). Ancak, Tepedelenli’nin bu buyruğa uymayacağı da bilindiğinden, Yanya çevresindeki valilere hazırlıklı olmaları bildirildiği gibi, üzerine Hurşit Ahmet Paşa komutasında bir ordu ve Arnavutluk kıyılarına da Nasuhzade Ali Bey komutasında bir donanma gönderildi. Bu durum karşısında bir yandan Babıâlî’ye baş vurarak af dileyen Paşa, bir yandan da Yanya kalesini tahkim ederek savunmaya hazırlandı. Ayrıca Mora, Adalar, Sırbistan, Eflak ve Boğdan’da genel ayaklanmalar çıkarmak için eylemlere girişti. Mora’da yine kendi korumalığında bir Yunan yönetimi kurulması için Yanya’da Yunan eteryacılarla güç birliği anlaşması yaptı. Bunun İstanbul’da da duyulması üzerine kendisiyle beraber oğullarının ve torunlarının da tüm rütbeleri geri alınarak Yanya Mutasarrıflığından azledildi, Tepedelen’de oturmaya zorunlu tutuldu. Bu buyruğa kulak asmayan Paşa hakkında ‘Hain’ sıfatıyla idam fermanı çıkarıldı. Bu sefer de eskiden tepelediği Yunan ve Sırp çetelerini, sindirdiği Sulyotları çevresinde toplayarak Osmanlı yönetimine karşı resmen ayaklandı (20 Ağustos 1820). Hemen harekete geçen hükümet kuvvetleri önce Tepedelenli’nin egemenliği altındaki toprakları işgal etmekle ve oğullarını saf dışı bırakmakla işe koyuldular. Kuşatmadan önce kenti yakan Tepedelenli, 200 topu, yıllarca yetecek erzak ve cephanesi, zengin hazinesi, Arnavut, Yunan, Fransız, Sulyot, Sırp, İtalyan ve İsviçreli askerlerden oluşan 10 000 kişilik ordusuyla Yanya Kalesine kapandı. Kuşatma 16 aydan fazla sürdü. Nihayet taze kuvvetle yardıma gelen Serasker Hurşit Paşa’yla temasa geçerek canına kıyılmayacağına dair söz alıp, teslim oldu. İstanbul’dan hakkında ferman gelinceye kadar Yanya Gölü yakınlarındaki bir manastıra çekilip beklemesi uygun görüldü. Ancak düşmanının bir an önce ve mutlaka cezalandırılmasını isteyen Halet Efendi, seraskerin verdiği güvenceyi tanımayarak bir an önce icabına bakılmasını istedi. Hurşit Paşa sahte bir idam fermanı hazırlayarak, bunu buyruğu yerine getirmek üzere birkaç cellâtla manastıra gönderdi. Uyduruk ferman yüzüne karşı okunan Tepedelenli silahına sarılarak kendisini savunmaya kalkıştıysa da sıkılan bir kurşunla öldürüldü ve kesik başı İstanbul’a gönderildi (1822). Oğulları ve torunları da öldürülerek soyu kurutuldu.

Ali Paşa’nın öldürülmesiyle bölgede devlet egemenliği biçimsel olarak yeniden kurulmuşsa da, bu olaylar ayaklanma hazırlığı içindeki toplulukların harekete geçmeleri için de çok uygun bir ortam hazırlamıştır. Atılganlığı, cesareti, parlak zekası sayesinde sivrilen ve Babıali’nin güçsüzlüğünden yararlanarak Rumeli’nin güneyinde bir devlet kurma çabasına giren, bunda da bir ölçüde başarılı olan, sonunda Osmanlı yönetimine karşı isyan edip, devleti iki yıldan fazla uğraştıran Tepedelenli, Yunan Devleti’nin kurulmasında ve Osmanlı Devleti’nin çöküşe doğru gitmesinde de önemli bir rol oynamış oldu. Son girişimiyle de bir zamanlar dize ve hizaya getirdiği Rumların isyan etmesinde oynadığı önemli rolle de Yunan bağımsızlık hareketinin babası durumuna gelmiş oldu.

Rumlar, hem Tepedelenli Ali Paşa’nın itibardan düşmesini, hem de isyan ederek devletin onunla meşgul olmasını fırsat bilerek isyan vaktinin geldiğine karar verdiler. Devletin çok zor ve sıkıntılı bir duruma düştüğünü gören Mora Rumları isyan ettiler (1821). Patras Patriği Pol Germanos bütün Rumlar’ı Türkler’e karşı savaşa davet etti. Tüccar Rumlar’ın 600 kadar gemisi vardı. Bunlar Ege adalarına isyanı yaydılar. İslâm ahali ve askerler kalelere kapanarak kendilerini savunmaya koyuldular. Fakat merkezden yardım görmedikleri için, kaleler teker teker asilerin eline geçti. Asiler ele geçirdikleri şehirlerde Müslümanları öldürdüler, mallarını yağma ettiler.

Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görüldükleri, buradaki Türk varlığının doğal olarak Osmanlı’ya bağlılık duyabileceği ve bunun Osmanlı müdahalesi için gerekçe oluşturabileceği varsayımıyla bütün Türklerin köklerinin kazınıp yok edilmesi tek çözüm ve çare olarak benimsenmişti. Bu yüzden ayaklanma, doğrudan doğruya o sırada Mora’da yaşayan 30 bine yakın sivil Türkü hedef almıştı. İki ay içerisinde bunlar katliamdan geçirildiler.

George Finlay, 1861’de yayımlanan Yunan ayaklanmasını anlattığı kitabında şunları yazıyor: “Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonradan pişmanlık da duyulmadan öldürüldüler. Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘İşte şurada Ali Ağa’nın köşkü vardı. Burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük!’ diye anlatırlar. Bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini hiç aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi!’’ Finlay’i bu denli dehşete düşüren şey, savaş sırasında ya da isyanlarda görülecek türden öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları her Türk’ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar basılıyor, Türkler toplanıp ‘’bir dere yatağına’’ ya da uygun bir yere götürülüyor ve orada katlediliyorlardı.

W. Allison Philips adlı İngiliz tarihçi de yaşananları şöyle anlatıyor: “Yunanistan’da Türklerin telef edilmesi, savaş zamanlarının olağan telefatı değildi. Türklerin hepsi, kadınlar ve çocuklar da aralarında olarak, Yunan çetelerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyordu. Tek istisna az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesiydi. Üç gün boyunca zavallı (Türk) yerleşimciler bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Kıyım öylesine büyük ölçüdeydi ki (çete reislerinden) Kolokationes kasabaya girdiğinde bunu: ‘Yukarı Hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi” diye övünerek anlatıyordu. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, (Türk) cesetlerinden bir halı ile döşenmişti.” (The War of Greek İndependence, 1821 to 1833, New York, 1897, s. 48, 60


1821 başlarında patlak veren “Mora İsyanı” Nisan ayında genelleştirilmiş, bütün Avrupa devletlerinin ilgilendiği uluslar arası siyasi bir sorun haline gelmişti. Daha önceden kararlaştırılmış bir işaretin verilmesiyle her yerde ayaklanan Rum köylüler, yakalayabildikleri bütün Türkleri, kadın, erkek, yaşlı, çocuk ayırımı yapmadan kıyımdan geçiriyorlardı. Ağızdan ağza dolaşan “Hiçbir Türk kalmayacak, ne Mora’da, ne dünyada!” sloganı ve şarkısıyla bir kökünü kazıma, toptan imha ve yok etme savaşı başlatılmıştı. İsyan başlamadan önce Mora Yarımadasında 25.000 Müslümanın yaşadığı hesaplanıyordu. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, bu yarımadada kentlere kaçabilenler dışında bir tek Müslüman bırakılmamıştı ( Thomas Gordon, History of The Greek Revolution, Edinburg and London, 1832, s.149).

Amerikalı tarihçi Justin Mc Carthy de Ölüm ve Sürgün adlı kitabında, öldürülen Türklerin sayısının 25 bin kişi olduğunu yazar. Burada ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir etnik ve dini temizlik politikasının parçası olması ve Balkanlar’ın tarihine damgasını vurmasıydı.

Fakat bu olup bitenlere rağmen yine de Avrupa başkentlerinde “Türkler’in zalimlikleri” anlatılıyor, masum Yunan halkının özgürlüğü için yardım kampanyaları düzenleniyor, Hıristiyan gönüllüler toplanarak, canavar ruhlu Rum isyancılara katılıyorlardı.

Olayların Osmanlı başkentindeki yankıları da çok yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul’daki Rumlara karşı her an misilleme hareketi başlamasından korkuluyordu. Padişah Sultan II. Mahmud da öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. İstanbul’daki Fener Rum Patriği Gregoryos, hem Etniki Eterya üyesi, hem de isyanın baş teşvikçisi ve planlayıcısıydı. Bu durum bir Rum’un ihbarı üzerine ortaya çıkınca Patrik, 22 Nisan 1821’de Patrikhane’nin Orta Kapısı önünde dinî elbiseleri ile asıldı ve yaftası göğsünde üç gün teşhir edildi. Onunla birlikte suç ortağı oldukları tespit edilen Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit piskoposları da idam edildi. Bu olay, Hıristiyan dünyasının ayağa kalkmasına neden oldu. Patriğin asılması, Rumlar’ı daha da çok kinlendirdi. Patrikhane yetkilileri bu kapıyı kapatarak “Aynı yerde bir Müslüman din liderini asmadıkça” bu kapıyı açmayacaklarına yemin ettiler. O tarihten beri bu ‘Orta Kapı’ kapalıdır. Eskiden Heybeliada Ruhban Okulu’nu bitiren papazlar da bu kapı önünde aynı yemini tekrarlardı.


Tepedelenli Ali Paşa ele geçirilmiş ve idam edilmişti ama bölgede ortaya çıkan büyük otorite kaybı hiç azalmamış, aksine daha da artmıştı. Hurşit Paşa Tepedelenli Ali Paşa’yı yendikten sonra serbest kalan ordusuyla isyancıların üzerine yürüdü, ancak yeterli olmadı. Bütün bu karışıklıklar sırasında devlet bir yandan da artık başa çıkamadığı ve yola getiremediği kendi ordusunu ve askerini yok etmekle uğraşıyordu. 1826 yılında, Yeniçeri Ocağı kapatılarak bütün Yeniçeriler kılıçtan geçirildi, böylece artık devlet tamamen ordusuz kalmıştı. Çaresiz kalan Sultan 2. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Mısır’ın elinde o tarihte Avrupa usulünde kurulmuş eğitimli bir ordu ve yine Avrupai tarzda güçlü bir deniz kuvveti bulunuyordu. Bu kuvvetler daha önce Vehhabi, Kıbrıs ve Girit isyanlarının bastırılmasında da etkili olmuş, deneyim kazanmışlardı. Mehmet Ali Paşa, padişaha “Girit ve Mora valiliklerinin de kendisine verilmesi” kaydıyla yardım edebileceğini bildirdi. Şartının II. Mahmut tarafından kabul edilmesi üzerine oğlu İbrahim Paşa komutasında, 54 gemi, 150 sahra topuyla, 16.000 kişilik bir orduyu yardıma gönderdi. Osmanlı kuvvetleri ile birleşen Mısır ordusunun yardımıyla altı yıldır bastırılamayan isyan hızla bastırıldı. Mora asilerden temizlendi (1827). Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler hemen müdahale çarkını işlettiler. Mısır ordusunun yardımıyla Yunanların kısa sürede yenilgiye uğratılması, Mora’nın işgal etmesi, Atina‘nın ele geçirerek Yunan hükümetinin ortadan kaldırılması, başta İngiltere olmak üzere Avrupa başkentlerinde ciddi bir endişeye sebep olmuştu. Doğu Akdeniz’de, Osmanlı Devleti gibi güçsüz ve her zaman kontrol altında tutabilecekleri bir devletin yerine, ileride ciddi bir rakip olma ihtimali bulunan Mısır’ın bulunması Avrupalılar için kabul edilemez bir durumdu. Öte yandan bizzat kendilerinin isyana teşvik ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri Yunanistan’ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını Mora’dan çekmesi için Osmanlı Devletine yönelik baskı ve tehditleri işe yaramayınca, İngiltere, Rusya ve Fransa bir araya gelerek hemen müdahale etme kararı aldılar. Önce Ruslarla ve İngilizler arasında 4 Nisan 1827’de Sen Petersburg Protokolü imzalandı, daha sonra Fransa’nın da katılımıyla 6 Temmuz 1827’de Londra Anlaşması imzalandı. Buna göre Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne bağlı muhtar bir devlet haline gelecek ve bütün Türkler Mora’yı terk edecekti. Anlaşma hükümlerini iç işlerine müdahale sayan Osmanlı Devleti, bu baskıyı kabul etmedi. Bunun üzerine Akdeniz’deki müttefik filoları Osmanlı ve Mısır donanmalarının demirli bulunduğu Navarin Limanını bastılar ve Türk gemilerini batırdılar, 10.000’den fazla askerimizi ne olduğunu anlamadan öldürdüler (20 Ekim 1827). Böylece Meternich’in ifadesiyle “Navarin ile tarihte yeni bir devir” başlamış oluyordu. Bu olay, tarihe dünya askerlik tarihinin en utanç verici saldırılarından biri olarak geçmiştir. Çünkü bu saldırı ortada ilan edilmiş bir savaş yokken, dolayısıyla herhangi bir saldırı beklemediği bir anda gerçekleştirilmişti. Osmanlı Devleti, bu haksız ve hukuksuz saldırı karşısında Batılı devletlerden tazminat ve tarziye (özür) talebinde bulundu, tabii bu talebi de kabul edilmedi.

Fransızlar, bu olayla dünya denizcilik tarihine ‘’şanlı bir zafer’’ yazdıklarını açıklarken, İngilizler daha temkinli, sanki bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı’nın Mora’dan çekilmesi için bu da yeterli olmayınca Batılı devletler bu kez de İbrahim Paşa üzerindeki baskılarını artırdılar. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran ordu Mora’dan çekildi. İngilizler Mora’da kalan İbrahim Paşa ve askerlerinin Mısır’a götürülmesi için gemilerini yolladılar. Fransızlar da 30.000 kişilik bir askeri kuvveti Mora’ya çıkardılar. Osmanlı Devleti yine de Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmemişti. Bunu Osmanlı Devleti’ne savaş yoluyla kabul ettirmek için Rusya 1828 Nisan’ında Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etti. Yeniçeri ordusunun zamansız bir şekilde ortadan kaldırmasıyla ordusuz kalan Osmanlı Devleti, bu Osmanlı-Rus savaşında da mağlup olmaktan ve çok ağır şartlar taşıyan Edirne Antlaşması’nı imzalamaktan kurtulamadı (1829). Bu Antlaşmayla Yunanistan’a bağımsızlık, Sırbistan’a da özerklik veriliyordu.

Osmanlı’dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da Almanya’dan getirildi. Bavyera Prensi Otto, beyaz bir atın üzerinde muzaffer bir komutan gibi Atina’ya girdi. Antlaşmada adına ‘’bağdaşmazlık ilkesi’’ denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi. Buna göre, ‘çatışmaları önlemek için “Mora’daki Türklerin çıkarılması” öngörülüyordu. Özerkleştirilen Sırbistan’daki Türkler de, Belgrad ve bir iki kale hariç ülkeden sürüldüler. Bu Batılı ilke, daha sonra Balkanlar’ı kana boğacak, ilerideki müdahalelere zemin ve gerekçe oluşturacak gelişmelerin de temelini oluşturuyordu. Bu ilkeyle bağımsızlık meşalesini tutuşturan her Balkan halkına, asırlardan beri bu toprakların öz ve gerçek sahibi olmuş Türkleri ve Müslümanları buralardan silip süpürme, sürgün etme, gerekiyorsa öldürüp yok etme hakkı tanınmış, bunun işareti de verilmiş oluyordu.

Padişahın çevresindeki din ve devlet, vatan ve millet haini, ihtiraslı kişiler, yanlış telkin ve yönlendirmeleriyle çok kısa bir zaman içinde devletin ve milletin devletin başına türlü ve büyük gaileler açmışlar, Yeniçeri Ocağı kapatılarak ordusuz ve askersiz kalmış devleti büyük kayıplara ve felaketlere sürükleyecek amansız savaşların, ateşlerin içine atmışlar, menfaat çekişmeleri yüzünden Tepedelenli Ali Paşa gibi dirayetli devlet adamlarını isyana sürükleyip öldürülmelerini sağlamışlar, devletin parçalanmasının, Cezayir’in Fransa tarafından işgali (1830) gibi çok büyük toprak kayıplarının, daha sonra da gereksiz yere Mısır’la savaşa tutuşup Hünkar İskelesi Antlaşması ile devletin Rusya’nın himayesine muhtaç hale getirilmesinin, nihayet tümüyle İngiliz Büyükelçisi Canning tarafından hazırlanmış olan, kapitülasyon niteliğindeki 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması’nın imzalanıp Tanzimat’ın ve ülkenin batırılmasının yolunu açmışlar, bütün başarısızlıkları, yıkım ve yenilgileri de reform, ıslahat, Tanzimat gibi adlarla millete iyi ve güzel şeylermiş gibi tanıtmaktan ve yutturmaktan da geri kalmamışlardı.

  1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SONRASI BALKANLAR

Osmanlı Devleti, tarihinin en acı yenilgilerinden birine, 93 Harbi diye de bilinen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğradı.

Ruslar Harbin ilanından bir gece önce 23 Nisan’da Kafkasyaüzerinden saldırıya geçtiler. Rus hücumları karşısında Gazi Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki Şark ordumuz Erzurum’a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Düşman 4 Kasım’da Erzurum’u kuşattı.

Rumeli Cephesindeki Rus saldırıları da 21-22 Haziran gecesi 40 kişilik Rus kuvvetinin Maçin’den Tuna’yı geçip Dobruca’ya girmesiyle başladı. 26-27 Haziran gecesi de büyük Rus kuvvetleri Zimniçe’den Ziştovi’ye Tuna’yı geçmeye başladılar. Bu geçiş dört gün sürdü. Rusların Tuna’yı geçmelerine izin verilmesiyle savaşı yarı yarıya kaybetmiş oluyorduk. Çünkü Balkanlardaki en önemli iki savunma haddından biri Tuna Nehri, diğeri de Balkan dağları silsilesiydi. Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa büyük bir gaflet ve atalet göstererek düşmanın Tuna’dan geçişişine mani olamamıştır. Bütün savaş boyunca gerek Rumeli ve gerek Anadolu cephesinde kumandanlar birbirlerini çekemedikleri için emir dinlememişler, müşterek hareket etmemişlerdi. Eğer emir dinleseler ve üzerlerine düşen görevleri tam olarak yerine getirselerdi Ruslar Tuna’yı bu kadar kolay geçemezlerdi.

Osmanlı topraklarına göz dikmiş olan Rusya, uzunca bir süreden beri Rumeli’de Panislavizm fikirlerini yayarak birbiri ardınca Karadağ, Girit, Sırp, Hersek gibi isyanlar çıkmasını sağlıyor, son derece yumuşaklıkla bastırılmaya çalışılan bu isyanlar sırasında da her zaman ‘Türk mezalimi!’ vaveylaları kopararak Avrupa kamuoyunu ayağa kaldırıyordu. Kırım Savaşından sonra da Ruslar, yirmi yıl boyunca Ulahları, Bulgarı, Sırpları ve Karadağlıları kendilerine bağlayarak Osmanlı Rumelisini sahiplenmişler, saldırı ve zafer için her türlü hazırlıklarını tamamlamışlardı. Bölgede çıkarmayı başardıkları isyanların ardından yine haksız yere Osmanlı Devletini suçlayarak harp ilan etmişlerdi. Felaketlerin peşpeşe geldiği sıralarda işinin ehli kumandanlar türlü tezvirler ve bahanelerle görevlerinden alınıyor, ordular ya kumandansız kalıyor, ya da ehliyetsiz, liyakatsiz, muhteris ikbal ve şöhret düşkünlerine meydan açılıyor, kumandanlar arasına fesat tohumları saçılıyordu. Daha önce Baklanların muhafazasına tayin edilmiş Edirne’deki fırkanın onüç seçkin taburu Rusların Tuna’yı geçecekleri sırada kaldırılıp Sohum’a gönderiliyordu. Bu mühim Balkan hattının boşaltılması, ileriyi görenler için ağlanacak bir facia idi. Rusya’nın Tuna’yı geçebilmek için en az elli bin askerini feda etmeyi göze aldığı zamanın Avrupa gazetelerine de yansımıştı.

Zamanında devletçe gerekli ve yeterli tedbirlerin alınıp uygulanmaması, ilelebed unutulmayacak elim hallerdendir (s. 88).

Devlet ve millet hizmetinde kullanılmak üzere istiladan önce bütün kasabada sekiz on beygir bulunamamış iken, Moskof istilasında yediyüzden fazla binek ve araba hayvanı toplandı. Dosttan esirgenenleri düşman cebren ve kahren aldı. İbret alın ey basiret sahipleri! (s. 96).

Rusyanın bu defa beklenenin üstünde hazırlığına karşılık tedbirsiz

hareketlerimizle, emir ve kumandaya her bilir bilmezin, özellikle hükümetin müdahalesiyle kuvvetli düşman saldırılarına karşı birlikte ve ciddi bir savunma yapamadık. Bu yüzden Tuna’dan İstanbul kapılarına kadar bütün mamur beldelerimiz alt üst oldu, tahrip edildi. Bir milyondan fazla Müslüman ahali öldürüldü ve esir edildi. Üryan ve giryan hicret felaketine uğradı (s. 201-202).

Gazi Osman Paşa’nın çok az bir kuvvetle yaptığı olağanüstü Plevne Savunması, 20 Temmuz’daki Birinci, 30 Temmuz’daki İkinci ve 11 Eylül’deki Üçüncü Plevne Zaferleri de Rusları durdurmaya yetmedi. 10 Aralık’ta giriştiği düşmanı yarma hareketi sırasında yaralanıp esir düşmesinden sonra önlerinde kendilerini engelleyebilecek başka bir kuvvet kalmayanRus orduları İstanbul önlerine (Yeşilköy) kadar geldiler.Osmanlı Devleti için çok büyük bir yenilgi ve felaketle sonuçlanan 93 Harbi’nin ardından Devletin varlığının çok ciddi bir şekilde tehlikeye düşmesi üzerine, burada Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması adıyla şartları son derece ağır bir antlaşma imzalanmak zorunda kalındı. Bu antlaşmanın şartlarını görüşüp hafifletmek için de daha sonra Berlin’de uluslar arası bir kongre toplandı. Bu kongre sonunda, daha önceki antlaşmanın bazı hükümlerini biraz da olsa yumuşatan Berlin Antlaşması imzalandı.

Tarihimize 93 Harbi diye bilinen bu savaş, Balkanlar’da sivillerin doğrudan doğruya hedef alındığı ilk savaştır. Sorunun toprak kayıplarının çok ötesinde de çok önemli boyutları vardı. Kaybedilen topraklarda ve özellikle sonradan Bulgaristan olarak anılacak ülkede yaşayan Türkler ve Müslümanlar toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutuldular. Milyonlarca insan öz yurtlarından sürüldüler, insanlıktan çıkmış, gözü dönmüş, canavarlaşmış, saldırgan ve vahşi düşman sürülerinden canlarını, mallarını, ırzlarını ve namuslarını kurtarabilmek için yollara düşmüş, bunların yüz binlercesi yüreklerin dayanamayacağı şekilde can vermişlerdi.
Savaştan önce Bulgaristan’da çok yoğun bir Türk ve Müslüman nüfus yaşıyordu. 1877’de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna Vilayeti ile Edirne vilayetine bağlı Filibe ve İslimye sancaklarında 1 milyon 500 ila 1 milyon 700 bin civarında Müslüman nüfus vardı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları Müslüman ve gayri Müslim halkın nüfusun aşağı yukarı aynı olduğu konusunda birleşmektedir. Tarihçi Justin Mc Carthy, Türk nüfusunun 1 milyon 500 bin olduğunu söylerken, nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren Ömer Turan, savaştan önce Bulgar olmayanların nüfusunun 1 milyon 949 bin, Bulgarların nüfusunun 1 milyon 793 bin olduğunu, Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar olmayan toplulukların nüfusunun da 350 bin kadar olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla Bulgar devletinin kurulma hazırlıkları sırasında bölgede Bulgarların çoğunluğu teşkil etmediği bilinmektedir. Bu durum, işgal sonrasını planlamak üzere Rus Prens Panslavist Çerkaski’nin başkanlığında kurulan Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nca da diğer Hıristiyan unsurlar dışarıda tutulduğu takdirde, Bulgaristan’ın hiçbir yerinde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılmıştı. Bölgenin Türkler ve Müslümanlar lehine olan bu demografik durumunu değiştirmek için Türklerin katliama ve sürgüne tabi tutularak yok edilmeleri, ‘def edilmeleri, Slav çoğunluğa dayanması planlanan Bulgar devletinin ancak böyle insanlık dışı bir nüfus ihtilaliyle gerçekleşebileceği fikri Ruslar ve Bulgarlar tarafından benimsenmiş ve vahşice uygulanmıştı. Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun bir milyon kadarı öz yurtlarından ve topraklarından sürüldü. Pek çoğu bu sürgün sırasında katliama, açlık, hastalık ve soğuğa kurban gitti. Savaştan sonra 515 bin kadar Türk ve Müslüman bu topraklarda kalmıştı. 1887 yılında yapılan nüfus sayımında Bulgaristan’daki Türklerin sayısının 672 bin olduğu tespit edildi.

Bu katliamların baş sorumlusu olarak Rus ordusu, bu ordunun Hıristiyan Rus Kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar çeteleri gösterilmektedir. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek, Bulgar çeteleriyle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma saldırıları düzenliyor, sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete, rezilliğe, tecavüz ve yağmaya başvuruyor, geçtikleri her yeri ‘çöle döndürüyordu. Düzenli Rus ordusu da onlardan geri kalmıyordu.
Sürülenler bir daha geri dönmesinler diye köyler ve çiftlikler ateşe veriliyor, yakılıp yıkılıyor, Müslümanların tarlaları, evleri, besi hayvanları, her türlü menkul ve gayri menkul malları ellerinden alınıyordu. Savaş meydanlarından geri kalmış yaralı Osmanlı askerlerine ve esirlerine de en canice ve alçakça eylemlerde bulunuluyordu. Yabancı diplomatlar ve gözlemciler de yaşananların ‘’istisna değil, olağan’’ sayılabilecek kadar yaygın olduğunu bildiriyorlardı. Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün adlı kitabında ‘’Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler olduğuna’’ işaret ettikten sonra: ‘’Hatta bazen, halkı karma olan köylerde yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni, Müslümanlara karşı nefret ediyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok, mal kapma hevesiydi.’’ tespitinde bulunuyor. Sadece Müslümanların değil, Yahudilerin de malları talan edilyordu.
Savaştan önce sürekli ‘’Türk vahşeti’’ne dair haberleri yayan Batılı gazete muhabirleri de olup bitenler karşısında irkilmek ve ortak bir bildiri kaleme almak zorunda kaldılar. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri ‘’Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev’’ saydıklarını belirterek, olaylardan Rus ordusunu sorumlu tuttular ve ‘’kurbanların büyük çoğunluğunun kadınlar ve çocuklar olduğunu’’ da bildirdiler.

Bölgede görev yapan Batılı devletlerin konsolosları da bağlı oldukları ülkeleri olaylar hakkında günü gününe bilgilendiriyorlardı. Örneğin Burgaz’daki İngiliz Konsolosu Brophy: ‘’Türk yönetiminin en kötü haline kıyasla bile, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi altındaki durumun eskisine göre on kat daha kötü olduğunu’’ söylüyor ve kapıldığı büyük dehşet ve şaşkınlığı rapor ediyordu. Edirne Konsolosu Blunt, Türklerin uğradığı kıyımları derlemiş, bir başkası, ‘’Rusların benimsedikleri ve kararlılıkla uyguladıkları amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak olduğunu belirtmişti. Araştırmacı Bilal Şimşir’in yayımladığı sayısız İngiliz belgelerinden bu büyük vahşet ve kıyımın tanıklıklarına ve her şeyin büyük devletlerin gözleri önünde işlendiğine işaret edilmektedir.
Kıyımın bir başka boyutu da Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3 bin 339 büyük Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356’sı cami, 415’i eğitim yapısı, 174’ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane, çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya’da 82 cami mevcutken savaş sonrasında her iki şehirde de sadece birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır hâkim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Müslümanlar, birdenbire azınlık durumuna düşmüşler, mallarını, mülklerini, camilerini, okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi.
Bütün kıyımlara ve sürgünlere rağmen yine de Bulgaristan’da kalabilmiş Türklerin sayısı, Bulgarlar için hala tehdit edici düzeyde kabul ediliyordu.

Bosna-Hersek’in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin hemen hepsinin göz diktiği ve üzerinde hak iddia ettikleri Makedonya (Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya’da ise Türkler ve Müslümanlar mutlak çoğunluğu teşkil ediyorlardı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, savaştan sonra da devam etti. Makedonya’da sivil halka yönelik çetnik (çete) saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. 1885’de Bulgaristan’ın Doğu Rumeli’yi, 1908’de de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında yaşamak istemeyen Müslümanlar, yeniden dalgalar halinde Anadolu’ya doğru göçe başladılar. Karadağ’da neredeyse tek bir Müslüman kalmamıştı. Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya taşınıyorlardı. Girit’te yaşayan Türklerin sayısı 1821’de 160 bin iken, bu sayı 1876’da 95 bine, 1897’den sonra da 33 bine düştü. Bunlar da mübadelede göç etmek zorunda kaldılar.

Balkanlar’daki Müslüman nüfus hızla eriyordu. Son darbe Balkan Savaşları’yla vuruldu. 93 Harbinin ardından yaşanan felaketlerde göç edebilenlerin sayısı öldürülenlerin sayısından daha fazlayken, bu sefer katledilenlerin sayısı göç edebilenlerden, İstanbul ve Anadolu’ya ulaşıp sığınabilenlerden çok daha fazla olmuştu.

BOSNA HERSEK’TE AVUSTURYA-MACARİSTAN YÖNETİMİ

93 HARBİ SONRASI BALKANLARDAKİ MÜSLÜMAN SOYKIRIMI

1878’de imzalanan Berlin Anlaşması, Bütün Balkan Müslümanları ve özellikle Bosnalı Müslümanlar için tarihi bir dönüm noktası oldu. Bu antlaşmaya dayanarak 1878 yılında Bosna’yı işgal eden Avusturya, otuz yıl sonra da ilhak etti. Artık bu topraklarda beş asırdan beri devam eden Pax Ottomana (Osmanlı barışı) sona ermiş, asırlardır kendilerini Türk ve Müslüman bilen Bosnalı Müslümanlar da yabancı ve Hıristiyan bir yönetimin insafına terk edilmişlerdi. Bosna Eyaleti, Osmanlı-Rus savaşının ardından 1878’de Berlin Antlaşması’yla halkın bilgisi ve rızası hilafına, masa başında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu yönetimine terk edilinceye kadar Osmanlı Devleti’nin iç isyanların yaşanmadığı, huzur, barış, refah ve mutluluğun hâkim olduğu sorunsuz bir bölgesi olma özelliğini taşıyordu.

Büyük bedeller ödenerek, binlerce şehidin kanı pahasına, büyük mücadeleler ve savaşlar sonucunda vatan edinilen topraklardan, hiçbir savaş yapılmadan ve kan dökülmeden masa başında bir anlaşmayla kolayca vazgeçilmişti. Koca Osmanlı İmparatorluğu artık hiçbir düşmanlarının hiçbir saldırısına ve haksız talebine karşı direniş gösteremeyecek, oldubittilere karşı koyamayacak kadar mecalsiz, aciz, pısırık, çaresiz, zavallı ve perişan bir hale düşmüş, ya da düşürülmüştü.

Bölgenin Avusturya tarafından işgal edileceği haberini alan Müslüman halk önceleri böyle bir habere inanmak istemediler. Hiç ihtimal vermedikleri bu haberi büyük bir tereddüt ve şüpheyle karşıladılar. Ancak haberin doğruluğu anlaşılınca, büyük tepki ve bir infial gösterdiler. Hristiyan bir idare altında yaşamak ve ülkelerinden de göç etmek istemeyen Bosnalı Müslümanlar, işgale karşı direnmeye ve karşı koymaya karar verdiler. Kendiliğinden başlayan bu direniş hareketi sırasında Bosnalı Müslümanlar, ellerindeki derme çatma ve basit silahlarla Avusturya-Macaristan ordusuna karşı mücadeleye giriştiler. Özellikle Mostar ve Saraybosna gibi önemli şehirlere işgalcileri sokmamak için çok büyük uğraş verdiler. Fakat koskoca bir imparatorluğa karşı koyabilecek hiçbir güçleri, kuvvetleri ve imkânları yoktu. Yine de 29 Temmuz l878’de başlayan işgal, ancak 28 Ekim l878’de, o da kısmen tamamlanabildi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adına dağıtılan ilanlarda, bütün halka huzur, barış, güven, refah ve hürriyet vaat ediliyordu. Fakat uygulamalar hiç de böyle olmadı. Avusturya tarafından atanan bazı Hıristiyan yöneticiler, Müslüman halkı ağır vergilerle bunaltıyorlar, mallarını müsadere ediyorlar, saldırılar ve cinayetler yoluyla onları Bosna-Hersek’ten göç etmeye zorluyorlardı. Bazı yerlerde camilere şarap ve domuz eti doldurulduğu, Müslümanların din, inanç ve ibadet haklarının ve hürriyetlerinin kısıtlandığı da oluyordu. Müslüman öğrencilerin Hıristiyanlaştırılması için Saraybosna ve diğer önemli şehirlerde okullardaki eğitim dili Almanca’ya çevrilmiş, din eğitimi ise Katolik mezhebini öğretecek şekilde programlanmıştı. Mahkemeler, çok basit ve eften püften nedenlerle Müslümanlar aleyhine hükümler veriyorlar, keyfî para, sürgün ve hapis cezaları uyguluyorlardı. Yapılan baskılarla Bosna’daki Müslüman nufüs, Osmanlı idaresi altındaki diğer topraklara göç etmeye zorlanıyor, onların terk ettikleri yerlere de Sırplar yerleştiriliyor, böylece Bosna’daki etnik yapı değiştiriliyordu.

Avusturya yönetimine terk edilmekle, kendilerini kimsiz, kimsesiz, savunmasız bırakılmış, insafsız zalim kurtların insafına terk edilmiş masum yetim çocuklar gibi hisseden Bosnalı Müslümanlar, olup bitenlere bir mana veremiyorlar, Osmanlı ordusunun çekilişini gözyaşları ve büyük bir çaresizlik içinde seyrediyorlar, bir yandan da geleceğe büyük bir karamsarlık ve endişe içinde bakıyorlardı. Kendilerine bu topraklarda hayat hakkı tanınmayacağını düşünenler, öz yurtlarını terk edip Anadolu’ya veya henüz Osmanlı idaresindeki yerlere göç etmeye yöneldiler.

93 Harbi ve Berlin Antlaşması Balkanlar‘dan ve Kafkasya‘dan Anadolu‘ya doğru büyük bir Müslüman muhacir dalgası yarattı. Bir milyonu aşkın aç, sefil, perişan mülteci ve göçmen akını ve bunun yol açtığı olağanüstü toplumsal ve ekonomik bunalımlar tarihimizin unutulmaz ve en acı olaylarındandır.

Avusturya Macaristan İmparatorluğu, zaman geçtikçe işgalin ilk dönemlerinde bölgedeki Hıristiyan unsurları kayıran politikalar uygulamasının yanlışlığını anlayarak bu politikada Müslümanlar lehine bazı değişiklikler yapmaya başladı. Özellikle 1903-1912 yılları arasında Bosna’nın yönetimini elinde bulunduran liberal Baron Burian döneminde, Bosnalılara karşı nispeten daha ılımlı, daha adil ve daha hoşgörülü bir yaklaşım sergilendi. Bölgede Ortadoks Sırpların ve Katolik Hırvatların yanında ayrı bir Müslüman “Boşnak” kimliğinin de bulunması Avusturyalıların da işine geliyordu. Bu yüzden Avusturyalılar daha sonraki dönemlerde Müslümanlara karşı biraz daha ılımlı ve dengeli politikalar izlenmeye başladılar.

Müslümanlar pek çok yerleşim biriminde çoğunluğu teşkil ettikleri için, seçimle iş başına gelinen yerel yönetimlerde son derece etkiliydiler. Arazilerini, tarlalarını rahatça ekip biçebiliyorlar, mesleklerini icra edebiliyorlar, ticaretlerini yapabiliyorlar, çoğunlukta oldukları yerlerde nispeten huzur içinde yaşayabiliyorlardı. Dinlerini, inançlarını yaşayabiliyorlar, hocaları, müftüleri kimseye hesap vermek zorunda kalmıyor, vakıflarına dokunulmuyordu. Hatta Bosnalı Müslümanlar Abdülhamid Han’ın yaş gününü (1907) de büyük bir coşkuyla kutlamışlar, “Padişahım çok yaşa!” âvâzeleriyle yeri göğü inletmişlerdi. Avusturyalılar bu olay için onlara müdahale etmemiş, hatta İstanbul’un farkına daha iyi vararak, o günden sonra Reis-ül ulema tayininde İstanbul’daki Şeyhülislam’ın da olurunu almaya başlamıştı. Ancak 2. Meşrutiyet’in ilanıyla bu hava da değişti, Avusturyalılar 1908 yılında Bosna’yı ilhak ettiklerini açıkladılar.

Bosnalı Müslümanların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu idaresinde geçirdikleri dönem, bütün olumsuzluklarına rağmen, yine de daha sonraki dönemlerle ve komşu ülkelerde yaşayan Müslümanlara uygulanan akıl almaz boyutlardaki zulüm ve baskılarla karşılaştırıldığında nispeten daha az acı çektikleri bir dönem sayılabilir. Örneğin, 1878-1918 yılları arasında Karadağ’da ve Sırbistan’da kalan Müslümanların hayatları çok daha zordu. Onlara dinlerini veya öz yurtlarını terk etmekten, yeni rejime ve devlete sadakatlerini ispat etmekten ya da katliama tabi tutulmaktan başka seçenek tanınmıyordu. Bosnalı Müslümanlar ise bu dönemde en azından Avusturyalıların gölgesine sığınarak Sırp saldırılarından bir dereceye kadar korunabilme imkânı bulabiliyorlardı. Hatta Türk Bayrağının benzeri, ay yıldızlı yeşil bir bayrakları bile vardı. Ama yine de geçici olduğu söylenen bu işgalin bir an önce bitmesini, Osmanlıların dönüşünü umutla ve sabırsızlıkla bekliyorlar, o zamana kadar da var güçleriyle direnmeye ve ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Ancak ne yazık ki hiç de umdukları istedikleri olumlu gelişmeler olmamış, Avusturyalıların bölgeyi terk etmesiyle kurulan Yugoslavya Krallığı ve daha sonraki dönemlerle kıyaslandığında, sonradan yaşanan çileler, sıkıntılar, acı ve baskılar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimini bile aranır hale getirmişti.

ARNAVUT İSYANI VE SONUÇLARI

Türlü ırk, dil, din ve kültürlere mensup sayısız toplumları 6 asırdan fazla huzur ve barış içinde bir arada tutan, koca bir çınar gibi gölgesi üç kıtaya yayılan, dalları Umman Denizinden Tuna boylarına, Kafkasya’dan Cezayir’e uzanan Osmanlı Devleti içinde ilk ayrılıkçı propagandalar, öncelikle Osmanlı Devletinin gayrimüslim unsurları arasında yoğunlaştırılmıştı. Özellikle ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren büyük ivme kazanan yabancı propagandalarda “Siz ayrısınız, ayrı olmalısınız!” şeklindeki sloganlar ön plana çıkıyor, Devletin içine düştüğü zaaf nedeniyle bu tür propagandalar gayri Müslim tebaa üzerinde çok etkili oluyordu. Fakat daha sonra bu tür kulaktan zehirleme faaliyetleri yalnızca gayri Müslim unsurlarla sınırlı tutulmadı. Milliyetçilik, bölücülük, ırkçılık, ayrılıkçılık faaliyetleri ve propagandaları, bir müddet sonra, asırlar boyunca birbiriyle iyice karışıp kaynaşmış, artık aynı bedenin uzuvları gibi birbirlerinin eli ayağı, gözü kulağı olmuş, birbirlerine etle tırnak gibi yapışmış, aralarında hiçbir ayrılık gayrılık bulunmayan Müslüman unsurlar arasında da etkili olmaya başladı. Müslümanları birbirinden soğutmak, uzaklaştırmak, düşman etmek, koparmak, bölüp parçalamak, nihayet bir kenarda teker teker hepsinin başını yemek, işini bitirmek amacıyla akıl almaz oyunlar oynanıyordu.

Kötü yönetimlerin ve yöneticilerin de etkisiyle Müslüman unsurlar arasında da zaten öteden beri sürüp gelen bazı hoşnutsuzluklar, kıpırdanmalar, ihtilaflar mevcuttu. Bunlar kaşınarak ve istismar edilerek yaraya dönüştürülüyor, Müslüman unsurların gönüllerinde de bağımsızlık ve özgürlük sevdaları ateşlenmeye çalışılıyordu. Ülkenin her yanında, ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği körükleyen birlikler, ocaklar, cemiyetler, kulüpler pıtırak gibi çoğalıyor, akıllar bulandırılıyor, kalpler birbirinden soğutuluyor, gönüllere ayrılık tohumları ekiliyordu. Devletin ve milletin bünyesinde ve bağışıklık sisteminde baş gösteren zaaflar da bu tür ölümcül hastalıkların veba salgını gibi yayılmasına çok elverişli bir ortam hazırlıyordu. Ayrılıkçı ve bölücü fikirler, sağlam bir beton gibi birbirine iyice karışıp, kaynaşmış milli bünyeyi bir kezzap, bir asit gibi yavaş yavaş eritip çözüyor, bozup dağıtıyordu. Gerçi millet çoğunluğu bunlara itibar etmiyor, bunların yanlış yolda olduklarını biliyorsa da, yine de tehlikenin gittikçe büyümesinin ve yaygınlaşmasının önüne geçilemiyordu. Her tarafta genel bir çılgınlık havası almış yürümüştü. Bu çılgınlıkların ve deliliklerin ne pahasına olursa olsun önünün alınması şarttı. Fakat ne yazık ki, sorumluluk mevkilerinde bulunan yöneticiler ve aydınlar, milletin ve memleketin içine sürüklendiği büyük tehlikeleri görebilecek, bunlara uygun tedbirler ve çareler bulup uygulayabilecek nitelikte değildi. Hatta bazıları, bu kötü gidişata karşı koymayı boş ve gereksiz bir çaba ve ayrı bir çılgınlık olarak görüyorlardı. İçlerinde milletin, memleketin dertlerinden, felaketlerinden kendilerine çıkar ve menfaat sağlamaya çalışan alçalanların sayısı hiç de az değildi. Milletin maddi, manevi bütün varlıkları, servetleri, insanları sonu hep bozgunla neticelenen savaşlarda heder olup giderken, bir yandan da orada burada bir sürü savaş zenginleri türüyordu. Bu çılgınlıklara kendilerini kaptıranların çoğu, içine karıştıkları bu uğursuz tertiplerin önünde sonunda kendilerinin de kanlarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına, dinlerine, imanlarına, ırklarına ve vatanlarına mal olacağını hiç düşünmüyorlardı.

Balkanlardaki en önemli Müslüman unsurlardan biri Arnavutlardı. Bütün Müslüman unsurların her zamankinden daha çok birbirlerine kenetlenmeleri gereken en tehlikeli dönemeçlerden biri olan Balkan Savaşları arifesinde, bazı Arnavutlar da ayrılık gayrılık davası güden, ‘Başkımcı’ liderlerin peşine takılarak bölücülük girdabına sürüklendiler. 1910 yılı kışında çeşitli haklar ve özerklik talebiyle Osmanlı Devletine karşı isyana kalkışmışlardı. Bazı Arnavutlar da bunlara katıldılar ve Osmanlı Devletine karşı ayaklanan ilk Müslüman unsur olarak tarihteki yerlerini aldılar. Bu hem Arnavutlar, hem Boşnaklar, hem de bütün Müslümanlar için çok büyük felaketlerin nedeni ve başlangıcı olmuştur. Değişik iç ve dış sorunlarla ve gailelerle boğuşan Osmanlı Devleti, Arnavut isyanıyla uğraşacak durumda değildi. Bu nedenle istediklerini kolayca elde edebilen Arnavutlar, 4 Eylül 1912 tarihinde amaçlarına ulaşarak isyanı bitirdiler, 28 Kasım 1912’de de bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Balkan Savaşı faciası devam ederken, Balkanlardaki en önemli Müslüman unsurlardan biri olan Arnavutlardan bazılarının da bölücülük girdabına sürüklenmeleri, başlarındaki Başkımcı liderlere uyup ayrılık, gayrılık davasına kalkışmaları, devletlerine isyan ederek bağımsızlık ilan etmeleri başta Mehmet Akif olmak üzere pek çok Arnavut’u çok üzmüş ve derinden sarsmıştı. Çünkü onlar bu ayrılığın onlara felaketten başka bir şey getirmeyeceğini en başından beri çok iyi biliyorlar ve görüyorlardı. Fakat gözünü hırs bürümüş bölücülerin ve ayrılıkçıların bu gerçekleri görebilmeleri mümkün değildi. Nitekim bölünmenin ne kadar yanlış bir iş olduğu, çok kısa bir süre sonra bütün çıplaklığıyla herkes tarafından anlaşıldı. Balkan Savaşları ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan dayanılmaz acılar ve felaketler bu gerçeği istisnasız bütün Arnavutlara kabul ettirmiş, herkes yaptığından bin defa pişman olmuştu ama iş işten çoktan geçmişti.

‘Başkım’ Arnavutça ‘birlik’ anlamına geliyordu ama, bu sloganın peşine takılanlar ne bütün Arnavutları bir araya getirebildiler, ne de çok kolay elde ettikleri bağımsızlıklarını koruyabildiler. Kurdukları sözde bağımsız Arnavutluk devletinin çatısı altında Arnavutların yarısını bile bir araya getiremediler. Bağımsızlık ilan ettikleri topraklar, daha iki yıl geçmeden, Birinci Dünya Savaşı sırasında önce komşu devletlerce, daha sonra da yedi ayrı ülkenin ordularınca çiğnendi, işgal ve yağma edildi. Özellikle Müslüman Arnavutların çektiği acı ve işkenceler tarif edilemez boyutlardaydı. Ortaya çıkan zayıf Arnavutluk devleti, burnunun dibindeki en önemli Arnavut toprağı olan Kosova’nın bile Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılmasına engel olamamıştı.

Kendisi de Arnavut asıllı olan ve ayrılıkçı Arnavutları bu sevdadan vaz geçirmek, akıllarını başlarına devşirmelerini sağlamak için çok uğraşan Mehmet Akif, bunu başaramayınca çığlık çığlığa bütün Müslümanlara seslenerek, herkesin bu acı olaylardan dersler çıkarmasını istiyordu. Karısının, kızının adını yabancı bir erkeğe söylememek için nüfus sayımına bile karşı çıkacak kadar kıskanç olan Arnavutların ve Balkan Müslümanlarının ayrılık, gayrılık ve bölücülük fitnesi yüzünden başlarına ne büyük felaketler, acılar ve ibretlik olaylar geldiğini bütün teferruatıyla ve herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışıyordu. Durumun vehametini ve herkesi bekleyen çok yakın ve çok büyük ortak felaketleri haykıran samimi, içten ve gür sesini arzu ettiği ölçüde dirilere duyuramayıp kimseyi yerinden kıpırdamayınca, ayağa kaldıramayınca, bu sefer de büyük bir çaresizlik, acı ve ızdırap içinde Arnavutluk’ta doğmuş ve yıllar önce ölmüş olan mezardaki babasına seslenmeyi deniyordu. Vatanı kurtarmanın ölülerin değil, dirilerin görevi olduğunu pek âlâ bilmesine rağmen, yine de dirilere yeterince duyuramadığı sesini ölülere duyurmaya çalışması, dirilerin büyük bir umarsızlıkla yerlerinden kıpırdamadıkları bir hengamede ölüleri kıyama çağırması acısının ve çaresizliğinin ne kadar büyük ve dayanılmaz olduğunu göstermektedir:

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…
Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş!



Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Âşinâ çehre arandım… O, meğer, hiç yokmuş…
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!
Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti…
Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat´ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri…
Yer yarılmış, yere geçmiş, şühedâ türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!



Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?
Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım “ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?
Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?
Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd´ın iki üç damla kanı?
Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan ,şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim… Bildim!
Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb´ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?



Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necîb?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda… Garîb!
Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
— Olmadan üç kişinin, beş kişinin hûnu heder —
Kahraman, gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyet-i kavmiyye muhakkar, berbad!
Hani: “Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın.
Karımın ismini… Hem öldürürüm, sorma sakın!”
Diye, tahrir-i nüfus istemiyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i’lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden.
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!

Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım, şimdi nasibin mütemadi haybet!
Hani, ey unsur-u bîrâbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün amalin!
Hani «Başkım» cıların kurduğu yüksek hülya?
Seni yıllarca avutmuş da o mel’un rüya,
Uyumuşum… Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâkâ çöken kanlı sabah?

Karadaş haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan, iti, çepçevre kuşatsın vatanı…
Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu…
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa…
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl…
İşte, ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?



Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
’Arnavutluk’ ne demek? Var mı ki dinde yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

Artık ey millet-i merhûme, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zîşânın ilâhî sözünü!
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der, delidir
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa; zira sonu hüsran-ı mübîn
Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!
’Medeniyyet!’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ.
Ne bu şûrîde (bulanık) siyâset, ne bu fâsid (bozuk) dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum!

Mehmet Akif’in de işaret ettiği gibi, etnik milliyetçilik, bölücülük, ayırımcılık sevdasına kapılarak Osmanlı Devletinden ayrılan ilk Müslüman unsur olan Arnavutlar, boş vaatlere aldanarak asırlarca bir ve beraber yaşadıkları devletlerine, milletlerine ihanet etmenin, onlardan kopmanın bedelini çok ağır ödediler. Bu altın fırsatı ganimet bilen zalim düşmanları, her taraftan onların üstüne çullandılar. Artık zulm ederken hiçbir etnik köken, inanç, mezhep ayırımı yapmıyorlar, bu Arnavutmuş, bu Boşnakmış, bu Türkmüş, bu Sünni imiş, bu Alevi imiş, bu Bektaşi imiş diye bir ayırım gözetmiyorlar, hepsine karşı aynı acımasız ve vahşi katliamları uyguluyorlar, önlerine gelen her şeyi yakıp yıkıyorlar, yağmalıyorlardı.

Kendisi de bir Arnavut olan Ali Yakup Hoca, ırkçılıktan son derece nefret ederdi. Irkçılık yüzünden Arnavutların başına gelenleri örnek gösterir, olup bitenlerden herkesin ders ve ibret alması gerektiğini söylerdi. Irkçılığın İslama göre yasaklanmış olması bir tarafa bunun pratik hayatta da sayılamayacak kadar çok zararlarına, anlamsızlığına sürekli işaret ederdi. Arnavutluktaki komünist rejimin de en büyük zararı İslama ve Müslümanlara verdiğini anlatırdı. Derdi ki: Hıristiyanlık, İslamiyet gibi değil. Son derece kolay. Hıristiyanlıkta bilinmesi, öğrenilmesi, inanılması gereken fazla bir şey yok. Bugün Arnavutlukta komünizm bitse, Hıristiyanlık hiç kesintiye uğramamış gibi yeniden başlar. Bir iki çan, bir iki Meryem Ana, İsa heykeli, istavroz çıkarma, masalar her şey hazır. Kaldıkları yerden devam ederler. Peki ya Müslümanların durumu nasıl olacak? Onlar bir daha Müslümanlığa dönebilmeleri, Müslümanlığı gerektiği gibi öğrenip yaşayabilmeleri çok zor. Çünkü Müslümanlık sadece bir laftan, sözden, isimden, iddiadan ibaret değil. Kendine has bir öğretisi, inanç, ibadet, ahlak, muamelat sistemi, şekilleri var. Bunlardan uzak ve habersiz yetişmiş nesiller, bir daha bunlara nasıl dönecek, nasıl öğrenecek? Onun için komünizm gibi din düşmanı rejimlerin İslama verdikleri zararlar, Müslüman toplumlarda yaptıkları tahribatlar başka dinlerle kıyaslanamayacak kadar fazladır.

BALKAN HARBİ FACİASI

Dünyayı yıkıp, yeniden yapılandırmayı amaçlayan siyasi, ekonomik, sosyal sayısız fikir akımlarının ve ideolojilerin ortalığı kasıp kavurduğu, milletlere ve toplumlara bir yandan değişik fırsatlar sunarken, öbür yandan da onları içine çekip hiç ummadıkları bir anda ve şekilde yok oluş ve felaket girdaplarına ve anaforlarına sürükleyen ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllara Osmanlı Devleti çok hazırlıksız girmişti. Devlet ve toplum bütün kurum ve kuruluşlarıyla bozulmuş ve kokuşmuştu. Farklı unsurlardan oluşmuş toplumda, huzursuzluklar, başıbozukluklar, iç karışıklıklar gittikçe yaygınlaşıyor, çaresizlik, yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk ve salgın hastalıklar milleti canından bezdiriyordu. Eğitim kurumları, sorunları zamanında teşhis ve tespit edecek, doğru çözümler üretecek, millete çıkış yolu gösterecek, onu daha aydınlık geleceklere ulaştıracak bilim adamları, aydınlar ve yöneticiler yetiştiremiyordu. Işık getirsin, dertlere çareler üretsin diye yurtdışına eğitime gönderilen gençlerin büyük çoğunluğu, milletinin inanç ve değerlerine yabancılaşmış, özgüvenini yitirmiş, milli kimlik ve kişiliğini, tarih bilincini kaybetmiş, hatta bunlara düşman kesilmiş, kendi milletini ve medeniyetini horlayan, bunu inkârı kurtuluş sayan, her bakımdan yozlaşmış, efendi bir millete köleliği layık gören, kendilerini köleleştirenlere milletini de köle etmek için uğraşan mankurtlar olarak geri dönüyorlardı. Milletle aydınları, yöneticileri ve devleti arasına soğukluklar, huzursuzluklar, güvensizlikler, çatışmalar, kopukluklar girmişti. Olup bitenler karşısında şaşkın ve çaresiz kalan millet, içeriden ve dışarıdan üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini giymemek için direniyordu.

Ondokuzuncu yüzyılın tanınmış halk ozanlarından Ruhsati o günleri şöyle anlatır:

Bir vakte erdi ki bizim günümüz,

Yiğit belli değil, mert belli değil.

Herkes yarasına derman arıyor,

Devâ belli değil dert belli değil.

Tarihimizin en büyük felaketlerinden biri de kuşkusuz Balkan Harbi faciasıdır. Bu savaşlar sırasında, Adriyatik Denizinden, Ege ve Marmara Denizine kadar yüz binlerce kilometrekarelik bir alanda, milyonlarca masum, çaresiz ve günahsız Müslüman, vahşet ve şenaatlerin en alçakçasına, zulüm ve işkencelerin en dayanılmazına uğratıldı. Bu facianın nasıl başladığına ve sonuçlarına kısaca da olsa değinmeden geçemeyeceğiz.

Osmanlı Devleti’nin en zor zamanlarından birinde tahta oturan II. Abdülhamit Han, izlediği ustaca politikalarla hem Osmanlı yönetimi altındaki Müslümanlarla, hem de İngiltere, Rusya, Fransa gibi batılı emperyalist devletlerin sömürgesi durumuna düşmüş ülkelerin Müslüman halklarıyla çok iyi ilişkiler kurup geliştirmeyi, onları kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar oluşturmayı başarabilmişti. Dünyanın her tarafındaki İslâm topluluklarının sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve dini liderleriyle, önderleriyle, etkili din adamlarıyla temasa geçiyor, onlarla çok olumlu ilişkiler geliştiriyordu. Bunlara özel mektuplar gönderiyor, rütbeler ve nişanlar veriyor, sorunlarına çareler ve çözümler bulunabilmesi için katkılarda bulunuyordu. İslam halifesi sıfatıyla Abdülhamit Han, bu yerel, bölgesel, siyasi ve dini liderlerin pek çoğunun bulundukları kendilerini Halifenin yerel ve bölgesel memurları ve temsilcileri olarak görmeye başlamalarını sağlayabilmişti. ona sevgi ve saygı duymalarını, hatta birçoğunun Bütün Müslümanları ve gelişmekte olan ülkeleri ve buraların yöneticilerini ve halkları batılı emperyalistlere güçlere ve onların oyunlarına karşı uyarmak üzere Çin’e, Japonya’ya, Güney Afrika’ya kadar adamlar, temsilciler, uyarıcılar gönderdi. İstanbul’da değişik dillerde basılan başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, milyonlarca kitap, broşür, dünyanın her tarafına gönderiliyor, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine özel önem veriliyor, böylece dünyanın her tarafındaki Türklerin ve Müslümanların ortak bir kültür kaynağından beslenmesine çalışılıyordu. Uzak Doğunun, Afrika’nın en uzak köşelerinde, hiç Türkçe bilmedikleri halde, Cuma günleri camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşan, mitingler, nümayişler yapan Müslüman cemaatler türemişti. Kısaca Abdülhamit’in izlediği politikaların etkisiyle İstanbul, bütün İslâm dünyasının kalbi, mazlum ve mağdur milletlerin umudu haline gelmişti. Sultan Abdülhamid Han’ın bu politikaları, sömürgeleri ve tebaaları arasında oldukça büyük oranda Müslüman nüfus barındıran başta Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı emperyalist ülkeleri tedirgin etmeye ve korkutmaya başladı.

Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunu tarih sahnesinden silen büyük felaketler dizisi de ardı ardına sökün edip gelmeye başladı. Sultan Abdülhamit’in otuzüç sene, kırmadan, dökmeden, dağıtmadan, dağ, bayır, dere, tepe yürüttüğü devlet arabasını, ardından gelenler on yıl içinde paramparça, perişan ve harap hale getirdiler. Arabanın her parçası bir dağın başında veya bir vadinin dibinde kaldı.

Osmanlı Devletini bölme, parçalama, yıkma ve Türk Milletini de tarih sahnesinden silme konusunda bütün düşmanlar çoktan anlaşmışlar, uzlaşmışlardı. Fakat üzerinde uzlaşılamayan, anlaşılamayan çok önemli bir sorun vardı. O da ganimetten kimin ne kadar pay alacağı sorunuydu. Esas kavga buradan çıkıyor ve bunun etrafında dönüyordu.

Berlin Antlaşması’yla Balkanlardaki Osmanlı toprakları üzerinde yeni devletler kurulmuş, ama değişik milletlerin ve devletlerin bu verimli ve değerli topraklar üzerindeki hak iddiaları ve pay alma mücadeleleri bitmemiş, aksine daha yeni başlamıştı. Bu sürekli şiddetlenerek sürüp gidecek bir mücadeleydi.

Berlin Antlaşmasıyla Sırbistan ve Karadağ bağımsız devletler haline gelmiş, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na verilmiş, Sancak Bölgesi de Osmanlı Devleti’nin elinde bırakılmıştı. Bu durum yeni hoşnutsuzlukları ve tatminsizlikleri de beraberinde getiriyordu. Sırplar, Bosna-Hersek’i ve Yugoslavya’nın diğer bölümlerini de alarak “Büyük Sırbistan’ı” kurmanın, Hırvatlar da kendi bağımsız devletlerine kavuşmanın hayalini kuruyorlardı. Nitekim çok geçmeden patlak verecek olan Balkan Savaşları (1912-1913) bölgede baş gösteren yeni bir paylaşım savaşından başka bir şey değildi.

İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden beri Fener Rum Patriği bütün Ortodoks milletlerin (Sırp, Bulgar, Rum, Sloven vs gibi) dini reisliğini yürütüyor, bu durum Rumlara diğer Ortodoks milletler üzerinde küçümsenemeyecek bir üstünlük sağlıyordu.

Milliyetçilik duygularının kuvvet kazanmaya başlamasıyla Sırp, Bulgar ve başka Ortodokslarla Rum Ortodoksları arasında bir kilise çekişmesi ve savaşı ortaya çıktı. Din ve mezhepleri aynı olsa da başka Balkan milletleri de kendilerine has ayrı bağımsız bir kiliselerinin olmasını istiyorlar, bunun mücadelesini veriyorlardı. İyice alevlenen Rum Bulgar çekişmesi sonucunda 1870 yılında İstanbul’da bağımsız bir Bulgar Kilisesi (Ekzarhlığı) resmen kuruldu. Bu durum diğer Ortodoks Balkan milletlerini de harekete geçirdi. Çok geçmeden bu stratejik savaşa Sırplar da katıldı. Sırp Kralı Aleksandr 1894’te İstanbul’u ziyaret ederek, Abdülhamid’den Üsküp’te bir Sırp Piskoposluğu açma izni aldı. Kısa zamanda Balkanlarda birbiriyle kavgalı üç bağımsız kilise kurulmuş bu kiliseler arasında amansız bir savaş başlamıştı. Artık ‘Megalo idea’ ile ‘Büyük Bulgaristan’ ve ‘Büyük Sırbistan’ idealleri karşı karşıya gelmiş, ‘Helenizm’ ile ‘Panislavizm’ kendi aralarında büyük bir çatışmaya, mücadeleye ve savaşa girmişlerdi. Balkan milletleri arasında din, dil, ırk, mezhep, kültür kavgaları etrafında şekillenen ve gittikçe büyüyen tam bir ‘Var Oluş Savaşı’ yaşanıyordu. Bu Osmanlı’nın da çok işine yarayan, ona içine düştüğü sıkıntılar arasında rahat nefes aldırabilecek bir savaştı. Sırplar kendi bağımsız kiliselerini kurunca Rum metropolitlerini de kendi ülkelerinden kovdular. Özellikle Sırplar, Bulgarlar ve Rumlar aralarında patlak veren okul, kilise ve çete savaşlarıyla bir yandan kendilerini ispata, bir yandan da bu toprakların gerçek sahiplerinin kendileri olduğunu diğerlerine de kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden Abdülhamid de el altından bu kiliseler savaşını ve çatışmasını körüklüyordu.

Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılar, bu konuda da ona aykırı bir politika izlemeye başladılar. İttihatçıların amacı, güya bütün çatışmaların, dert ve sıkıntıların son bulacağı, isyanların biteceği, insanlar arasında hiçbir ırk, din, dil, mezhep farkının gözetilmeyeceği, herkesin eşit ve kardeş olacağı, adalet, barış, birlik ve beraberlik içinde yaşayacağı Meşrutiyet’i kurmaktı. Zaten ‘Adalet, müsâvât (eşitlik) ve ühuvvet (kardeşlik)’ sloganlarıyla yola çıkmışlardı. Meşrutiyet ülkenin her tarafında büyük bir coşkuyla karşılandı. Artık hocalar, papazlar, hahamlar el ele kolkola resimler çektiriyorlardı. Hatta bütün semavi dinlerin kutsal saydıkları Kudüs’te bile hocaların, şeyhlerin, papazların, hahamların, metropolitlerin, rahiplerin ve her dinin değişik seviyedeki din adamlarının katılımlarıyla değişik toplantılar düzenleniyor, eski rejimi yeren, yenisini öven garip konuşmalar yapılıyordu.

Fakat bu güzel rüya fazla uzun sürmedi. II. Meşrutiyetin ilanının hemen ardından 5 Ekim 1908’de Avusturya Berlin Antlaşmasıyla zaten işgal altında bulundurduğu Bosna Hersek’i kendi topraklarına kattığını ilan etti. Bulgaristan Prensliği bağımsız bir krallık olduğunu açıkladı. Prens Ferdinand başına süslü bir taç giyerek ‘Sezar’ anlamına gelen ‘Çarlığa’ yükseldi. 6 Ekim 1908’de özerk bir statüsü bulunan Girit Yunanistan’a katıldığını açıkladı.

Meşrutiyetin ilanıyla hemen durması ve durulması beklenen anarşi ve terör bir müddet sonra yeniden ve daha büyük bir şiddetle başladı. Gerçekte Balkan milletleri en az Osmanlı kadar, hatta daha da fazla birbirlerine düşmandılar. Anlaşmaları, bir araya gelebilmeleri, birlik olmaları imkansız denecek kadar zordu. Ancak İttihatçıların aptalca politikaları, Rusların gayret ve çabalarıyla birleşince bu imkansız olay da mümkün oldu. Rusya’nın teşvik ve organizasyonuyla bütün Balkan ülkeleri Osmanlı devletine karşı Osmanlının Balkanlarda kalan son topraklarını da kendi aralarında paylaşmak için bir araya geldiler, aralarında gizli antlaşmalar yaparak, Balkan ittifakını oluşturdular. Bu ittifakın oluşumunda Osmanlı yönetimini elinde bulunduran İttihat ve Terakki’nin çok büyük bir vebali ve çok önemli bir sorumluluğu vardı. İktidarının ilk günlerinden itibaren temel politikasını ‘Balkan milletlerini birbirine düşürmek, Osmanlı’yla uğraşamaz hale getirmek’ üzerine oturtan Abdülhamid, bütün dış baskılara rağmen kiliseler sorununu çözmüyor, aksine daha da büyütmenin çarelerini arıyordu. İttihat ve Terakkiciler ise iktidara gelir gelmez, milletin çözüm bekleyen sayısız sorunu varken, kendilerine ilk iş olarak bu kiliseler sorununu çözmeyi seçtiler. Bütün çaba ve gayretlerini bu işe yoğunlaştırdılar. Sonuçta 3 Temmuz 1910’da çıkarılan ‘Kiliseler ve Okullar Kanunu’ ile bu sorunu kökünden çözdüler. Artık ortada hiçbir kavga, niza, çekişme, kargaşa sebebi kalmamış, hangi kilisenin, hangi okulun kime ait olduğu belirlenmişti. Böylece o güne kadar Balkanlılar arasında kanlı bıçaklı kavgaların en önemli sebebi ortadan kaldırılmış, vahşi ve zalim düşmanlarının hep birden Osmanlı’ya ve Balkanlarda yaşayan milyonlarca masum, silahsız, savunmasız, aciz, çaresiz Müslüman halka karşı birleşmelerinin önü açılmış, uygun ortam hazırlanmış oluyordu. O sıralarda Selanik’te sürgünde bulunan II. Abdülhamid’in bu haberi duyar duymaz nasıl tepki verdiğini onun Muhafız Komutanlığını yapan Kurmay Yarbay Fethi Okyar anılarında şöyle anlatıyor: ‘Başını iki elinin arasına alarak: Eyvah! Siz ne yaptınız? Şimdi Yunanlılarla Bulgarların elele vererek üzerimize çullanmalarını bekleyin! Ben bu birleşmeye otuz sene birbir bahane ve sebeple engel olmuştum, dedi.’

Osmanlı hükümeti ve diplomatları bütün dünya basın ve yayın organlarında yer alan Balkan Devletleri arasındaki gizli anlaşmalardan, savaş hazırlıklarından tamamen gafil ve habersizdi. Hükümetin Ermeni asıllı Dışişleri Bakanı Naradokyan, Balkan Savaşlarından daha bir ay önce: ‘Balkan devletlerinin Osmanlı Devletine saldırmayacaklarına dair meclise teminat veririm!’ diyordu.

Sait Paşa hükümeti Sırplara karşı dostluk gösterileriyle meşguldü. Sırpların Almanlardan satın aldıkları yeni seri ateşli topların kendi topraklarından geçirilmesine Avusturya hükümeti izin vermemiş, bizim hükümetimiz bize karşı kullanılacak bu silahların bizim topraklarımızdan geçirilmesini sağlamıştı. Sait Paşa, bu topların deniz yoluyla Selanik’e oradan da demiryoluyla Sırbistan’a taşınmasına izin vermişti. Böylece iki ay sonra patlak verecek savaşta bize karşı kullanılacak modern silah ve mühimmat bizim yardım ve desteğimizle düşmanlarımıza ulaştırılıyordu. Aynı dönemde Balkanlardaki ordunun da terhisine başlandı. 120 000 kadar eğitimli asker evlerine gönderildi. Bu kadarla da yetinilmedi 35-36 taburluk usta askerlerden oluşan hatırı sayılır bir kuvvet de buradan çekilip isyan bastırmak üzere Yemen’e gönderildi.

İttihat ve Terakki yönetimi, burnunun dibinde dönen dolaplardan, komplolardan habersiz, durumu kavramaktan aciz bir şekilde, bölgede yeni savunma tedbirler alması, savaş hazırlıkları yapması gereken bir dönemde bölgedeki askeri yığınağını ve hazırlıklarını artırması gerekirken terhis edip azaltıyor, buraya başka yerlerden asker sevk etmesi gerekirken, buradaki eğitimli hazır askerlerini de başka bölgelere kaydırıyordu.

Balkan devletleri savaş hazırlıklarını hızla tamamlarken Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi, Balkanlarda olup biten terör olaylarını ‘birbirinden kopuk heyecanlı olaylar’ olarak görüyor, büyük devletlerin böyle karışık bir ortamda bütün Avrupa’yı da peşinden sürükleyecek bir Balkan Savaşı’na izin vermeyeceklerini düşünüyor, soğukkanlılığı korumak, savaş kışkırtıcılığı yapmamak adına daha önceden planlanmış ve ilan edilmiş Trakya Ordu Manevralarından vazgeçilmesi, asker terhislerinin hızlandırılması gibi garip kararlarla güya iyi niyetini dosta düşmana ispata çalışıyordu.

Babıali hükümeti yaklaşan kış nedeniyle artık o yıl için savaş tehlikesinin kalmadığını düşünürken Balkan devletleri 30 Ekim 1912 günü birbiri ardına seferberlik ilan etmeye başladılar. Bu haberlerin şaşkınlığı ve paniği içindeki Osmanlı hükümeti de bir gün sonra yani 1 Ekim 1912’de seferberlik ilan etmek zorunda kaldı. Ancak böyle bir savaşa ne hükümet, ne devlet, ne ordu, ne de millet hazırdı.

Balkan Savaşı başladığında Osmanlı silahlı kuvvetlerinin dayandığı güç sadece subay ve erlerinin tarih boyunca kanıtlanmış vatanseverliklerinden ve cesaretlerinden ibaretti. Silah, teçhizat, mühimmat, araç, gereç, askerin iaşe ve ibatesini sağlayacak yiyecek, giyecek son derece yetersizdi. Üstelik ordu tam anlamıyla günübirlik politika batağına saplamıştı. Meşrutiyeti ilan eden ‘İttihatçı Subaylar’, çok geçmeden ‘Halaskar Subaylar’ gibi kendi politik karşıtlarını da yaratmışlardı. 31 Mart Olayı’ndan sonra Başbakan olan Mahmut Şevken Paşa, orduyu politikadan uzaklaştırmak için çok uğraşmış ancak başarılı olamamıştı. Subaylar arasında ‘Alaylı’, ‘Mektepli’, ‘Zâdegân’, ‘Kurmay’ gibi pek çok ayarımlar, dolayısıyla çekememezlikler, çekişmeler, sürtüşmeler, rekabetler de komuta kademesini felç edecek kadar ileri boyutlardaydı. O zamanlar Osmanlı ordusunda askerlik hizmeti üç devreye ayrılmıştı ve toplam yirmi yıldı. Barış zamanlarında muvazzaf askerlik hizmeti dört yılı barışta ve iki yılı seferde ihtiyat olmak üzere toplam altı yıldı. Bunlara ‘nizamiye’ askeri de deniyordu. Seferberlikte silahaltına alınan yedeklere ‘redif’ askeri deniyordu ve bu da altı yıllıktı. Seferde silah altına alınan ve daha çok geri hizmetlerde kullanılan en yaşlı erlere de ‘müstahfaz’ denirdi. Bu da sekiz yıllıktı. Son derece eğitimsiz ve bakımsız bırakılmış asker daha savaşa girmeden yorgun, bitkin, şaşkın ve perişan bir duruma düşürülmüştü. Moral ve motivasyon bakımından da son derece yıpranmıştı. Selanikli Bahri adındaki bir subay anılarında savaş öncesi askerin durumunu şöyle anlatıyor: ‘Araziden yararlanmayı, silahını kullanmayı bilmeyen askerler, her taburda askerlerin dörtte üçünü oluşturuyordu. Verilen 400 metrelik nişangahta 2000 metrelik nişangah düzenlemeye uğraşan, fişeği namlunun ucundan tüfeğe sokmaya çalışan, askerlerin orduda bulunmalarına gülmek mi, ağlamak mı lazımdı bilemiyorduk. Harbin devamı müddetince bir ‘Süngü Tak!’, bir ‘Hücum!’ borusunun çaldığını, askerin bir defa olsun ‘Allah! Allah!’ diyerek ileri atıldığını gören göz, işiten kulak varsa meydana çıksın! Rumeli’nin o temiz topraklarında usulüne uygun olarak on adımlık bir geri çekilme dahi yapamadığımıza kıyamete kadar yanmalıyız!’

Dolayısıyla Balkan Savaşı öncesinde ordu, en yüksek rütbeli subayından en kıdemsiz erine kadar güven vermiyordu. Orduyu yeniden düzenleme çalışmalarında da beklenen sonuçlar alınamadan Balkan Savaşı başlamıştı. Nitekim Balkan Savaşları sırasında ordumuz, ne doğru dürüst bir saldırı yapmayı, ne savunma yapmayı, ne de usulüne uygun olarak geri çekilmeyi becerebildi. Her cephede panik halinde bozgunlar yaşandı. Zaten mevcut şartlar altında başka türlüsü de beklenemezdi.

Savaşın başlamasından bir ay önce 70 000’i silahlı kuvvetlerden, 120 000 yedek nizamiye ve redif askerinin terhis edilmesi ordu saflarında yarıya yakın bir boşluk meydana getirmişti ve bu boşluğun kısa zamanda doldurulması mümkün değildi.

Osmanlı Devleti’nin balkan devletlerine savaş ilan ettiği 16 Ekim’den bir hafta sonra, toplam 897.747 olması gereken Balkan Ordusunun mevcudu ancak 303.000 kişiye ulaşabilmiş, yani ordunun ancak üçte biri toplanabilmişti. Bunların önemli bir kısmı da eğitimsiz acemi askerlerden oluşuyordu. Silah, cephane, mühimmat, araç, gereç son derece noksandı. Silah altındaki piyadelerinin sekizde birinin tüfeği yoktu. Süvarilerin kullanabildiği kısa namlulu filinta tüfeği ve kılıçtan ancak 7.000’i sağlanabilmişti ki bu da olması gerekenin ancak yarısıydı. Orduyu sefer haline getirecek yeterli vasıtalar, yiyecek, içecek de, neyin nerede olduğunu, nasıl tedarik edilip dağıtılacağını bilen de yoktu. Ne yeterli depo, ne araç, gereç, ne de bunları düzenleyen plan ve program vardı.

Buna karşın birleşik Balkan ordusu 250.000 Bulgar, 200.000 Sırp, 120.000 Yunan ve 40.000 Karadağ askeri olmak üzere toplam 610.000 kişi, yani Türk ordusunun iki katıydı. Silah ve mühimmat bakımından da son derece üstündüler. Ellerinde yeni model seri ateşli toplar, yeni tüfekler, yeni silahlar vardı. Hazırlıklara çok önceden başladıkları için bütün seferberlik hazırlıklarını tamamlamışlar, her bakımdan savaşa hazır hale gelmişlerdi. Özgürlük, bağımsızlık gibi duygular içinde son derece üstün bir moralle, savaşa manen ve madden hazırlanmış bir halde cephedeki yerlerini almışlardı. Bu düzenli ordular karşısında daha sefer hazırlıklarını tamamlayamamış, maddi ve manevi bakımdan sıkıntılar içinde olan Türk askerini bekleyen bozgun ve yenilgiden başka bir şey olamazdı. Ancak ne yazık ki bunları görmesi gerekenler zamanında görememiş, gidermesi gerekenler gidermemişti. Nitekim savaşın ilan edildiği 18 Ekim’den itibaren 24 gün içinde Bulgar Ordusu iki büyük savaş kazanıp 200 kilometre yol kat ederek İstanbul’a doğru ilerledi. Bulgarlar ancak 12 Kasım 1912’de Çatalca önlerinde güç bela durdurulabildi. İstanbul’u da alma niyetindeki Bulgarlar Babıali’nin 12 Kasım’da yaptığı ateşkes çağrısına ancak 19 Kasım’da olumlu cevap verdiler. Barış görüşmeleri genel ateşkesten 14 gün sonra 16 Aralık 1912’de Londra’da başladı. Ancak görüşmelerin üçüncü haftasında iş çıkmaza girdi ve 6 Ocak 1913’te kesildi.

Trakya Savaşlarını baştan sona yaşamış ve tarafsız bir tanık olarak günü gününe sıcağı sıcağına tuttuğu anılarına kaydetmiş olan Alman Binbaşı G. V. Hochweahter savaşın nasıl kaybedildiğini, politikacılardan hükümet yetkililerine kadar kimlerin ne tür hataları olduğunu etraflı bir şekilde anlattıktan sonra Mehmetçik hakkındaki hükmünü de şöyle belirtir: ‘Savaşı Türk askeri kaybetmedi. Sorumsuzca, hiçbir şeyin yapılmasını sağlamamış olan, sorumlu makamlar kaybetti!’ Gerçekten de Mehmetçik, her şeye ve bütün imkansızlıklara rağmen 1912’den 1922’ye kadar on yıldan fazla bir süre sayısız cephelerde olağanüstü bir sabır, metanet, azim ve kararlılıkla mücadele etmiş, Türk Milletini tarih sahnesinden silmek veya esaret altına almak isteyen yabancı işgaline teslim olmamıştır.

İş işten geçtikten sonra, kimin kaybettiği, asıl sorumluların kimler olduğu önemini kaybediyordu. Ama batısı ve doğusuyla koskoca Balkanlar ve Trakya göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman içinde elden çıkıvermişti. 558 yıllık Müslüman Türk yurdu ve Milyonlarca masum ve günahsız insan zalim ve vahşi düşmanlarımızın ellerine terk edilmişti.

1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a saldırmasıyla Osmanlı Devleti bu soruna yoğunlaşmış, Balkanlarda olup bitenlerle ilgilenmesi daha da zorlaşmıştı. Üstelik, usta manevralar ve taktiklerle Balkan devletleri arasında bir ittifak kurulmasını önleyen ve engelleyen II. Abdülhamit de tahttan indirilince, artık Türklerin ve Müslümanların Balkanlardan izlerini bile kazıma amaçlı ittifakların önü de açılmış oluyordu.

Fırsatı ganimet bilen Balkan liderleri, hemen kendi aralarında ittifaklar kurarak, Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler. İlk olarak 8 Ekim 1912’de Karadağ, daha sonra 17 Ekim 1912’de Bulgaristan ile Sırbistan ve 19 Ekim 1912’de de Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.

8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne harp ilan etmesiyle başlayan Balkan Harbi, çok geçmeden Osmanlı Devleti için çok büyük ve yaygın bir felakete dönüştü. Osmanlı Devleti Balkanlarda iki orduyla savaşmış, Doğu Ordusu Bulgarlara, Batı Ordusu da Sırplara karşı mevzilenmişti. Her iki cephede de bir varlık gösteremeyen ve bozguna uğrayan Osmanlı Ordusu Balkan Harbinde çok büyük bir yenilgiye uğradı. Tarihin en nadir ve en uzun süreli soykırım ve tehcirlerinden biri, bu dönemde Balkan Türklerine ve Müslümanlarına karşı uygulandı. Osmanlı Devleti, kendisinden önce hep bir kaos ve kargaşa içinde kıvranmış olan Balkanlara huzur, istikrar, güven, barış ve adalet getirmiş, yerli halkı derebeylerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, bu coğrafya sadece Osmanlı yönetimi altında bölünmüşlükten, parçalanmışlıktan, kaos, kargaşa ve bunalımlardan uzak bir hayat sürebilmişti. Batılı ülkeler, Osmanlı Devletini, Türkleri ve Müslümanları Balkanlardan tasfiye etme plan ve politikaları çerçevesinde mikro milliyetçi, silahlı etnik güçleri ve grupları alabildiğine destekleyerek, Balkanlardaki bu barış ve istikrar ortamını (Ottoman Packt) ortadan kaldırdılar. Balkan Savaşları sonunda Bulgar, Sırp ve Yunan çeteleri Balkanlardan Osmanlıyı, Türkleri, izleriyle beraber silmek için akla hayale gelmedik zulümler işlemekten geri kalmadılar.

18 Ekim 1912 günü, Pire limanından demir alıp Çanakkale Boğazı’na doğru ilerleyen küçücük Yunan donanması, doğru dürüst hiçbir direnişle karşılaşmadan, yüzyıllar boyunca Osmanlı toprağı ve Türk vatanı olarak yaşamış bütün Ege Adalarını bir ay içinde teker teker işgal ederek, geldi Çanakkale Boğazı’na dayandı. Limni adasında yok denecek kadar az sayıda Türk askeri vardı. Yunan donanması 21 Ekim 1912 günü Limni’yi savaşsız ve direnişsiz teslim aldı. Arkasından aynı şekilde savaşsız, direnişsiz geri kalan adalar da Yunanlıların eline geçti.

Osmanlı donan­masının bu kadar aciz ve güçsüz duruma düşürülmesinde ve denizde alınan bu acı yenilgilerde, yabancı devletlerin ve özellikle İngilizlerin de oldukça önemli rolleri olmuştu. Batılı ülkeler ve özellikle İngiltere, Yunanistan’ın güçlü bir deniz gücüne ve donanmaya sahip olabilmeleri için her türlü desteği sağlarlarken, Osmanlı donanmasının güçlendirilmesini ve yenilenmesini de çeşitli yollarla engellemeye çalışıyorlardı. 1910 yılında gemi satın almak için İngiliz Hükûmeti’ne başvuran Osmanlı Hükûmeti’nin bu talebi kabul edilmemiş, ancak aynı İngiltere, Balkan Savaşının patlak verdiği günlerde, Yunanistan’a dört yeni muhrip birden göndermiş, deniz kuvvetlerindeki güç dengesinin Yunanlılar lehine bozulması için gereken her şey yapılmıştı. 1897 yılında Yunanlılarla yapılan kara savaşını kazanan Osmanlı kuvvetlerinin daha sonraki Balkan Savaşı yenilgisinde, artık denizyolları aracılığıyla cepheleri besleyecek ve güvenliği sağlayabilecek bir donanmasının bulunmamasının da önemli rolü vardı.

Selanik, 8 Kasım 1912 tarihinde, düşmana tek kurşun atılmadan, en ufak bir direniş gösterilmeden, Selanik’teki Osmanlı Ordusu’nun elindeki silahlarla birlikte savaşsız kolayca Yunanlılara teslim edildi. Tek koşul şehirdeki Türklerin can güvenliğinin sağlanmasıydı. Yunanlılar, bu koşula uymadılar, sözlerini de tutmadılar. Yunan kuvvetlerinin şehri ve Osmanlı Ordusunun silahlarını teslim almalarının ardından, aynı günün gecesi Yunan çeteleri, silahsızlandırılmış Osmanlı askerlerine ve Türklere karşı büyük bir katilama giriştiler.

Coğrafî olumsuzluklar, Osmanlı ordusunun savaşa hazırlıklı olmaması, seferberlik, sevk ve idare, destek, lojistik, askeri yığınak gibi işlerin zamanında yapılamaması gibi neden­lerden dolayı Balkan Savaşı’nda Osmanlılar bütün kara ve deniz cephelerinde feci yenilgilere uğradılar. Hiç bir cephede doğru dürüst bir direniş gösterilemiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan önceki başkenti Edirne 26 Mart 1912’de, ardından da Yanya ve İşkodra Bulgarların eline geçti. Osmanlı orduları Bulgarlar karşısında Çatalca’ya kadar geri çekildiler. Bulgarların İstanbul’u almak için 17 Kasım 1912’de yaptıkları saldırılar güçlükle geri püskürtülebildi.

1. Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla sona erdi. Osmanlı Devleti İtalyanlar’ın 1911’de Trablusgarb’ı işgali ve ardından 1912’deki Balkan Savaşı bozgunuyla Afrika’da 1.200.000, Rumeli’de ise 250.000 kilometrekare vatan toprağını kaybetti. Girit Yunanistan’a terk edilirken, Midye-Enez hattının batısı Balkan ülkelerine terk edildi. Altı asra yakın bir süre Avrupa’nın yarıdan fazlasını egemenliği altında bulunduran Osmanlı İmparatorluğu’nun iki büyük kıtayla, yani Afrika ve Avrupa’yla ilgisi neredeyse tamamen kesilmişti.

Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşlarında feci şekilde yenilmesi ve Balkanlardan çekilmesi sonucunda; yeni kurulmakta olan Balkan devletleri arasında büyük dengesizlikler oluşmuş, ortaya büyük bir siyasî boşluk çıkmış, Osmanlı mirasının bölüşülmesi bütün Balkan devletlerini birbirine düşürmüştü. Sırbistan, Sırp-Bulgar ittifakıyla çizilen ve kendisine ayrılan araziden çok daha fazlasını işgal etmiş, çok büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların ele geçirdikleri bölgeleri geri vermemesi, uyuşmazlığın düğüm noktasını oluşturuyordu. Yunanlılar ise, Bulgarların Ege kıyısına ulaşmalarını kendi aleyhine değerlendiriyorlar ve buna tepki gösteriyorlardı. Londra Antlaşmasının üzerinden daha bir ay bile geçmeden yeni ittifaklar ve yakınlaşmalarla ganimetten daha fazla pay alabilmek için Balkan devletleri İkinci Balkan Savaşı ile yeniden birbirlerine girdiler. Osmanlı Devleti de bu savaştan yararlanarak Edirne’yi Bulgarlardan geri alabildi.

Balkan devletleri arasındaki savaş 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması’yla sonuçlandı. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Barış Antlaşması’yla da Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasındaki sınırın Meriç Nehri olması kabul edildi.

Balkan Harbi faciasında, en az Anadolu kadar Türk olan Rumeli toprakları ve Balkan Müslümanları, göz göre göre, ihtiraslara, tefrikalara, gafletlere, siyasi ve kişisel çekişmelere kurban edilmişti. Türk tarihinin en kanlı ve acı sayfalarından biri olan Balkan faciası, Akif’in vicdanında derin yaralar açtı. Milli Şairimiz Mehmet Akif, gelecek nesillere ibret nümunesi olması için, bu olayların acıklı destanını, bütün yönleriyle, sebep ve sonuçlarıyla, manzum olarak ve şiir diliyle anlatmış, böylece milletimize en büyük hizmetlerinden birini daha yapmıştır. O günleri, yaşanan tarifsiz acıları, olup bitenleri, bazı tarihi kaynaklardaki önemsemez ve umursamaz kayıtlardan başka hiçbir hatırlayan ve hatırlatan kalmasa da, Mehmet Akif’in gönlünün derinliklerinde hissedip yaşadığı acı ve elemlerin dışa vurumu olan ve samimi gözyaşlarıyla mısralara döküp destanlaştırdığı bu şiirler, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da gelecek nesillerin gönüllerini titretmeye, gözlerini yaşartmaya ve nesilden nesle aktarılmaya devam edecek, hiçbir zaman unutulmayacaktır. Onun Balkan Faciasını anlatan şiirlerinden en azından birkaç dizeyi buraya almazsak, bana bazı şeyler eksik kalacak gibi geliyor.

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar;
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler.
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler.
Medeniyet denilen vahşete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler.
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden
Nice başlar, nice kollar ki, cüda cisminden!
Beşiğinden alınıp, parçalanan mahlukat;
Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler.
Saç, kulak, el, çene, parmak… bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can.
İşte bunlar o felaketzedeler ki, düşün.
Kurumuş ot gibi doğrandı bütün.

Balkan Savaşları’ndan yenilgi ile çıkan Osmanlı İmparatorluğu Sancak’ı da boşaltmak zorunda kalmıştı. Bükreş Anlaşması’na göre Bosna, Sancak, Kosova ve Makedonya’da yaşayan Müslüman halka dört yıl süre veriliyordu. Bu dört yıllık süre içinde isteyen bölgeden göç edecek, kalanlar ise çoğunluğu oluşturdukları bölgelerde kendi meclislerini oluşturarak bölge yönetiminde hak sahibi olacaklardı. Ancak Sırplar ve Karadağlılar bu anlaşmaya hiç uymadılar. 7 Kasım 1913 tarihli Belgrad Anlaşması’yla ülkelerinin Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılması ve işgal edilmesiyle Sancak’lı Müslümanlar büyük bir şok daha yaşadılar. Sancaklılar için de yeni bir felaketler dizisi başlamış oluyordu.

BALKAN HARBİ FACİASI

Dünyayı yıkıp, yeniden yapılandırmayı amaçlayan siyasi, ekonomik, sosyal sayısız fikir akımlarının ve ideolojilerin ortalığı kasıp kavurduğu, milletlere ve toplumlara bir yandan değişik fırsatlar sunarken, öbür yandan da onları içine çekip hiç ummadıkları bir anda ve şekilde yok oluş ve felaket girdaplarına ve anaforlarına sürükleyen ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllara Osmanlı Devleti çok hazırlıksız girmişti. Devlet ve toplum bütün kurum ve kuruluşlarıyla bozulmuş ve kokuşmuştu. Farklı unsurlardan oluşmuş toplumda, huzursuzluklar, başıbozukluklar, iç karışıklıklar gittikçe yaygınlaşıyor, çaresizlik, yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk ve salgın hastalıklar milleti canından bezdiriyordu. Eğitim kurumları, sorunları zamanında teşhis ve tespit edecek, doğru çözümler üretecek, millete çıkış yolu gösterecek, onu daha aydınlık geleceklere ulaştıracak bilim adamları, aydınlar ve yöneticiler yetiştiremiyordu. Işık getirsin, dertlere çareler üretsin diye yurtdışına eğitime gönderilen gençlerin büyük çoğunluğu, milletinin inanç ve değerlerine yabancılaşmış, özgüvenini yitirmiş, milli kimlik ve kişiliğini, tarih bilincini kaybetmiş, hatta bunlara düşman kesilmiş, kendi milletini ve medeniyetini horlayan, bunu inkârı kurtuluş sayan, her bakımdan yozlaşmış, efendi bir millete köleliği layık gören, kendilerini köleleştirenlere milletini de köle etmek için uğraşan mankurtlar olarak geri dönüyorlardı. Milletle aydınları, yöneticileri ve devleti arasına soğukluklar, huzursuzluklar, güvensizlikler, çatışmalar, kopukluklar girmişti. Olup bitenler karşısında şaşkın ve çaresiz kalan millet, içeriden ve dışarıdan üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini giymemek için direniyordu.

Ondokuzuncu yüzyılın tanınmış halk ozanlarından Ruhsati o günleri şöyle anlatır:

Bir vakte erdi ki bizim günümüz,

Yiğit belli değil, mert belli değil.

Herkes yarasına derman arıyor,

Devâ belli değil dert belli değil.

Tarihimizin en büyük felaketlerinden biri de kuşkusuz Balkan Harbi faciasıdır. Bu savaşlar sırasında, Adriyatik Denizinden, Ege ve Marmara Denizine kadar yüz binlerce kilometrekarelik bir alanda, milyonlarca masum, çaresiz ve günahsız Müslüman, vahşet ve şenaatlerin en alçakçasına, zulüm ve işkencelerin en dayanılmazına uğratıldı. Bu facianın nasıl başladığına ve sonuçlarına kısaca da olsa değinmeden geçemeyeceğiz.

Osmanlı Devleti’nin en zor zamanlarından birinde tahta oturan II. Abdülhamit Han, izlediği ustaca politikalarla hem Osmanlı yönetimi altındaki Müslümanlarla, hem de İngiltere, Rusya, Fransa gibi batılı emperyalist devletlerin sömürgesi durumuna düşmüş ülkelerin Müslüman halklarıyla çok iyi ilişkiler kurup geliştirmeyi, onları kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar oluşturmayı başarabilmişti. Dünyanın her tarafındaki İslâm topluluklarının sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve dini liderleriyle, önderleriyle, etkili din adamlarıyla temasa geçiyor, onlarla çok olumlu ilişkiler geliştiriyordu. Bunlara özel mektuplar gönderiyor, rütbeler ve nişanlar veriyor, sorunlarına çareler ve çözümler bulunabilmesi için katkılarda bulunuyordu. İslam halifesi sıfatıyla Abdülhamit Han, bu yerel, bölgesel, siyasi ve dini liderlerin pek çoğunun bulundukları kendilerini Halifenin yerel ve bölgesel memurları ve temsilcileri olarak görmeye başlamalarını sağlayabilmişti. ona sevgi ve saygı duymalarını, hatta birçoğunun Bütün Müslümanları ve gelişmekte olan ülkeleri ve buraların yöneticilerini ve halkları batılı emperyalistlere güçlere ve onların oyunlarına karşı uyarmak üzere Çin’e, Japonya’ya, Güney Afrika’ya kadar adamlar, temsilciler, uyarıcılar gönderdi. İstanbul’da değişik dillerde basılan başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, milyonlarca kitap, broşür, dünyanın her tarafına gönderiliyor, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine özel önem veriliyor, böylece dünyanın her tarafındaki Türklerin ve Müslümanların ortak bir kültür kaynağından beslenmesine çalışılıyordu. Uzak Doğunun, Afrika’nın en uzak köşelerinde, hiç Türkçe bilmedikleri halde, Cuma günleri camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşan, mitingler, nümayişler yapan Müslüman cemaatler türemişti. Kısaca Abdülhamit’in izlediği politikaların etkisiyle İstanbul, bütün İslâm dünyasının kalbi, mazlum ve mağdur milletlerin umudu haline gelmişti. Sultan Abdülhamid Han’ın bu politikaları, sömürgeleri ve tebaaları arasında oldukça büyük oranda Müslüman nüfus barındıran başta Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı emperyalist ülkeleri tedirgin etmeye ve korkutmaya başladı.

Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunu tarih sahnesinden silen büyük felaketler dizisi de ardı ardına sökün edip gelmeye başladı. Sultan Abdülhamit’in otuzüç sene, kırmadan, dökmeden, dağıtmadan, dağ, bayır, dere, tepe yürüttüğü devlet arabasını, ardından gelenler on yıl içinde paramparça, perişan ve harap hale getirdiler. Arabanın her parçası bir dağın başında veya bir vadinin dibinde kaldı.

Osmanlı Devletini bölme, parçalama, yıkma ve Türk Milletini de tarih sahnesinden silme konusunda bütün düşmanlar çoktan anlaşmışlar, uzlaşmışlardı. Fakat üzerinde uzlaşılamayan, anlaşılamayan çok önemli bir sorun vardı. O da ganimetten kimin ne kadar pay alacağı sorunuydu. Esas kavga buradan çıkıyor ve bunun etrafında dönüyordu.

Berlin Antlaşması’yla Balkanlardaki Osmanlı toprakları üzerinde yeni devletler kurulmuş, ama değişik milletlerin ve devletlerin bu verimli ve değerli topraklar üzerindeki hak iddiaları ve pay alma mücadeleleri bitmemiş, aksine daha yeni başlamıştı. Bu sürekli şiddetlenerek sürüp gidecek bir mücadeleydi.

Berlin Antlaşmasıyla Sırbistan ve Karadağ bağımsız devletler haline gelmiş, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na verilmiş, Sancak Bölgesi de Osmanlı Devleti’nin elinde bırakılmıştı. Bu durum yeni hoşnutsuzlukları ve tatminsizlikleri de beraberinde getiriyordu. Sırplar, Bosna-Hersek’i ve Yugoslavya’nın diğer bölümlerini de alarak “Büyük Sırbistan’ı” kurmanın, Hırvatlar da kendi bağımsız devletlerine kavuşmanın hayalini kuruyorlardı. Nitekim çok geçmeden patlak verecek olan Balkan Savaşları (1912-1913) bölgede baş gösteren yeni bir paylaşım savaşından başka bir şey değildi.

1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a saldırmasıyla Osmanlı Devleti bu soruna yoğunlaşmış, Balkanlarda olup bitenlerle ilgilenmesi daha da zorlaşmıştı. Üstelik, usta manevralar ve taktiklerle Balkan devletleri arasında bir ittifak kurulmasını önleyen ve engelleyen II. Abdülhamit de tahttan indirilince, artık Türklerin ve Müslümanların Balkanlardan izlerini bile kazıma amaçlı ittifakların önü de açılmış oluyordu.

Fırsatı ganimet bilen Balkan liderleri, hemen kendi aralarında ittifaklar kurarak, Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler. İlk olarak 8 Ekim 1912’de Karadağ, daha sonra 17 Ekim 1912’de Bulgaristan ile Sırbistan ve 19 Ekim 1912’de de Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti.

8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Harbi, çok geçmeden büyük ve yaygın bir felakete dönüştü. Tarihin en nadir ve en uzun süreli soykırım ve tehcirlerinden biri, bu dönemde Balkan Türklerine ve Müslümanlarına karşı uygulandı. Osmanlı Devleti, kendisinden önce hep bir kaos ve kargaşa içinde kıvranmış olan Balkanlara huzur, istikrar, güven, barış ve adalet getirmiş, yerli halkı derebeylerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, bu coğrafya sadece Osmanlı yönetimi altında bölünmüşlükten, parçalanmışlıktan, kaos, kargaşa ve bunalımlardan uzak bir hayat sürebilmişti. Batılı ülkeler, Osmanlı Devletini, Türkleri ve Müslümanları Balkanlardan tasfiye etme plan ve politikaları çerçevesinde mikro milliyetçi, silahlı etnik güçleri ve grupları alabildiğine destekleyerek, Balkanlardaki bu barış ve istikrar ortamını (Ottoman Packt) ortadan kaldırdılar. Balkan Savaşları sonunda Bulgar, Sırp ve Yunan çeteleri Balkanlardan Osmanlıyı, Türkleri, izleriyle beraber silmek için akla hayale gelmedik zulümler işlemekten geri kalmadılar.

18 Ekim 1912 günü, Pire limanından demir alıp Çanakkale Boğazı’na doğru ilerleyen küçücük Yunan donanması, doğru dürüst hiçbir direnişle karşılaşmadan, yüzyıllar boyunca Osmanlı toprağı ve Türk vatanı olarak yaşamış bütün Ege Adalarını bir ay içinde teker teker işgal ederek, Çanakkale Boğazı’na gelip dayandı. Limni adasında yok denecek kadar az sayıda Türk askeri vardı. Yunan donanması 21 Ekim 1912 günü Limni’yi savaşsız ve direnişsiz teslim aldı. Arkasından aynı şekilde savaşsız, direnişsiz geri kalan adalar da Yunanlıların eline geçti.

Osmanlı donan­masının bu kadar aciz ve güçsüz duruma düşürülmesinde ve denizde alınan bu acı yenilgilerde, yabancı devletlerin ve özellikle İngilizlerin de oldukça önemli rolleri olmuştu. Batılı ülkeler ve özellikle İngiltere, Yunanistan’ın güçlü bir deniz gücüne ve donanmaya sahip olabilmeleri için her türlü desteği sağlarlarken, Osmanlı donanmasının güçlendirilmesini ve yenilenmesini de çeşitli yollarla engellemeye çalışıyorlardı. 1910 yılında gemi satın almak için İngiliz Hükûmeti’ne başvuran Osmanlı Hükûmeti’nin bu talebi kabul edilmemiş, ancak aynı İngiltere, Balkan Savaşının patlak verdiği günlerde, Yunanistan’a dört yeni muhrip birden göndermiş, deniz kuvvetlerindeki güç dengesinin Yunanlılar lehine bozulması için gereken her şey yapılmıştı. 1897 yılında Yunanlılarla yapılan kara savaşını kazanan Osmanlı kuvvetlerinin daha sonraki Balkan Savaşı yenilgisinde, artık denizyolları aracılığıyla cepheleri besleyecek ve güvenliği sağlayabilecek bir donanmasının bulunmamasının da önemli rolü vardı.

Selanik, 8 Kasım 1912 tarihinde, düşmana tek kurşun atılmadan, en ufak bir direniş gösterilmeden, Selanik’teki Osmanlı Ordusu’nun elindeki silahlarla birlikte savaşsız kolayca Yunanlılara teslim edildi. Tek koşul şehirdeki Türklerin can güvenliğinin sağlanmasıydı. Yunanlılar, bu koşula uymadılar, sözlerini de tutmadılar. Yunan kuvvetlerinin şehri ve Osmanlı Ordusunun silahlarını teslim almalarının ardından, aynı günün gecesi Yunan çeteleri, silahsızlandırılmış Osmanlı askerlerine ve Türklere karşı büyük bir katilama giriştiler.

Coğrafî olumsuzluklar, Osmanlı ordusunun savaşa hazırlıklı olmaması, seferberlik, sevk ve idare, destek, lojistik, askeri yığınak gibi işlerin zamanında yapılamaması gibi neden­lerden dolayı Balkan Savaşı’nda Osmanlılar bütün kara ve deniz cephelerinde feci yenilgilere uğradılar. Hiç bir cephede doğru dürüst bir direniş gösterilemiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan önceki başkenti Edirne 26 Mart 1912’de, ardından da Yanya ve İşkodra Bulgarların eline geçti. Osmanlı orduları Bulgarlar karşısında Çatalca’ya kadar geri çekildiler. Bulgarların İstanbul’u almak için 17 Kasım 1912’de yaptıkları saldırılar güçlükle geri püskürtülebildi.

1. Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla sona erdi. Osmanlı Devleti İtalyanlar’ın 1911’de Trablusgarb’ı işgali ve ardından 1912’deki Balkan Savaşı bozgunuyla Afrika’da 1.200.000, Rumeli’de ise 250.000 kilometrekare vatan toprağını kaybetti. Altı asra yakın bir süre Avrupa’nın yarıdan fazlasını egemenliği altında bulunduran Osmanlı İmparatorluğu’nun iki büyük kıtayla, yani Afrika ve Avrupa’yla ilgisi neredeyse tamamen kesilmişti.

Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşlarında feci şekilde yenilmesi ve Balkanlardan çekilmesi sonucunda; yeni kurulmakta olan Balkan devletleri arasında büyük dengesizlikler oluşmuş, ortaya büyük bir siyasî boşluk çıkmış, Osmanlı mirasının bölüşülmesi bütün Balkan devletlerini birbirine düşürmüştü. Sırbistan, Sırp-Bulgar ittifakıyla çizilen ve kendisine ayrılan araziden çok daha fazlasını işgal etmiş, çok büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların ele geçirdikleri bölgeleri geri vermemesi, uyuşmazlığın düğüm noktasını oluşturuyordu. Yunanlılar ise, Bulgarların Ege kıyısına ulaşmalarını kendi aleyhine değerlendiriyorlar ve buna tepki gösteriyorlardı. Çok geçmeden yeni ittiafaklar ve yakınlaşmalarla Balkan devletleri arasında İkinci Balkan Savaşı başladı. Osmanlı Devleti de bu savaştan yararlanarak Edirne’yi Bulgarlardan geri alabildi.

Balkan devletleri arasındaki savaş 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması’yla sonuçlandı. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Barış Antlaşması’yla da Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasındaki sınırın Meriç Nehri olması kabul edildi.

Balkan Savaşında işgal edilen bölgelerdeki Müslümanların savaştan önceki ve sonraki nüfusları ele alındığında, Balkanlarda 96 yıldır görmezden gelinen büyük bir insanlık suçu işlendiği ortaya çıkar. Osmanlı Devleti’nin 1906 yılı nüfus istatistiklerine göre; Makedonya’da 1 milyon Türk, 750 bin de Arnavut olmak üzere toplam 1 milyon 750 bin Müslüman (485 bini Selanik’te, 752 bini Kosova’da, 460 bini de Manastır’da) yaşıyordu. Ulahlar ve Sırplar da dâhil olmak üzere 627 bin Rum, 575 bin Bulgar, 200 bin civarında da Yahudi, Ermeni, Katolik ve Protestan bulunuyordu. Hıristiyanların toplam nüfusunu biraz daha fazla göstermeye gayret eden Avrupalı kaynaklar ise Müslümanların nüfusu 1 milyon 200 bin ila 1 milyon 500 bin arasında göstermektedir. Balkan Savaşları’ndan önceki nüfus hareketlerini de hesaba katan Mc Carthy, 1911’de yeni göçlerle Makedonya’yı oluşturan üç vilayetteki (Kosova, Manastır ve Selanik) Müslümanların nüfusunun iki milyona ulaştığını, Osmanlı Rumeli’sindeki diğer Müslümanların sayısının da (Edirne vilayetinde 760 bin, Yanya vilayetinde 245 bin, İşkodra vilayetinde 218 bin olmak üzere) 1 milyon 223 bin olduğunu hesap etmektedir.

Buna göre Balkan Savaşlarından önce Osmanlı Avrupa’sı denen Rumeli topraklarında (Arnavutluk ve Bosna Hersek hariç) toplam 3 milyon 242 bin Müslüman (Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkez) yaşıyordu. Bulgarların sayısı 1 milyon 220 bin (Makedon ve Sırplar, Bulgar nüfusu içinde sayılıyor), Rumların ise 1 milyon 558 bin idi. Müslümanlar tek tek her vilayette ve bölgenin tamamında mutlak çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Savaşla birlikte Edirne vilayeti dâhil Osmanlı toprakları tamamen işgal edildi. Daha sonra Osmanlılar Edirne’yi kurtardı ve buradaki Bulgarlarla, Bulgaristan’da kalan Türklerin bir kısmı mübadele edildi. 1911 yılı istatistiklerine göre hesaplandığında Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan tarafından işgal edilen bölgelerde bulunması gereken Müslüman nüfus 2 milyon 315 bindi.
Savaşın başladığı 1912 yılından itibaren Osmanlı topraklarına (Anadolu ve Trakya’ya) sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Türk-Yunan mübadelesi gereğince, 1921 – 1926 yılları arasında gelen göçmen sayısı da 398 bin 849 idi. Bu da Balkanlar’dan Türkiye’ye 1912’den 1926’ya kadar toplam 812 bin kişinin ulaştığını gösteriyordu. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’da 1920’li yıllarda yapılan sayımlar ise buralarda kalan Müslüman sayısını 870 bin olarak veriyordu. Bunlar, Türkiye’ye sığınanlarla birlikte 1 milyon 682 bine ancak ulaşıyordu. Bu savaştan önceki miktardan (2 milyon 315 bin) düşüldüğünde 632 bin kişinin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Kayıpların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Savaşlarda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlisi olduğu için Balkan nüfusundan sayılmayan binlerce kişi bu sayılara dahil değildir.
Sonuçta Balkanlar’daki Müslüman nüfusunun yüzde 35’i sürülmüş, yüzde 27’si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. Müslümanları Balkanlardan sürüp çıkarma, öldürüp temizleme politikaları meyvelerini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Müslümanlar büyük ölçüde, Balkanlar’dan sürülmüş, temizlenmişti.


Türkiye’den ve Türklerden sadece bu oldubittiyi kabullenmeleri değil aynı zamanda unutmaları da isteniyordu. Balkanlar ve Anadolu üzerine yazılıp çizilenlerin büyük çoğunluğuna bakıldığında Hıristiyanlara yönelik her türlü olay hemen sözde büyük bir soykırım olarak nitelenir ve bunların çeteleleri tutulurken, bir zamanlar Balkanlar’daki nüfusun büyük çoğunluğunu Müslümanların ve Türklerin oluşturduğu gerçeği görmezden gelinir, milyonlarca Müslümanın başlarına neler geldiği, akıbetlerinin ne olduğu sorulup soruşturulmaz. Leon Troçki gibi tek tük vicdanlı birkaç kalemin, temiz birkaç kalbin ve kirlenmemiş birkaç beynin; bundan 96 yıl önce, ”Kültürden nasibini almış her insanın, hissetme ve düşünme aczi yaşamayan herkesin tüylerini ürpertecek, midesini bulandıracak suçları” bir bir sıraladıktan sonra haykırdığı: ”O binlerce yaralı Türk şimdi nerede? Onlara ne oldu? Onları ne yaptınız? Nerdeler şimdi? Biri bu soruların cevabını versin!” sorularına kimse cevap vermediği gibi ne yazık, o günden bugüne bir daha bu soruları sorabilecek kimse de kalmadı.

Balkan Savaşlarında batıda Sırpların, kuzeyde Bulgarların, güneyde Yunanlıların genişleyerek kendi sınırlarına kattığı Makedonya ve beride Trakya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, ‘’Hiç abartmaya düşmeden denilebilir ki, Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve yerel Hıristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur’’ diye yazılıyordu. Bulgarlar, Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkleri toplu halde yakma yoluyla infaz etmişlerdi. Rodop mıntıkasında Pomak köyleri ‘’insanları ve hayvanlarıyla birlikte’’ top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimetoka’da ‘’silahsız Türkleri nehre atıp yaban ördeklerine ateş eder’’ gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir ‘’şeytan oyununa’’ dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde, örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar ‘’boğazları kesilmiş’’ olarak yatıyorlardı. ‘’Türk çocuklarının cesetleri de o kurtarıcı lejyonun muzaffer yolu’’nu işaretliyordu.

Troçki, Bulgar ordularına esir düşen ya da savaş meydanlarında yaralı ele geçirilen Türk askerlerinin de katledildiğini duyurmuştu. Sadece Bulgar askerlerince değil, görevi yaralılara yardım etmek olan sıhhiyecilerin de bu suça katıldığını belirterek, ‘’Kastettiğim… Bulgar komutanlarının emriyle, savaş meydanlarındaki yaralı Türklerin süngülenerek veya hançerlenerek soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden başka bir şey değil. Birçok yaralı Bulgar askeri, bana üzerlerine kalkan süngüleri dehşet içinde seyreden o silahsız adamların nasıl katledildiğini, gözlerini benden kaçırarak anlattı’’ diye yazmıştı.
Yunanlılar ise örneğin, ‘’Pravista kazasında Türkleri toplayıp Kasrub Çayı’nın yatağına götürdüler, hepsini öldürdüler ve cenazeleri, orada becerdikleri işin tanığı olarak bıraktılar’’. Doyran, Gevgili ilçelerinin tüm kapsamında hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Yanya’da, Arnavutluk’un güneyinde Yunanlıların giriştiği kıyım ve yağma olayları, köylerin yakılması konsoloslarca rapor edilmişti. Gene de Yunanlılar hakkındaki suç dosyasının, diğerleri kadar kabarık olmamasının bir nedeni, savaşı izleyen gözlemci ve gazetecilerin çoğunun ‘’Helen aşığı’’ olmasıydı. Diğer bir nedense, işgal altındaki Arnavut topraklarının gazetecilerce tercih edilmemesiydi.

Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında, Bulgar ve Yunan işgali altındaki bölgelerde yaşanan olayları tek tek anlatıyor. Trakya’dan geçen demiryolu boyunca tüm köy, kasaba ve kentlerin tamamen talan edilip yakıldığını, kaçamayan Türklerin öldürüldüğünü anlatıyor. Dedeağaç, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne; Çatalca’ya kadar bütün Trakya bu öldürme ve talandan paylarını almıştı. Ama Gümülcine’de, Kavala’da, Serez’de, Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da sadece yerliler değil, buraya sığınmış yedi bin muhacir de katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı. Manastır en talihsiziydi. İngiliz Konsolos Greig durumu şöyle rapor ediyordu: ‘’Yalnız Müslümanların yaşadığı köylerin yaklaşık %80’i ve karışık nüfuslu köylerin Müslüman kesimleri, Manastır kazalarından Kirçevo, Florina, Serfiçe, Kialar, Kozan, Elassona, Grevena, Neseliç ve Kastoria’da her yer talan edilmiş veya bütünüyle yakılıp yıkılmıştır.’’
Bütün bu bölgelerde savaştan önce Müslümanlar çoğunluktaydı. Savaşla birlikte bu nüfusun kimi yerde tamamı, kimi yerde de çoğu yok olmuştu; bir kısmı göç etmişti, bir kısmı da katliama uğramıştı. Bütün bu suçlar, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak halinde girdikleri Birinci Balkan Savaşı bitip de Makedonya’nın bölüşülememesi yüzünden bu ülkelerin birbirine girmesiyle başlayan İkinci Balkan Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı. Yunanlılar Bulgarların, Bulgarlar Yunanlıların Müslümanlara karşı işledikleri insanlık suçlarını sayıp döküyorlardı. Bazı Avrupa ülkelerinin gazeteleri Yunan taraftarı olarak Bulgar zulümlerini anlatırken Bulgar yanlısı Rus gazeteleri de Yunan dehşetini tefrika ediyorlardı. Dünya ancak ‘’zavallı Türklerin’’ başına gelenlerin bir kısmını bu sayede öğrenebildi. Bulgar yanlıları eğer Türkler Selanik’i Yunanlılara değil de Bulgarlara teslim etseydi, o feci olayların yaşanmayacağını iddia ediyorlardı. Selanik’i bir Protokol ile savaşsız ele geçiren Yunanlılar, Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya sığınmış on binlerce sığıntının hayatları garanti etmişler, talan ve yağmaya göz yumulmayacağını da taahhüt etmişlerdi. Fakat tam tersi oldu. Türklerin ve bu arada Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Koca şehir teröre teslim edildi. ‘’Büyük karışıklık ve katliam başladı. Epey Müslüman ve Musevi hayatlarını kaybettiler.’’ Bir Alman gazeteci, Selanik’in fethini şöyle duyuruyordu: ‘’Selanik’teki Ayasofya Camii üzerinde yeniden haç yükseliyor. Yeni fatihler haçı diktiler; ama Hıristiyanlık ve insanlık belirtileri hani nerede? Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi! Çeteler civar köylerdeki Müslümanlara yapmadıklarını koymadılar. Çok sayıda göçmen açlıktan ya da süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi taahhüt ettikleri silahtan tecrit edilmiş Osmanlı askerlerinden çoğu keza açlıktan öldü.’’ Teslim olan Osmanlı askerlerinin sayısı yaklaşık 25 bindi. Times muhabiri de ‘’Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz!’’ diyerek olanları özetliyordu. Tüm bu cinayetler işlenirken İngiliz ve Fransız donanması Selanik Körfezi’nde demirliydi ve olanı biteni sadece izlemekle yetiniyordu.


Balkan Harbi faciasında, en az Anadolu kadar Türk olan Rumeli toprakları ve Balkan Müslümanları, göz göre göre, ihtiraslara, tefrikalara, gafletlere, siyasi ve kişisel çekişmelere kurban edilmişti. Türk tarihinin en kanlı ve acı sayfalarından biri olan Balkan faciası, Akif’in vicdanında derin yaralar açtı. Milli Şairimiz Mehmet Akif, gelecek nesillere ibret nümunesi olması için, bu olayların acıklı destanını, bütün yönleriyle, sebep ve sonuçlarıyla, manzum olarak ve şiir diliyle anlatmış, böylece milletimize en büyük hizmetlerinden birini daha yapmıştır. O günleri, yaşanan tarifsiz acıları, olup bitenleri, bazı tarihi kaynaklardaki önemsemez ve umursamaz kayıtlardan başka hiçbir hatırlayan ve hatırlatan kalmasa da, Mehmet Akif’in gönlünün derinliklerinde hissedip yaşadığı acı ve elemlerin dışa vurumu olan ve samimi gözyaşlarıyla mısralara döküp destanlaştırdığı bu şiirler, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da gelecek nesillerin gönüllerini titretmeye, gözlerini yaşartmaya ve nesilden nesle aktarılmaya devam edecek, hiçbir zaman unutulmayacaktır. Onun Balkan Faciasını anlatan şiirlerinden en azından birkaç dizeyi buraya almazsak, bana bazı şeyler eksik kalacak gibi geliyor.

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar;
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler.
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler.
Medeniyet denilen vahşete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler.
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden
Nice başlar, nice kollar ki, cüda cisminden!
Beşiğinden alınıp, parçalanan mahlukat;
Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler.
Saç, kulak, el, çene, parmak… bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can.
İşte bunlar o felaketzedeler ki, düşün.
Kurumuş ot gibi doğrandı bütün.

Balkan Savaşları’ndan yenilgi ile çıkan Osmanlı İmparatorluğu Sancak’ı da boşaltmak zorunda kalmıştı. Bükreş Anlaşması’na göre Bosna, Sancak, Kosova ve Makedonya’da yaşayan Müslüman halka dört yıl süre veriliyordu. Bu dört yıllık süre içinde isteyen bölgeden göç edecek, kalanlar ise çoğunluğu oluşturdukları bölgelerde kendi meclislerini oluşturarak bölge yönetiminde hak sahibi olacaklardı. Ancak Sırplar ve Karadağlılar bu anlaşmaya hiç uymadılar. 7 Kasım 1913 tarihli Belgrad Anlaşması’yla ülkelerinin Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılması ve işgal edilmesiyle Sancak’lı Müslümanlar büyük bir şok daha yaşadılar. Sancaklılar için de yeni bir felaketler dizisi başlamış oluyordu.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

Balkan Savaşaları’nın ardından, 1914 yılının Ağustos ayında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Franz Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle Birinci Dünya Savaşı başladı. Ardı ardına gelen bu savaşlar, milletimizi ve Bosnalı Müslümanları her biri öbüründen daha büyük ve daha ağır acılara, sarsıntılara, yıkımlara ve felaketlere sürükledi.

1914 yılında, Osmanlı Devleti’nin de bir oldubittiye getirerek, Almanya’nın safında ve Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı I. Dünya Savaşı’na sokulması ise; tarihin en büyük ve en güçlü İmparatorluklarından biri olan koskoca Osmanlı Devleti’nin sonunu getirdi. Bizim için son derece gereksiz ve anlamsız olan bu ölümcül maceradan, devletin ve milletin kolaylıkla uzak tutulabileceği, korunabileceği, bu felaketlerin ve ateş çukurunun içine hırslı ve çapsız yöneticiler eliyle ve hiç gereği yokken itildiğimiz konusunda yerli ve yabancı çoğu tarihçiler aynı görüşü paylaşırlar. “Türkler, Birinci Dünya Savaşında, tıpkı İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi tarafsız kalabilirlerdi. Sebepsiz bir budalalık ve yanlış muhakeme ile kendilerini Almanya ile ittifak içinde buldular ve bu suretle İtilaf Devletlerine bir başka eski imparatorluğu parçalama fırsatı verdiler (1).”

Osmanlı Devleti, dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce vatan evladını kaybetti. Çanakkale ve Irak cepheleri gibi bazı savaşlarda olağanüstü fedakârlıklarla kazanılan zaferler ve başarılar da bir işe yaramadı. Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılmasıyla, savaş da, çok ağır şartlarla ateşkes antlaşması imzalamak zorunda kalan Osmanlı Devleti de bitmiş, tükenmiş oluyordu.

Birinci Dünya Savaşı da Osmanlı İmparatorluğunun içinde yer aldığı tarafın yenilgisiyle sonuçlandı. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1917 yılında Syenitsa’da toplanan Sancak siyasi liderleri, bölgenin eski bağımsız sınırlarına kavuşması için mücadeleye giriştiler. Tarihi sınırları içerisinde Sancak’ın bağımsızlığının tanınması gerektiğini bütün dünyaya ilan ettiler, bu yolda büyük çabalar gösterdiler ama olumlu bir sonuç elde edemediler. 1918 yılına gelindiğinde bağımsızlık çabalarına katılanlar tutuklanmaya, hapislere atılmaya, işkenceler altında öldürülmeye başlandı.

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) ve sonrasında özellikle Rumeli’de yaşanmaya başlayan çok ciddi ve acı kayıplar devleti ve milleti dağılma ve yok olma tehlikesi ve süreciyle yüzyüze getirdi. 1877-1878 yıllarında, sadece Tuna Cephesi’nde yedi ay kadar süren savaşta yarım milyon kadar Müslüman katliam, açlık, soğuk ve bulaşıcı hastalıklardan hayatlarını kaybettiler. Sırbistan ve Karadağ, Berlin Anlaşmasıyla ele geçirdiği ve o zamana kadar Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği bölgelerde tüyler ürpertici bir etnik temizliğe girişti. Müslüman nüfus sistemli bir şekilde yok edildi veya yerlerinden yurtlarından sürüldü. Gerçek sayılar tam olarak bilinememekle, rakamlarda farklılıklar bulunmakla beraber, çok büyük rakamlara ulaşan Müslümanlara, özellikle Boşnaklara karşı tarifi ve tasviri imkânsız denebilecek kadar ağır ve tüyler ürpertici vahşetlerle beraber büyük bir soykırım uygulandığı noktasında bütün tarih araştırmacıları birleşmektedirler.

93 Harbi öncesinde, örneğin Bulgaristan’da da Türk ve Müslüman nüfus çoğunlukta idi. Ruslar, bir yandan bu yerleri işgal ederken bir yandan da bölgeyi Türklerden ve Müslümanlardan arındırmak için soykırım ve etnik temizlik yapıyorlardı. Halkı topluca kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak gibi insanlık dışı yol ve yöntemlerle Türk ve Müslüman nüfus sistemli bir soykırıma, yok edilmeye böylece azaltmaya girişildi ve nüfus dengesi Müslümanlar aleyhine değiştirildi.

Justin Mc Carthy’nin araştırmalarına göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun Arnavutluk dışındaki Avrupa topraklarında yaşayan 2.315.293 Müslüman’ın 1.445.179’u (yani %62’si) çeşitli yol ve yöntemlerle eksiltildi. Osmanlı Avrupa’sından göç etmek zorunda kalan Müslümanlardan yalnızca 812.777’si canlı kalabildi. Geri kalan 632.408 Türk ve Müslüman göç yolunda hayatlarını kaybettiler. Toprakları, malları, mülkleri ellerinden alınan Osmanlı Avrupa’sı Müslümanlarının %27’si göç yollarında can verdi. Canlarını kurtarabilenlerin çoğunluğu Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldılar. Anadolu’nun nüfusu, bu göçler nedeniyle 1878’den 1917’e kadar neredeyse %50 oranında artmıştır. Fakat 1911’e gelindiğinde bile, yine de her şeye rağmen Osmanlı Avrupa’sında Müslüman nüfus, genel nüfusun %51’ini teşkil ediyordu.

Rumeli’deki Osmanlı topraklarının büyük bölümünün kaybıyla sonuçlanan Balkan Savaşları sırasında sadece bir ay gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde, katliam, soğuk, hastalık ve göç yollarındaki olumsuz şartlar sonucu 600.000 Müslüman feci şekilde can vermiş, 400.000 kadarı da Anadolu’ya göç ederek mülteci olmak zorunda kalmıştır.

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin Osmanlı kaynaklarına dayanarak verdiği bilgilere göre, 1912-1920 yılları arasında toplam 413.922 kişi Türkiye’ye göç etmişti. 1923-33 yılları arasındaki dönemde ise mübadelelerle beraber Türkiye’ye gelen mülteci sayısı ise 900.000’i bulmuştu.

1912-13 Balkan Savaşları neticesinde Sırbistan, topraklarını 40.000 km2 kadar genişletmiş, Kosova, Makedonya, Sancak bölgelerinin katılımıyla 1.600.000 kişilik yeni bir nüfusa da sahip olmuştu.

Müslümanları kıyımdan geçirip, sağ kalanları göçe zorlamanın amacı, Balkanlar’ı Müslümanlardan arındırmaktı. Balkan Hristiyanları, bir yandan kısmen özümsedikleri ulusçu düşüncelerin, bir yandan da Müslümanların topraklarını, mallarını, mülklerini sahiplenme isteğinin dürtüsüyle, topraklarını terk edip gitmiş, başka yerlerde sığınmacı durumuna düşmüş Müslümanların tekrar geri dönmelerini engelleyecek ve hala gitmemiş olanların da bir an önce her şeylerini terk edip gitmelerini sağlayacak acımasız terör ve tedhiş politikaları izliyorlardı. Müslümanların göçe zorlanmaları için, her türlü terör, soykırım ve katliam uygulamaları devlet tarafından da teşvik, yardım ve himaye görüyordu. Bu politikalar içinde en etkili olanı, Müslümanların evlerinin yakılıp yıkılması, hayvanlarının ve yiyeceklerinin çalınması idi. Besleyip yetiştirdikleri bütün hayvanları çalınan, evleri tahrip edilen Müslüman köylülerin göç etmekten başka çareleri kalmıyordu. Yakıp yıkma işi, çoğu zaman çetecilere ve komitacılara bırakılıyorsa da, zaman zaman düzenli ordu birlikleri de bu işler için kullanılıyordu.

Boşnak tarihçi Mustafa İmamoviç, Yugoslav Topraklarında Müslümanlara Yönelik Soykırımın Tarihçesi (A Survey of the History of Genocide Against the Muslims in the Yugoslav Lands) adlı çalışmasında, Müslüman ölümlerinin neredeyse tamamının, bombalama, silahla vurma gibi savaş operasyonlarıyla değil, terörizm yoluyla gerçekleştiğini (yani Çetniklerin Müslümanları tek tek vahşice öldürdüklerini) söylemektedir.

YUGOSLAVYA KRALLIĞI DÖNEMİ

(Müslümanların Örgütlenme Çabaları)

Slovak, Hırvat ve Sırp aydınların, siyaset önderlerinin Sırp, Hırvat ve Slovakların tek bir devlet çatısı altında birleştirilmesi yönündeki çağrılarının geniş kesimler tarafından kabul görmesi sonucunda, 1 Aralık 1918‘de Sırp-Sloven-Hırvat Krallığı kuruldu. Bu yeni devletin sınırları içerisinde kalan ve onun bir parçası haline getirilen Bosna ve Boşnak Müslümanlar için de yeni ve zor bir dönem daha başlıyordu. I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan ve gerçekte bir “Sırboslavya” niteliği taşıyan I. Yugoslavya dönemi, Bosnalılar açısından Avusturya-Macaristan yönetimi döneminden daha zor ve daha ağır şartları olan bir dönemdi. Müslümanlar, çoğu yerleşim yerlerinde en kalabalık nüfusu teşkil etmelerine rağmen, kimse onları milli bir kimlik ve varlık olarak tanımıyor, tanımaya da yanaşmıyordu. 1924’de oluşturulan parlamentoda bile, Müslüman milletvekilleri milli kimliklerini Hırvat veya Sırp olarak açıklamak zorunda kalmışlardı.

Vatanlarını terk etmemeye, baskılara karşı politik mücadeleyle direnmeye karar veren Boşnaklar, 1919 Şubat’ında, Saraybosna’da Mehmet Spaho’nun önderliğinde “Yugoslavya Müslümanlar Örgütü”nü (YMO) kurdular. Bu teşkilat, Boşnakların Yugoslavya içerisinde özerk bir birim olarak, dini farklılıklarının korunması, kimliklerinin muhafazası şartıyla Yugoslavlık etnik temelinde bir bütünlük inşa edilebileceğini savunuyordu. Bu fikirler Boşnaklar tarafından da oldukça geniş kabul gördü. Spaho’nun partisi, 1920 Kasımında Yugoslavya genelinde yapılan seçimlerde Ulusal Meclis’te 24 sandalye kazanmayı başardı.

Yeni kurulan krallıkta etnik, dini ve kültürel bakımdan birbirinden çok farklı unsurlar mevcuttu. 1921 yılında yapılan nüfus sayımına göre ülkede en az 10.000 kişi tarafından konuşulan dil sayısı on iki idi. Bu da ayrı dilleri konuşan en az 12 ayrı halk grubunun varlığını ortaya koyuyordu. Devletin resmi rakamlarında kurucu halk statüsünde olanların (Hırvat-Sloven-Sırp) nüfusu 10 milyon, ülkenin toplam nüfusu ise 12 milyon olarak gösteriliyordu. Bosna ve Sancak Müslümanları, resmi rakamlarda yok sayılıyor, kurucu millet olarak kabul edilmedikleri gibi kendilerine ayrı bir statü de tanınmıyor, nüfusları Sırplar ve Hırvatlar arasında paylaştırılıyor, uygulamada da ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutuluyorlardı.

Boşnaklar için sorun, sadece onlara biçilen statüden ve kurucu millet sayılmamalarından ibaret de değildi. Sırpların gözünde Boşnaklar, önce Türklerle sonra da Avusturyalılarla kendilerine karşı ittifak yapıp savaşmış, hemen yok edilmeleri gereken düşmanlardan, hatta geçmişin intikamının en acı şekilde kendilerinden alınması gereken hainlerden başka bir şey değildi. Bu kin, nefret, öfke ve düşmanlık çok geçmeden silahlı saldırılarla açığa vurulmaya başlandı. Müslümanlara yönelik kötü muameleler ve işyerlerinin yağmalanması artık üzerinde durulmaya bile değmez vaka’i âdiyeden, basit, olağan, alışılmış günlük olaylardan sayılıyordu. Bosna Hersek’in birçok şehrinde ve Sancak’ta Müslümanlar katlediliyor ve linç ediliyordu. Onlara öz yurtlarında katliama uğramaktan, ya da göç etmekten başka seçenek tanınmıyordu. 1923-1933 yılları arasında Yugoslavya’dan Türkiye’ye 26.120 aile, yani 108.179 kişi göç etmek zorunda kalmıştı.

Osmanlı yönetiminden sonra Bosna ve Sancak’ta İslam inancına sahip olmak baskı görmek için yeterli sebepti. Sadece Yugoslavya Krallığı’nın kuruluşu döneminde 756 cami yıkılmış ya da ağır hasar görmüştür. 1950 yılına gelindiğinde de sadece Bosna’da 199 cami kullanılamaz durumdaydı. Bunlardan bazıları da müze, depo veya ahıra dönüştürülmüştü.

Sırp-Sloven-Hırvat Krallığı 1921’den itibaren tamamen Sırpların kontrolü altına girdi. Ocak 1929’da Kral Alexander, anayasayı askıya alarak, devletin bundan sonra Sırp Hırvat ve Slovakların krallığı olarak değil, Yugoslavya olarak anılacağını ilan etti. Devlet, Yugoslavya’yı dokuz banovinaya, yani toprak birimine, Bosna’yı ise her birinde Müslümanları azınlık durumuna düşürecek şekilde sınırları belirlenmiş dört banovinaya ayırmıştı. Bosna’nın 400 yıldan beri ilk defa böyle bir şekilde parçalanması Müslümanları çok huzursuz etmişti.

Fakat Hırvatlar, bu Anayasa’yı kabul etmediler. Bunun üzerine Sırplar ve Hırvatlar arasında on yıl sürecek siyasi bir mücadele başladı. Bosna ve Sancak Müslümanları her ikisi de kendilerine düşman olan bu iki milliyetçi güç arasındaki çetin ve zorlu bir mücadelenin ortasında kaldılar. Ortodoks Sırplarla, Katolik Hırvatlar arasındaki anlaşmazlık, 1939 yılında her iki tarafın Bosna-Hersek’i kendi aralarında taksim etmekte anlaşmaya varmalarıyla geçici bir süreliğine de olsa çözümlenmiş oluyordu. Müslümanlar için ise daha zorlu bir dönem başlıyordu. Bu tartışmaların en kritik döneminde, Haziran 1939’da, Yugoslavya Müslümanlar Teşkilatı başkanı Dr. Mehmet Spaho zehirlenerek öldürüldü.

Boşnak uleması da İslami kimliğin korunabilmesi amacıyla “el-Hidâye” adlı bir cemiyet kurmuştu. Bu cemiyetin çatısı, koruması ve gölgesi altında faaliyet gösteren ancak milliyetçilik rüzgârlarının da etkisiyle, yurt ve bayrak sahibi olma arzusuyla yanıp tutuşan Boşnak gençler, başında o zamanın tanınmış âlimlerinden Mehmed Efendi Hadziç’in bulunduğu bu ağırbaşlı cemiyeti beğenmemeye, faaliyetlerini yeterli bulmamaya başladılar. Özellikle yaşlı din adamlarının ve hocaların aşırı tedbirli ve durumu idare etmeye yönelik fikir ve düşünceleriyle bir yere varılamayacağını, yeniden diriliş için gerekli radikal adımların atılamayacağını öne süren gençler, bu cemiyeti pasiflikle ve uyuşuklukla suçluyorlardı. İçlerinde 16 yaşındaki Aliya İzzetbegoviç’in de bulunduğu gençler, 1939 yılında Tarık Müftiç liderliğinde “Mladi Müslümani” (Genç Müslümanlar Teşkilatı)’nı kurdular. Bu teşkilat, kurulduğu günden itibaren Bosna Müslümanlarının mücadelesinde önemli roller üstlendi. Anti-faşist ve anti-komünist olduğunu ilan eden Mladi Muslimani II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında aşırı milliyetçi Sırp Çetnik’lere, Hırvat Ustaşa’lara, savaş sonrasında Komünist Partizanlara, son Bosna Savaşında da Sırplara ve Hırvatlara karşı inançlı, kararlı ve yiğitçe mücadelesini sonuna kadar sürdürdü.

İkinci Dünya Savaşının kara bulutları ufukta belirmeye başlayınca, Yugoslavya Müslümanları, şimdiye kadar yaşadıkları, bundan sonra da yaşamaları kuvvetle muhtemel zorlukları, ileride kendilerini bekleyen tehlikeleri ve sıkıntıları ilk ağızdan anavatandaki yetkililere aktarmak, Türk hükümetine anlatmak, onların yardım ve desteğini talep etmek üzere Ankara’ya heyet gönderdiler. Yugoslavya Müslümanlarını temsil eden heyet, olabildiğince Türkiye’de en aşağı memurundan en üst yöneticisine kadar Devletin her kademesinden yetkililerle ve sorumlularla görüşmeye, dertlerini bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştı. Fakat aradıkları, arzu ettikleri ilgi, alaka ve desteği bulamadılar. Büyük ümitler besleyerek gittikleri Türkiye’den güvendikleri dağlara kar yağmış, umdukları kapılar yüzlerine kapanmış duygusu içinde, büyük bir gönül kırıklığı ve karışık duygular içerisinde tekrar memleketlerine geri döndüler. Yugoslavya Krallığı da, bu heyetin Türkiye’deki görüşmelerinive temaslarını çok yakından ve dikkatle izliyordu ve bütün detaylardan haberdardı. Bu teşebbüsün de Yugoslavya Müslümanlarına bir faydası olmadığı gibi, bu olaydan sonra karşı baskı ve zülümlerin şiddeti daha da arttı.

Yugoslav Krallığı, Türkiye Cumhuriyeti ile yaptığı görüşmelerde Güney Sırbistan’daki Boşnak Müslümanlar sorununu gündeme getirerek, Türkiye’ye yaşanan göçlerin resmileştirilmesini önerdi. Yugoslavya, başına bela olarak gördüğü bu Müslüman unsurdan bir an önce kurtulmak, onları Türkiye’ye postalamak istiyordu. Yapılan görüşmeler sonucunda 11 Temmuz 1938 tarihinde imzalanan protokolle her yıl belli sayıda ailenin Türkiye’ye göç etmesi kararlaştırıldı. Yugoslavya Hükümeti, iltica eden aile başına Türk Hükümeti’ne 500 Türk Lirası ödeyecek, buna karşılık göç edenlerin çiftliklerine ve topraklarına el koyacak ve buralara kendi halkını yerleştirebilecekti.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

1939 yılında İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle, Balkan Müslümanlarının hayatını kâbusa çevirecek, yeni ve kanlı hadiselerin uğursuz işaretleri de ufukta görünmeye başlamıştı.

6 Nisan 1941’de Almanlar Yugoslavya’yı işgal ettiler ve 10 Nisan 1941’de Bosna-Hersek’in de tamamını içine alan Bağımsız Hırvat Devletini kurduklarını ilan ettiler. Böylece 1918 yılında kurulan Sırp-Sloven-Hırvat Krallığı çatısı altındaki değişik ulusların ve unsurların zorunlu ve sorunlu beraberliklerinin birinci perdesi, bu şekilde kapanmış oluyordu. Ancak bu sefer de, ülkede iç savaş ve gerilla harpleri baş gösterdi.

Hırvat ırkçılar ayrılıkçı Ustasa örgütünü, Sırp ırkçılar Albay Draza Mihailoviç ‘in önderliğindeki Çetnikler olarak bilinen çeteleri kurdular. Her iki taraf da birbirlerine karşı amansız bir mücadeleyi giriştiler. Müslümanlar iki tarafa da eşit mesafede duruyorlar, her iki tarafı da itidalli olmaya çağırıyorlardı. Müslüman din adamları, 1941 yazında ve sonbaharında Mostar’da ve Banya Luka’da yaptıkları yazılı açıklamalarla, Saraybosna, Priyedor, Mostar, Banya Luka, Biyelyina ve Tuzla gibi kentlerde Hırvatların Sırplara, Sırpların da Hırvatlara karşı giriştikleri saldırı, yağma, tecavüz ve zorla din değiştirtme olaylarını şiddetle ve nefretle kınıyorlar ve protesto ediyorlardı. Ekim ayında Saraybosna’da Uzeyir Aga Hacıhasanoviç tarafından hazırlanan ve Müslümanların önde gelen yüz ismi tarafından imzalanan bildirgede de, yine Sırp sivillere karşı uygulanan Ustaşa terörü kınanıyor, tüm yurttaşlara can, mal ve dini inanç güvencesi sağlanması isteniyordu. Sırplar, Müslümanların Hırvatlara katılmasından, Hırvatlar da Sırplara kaymasından korktukları için onları tehdit ve tedirgin etmekten çekiniyorlardı. Bu yüzden Müslümanlar ilk zamanlar büyük bir yağma ve katliam yaşamadılar.

Ancak zaman ilerledikçe durum da değişmeye başladı. 1941 yılının ortalarına doğru Sırplar, yeniden Bosna ve Sancak’ın Müslümanlardan temizlenmesi için harekete geçtiler. Irkçı Sırplar (Çetnikler) adeta Müslüman avına çıkmışlardı. Foça, Gorajde, Vişegrad, Srebrenitsa ve Rogtica halkını kadın çoluk çocuk ayrımı yapmadan katlettiler. Ancak daha çok Sırp köylülerince “intikam saldırıları” adı altında düzenlenen bu tür saldırılar, yalnızca küçük bir başlangıçtı. Müslümanların katliama uğratılması için asıl bilinçli ve sistematik saldırılar Çetnikler tarafından gerçekleştirilecekti. Eski Yugoslav ordusu albaylarından ve Kralın Yugoslav topraklarındaki temsilcisi durumundaki Draja Mihailoviç, Çentiklerin başı olarak verdiği emirlerde ısrarla “etnik temizlik” kavramı üzerinde duruyor ve özellikle de Müslüman nüfusu hedef gösteriyordu. Çetnik ideolojisinin en önemli dayanağını, her zaman olduğu gibi yine “İslam-karşıtlığı” oluşturuyordu. Çetniklerin ideo-psikolojisinin önemli bir parçasını oluşturan, 19. yüzyıl Sırp milliyetçileri tarafından körüklenen, Petar Petroviç Njegoş tarafından şiirlere dökülen nefret bir kere daha alevlenmişti. Kurmak istedikleri “Homojen Sırbistan” içinde “Sırp olmayan bir element” saydıkları Bosnalı Müslümanlara hiç tahammülleri yoktu. Ellerinde savunmasız Müslümanları yok etmek, temizlemek için her türlü silah, bir de ülke çapında tam da buna elverişli bir karmaşa ortamı vardı. Çetnikler, özellikle 1942 ve 43 yıllarında Bosnalı Müslümanlara karşı sistemli bir katliam programı yürüttüler. Çetnikler girdikleri yerlerde, tüm Müslümanların mallarını yağmalıyorlar, kadın, çocuk ayırmadan etnik temizlik ve soykırım yapıyorlar, kadınlara sistemli bir şekilde tecavüz ediyorlar, her zaman olduğu gibi kurbanlarını bıçakla (boğazlayarak), işkence ederek öldürmeyi tercih ediyorlardı. Yazılı kaynaklarda, bu ölümlerin hemen hepsinin, bombardıman veya ateşli silahlarla uzaktan savaş operasyonu şeklinde değil, kurbanlarında dehşet uyandırmak için şiddet, tedhiş ve terörizm yoluyla gerçekleştirildiği, yani Müslümanların tek tek ve insanlık dışı muamelelerle öldürüldükleri belirtilmektedir. Bu olaylar sırasında kesin olmayan rakamlara göre takriben 200.000 Müslüman Boşnak, Sırplar tarafından katledildi. Bu hesaplaşma, 1945 sonlarına kadar sürdü.

1941 yılında Almanlara karşı bir ayaklanma başlatmış olan Yugoslav Komünist Partisi’nin Bosnalı Müslümanların statüsü hakkında net bir fikri yoktu. Kominist entelektüellerden Sloven asıllı Edvard Kardelj, 1936 yılında Müslümanların bir ulus değil, etnik bir grup olarak kabul edilebileceklerini savunurken, 1940’larda partinin milliyetler siyasetinden sorumlu Milovan Dilas, Müslümanları hepten Yugoslav ulusları listesinden çıkarmıştı.

Müslümanlar, varlıklarını sürdürebilmek için, her yerde elbirliğiyle çok büyük direnişler gösterdiler, büyük bir mücadele örneği sergilediler. Örneğin, Sancak’ın kalbi olan Yeni Pazar kentinin Sırpların eline düşmesini de çok şanlı bir direnişle engellediler. Çetniklerle büyük bir iç savaşa giren Partizan kuvvetleri, Alman ordularının geri çekilmesinin ardından, Sovyet birliklerinin de desteğiyle ve ortak bir harekâtla Ekim 1944‘te Belgrad’ı ele geçirdiler. Tito, Belgrad’a Sovyet askerleriyle birlikte girdi. Çentiklerin elebaşı Draza Mihayloviç Bosna’ya çekilmişti. 1945 yılına kadar orada kalan Mihayloviç, Temmuz ayında idam edildi. 1945 Nisanında komünistler Saraybosna’ya girdiler. Yugoslavya’da 45 yıl sürecek Komünist dönem de böylece başlamış oluyordu.

II. Dünya Savaşı sırasında, 1941-1945 yılları arasında Yugoslavya topraklarında kendi nüfus oranlarına göre en fazla kayıp veren grup %8 kayıpla Bosnalı Müslümanlar olmuştu. Sırplar nüfuslarının %7’i, Hırvatlar ve Karadağlılar ise %5’i oranında kayıp verdiler. Bu vahşi savaşta 200.000 Müslüman Boşnak hayatını kaybetti, sadece Sancak’ta birçoğu çeşitli işkencelere tabi tutularak 15.000 Müslüman katledildi. Yazılı kaynaklarda, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yugoslavya’da 150.000 ila 300.000 arasında Müslümanın hayatını kaybettiğine dair değişik rakamlar verilmektedir. Örneğin, Tarihçi Nedzip Şaçirbey, 1941-1945 tarihleri arasında kadın, çocuk, yaşlı 300.000 Müslüman Boşnağın hayatını kaybettiğini belirtir. Aydın Babuna ise, 150.000 ile 300.000 arasında rakamlar telaffuz edilmekle beraber 300.000 rakamının biraz abartılı olduğunu ifade etmektedir.

TİTO REJİMİ DÖNEMİ

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletleri tarafından masabaşında oluşturulan ulus devletlerden hiç biri suni sınırlarından memnun değildi. Yaşanan huzursuzluklar ve çalkantılar yaklaşan büyük fırtınanın habercisiydi. II. Dünya Savaşı’nda baştan aşağı Alman ve İtalyan ordularının işgali altında kalan ve iç savaşlarla çalkalanan Balkan ülkeleri, savaş sonrasında komünist Sovyet rejiminin kontrolüne terk edildiler. Komünist idareler altında yıllarca baskı, şiddet ve işkenceye maruz kalan, dinlerini, inançlarını, kültürlerini yaşamaları engellenen Balkan milletleri, büyük acılar çektiler. Ancak Komünist rejimin dikta yönetimiyle perdelenen etnik kökenli tartışma ve çatışmalar, bu rejimlerin yıkılmasıyla birlikte yeniden ve kaldığı yerden üstelik daha da şiddetli bir şekilde başlayacaktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Çetniklerin bertaraf edilmesinin ardından Müslüman Boşnaklarla Partizanlar karşı karşıya gelmeye başladılar. Partizanlar, Almanlara destek oldukları, komünist ideolojiyi benimsemedikleri gerekçesiyle Müslümanlardan intikam alma peşinde koşuyorlar ve onlara karşı düşmanca tutum izliyorlardı. Antikomünist konuşmalar, mitingler, toplantılar çok sıkı bir şekilde takip ediliyor, bunlara katılanlar fişleniyor, sorgulanıyor, tutuklanıyor, mahkemelere çıkarılıyordu. Komünist ideolojiye karşı çıktıkları gerekçesiyle pek çok kişi Partizanlar tarafından yargılanmadan öldürülüyordu.

Kasım 1945‘teki seçimlerde, komünistlerin önderliğindeki Halk Cephesi büyük zafer kazandı. 2 Aralık 1945‘te Yugoslavya Federal Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi. Ocak 1946‘da yürürlüğe giren anayasada federal bir cumhuriyet yapısı öngörüldü. Tito, hükümet başkanlığına getirildi. Yugoslavya, II. Dünya Savaşı’ndan 1980’e kadar Tito yönetiminde kaldı. Yugoslav siyasal yaşamında “İkinci Yugoslavya” olarak adlandırılan bu dönemde, Bosna – Hersek’in sınırları 1918 öncesi döndü. Devletin yapılanması, kurumları, yönetimin ulus sorununa yaklaşımı 1918-1941 evresinden farklı olmasına rağmen Komünist rejim, yine de Müslüman Boşnaklara pek iyi gözle bakmıyordu. Josef Broz Tito, Yugoslavya toprakları içindeki Müslüman nüfusun varlığından korkuyordu. Müslümanları yeni rejim içinde eritmeyi hedefleyen Tito, buna engel gördüğü tüm teşkilatları yasaklamış, üyelerinin ağır cezalara çarptırılmalarını emretmişti. Başlatılan tutuklama ve yargılama furyası sonucunda cezaevleri Müslümanlarla doldu.

Yeni Komünist Yugoslavya’da, inanç özgürlüğüne saygı gösterileceğine dair her fırsatta beyanatlar yayınlanıyordu ama uygulamalar hiç de bu beyanları doğrulamıyordu. Elden ele dolaşan broşürlerle yaygınlaştırılan özellikle ezilen sınıflar ve genç kesimler üzerinde etkili olan komünist propaganın eylemleri ile söylemleri arasındaki aykırılık tez zamanda belli olmuştu. Demokrasi, insan hakları, insani değerler tamamen bir kenara itilmişti. Aliya İzzetbegoviç’in ifade ettiği gibi, Avrupa’yı kasıp kavuran faşizme bir tepki, karşıt bir ideoloji olarak ortaya çıkan, kendisini antifaşist bir hareket olarak tanıtan, Komünizm de diğerinden daha az totaliter değildi. Zulüm, baskı ve totalitarizmin sadece adı ve rengi değişmiş, kara totalitarizm gitmiş, yerine kızıl totalitarizm gelmişti. Ocak 1946’da ilan edilen Yugoslav Federal Anayasası, Sovyet Anayasasının bir kopyası gibiydi. Komünistler, kendi ideolojilerini ve yönetimlerini kabul etmeyenlere karşı çok sert tavır aldılar. Tarihçi Noel Malcolm, sadece 1945-1946 döneminde Yugoslavya’da Tito tarafından kitleler halinde kurşuna dizilen, ölüm yürüyüşlerine zorlanan, toplama kamplarına tıkılan kişilerden 250.000’inin öldürüldüğünü belirtir (2).

1 Mart 1946’da Aliya İzzetbegoviç ve onun gibi düşünen 14 kişi tutuklanarak ilk mahkûmiyetlere çarptırıldılar. Genç Müslümanların ilk mahkeme edilen ve suçlanan bu grubu içinde yer alan Aliya İzzetbegoviç de üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Fakat daha sonra olacaklarla kıyaslandığında, yine de bu pek ağır bir ceza sayılmazdı. O, bu cezayla belki de idamdan kurtulmuş oluyordu. Cezalandırmalara rağmen örgütün dağılmadığını, özellikle gençler arasında daha fazla taraftar bularak güçlenip yaygınlaştığını gören komünistler, tutumlarını daha da sertleştirdiler. Her yıl yapılan tutuklamaların ardından 1949 yılına gelindiğinde çok daha sert tedbirlere ve büyük tutuklamalara giriştiler. Bosna-Hersek’te yaklaşık 1.000 kişi tutuklandı. Tutuklanan gençlerden dördü idama mahkûm edildi. Bunlardan Nusret adlı genç daha yirmi yaşında bile değildi. Halbuki 1914 yılında Saraybosna’da giriştikleri suikastta Avusturya Veliahdı Franz Ferdinand’ı ve hamile eşini öldüren ve Birinci Dünya Savaşının fitilini ateşleyen Sırp Milliyetçisi Gavrilo Princip henüz 21 yaşını doldurmadığı gerekçesiyle idama mahkum edilmemişti. Ama sıra Müslümanlara gelince her şey değişiyordu. Aynı Ceza Kanununun aynı hükümleriyle yargılanan ve mahkûm edilen Müslüman Nusret’in ailesi, oğullarının daha çocuk olduğunu belirterek af talebinde bulundular. Fakat ‘hümanist’ oldukları iddiasıyla öne çıkan komünist yetkililer, bu girişimleri hiç dikkate almadan, bir çırpıda reddettiler. İdama mahkum edilen Müslüman gençler, hiçbir terör olayına karışmamışlar, hiç kimseyi öldürmemişler, yaralamamışlar, sadece komünist rejime karşı sözel, yazılı ve psikolojik direnişte bulunma cesaretini göstermişlerdi. Yaptıkları en büyük eylem, toplantı yapmaktan, miting düzenlemekten ve broşür hazırmaktan ibaretti. 1949-1951 yılları arasındaki tutuklamalar ve mahkumiyetlerle Genç Müslümanlar Örgütü tamamen etkisiz hale getirildi. Önderlerinin çoğu idam edildi, hapse atıldı, geri kalanlar da ya kaçıp ülkeyi terk etmek, ya da gizlenmek zorunda kaldılar. Komünist rejim altında ülke, gittikçe daha da yoksullaşıyor, dükkanlar sürekli boşalıyor, ama hapishaneler bu duruma itiraz eden dili uzunlar ve Genç Müslümanlarla doluyordu.

Komünist dönemde Müslümanlara karşı işlenen insan hakları ihlalleri ekonomiden, eğitime ve kültüre kadar her alana yayıldı. 1946 yılında İslam hukukunun uygulandığı mahkemeler yasaklandı. 1950’de de öğrencilerin Kur’an ve temel dini bilgiler öğrendikleri ilkokul düzeyindeki son okullar da kapatıldı. Müslümanların kültürel, yardımlaşma, dayanışma amaçlı faaliyet gösteren dernekleri ilga edildi. Sadece Müslüman din adamı yetiştirilmesi için kurulmuş olan ve çok sıkı bir şekilde denetlenen iki medreseyle, İslam Cemaati’nin göstermelik bir şekilde varlığını sürdürmesine izin verildi. Saraybosna’da Müslümanlara ait olan basımevi kapatıldı ve Müslüman vakıflarını yöneten heyet devlet denetimine alındı. Ama tüm bu uygulamalara karşı, örtülü bir biçimde de olsa Müslümanların tepkisi ve direnişi devam etti. İslami metinler elden ele dolaşıyor, çocuklara camilerde dini eğitim verilmeye çalışılıyor, evlerde sohbetler ve zikirler sürdürülüyordu.

Müslümanlara etnik bir statü veya ulus statüsü tanınmamıştı. Müslümanlar kendilerini Müslüman Sırp, Müslüman Hırvat veya ‘ulus beyan etmemiş Müslüman’ olarak kaydettirebiliyorlardı. 1948 yılında Bosna’da yapılan nüfus sayımında Müslümanların 72.000’i kendisini Sırp, 25.000’i Hırvat, 778.000’i de ‘ulus beyan etmemiş’ olarak kaydedilmişti. Başlangıçta bir miktar bastırılan ve geri plana itilen Sırp hegemonyası yavaş yavaş yeniden canlanmaya ve kendini belli etmeye başladı.

1953 yılında imzalanan Serbest Göç Anlaşması’yla 1938’de yapılan anlaşmanın yeniden tazeleyip güncelleştirilmesiyle Türkiye’ye yeni ve büyük bir göç daha başladı. Birçok kişi de Türkiye yolu üzerinde olan ve daha güvenli buldukları Makedonya’daki büyük şehirlere ve köylere yerleştiler. Örneğin günümüzde bile Makedonya’daki 29 köyün tüm nüfusunu bu şekilde buraya göç edip yerleşmiş Sancaklı Müslümanlar oluşturur.

1950-1958 yılları arasında Türkiye’ye gelen 104.372 göçmen Ege, Marmara ve Trakya bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Yugoslavya Dışişleri Bakanlığı Konsolosluk Dairesi’nin 1970 yılına ait verilerine göre, II. Dünya Savaşı’ndan o tarihe kadar Yugoslavya’dan Türkiye’ye gelen ve ‘göçmen’ sayılan kişilerin sayısının 300.000 olduğu belirtilir.
Fakat Tito, daha sonraları ülkedeki Sırp ve Hırvatları dengelemek için Boşnakları denge unsuru olarak kullanmayı düşündü. 1960 yılında da Boşnaklara özel bir etnik statü tanıdı. Böylece Boşnak Müslümanlar ilk defa etnik olarak tanınmış ve tanımlanmış oluyorlardı.

Devletin adı 1963 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Eski Sosyalist Yugoslavya altı federe cumhuriyete ve 2 Sosyalist Özerk Cumhuriyete ayrılmıştı. Kurulan federe cumhuriyetlerden biri başkenti Saraybosna olan Bosna-Hersek Sosyalist Cumhuriyeti, özerk cumhuriyetlerden biri de başkenti Priştine olan Kosova Özerk Sosyalist Cumhuriyeti idi. 1970 yılında, Bosna-Hersek’te, 1-1-1 “Nisbi Temsil Usulü”nün getirilmesinden en çok orana (%43) sahip olan Müslümanlar zarar gördüyse de 80’li yıllara gelindiğinde siyasi bilinçlenme konusunda Müslümanlarda da önemli gelişmeler yaşandı.

TİTO SONRASI DÖNEM

Tito 4 Mayıs 1980’de Slovenya’nın başkenti Ljubljana’da bir klinikte 88 yaşında öldü. Tito’nun ölümüyle Kollektif Başkanlık sistemine geçildi. Tito’nun ölümü ile birlikte, Yugoslav Devleti son 10 yılını teşkil eden yeni bir bunalım ve parçalanma sürecine girdi. Sırpların Komünist partiyi ve iktidarı ele geçirmeleriyle, Sırp hegemonyası Komünist rejim altında da olanca şiddetiyle kendini hissettiriyordu. Devletin bütün kurumlarındaki Sırp hakimiyeti, yönetimdeki ulusal dengesizlik özellikle Slovaklar ve Hırvatlar arasında uzlaşılmaz ayrılıklara ve ayaklanmalara ve en sonunda Yugoslavyanın dağılıp parçalanmasına varan huzusuzluklara neden oluyordu.

Cumhuriyetlere tanınan yetkilerin zaman içinde artması, tüm uluslarda ulusçu yönelimlere ivme kazandırmış, özellikle 80’lerin ilk yarısı, milliyetçiliğe geçiş dönemi olmuştu. Yükselen etnik milliyetçilik hareketi, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne üye ülkelerde de bağımsızlık taleplerinin artmasına yol açtı. 19861992 yılları arasında Yugoslavya’da yeniden kanlı iç savaşlar başladı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloşeviç ve onun desteklediği militanlarca Büyük Sırbistan’ı kurma hayalleriyle yeniden büyük ve sistematik bir soykırıma girişildi. Bu dönemde de 10.000’nin üzerinde Boşnak hayatını kaybetti. Sırpların başta Saraybosna olmak üzere kuşatma altında tuttukları şehirleri bombalamasına, sniper ateşi ile masum sivilleri öldürmesine, başta aydınlar olmak üzere seçilmiş kişilerin toplama kamplarına sürülüp öldürülmesine, daha başka akıl almaz yollarla gerçekleştirilen etnik temizlik hareketine batılı ülkeler uzun süre gereken tepkiyi göstermediler ve soykırıma seyirci kaldılar.

BOSNA SAVAŞI DÖNEMİ

Yugoslavya’nın bu yeni dağılma ve çözülme sürecinde 1990‘lı yılların başında diğer federe cumhuriyetler gibi Bosna-Hersek te bağımsızlığını ilan etti. Ancak Yugoslavya’dan ayrılan Slovenya ve Hırvatistan‘ın bağımsızlığını tanıyan AB ve BM, Makedonya ve Bosna-Hersek’in bağımsızlığını tanımayı referandum şartına bağladı. Bosna-Hersek’te 1992 yılında yapılan referandumda halk bağımsızlıktan yana oy kullanınca yeni devlet kuruldu. Şubat 1992‘de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, 7 Nisan 1992‘de ABD ve diğer batılı ülkelerce tanındı. 22 Mayıs 1992‘de de Birleşmiş Milletler‘e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi.

Ancak bu devleti ülkedeki Sırplar tanımadıkları gibi Boşnaklara ve Hırvatlara karşı savaş açtılar. Bosna’daki savaş 1992 yılının ilkbaharında başladı. Bosna’nın kuzeyini hedef alan saldırıların amacı bu bölgelerden Boşnak ve Hırvatları etnik temizlikle uzaklaştırarak Sırp devletini kurmaktı. Sırpların bu saldırıları bölgedeki diğer etnik gruplar için tam bir felakete dönüştü. Kuşatma altındaki şehirlerde ve mülteci kamplarında pek çok kişi öldü, öldürüldü ve işkenceye uğradı.

Eski Yugoslavya’nın dağılması sonucunda, kendisini Yugoslav topraklarının gerçek sahibi sayan Sırp milliyetçiliği, Bosna’daki Müslüman halka karşı sistemli bir soykırım, kendi deyimiyle bir “etnik temizlik” başlattı. Aslında Bosna’da yaşananlar gerçek anlamda ve adil bir savaş değil, iyi silahlanmış saldırgan bir gücün, silahsız ve masum bir halkı yok etmeye kalkıştığı korkunç bir katliam ve soykırımdı. Sırplar Müslümanları bir kaç haftada yok edeceklerini ya da topraklarından süreceklerini hesaplıyorlardı. Ama öyle olmadı. Başlangıçta hiçbir askeri gücü olmayan Müslümanlar, kısa sürede toparlandılar, Bosna-Hersek Ordusunu oluşturdular ve hiç kimsenin ummadığı bir direnç gösterdiler. Savaş, 1995 sonbaharına kadar sürdü.

Miloseviç’in batılı dostları, ısrarla Bosna’da bir katliam, bir etnik temizlik, bir soykırım başlatıldığını değil, bir “iç savaş” yaşandığını savunuyorlardı. Batılı gazeteler, Bosna’da yaşanan olayın “tipik bir iç savaş” olduğunu savunan makaleler yayınlıyorlar, televizyonlar ülkedeki her üç tarafı da “savaşan taraflar” olarak tanımlıyorlardu. Bazıları da olan bitenleri, dünya kamuoyuna “anarşi vakası”, “kanun ve düzen hakimiyetinin ortadan kalkması” diye yansıtıyorlardı. Aynı çevreler, o sıralarda gündeme gelen Sırbistan’a ekonomik yaptırımlar uygulanması tekliflerine ısrarla karşı çıkıyorlar, “Bosna’daki şiddeti durdurabilmesi için (tabii kendi yöntemleriyle) Miloseviç’e biraz daha şans tanınması” gerektiğini savunuyorlardı. Fakat Müslümanların inanılmaz direnişi bir türlü kırılamıyordu.

Batı dünyası bu vahşete üçbucuk yıl tepkisiz kaldı. Çok daha önceden müdahale edilerek bitirilmesi gereken savaş, ancak 1995 yılı sohbaharında Amerika’nın olaya el koymak zorunda kalmasıyla başlayan barış görüşmeleri ve Dayton Anlaşması ile sonuçlanabildi. Amerika, ya da genel olarak Batı dünyası, Sırplara karşı ilk anda, daha katliamlar başlamadan önce eyleme geçebilir ve Müslümanlara karşı girişilen insanlık dışı ve vahşice saldırılar, tecâvüzler hiç yaşanmadan önlenebilirdi. Ama böyle olmadı. Batılı ülkeler, bu vahşeti engellemediler. Bu tepkisizlikle ilgili bugüne kadar pek çok tez öne sürüldü. Ama bunun nedeninin, Batılı güçler, ya da bu güçlerin dış politikalarını belirleyen unsurlar arasındaki, ciddi, önemli ve etkili Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman kesimler ve eğilimlerden kaynaklandığı bugün artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Kimilerine göre, Batı’nın Sırplara karşı bu tepkisizliğinin ve kimi “Sırp yanlısı”, “Müslüman karşıtı” politikalarının temelinde, Müslümanlara karşı oluşan “Haçlı cephesi” zihniyeti yatmaktadır. Bir başka tez de “Batı’nın Bosna’da çıkarı yok ki!” sözleriyle dile getiriliyordu. Ancak bu cevap, bazı şeyleri açıklamakta yetersiz kalıyordu. Çünkü eğer Batılı güçler, Bosna konusunda tamamen pasif kalmış olsalar, bu açıklama bir dereceye kadar kabul edilebilirdi. Oysa Batı gerçekte pasif davranmamış, savaşa belirli noktalarda müdahale etmiş ve en önemlisi, bu müdahalelerle Sırplara örtülü destekler vermişti. Müslümanlara uygulanan silah ambargosuyla kendini açıkça belli eden Sırp yanlısı uygulamalar, Batı’nın pasif olmadığını, aksine Balkanların Müslümanlardan temizlenmesi yolunda ciddi bir strateji izlediğini göstermektedir.

Uluslararası Kızılhaç Örgütü verilerine göre; 1992–1995 yılları arasındaki savaşta Bosna-Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetti. Bu kayıpların 200.000 kadarını teşkil eden Boşnaklar sistematik bir soykırıma tabi tutuldular. İnsanlık tarihi için kara bir leke ve yakın tarihin en karanlık sayfalarından birini teşkil eden bu savaş, başka savaşlara da benzemiyordu. Çünkü bu savaş büyük ölçüde, Sırbistan Ordusuyla silahsız, savunmasız, çaresiz, masum, günahsız Boşnak siviller arasında cereyan etmişti. Sırplar savaş süresince onbinlerce kadına tecavüz ettiler, bebek, çocuk kadın, ihtiyar ayırımı yapmadan yüzbinlerce insanı akla hayale sığmaz işkencelerle katlettiler.

Bu katliamların en acımasızlarından biri de Srebrenitsa kentinde gerçekleştirildi. Savaşın daha başlarında askeri bir gücü olmayan doğudaki pek çok Boşnak kenti Sırp saldırılarına karşı direnememiş kolayca düşmüştü. Srebrenitsa kenti ise, şehri çevreleyen tepelerin de yardımıyla saldırılara karşı kendisini başarıyla savunabilmişti. Birleşmiş Milletler, sınırları korunabilir hale getirmek ve barış için görüşülebilir bir zemin hazırlamak amacıyla 1993‘te altı yerleşim birimini “güvenli bölge” ilan etti. Srebrenitsa kenti de bunlardan biriydi. 1995 yılı Mayıs ayına gelindiğinde Sırplar Saraybosna’daki kuşatmayı daha da şiddetlendirdiler. Bu nedenle Nato da Sırplara karşı hava saldırısı düzenledi. Sırplar ise buna missilleme olarak Birleşmiş Milletler’ce “güvenli bölge” ilan edilen altı yerleşim birimini bombalayarak 300 Birleşmiş Milletler askerini rehin aldılar. Sırpların şehre yaklaştığı haberini alan Srebrenitsa’daki Müslüman Boşnaklar, Hollandalı askerlerden kendilerini savunmalarını istediler, fakat ret cevabı aldılar. Bunun üzerine hiç olmazsa güvenli bölge ilan edildikleri gerekçesiyle ellerinden alınan silahlarının iadesini, böylece hiç olmazsa kendilerini savunabilmelerine izin verilmesini istediler. Sorumlu Hollandalı komutan Müslümanlar’dan toplanan silahların da onlara geri verilmesini kabul etmeyerek, Müslüman Boşnakları vahşi Sırp saldırganlar karşısında silahsız, savunmasız ve yalnız bıraktı. Srebrenica Katliamında, Kızılhaç yetkililerine göre 7.500–8000 civarında sivil Müslüman, bazı başka kaynaklara göre de 10 – 15 bin Boşnak katliama uğradı. Bu Katliamı, Avrupa‘da II. Dünya Savaşı‘ndan bu yana gerçekleşmiş ve hukuksal olarak da belgelenmiş en büyük toplu insan kıyımı ve soykırım olma özelliğine sahiptir. Sırplar Srebrenitsa katliamını gerçekleştirirken, Hollandalı Birleşmiş Milletler gücünün katliamı engellemek için hiçbir şey yapmadığı, göz yumulduğu, hatta yardımcı bile olunduğu söylenmiştir. Kadın ve çocuklar ayrıldıktan sonra askerlik çağına gelmiş erkekler otobüslere bindirilip kampın yakınına bir yere getirilmişler ve orada kurşuna dizilerek öldürülmüşlerdi. Sırpların Srebrenitsa katliamı bütün dünyada çok geniş yankılar uyandırdı. Katliamın ardından o güne kadar olaylara kayıtsız kalan batı kamuoyunda Sırplara karşı baskılar arttı ve nihayet 1995 yılı sonlarına doğru da savaş Dayton Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu.

Kosova da 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etti ve şu ana kadar 50’den fazla ülke tanındı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI

Balkan Savaşaları’nın ardından, 1914 yılının Ağustos ayında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Franz Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle Birinci Dünya Savaşı başladı. Ardı ardına gelen bu savaşlar, milletimizi ve Bosnalı Müslümanları her biri öbüründen daha büyük ve daha ağır acılara, sarsıntılara, yıkımlara ve felaketlere sürükledi.

1914 yılında, Osmanlı Devleti’nin de bir oldubittiye getirerek, Almanya’nın safında ve Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı I. Dünya Savaşı’na sokulması ise; tarihin en büyük ve en güçlü İmparatorluklarından biri olan koskoca Osmanlı Devleti’nin sonunu getirdi. Bizim için son derece gereksiz ve anlamsız olan bu ölümcül maceradan, devletin ve milletin kolaylıkla uzak tutulabileceği, korunabileceği, bu felaketlerin ve ateş çukurunun içine hırslı ve çapsız yöneticiler eliyle ve hiç gereği yokken itildiğimiz konusunda yerli ve yabancı çoğu tarihçiler aynı görüşü paylaşırlar. “Türkler, Birinci Dünya Savaşında, tıpkı İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi tarafsız kalabilirlerdi. Sebepsiz bir budalalık ve yanlış muhakeme ile kendilerini Almanya ile ittifak içinde buldular ve bu suretle İtilaf Devletlerine bir başka eski imparatorluğu parçalama fırsatı verdiler (1).”

Osmanlı Devleti, dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce vatan evladını kaybetti. Çanakkale ve Irak cepheleri gibi bazı savaşlarda olağanüstü fedakârlıklarla kazanılan zaferler ve başarılar da bir işe yaramadı. Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılmasıyla, savaş da, çok ağır şartlarla ateşkes antlaşması imzalamak zorunda kalan Osmanlı Devleti de bitmiş, tükenmiş oluyordu.

Birinci Dünya Savaşı da Osmanlı İmparatorluğunun içinde yer aldığı tarafın yenilgisiyle sonuçlandı. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1917 yılında Syenitsa’da toplanan Sancak siyasi liderleri, bölgenin eski bağımsız sınırlarına kavuşması için mücadeleye giriştiler. Tarihi sınırları içerisinde Sancak’ın bağımsızlığının tanınması gerektiğini bütün dünyaya ilan ettiler, bu yolda büyük çabalar gösterdiler ama olumlu bir sonuç elde edemediler. 1918 yılına gelindiğinde bağımsızlık çabalarına katılanlar tutuklanmaya, hapislere atılmaya, işkenceler altında öldürülmeye başlandı.

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) ve sonrasında özellikle Rumeli’de yaşanmaya başlayan çok ciddi ve acı kayıplar devleti ve milleti dağılma ve yok olma tehlikesi ve süreciyle yüzyüze getirdi. 1877-1878 yıllarında, sadece Tuna Cephesi’nde yedi ay kadar süren savaşta yarım milyon kadar Müslüman katliam, açlık, soğuk ve bulaşıcı hastalıklardan hayatlarını kaybettiler. Sırbistan ve Karadağ, Berlin Anlaşmasıyla ele geçirdiği ve o zamana kadar Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği bölgelerde tüyler ürpertici bir etnik temizliğe girişti. Müslüman nüfus sistemli bir şekilde yok edildi veya yerlerinden yurtlarından sürüldü. Gerçek sayılar tam olarak bilinememekle, rakamlarda farklılıklar bulunmakla beraber, çok büyük rakamlara ulaşan Müslümanlara, özellikle Boşnaklara karşı tarifi ve tasviri imkânsız denebilecek kadar ağır ve tüyler ürpertici vahşetlerle beraber büyük bir soykırım uygulandığı noktasında bütün tarih araştırmacıları birleşmektedirler.

93 Harbi öncesinde, örneğin Bulgaristan’da da Türk ve Müslüman nüfus çoğunlukta idi. Ruslar, bir yandan bu yerleri işgal ederken bir yandan da bölgeyi Türklerden ve Müslümanlardan arındırmak için soykırım ve etnik temizlik yapıyorlardı. Halkı topluca kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak gibi insanlık dışı yol ve yöntemlerle Türk ve Müslüman nüfus sistemli bir soykırıma, yok edilmeye böylece azaltmaya girişildi ve nüfus dengesi Müslümanlar aleyhine değiştirildi.

Justin Mc Carthy’nin araştırmalarına göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun Arnavutluk dışındaki Avrupa topraklarında yaşayan 2.315.293 Müslüman’ın 1.445.179’u (yani %62’si) çeşitli yol ve yöntemlerle eksiltildi. Osmanlı Avrupa’sından göç etmek zorunda kalan Müslümanlardan yalnızca 812.777’si canlı kalabildi. Geri kalan 632.408 Türk ve Müslüman göç yolunda hayatlarını kaybettiler. Toprakları, malları, mülkleri ellerinden alınan Osmanlı Avrupa’sı Müslümanlarının %27’si göç yollarında can verdi. Canlarını kurtarabilenlerin çoğunluğu Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldılar. Anadolu’nun nüfusu, bu göçler nedeniyle 1878’den 1917’e kadar neredeyse %50 oranında artmıştır. Fakat 1911’e gelindiğinde bile, yine de her şeye rağmen Osmanlı Avrupa’sında Müslüman nüfus, genel nüfusun %51’ini teşkil ediyordu.

Rumeli’deki Osmanlı topraklarının büyük bölümünün kaybıyla sonuçlanan Balkan Savaşları sırasında sadece bir ay gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde, katliam, soğuk, hastalık ve göç yollarındaki olumsuz şartlar sonucu 600.000 Müslüman feci şekilde can vermiş, 400.000 kadarı da Anadolu’ya göç ederek mülteci olmak zorunda kalmıştır.

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin Osmanlı kaynaklarına dayanarak verdiği bilgilere göre, 1912-1920 yılları arasında toplam 413.922 kişi Türkiye’ye göç etmişti. 1923-33 yılları arasındaki dönemde ise mübadelelerle beraber Türkiye’ye gelen mülteci sayısı ise 900.000’i bulmuştu.

1912-13 Balkan Savaşları neticesinde Sırbistan, topraklarını 40.000 km2 kadar genişletmiş, Kosova, Makedonya, Sancak bölgelerinin katılımıyla 1.600.000 kişilik yeni bir nüfusa da sahip olmuştu.

Müslümanları kıyımdan geçirip, sağ kalanları göçe zorlamanın amacı, Balkanlar’ı Müslümanlardan arındırmaktı. Balkan Hristiyanları, bir yandan kısmen özümsedikleri ulusçu düşüncelerin, bir yandan da Müslümanların topraklarını, mallarını, mülklerini sahiplenme isteğinin dürtüsüyle, topraklarını terk edip gitmiş, başka yerlerde sığınmacı durumuna düşmüş Müslümanların tekrar geri dönmelerini engelleyecek ve hala gitmemiş olanların da bir an önce her şeylerini terk edip gitmelerini sağlayacak acımasız terör ve tedhiş politikaları izliyorlardı. Müslümanların göçe zorlanmaları için, her türlü terör, soykırım ve katliam uygulamaları devlet tarafından da teşvik, yardım ve himaye görüyordu. Bu politikalar içinde en etkili olanı, Müslümanların evlerinin yakılıp yıkılması, hayvanlarının ve yiyeceklerinin çalınması idi. Besleyip yetiştirdikleri bütün hayvanları çalınan, evleri tahrip edilen Müslüman köylülerin göç etmekten başka çareleri kalmıyordu. Yakıp yıkma işi, çoğu zaman çetecilere ve komitacılara bırakılıyorsa da, zaman zaman düzenli ordu birlikleri de bu işler için kullanılıyordu.

Boşnak tarihçi Mustafa İmamoviç, Yugoslav Topraklarında Müslümanlara Yönelik Soykırımın Tarihçesi (A Survey of the History of Genocide Against the Muslims in the Yugoslav Lands) adlı çalışmasında, Müslüman ölümlerinin neredeyse tamamının, bombalama, silahla vurma gibi savaş operasyonlarıyla değil, terörizm yoluyla gerçekleştiğini (yani Çetniklerin Müslümanları tek tek öldürdüklerini) söylemektedir.

Balkanlar’da 19. yüzyılda başlayan isyanlar, etnik karışıklıklar ve çatışmalarla sarsılan Osmanlı egemenliği, 1912 yılında patlak veren Balkan Savaşlarıyla tamamen yıkılmıştır. I. Balkan Savaşı’nda çok sayıda cephede, büyük birliklere karşı savaşmak zorunda kalan Osmanlı ordusu, birkaç savaş hariç, geri kalan bütün savaşlardan yenilgiyle ayrılmıştır. Bu savaşlar sonrasında sınırları bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin batı sınırlarının bile gerisine gitmiştir. Akabinde gerçekleşen II. Balkan Savaşı’nda bir nebze dahi olsa toparlanan Osmanlı ordusu, kaybettiği küçük birkaç toprak parçasını ve Edirne’sini geri almıştır. İbrahim Artuç, Balkan Savaşı, KASTAŞ Yayınları, 1988, İstanbul

1878’de dağılmanın eşiğine gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun kesin çöküşüne giden yolun dönüm noktası Balkan Harbi oldu. Onun ardından başlayan I. Dünya Savaşı bu süreci tamamladı. Esasen Balkan Harbi, âdeta eAvrupa’daki karşıt ittifakların aralarındaki hesaplaşmaya ve paylaşım savaşına hazır olmak amacıyla ürettikleri modern silahların denendiği “kostümlü” bir prova olmuştu. I. Dünya Savaşı’nın halledemediği sorunlar bir şekilde II. Dünya Savaşı ile çözüldü. Tüm bu süreçte 150.000.000’dan fazla insan yaşamını kaybetti.[47] Sacit Kutlu, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, İstanbul Bilgi Üniv. Yayınları, 2007, İstanbul, önsöz

Türk milleti her şeye, bütün cahil, yoksul, aciz ve çaresiz bırakılmışlığına rağmen yine de bu geriliğin ve perişanlığın şuursuz bir seyircisi değildir. İstiklal Savaşında bir kere daha, tarihinden, özünden ve cevherinden gelen o ölmek bilmez canlılığıyla ve olağanüstü sabrıyla çilelerin cefaların üstesinden gelebileceğini, herkesin bütün ümitlerini kestiği en büyük felaket zamanlarında bile o bitip tükenmez enerji ve takatiyle kötü kaderini yenebileceğini ispat etmiştir.

Türk milleti, devleti, meclisi, halkı, basını ve aydınlarıyla iki asırdan beri ilk kez kendisini de gerçek özüyle ve yüzüyle ispat edebilme imkanını bulabilmiştir. Fakat ne yazık ki dış tehlike geçince bu hak ve hakikat yolunu terk eden sözde aydınlarımız, sakatlıktan kurtulan kimsenin koltuk değneklerini fırlatıp attığı gibi halkı fırlatıp atmışlar, çıkar ve menfaati, dalkavukluğu, partiye ve rejime kulluğu, milletimizin varlığından, birliğinden, dirliğinden de, değerlerinden de geleceğinden de kendileri açısından daha önemli ve yararlı görmüşlerdir.

Milleti millet yapan değerlerden, inançlardan hızlı bir dönüş yaparak, yeniden dini, ahlakı, yaşayış tarzı, fikir ve düşünceleri, inanç ve kanaatleri kısaca her şeyiyle batının taklitçisi, kopyacısı, savunucusu ve uygulayıcısı rolünü üstlenmişlerdir. Kendi aşağılık komplekslerinin zihinlerine yerleştirdiği, temelsiz, dayanaksız yalan yanlış bir Avrupa ve Batı hayranlığını Türk Milletine hem de zorla ve baskıyla kabul ettirmeye kalktılar.

Batıdan aldıklarımız bize hiçbir değer kazandırmadı. Ziya Paşa’nın dediği gibi:

Eyvah bu baziçede bizler yine yandık

Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık.

Büyük şahsiyet ve maneviyat kayıpları yaşadık. Bize yenilik diye getirilenlerin çoğu, Batının bizi benliğimizden çıkarmak için yüz yıldan beri kendi hesabına gayet akıllıca teklif ettiği okumuşunu ‘Türk’e yabancılaştıracak, bizi biz olmaktan çıkaracak’ şeylerdi.

Ama İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkler, başka milletlerle ilişkilerinde hiçbir zaman mahkum ve yenik bir ruh hali yaşamadılar, başkalarına aşağılık duygusu ile bakmadılar. Tersine hakim bir ruh hali ile ve fetih zihniyeti ile kendi kültürlerine ve benliklerine tam bir güven duydular. Bir fatih davranışı ve zihniyeti ile sanki hak ettiği bir ganimeti alıyormuş gibi kendilerine lazım, yararlı ve gerekli olanı aldılar, onu kendi kültürlerine aşılayarak, kendi kültürel değerlerini daha da geliştirdiler. Ama aldıkları her şeye de kendi mühürlerini, damgaları vurarak kendi orijinalliklerini devam ettirirken, yenilenmeyi de ihmal etmediler. Her çağa uygun eserler, maddi ve manevi değerler, kurumlar ve hünerler ortaya koydular. Her çağda, her devirde, her milletten ve ülkeden nice teknikler, hünerler, deneyler aldılar, onlardan yeni terkipler çıkardılar, Müslüman olsun olmasın iç içe yaşadıkları yabancılarla kültür alışverişinde ve etkileşiminde bulundular, ama yine de Türk ve özgün olabildiler. İstanbul’da, Kahire’de, Tebriz’de, Trablusgarp’ta, Yemen’de, Bağdat’ta, Üsküp’te… velhasıl dünyanın dört bir köşesindeki Türk eserleri, ilk bakışta ve çok uzaklardan hemen fark ve ayırt edilebilmekte, bunlara tereddütsüz Türk işi ve eseri denebilmektedir. Yaşam tarzında, orduda, harp araç ve gereçlerinde, silahlarda, mimaride, çinide, nakışta, hatta, tezhipte, çinide, halıda, kilimde, dilde, musikide, sanatta, edebiyatta, şiirde, törede, icat ve keşiflerde, eşyada, giyim kuşamda, üretim tekniklerinde, müesseselerde, kurum ve kuruluşlarda, değerlerde, törede, temsildi, oyunda, folklorda… vs herkesin saygısını ve hayranlığını celp eden bir Türk üslubu, Türk tarzı hep var olagelmiştir.

Cumhuriyet devri aydınlarının zihniyet, tutum ve davranışları, bunalımları kendilerinden önceki kültür ve fikir değişmelerine, deneyişlerine bağlanarak geliyordu. Özümüze, geçmişimize, kendi kurum ve kuruluşlarımıza karşı derin bir nefretin, onlardan kaçıp kurtulmanın, onları yok etmenin, ortadan kaldırmanın, yok etmenin, silip atmanın tezahürü olarak anlaşılan ve uygulanan bir inkılapçılık, devrimcilik anlayışı, bir yenileşme ve değişim tutkusu almış yürümüştü. Osmanlı batıya yenildikçe toplumda gücü ve iktidarı ellerinde tutan aydın azınlıklar, Batıya ait her şeyin üstün, bize ait her şeyi de kötü, geri görmeye ve kabul etmeye başladılar. Böylece Batıya ruhen esir ve teslim olmak, kendi değerlerine hor bakmak, bir miras gibi nesilden nesile devam edip gelmiş günümüze kadar ulaşmıştır.

Millet çoğunluğu bu fikirlere, devrim yobazlarına, bağnazlarına hiçbir zaman itibar etmemiş, değer vermemiş, bunların savundukları fikirlerin iler tutar tarafı olmadığı yalnız milletinden kopmamış aydınlar tarafından değil namuslu batılı aydınlar tarafından da açıkça ortaya konmuştur. Batıcılık yerine çağdaşlık, çağdaş bilim ve teknolojiye sahip ve hakim olma, diktacı rejimler yerine demokrasi, hukukun üstünlüğü, zorla, baskıyla devrimcilerin egemen iradeleri yerine milli iradeyi egemen kılma anlayışı gittikçe daha fazla güç kazanmakta ve gelişmektedir. İslam düşmanı Hıristiyanlardan kopye edilmiş olan, İslamiyetin ilerlemeye ve gelişmeye engel olduğu iddiasının ne kadar yalan, yanlış, basit ve zavallı bir iddia olduğu yine Batı ilim çevrelerinin dürüst, namuslu, en parlak zekaları tarafından ortaya konmaktadır. Müslüman olmayan batılı bilim adamları tarafından, İslamiyetin ilerlemeye engel değil aksine ilmi zihniyete açık, ilmi keşiflere ufuklar açan yüce bir din olduğu, onda bilimsel bilgiye aykırı ve ters hiçbir tarafın bulunmadığı yolunda arka arkaya sayısız kitaplar yazılıyor.

Cumhuriyetin ilanından sonra, milli bünyeye, yapıya aykırı fikir, düşünce ve uygulamalara itiraz etme cesaretini gösterebilen az sayıdaki bilgin, alim, din adamı ve aydınlar ise arkalarında onları destekleyebilecek hiçbir güç bulunmadığı için şiddetle bertaraf edildiler. Milletin imanının, irfanının, kültürünün, hürriyetinin davacısı olmaya kalkan yiğitler arasında milli zaferin kazanılmasında büyük payı ve katkıları bulunan bazı kumandanların, mebusların bulunması iktidarı eline geçiren egemen güçleri daha sert ve kıyıcı olmaya yöneltmiş, sanki biraz da onların inadına milli kültürümüz ve benliğimiz büsbütün horlanmış ve ezilmiştir. Dini ve milli dava gütmeye kalkan asker, sivil bağımsızlık önderlerinden bazıları sürülmüş, bazıları hapsedilmiş veya asılmışlardır. Bu cezalar, bazı azgın, taşkın, yanlış hareketleri ve uygulamaları önlemek isteyenlerin cesaretlerini büsbütün kırmıştır.

Nüfuz ticareti yapan, çıkarcı, dalkavuk bazı gazeteler, özellikle Atatürk’ün dava arkadaşları hakkında iftira kampanyaları açarak, ancak faşist ve komünist ülkelerde görülebilecek çirkin basına örnek olmuşlardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan ve gittikçe hızına artıran İslam düşmanlığının, din aleyhtarlığının nedeni hala tam ve doğru olarak anlaşılabilmiş değildir.

Kendi azim ve iradesiyle, kendi canı, kanı pahasına kendini kurtarmış, varını yoğunu bu uğurda harcamış milletimizin karşısına özel kurtarıcı olarak çıkan tek parti iktidarı, yağmacı düşmanlara yaraşacak vurgunlarla, halkımıza ağır bedeller ödetmiş, halkımız bu soygunlar yüzünden aç ve sefil bırakılmıştır.

İşin tarihi bile ağır gelecek tarafı, bu yolsuzluk, soygun, vurgun ve talanların millete, iyilik, güzellik, fazilet, üstünlük diye yutturulmaya çalışılmasıdır. Hırsızlık ve soygunlarını, kurtarıcı baba, onarıcı, yapıcı sıfatlarıyla olağan göstermeye çalışmışlardır.

Fakat bu maddi soygun, millete ve milletin değerlerine karşı girişilen manevi soygunun yanında daha az zararlı ve tehlikeli kalır. Çünkü maddi soygunun ileride bir şekilde telafisi, giderilmesi, yerine konulması her zaman mümkündür.

İslamla, dinle, imanla, töreyle, milli ahlak ve maneviyatla, günah, sevap, hayır, iyilik, kötülük, vicdan gibi kavramlarla ilişiği kesilen Türkiye ve Türk Milleti uzun zamanlar boyunca milleti millet yapan değerleri elinden alınarak, manen soyulmuştur. Memleket iki yönlü ham ve kaba yobazlığın kıskacında yoğrulmuştur.

Türkiye demokrasi, adalet gibi devleti devlet yapan değerlerden soyulmuştur.

Türkiye kimliğinden, kişiliğinden, imanından kültüründen, tarihinden onu ayrı bir millet yapan değerlerden soyularak yaban ellerin kucağına atılmıştır. O günden beri, cinsi, cibilliyeti, yeri yurdu, vatanı, geçmişi, geleceği belirsiz bir yığın haline getirilmeye çalışılmıştır. Batılı desen batılı değil, doğulu desen doğulu değil, Müslüman desen Müslüman değil, Hıristiyan desen Hıristiyan değil, ne olduğu devekuşundan daha şüpheli bir hale düşürülmüştür.

(Yahudi Haham Akif Işık )

Kendi adil devletinin gölgesinde ebediyen var olmayı ideal olarak benimsemiş bu Millet, hak ettiği, umduğu, beklediği güzel günlere, mutlu ve nurlu ufuklara asırlardır bir türlü ulaşamadı. Aksine her yeni doğan gün ve her gelen yönetim bir öncekini aratır olmuştur. Ard arda gelen rüşvet, yolsuzluk, hak tanımazlık, adaletsizlik, gerilik ve ilkellik devirleri milleti canından bezdirdi.

Millete arka çıkması, onu temsil etmesi, ona yol göstermesi mümkün ve muhtemel fazilet zümreleri, iktidar gücünü türlü yollarla eline geçen milli iradeye düşman egemen güçler tarafından bertaraf edildiler. Milletin sırtından firavunlaşan nefislerine, tenlerine, maddelerine maddeye dayalı bir ebediyet tesisi için saraylar, konaklar dikme peşine düştüler.

Bu eğri ocaktan çıkan eğri dumanlar, boynu bükük milletin, ümitsizlikle toprağa dikilmiş gözlerinden asırlardır eğri eğri yaşlar akıtıyor. Millet bir yanda, devlet bir yanda birbirine diş biliyor. 1920-1923 yılları arasındaki TBMM’nin din, millet, iman, demokrasi, özgürlük, adalet, kardeşlik birlik beraberlik ateşini yeniden yakacak, o ateşin alevleriyle gelecekteki mutlu ve müreffeh Türk asırlarını aydınlatacak nesillerin özlemi ve arayışıyla millet hala yanıp tutuşuyor. Özlem onlara, selam onlara!

Büyük padişahların çağında, meziyet ve faziletin değeri takdir edildiğinden namuslu kişilere yüksek makamlar karşılıksız olarak teslim ediliyor, kamu hizmetleri ücretsiz yapılıyordu. Bugün ise, aksine davranılmakta, her şey tam bir düzensizlik içinde yüzmektedir. Kanımca bu Osmanlı İmparatorluğunun çöküş içinde olduğunu ortaya koyan en büyük delildir.

Bacon’un Denemeler’inden birinde belirttiği gibi, ‘Vergiler altında ezilen kavimler asla cesaretli ve kahraman olamazlar. Tıpkı bir milletin hem aslan, hem de ağır yük altında ezilen eşek olamayacağı gibi…’ Halk zulüm ve baskıdan başka bir şeye gerek duyulmadan itaat altına alınırken, yalnızca devlet görevlileri hiçbir baskı görmeden tam bir serbestlik içinde yaşarlar. Genellikle başkalarına hakaret etme hakkına da sahip olduklarını sandıklarından daha fazla çekilmez olurlar. (Türklerin Siyasi Düsturları, Ricaut (İngiliz Elçilik Katibi, Silahtar, İlk Basım Tarihi, 1686, Amsterdam, Baskıya Hazırlayan: M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001 Temel Eser, 81, İstanbul, Kervan Kitapçılık ofset tesisleri, sayfa 133-134)

Bir milletin gerilemesi, uzun olaylar ve etkenler zincirinin, insanlığın genel gelişiminin toplumun içinde ve dışında meydana getirdiği bir çok etkenleri ve nedenlerin sonucudur. İç içe girip birbirine karışıp dolaşmış, kör düğüm olmuş bu etken ve nedenlerin bütün açıklığıyla ortaya konabilmesi kolay bir iş değildir.

Örneğin bir Roma İmparatorluğunun bile çöküş sebeplerini belirlemek ortaya koymak için sayısız bilim adamı asırlardan beri çalıştıkları halde, hala bir sonuç alınabilmiş değildir. Bu konu bilim adamlarının bitmek tükenmek bilmeyen bir araştırma ve münakaşa konusu olmaya devam etmektedir. İslam aleminin bindörtyüz yıllık macerasının ve her biri ayrı bir imparatorluk olan değişik devletlerinin, bölümlerinin, dönem ve devirlerinin gerileme sebeplerini tam ve doğru olarak ortaya koyabilmenin, bu konularda geçerli ve gerçekçi fikir ve kanaatlere ulaşabilmenin nasıl bir gayret ve çalışma gerektirdiği ortadadır. Bu konuların tam olarak aydınlatılması ve anlaşılması çok önemli ve hayati bir sorun olduğu halde, doğru dürüst hiçbir teşebbüste bulunulmamış, tarih araştırması denmeye layık hiçbir külfet göze alınmamış, kaynak eserler ortaya konamamış, sonuçta İslam aleminin çöküş sebepleri bilgi yokluğundan cevapsız kalmıştır. Ortaya atılan cevaplar da doğal olarak ciddiyetten uzak, eksik, keyfi, gerçeklerle bağdaşmayan, güvenilmez peşin hükümlerden öteye geçememektedir.

Hiçbir dinin ilerlemek için gerekli şartlara sahip olan bir milleti, ilerleme yolundan alıkoyamayacağı açıktır. Nitekim değişik mezheplere ayrılmış Hıristiyan Avrupa’nın da, Budist Japonların da ilerlemelerine, medenileşmelerine dinleri engel olamamıştır. İslamiyet kadar ilerlemeye açık, amacı insanın dünyada da ahrette de mutlu, mesut ve bahtiyar olmasını amaç edinmiş bir dinin ilerlemeye engel gösterilmesi ise çok büyük haksızlıktır. İslamın en önemli gayelerinden biri insan fıtratında bulunan gelişme ve ilerleme kabiliyetini geliştirmek, insanları geçmişin hatalı, noksan, yanlış ve sapık mirasından kurtarmaktır. Dolayısıyla burada asıl sorun, İslamiyetin ilerlemeye engel olması değil, Müslüman milletlerin ilerleme yolunda kendileri için bitmez tükenmez bir hazine niteliğindeki dinlerinden gerektiği gibi ve layıkıyla yararlanamamalarıdır. Bunun da ana nedeni, İslamın nuruyla, hayat verip dirilten, canlandıran, yenileyen kudretiyle hayat bulup canlanan ve o zamana kadar görülmemiş büyük bir medeniyete erişen, dünyaya saçtığı bilgi, eşitlik ve adalet ışıklarıyla batı medeniyetinin de gelişmesine katkıda bulunan Müslüman milletlerin, zamanla pek çok bakımdan İslam öncesi hayatlarına, o eski adet, töre ve geleneklere, o zamanın şartlarına dönmüş olmaları, bu arada da çoğu bakımdan gittikçe uzaklaştıkları için zayıflayıp sönmeye başlayan İslamın nurundan ve feyzinden mahrum kalmalarıdır. Daha önce vuku bulan gerilemeler gibi, Müslüman milletler de yeni bir medeniyet ile geleceklerini kazanabilmek için mazilerinden, geçmişlerinden neleri unutmaları, neleri feda etmeleri ve neleri yaşatmaları gerektiğini gerektiği gibi takdir edememişlerdir.

Batının da etkisiyle ilk unutulması, terk edilmesi gereken şeyin din yani İslamiyet olduğuna hükmetmişler, batıdan aldıkları laikliği de bu iş için paravan olarak kullanma yolunu tutmuşlardır. Laiklik adına yapılan İslam ve Müslüman düşmanlığının savunulabilir bir tarafı yoktur. Yanlıştır, laikliğe de aykırıdır. Başka dinlere, ateizme değil sadece İslama düşmanlık yapılmıştır. Bu yapılanlar İslama değil başka bir dine ve inanca, faraza budizme, hinduizme veya başka bir dine bile yapılmış olsa kabul edilemez.

İslamın öğrenilmesi öğretilmesi yasaklanıyor, ondan sonra da din adamları ve dindar Müslümanlar cehaletle suçlanıyordu. Bu kadar süre İslamiyet değil de başka bir şey, örneğin tıp eğitimi yasaklanmış olsaydı nasıl bir sonuç ortaya çıkardı. Tıp bilimi yasaklandı diye hastalıklar ve doktorlara ihtiyaç mı ortadan kalkacak? Elbette hayır. O zaman beklenmesi gereken sonuç, işinin uzmanı ve erbabı doğru dürüst doktorlar ve tabipler yerine, ortalığı sihirbazların, büyücülerin kocakarı ilaçlarıyla uğraşan madrabazların doldurmasından başka ne olabilir ki?

Bir milletin milli kültürü, dini, örf, adet ve gelenekleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir ‘manevi vatan’ oluşturur. Çünkü insan topluluklarını millet haline getiren bunlardır. Başka bir milletin tahakkümü altına giren bir millet, toprağını ve arazisini kaybettiği zaman değil, milli kültürünü kaybettiği zaman gerçek anlamda bağımsızlığını yitirmiş olur. Bizim gibi vatan toprağını koruma uğrunda asırlardan beri kanını cömertçe döken bir milletin, milli kültürüne yani ‘manevi vatan’ına karşı bu kadar kayıtsız ve ilgisiz olması, layık olduğu sevgi ve saygıyı göstermemesi anlaşılmaz ve tasavvuru güç bir hatadır. Milli değerlerimizin ve milli kültürümüzün ister bizim ihmalimizle, isterse bir baskı ve darbe zoruyla olsun ortadan kalkması bizim milli kimlik ve kişiliğimizin ortadan kalkmasına ve esarete düşmemize neden olur. Şurası muhakkak ki, bugüne kadar haksız yere hakir gördüğümüz medeniyetimizi sevmek, saygı gösterip hizmet etmek gerektiğini er geç iyice anlayacağız.

Bir kere içine düşüp, ümitsizce çırpınıp durduğumuz şu elemli buhranın tek sebebi, batı medeniyetine kayıtsız şartsız teslim olmamız, kendi medeniyetimi tanımak istemememizdir. Bu buhrandan çıkışımız da ancak bu büyük hatayı tam olarak anlayıp, tamir etmekle, ortadan kaldırmakla mümkün olabilir. Ancak kendi imkan ve kabiliyetlerimizle, kendi şartlarımız içinde, kendi araç ve yöntemlerimizle kendi kimlik ve kişiliğimizi bulabilir, kendimize has ve yakışan, şanlı geçmişimize layık, güzel ve özenilmeye değer bir hayata adım atabiliriz. Ancak bundan sonra, milli kabiliyetlerimiz kendi doğal akışı içinde hızla gelişir, bunca acı ve ızdırap dolu yılların ve asırların bıraktığı derin izler ve yaralar tamir ve tedavi edebilir, yığılıp kalmış çözümsüz sorunlarımıza yeni çözümler ve çareler olacak verimli ve canlı bir fikri ortam ve faaliyete yeniden başlanabilir.

Müslüman milletler, İslam dinini kabul etmekle çok büyük ve çok parlak bir medeniyet kurmayı başarabilmişlerdi. Bugün de İslam esaslarını daha güzel anlayıp, daha derin bir bilgi ve faziletle uygularlar, icra edebilirlerse, onlara daha ciddi ve daha samimi bir bağ ile bağlanırlarsa, bu günkü gerilik çukurundan çıkıp yükselerek, şimdiki medeniyetin de üstünde bir medeniyet kurabileceklerdir.

İnsanlar arasında yayılacak olan hoşgörü, adalet ve eşitlik fikirleri, bunlardan doğacak dayanışma ahengi, fertlere bahşedeceği sayısız nimetler ve manevi hazlar bu yeni medeniyetin üstünlük sebebini teşkil edecektir.

İslamın inancı açık ve gizli olan yüce hakikate imandır ve dini bir başkasının baskısı altında değildir. Ne ruhani bir sınıfı, ne de ruhbanları vardır. Ötekilere rehber olma hakkını, sadece insanların en faziletlilerine, en akıllılarına ve en alimlerine verir.

Din Değiştirme Çabaları

Bu olaylardan birini Milli Mücadelenin önder kadrosundan Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında anlatıyor. Kazım Karabekir Paşa, Anayasa’da yapılacak değişiklikleri görüşüp tartışmak için Mustafa Kemal Paşa başkanlığında bir komisyon oluşturulduğunu öğreniyor. Ankara İstasyonundaki binada toplanan bu komisyonun 18 Temmuz 1923 günü yaptığı ikinci günkü toplantısına davetli olmadığı halde o da gelip katılıyor. İçeri girdiği sırada İktisat Vekili Tevfik Rüştü Bey’in Anayasamızda dinimizin apaçık yazılması gerektiğini, bu kanaatini, hiç kimseden korkmadan meclis kürsüsünden de haykırabileceğini söylediğini duyuyor. Söz alıp:

  • Tevfik Rüştü Bey! Anayasamızda dinimizin İslam olduğu zaten

yazılıdır. Hangi kanaati haykıracak, Anayasa’ya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı? deyince, Mahmut Esat Bey söz alarak kendisine sertçe şöyle cevap veriyor:

  • Evet Hıristiyanlığı… Çünkü İslamlık terakkiye manidir. Bu dinle

yürünmez, mahvoluruz. Ve bize kimse de önem vermez. Kazım Karabekir:

  • İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Biz

İslam kalırsak mahvolmayız ama, bizi mahvetmek isteyenler en kolay din değiştirme oyunuyla mahvedebilirler. Tartışmaya tahammülü olmayan bir konu varsa o da bu din değiştirme gayretidir. Hıristiyan Bizans’ı yıkıp yerine geçenler Türk ve Müslüman değil miydi? Yüzümüze kimse bakmazmış ne demek? Tarih boyunca biz kaç defa Hıristiyanlara karşı yine Hıristiyanlarla kaç defa ittifak yaptık, beraberce savaştık. Dahiliye Vekili Fethi Bey:

  • Evet Karabekir… Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri

kaldılar. İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız. Kazım Karabekir:

  • Fethi Bey, bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Bizim geri

kalmamızın öyle tek bir sebebi yoktur. Fütuhatçılığımızı, gücümüzü, kudretimizi kaybetmemiz, Avrupa’nın ilim ve irfan yönüyle temasımızın olmaması, yönetimin bozulup istibdada yönelinmesi gibi pek çok sebepleri var. Aynı yanlışları yapan Hıristiyan devletler de yıkılıp gidiyor. Böyle yanlış, saçma, garip, tehlikeli, tartışılmasına bile tahammül edilemeyecek yabancı bir fikrin bizim aramızda bu kadar taraftar bulmasından ve tartışılmasından dolayı çok üzüldüm. Fakat ben şunu iddia ederim ki, Türk milleti ne Hıristiyan olur, ne dinsiz olur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğinize inanmanız hiç de objektif bir görüş değil, olsa olsa sizin hayalinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat başlatır, Kurtuluş Savaşıyla kazandığımız birlik ve beraberliği de yok eder. Bu işin sonunun neye varacağını da söyleyebilirim. Düşmanlarından kanı pahasına istiklalini kurtaran Türk Milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacaktır. Buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir, Fethi Bey…’ Mustafa Kemal Paşa’ya dönerek sözlerine şöyle devam eder:

  • Paşam! Maddi cephemiz zaten zayıftır. Tek güvencemiz manevi

cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandalarına kurban edecek olursak, dayanabileceğimiz başka ne kalır? Bizi silah gücüyle yenemeyen, parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum ki, bizi fikir gücüyle mahvedecekler. Buna izin verecek misiniz? Siz ki, millete karşı, bizi bu hale getiren belanın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamıyla iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden bile defalarca haykırdınız. Millet meclisini tekbirler, salatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek din olduğunu hutbelerde ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatle aynı yolda yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız.

Mustafa Kemal Paşa:

  • Müzakereler çok hararetlendi. Burada kesiyorum, diyerek Kazım

Karabekir Paşa’nın sözünü burada keser.

Anlaşılan fikir özgürlüğüne saygılı olduğu için bu hezeyanları dinlediği halde Gazi de mukaddes İslam dini üzerindeki bu tartışmalardan hoşlanmamıştı. İşin acı tarafı, Cumhuriyetin kuruluş aşaması gibi devletin milletine en yakın olması gereken bir dönemde, daha dün denebilecek kadar kısa bir zaman önce Haçlı zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı verildiği, bu savaşı Müslüman Türk’ün büyük acılar ve fedakarlıklarla ama kesin bir zaferle sonuçlandırmayı başardığı çok nazik bir hengamede, bazılarının yüzde doksandokuzu Müslüman olan milletimizin Anayasasına ‘Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır’ gibi bir maddenin konulmasını teklif edebilmek kadar hainine bir cüret ve cesarete sahip olabilmeleridir. Üstelik bu küstahlığın, yalnız Türk dünyasının değil bütün İslam aleminin de en büyük kahramanı görülen Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzurunda ve pervasızca işlenebilmesi batıcı sözde aydınların ölçüyü nasıl kaçırdıklarının da bir göstergesidir. Fakat şu da bir gerçektir ki, yalnız bu hezeyanları ve saçmalıkları öne sürenler ve savunanlar değil, başına taç ettiği Mustafa Kemal bile isteseydi, Türk milleti asla dinini değiştirmez, dinsiz de olmazdı. Komünizmin dinsizlik ve Allahsızlık taassubu ve baskıları altında kalan Rusya Türklüğünün bugün hala Müslüman kalabilmiş olması da bunun en açık delillerinden biridir.

Cahit Tanyol, olayın bu yönünü şöyle yansıtıyor: ‘Osmanlı aydını her kalıba kolayca giren bir dalkavuktu. Türlü yollardan Atatürk’e sokuldular ve çevresini aldılar. Kraldan çok kralcı oldular. Cumhuriyet ve devrimleri öylesine savunuyorlardı ki, yapacak bir şey yoktu. Atatürk’ün her sözü bir ayet, her yaptığı bir keramet oldu…(Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 338).

En mahir devlet adamları ve büyük kumandanları müspet ilimlerden çok uzaktır. Farsça ve Arapça şiir kitaplarından öğrendikleri güzel mısraları fırsat çıktığında zarif bir şekilde kullanırlar. Matematik, fizik, mantık, metafizik gibi konularda hiçbir bilgileri yoktur. Fakat Saray’da ayrı bir mektebi olan musiki için aynı şeyi söyleyemeyiz. İstanbul’da yıldız falı ile ilgilenen bazı şahıslar mevcuttur. Bunlar her fırsatta en önemli devlet işlerine bile burunlarını sokarlar. Fakat yaptıkları tahminlerden pek azı doğru çıkar. (Sayfa: 61)

Osmanlı Sarayı türlü dolaplara ve suikastlere çok müsaittir. (Sayfa: 86)

Sadrazamlar kötü karakterli iseler, zalimlikleri ve aç gözlülükleri mahvolmalarına, eğer iyi karakterli iseler meziyetleri felaketlerine sebep olmaktadır. (Sayfa:89)

İlk Türk imparatorlarının sahip olduğu ruh yüceliği ve ihtişamdan bugün çok şey kaybolmuştur. Osmanlı Devleti bugün ne itaatin, ne birliğin, ne de sadakatin mevcut olmadığı bir Devlet görünümü sunmaktadır. Buna rağmen, bu imparatorluk, bütün bu hataları taşımasına, fertlerin rahatı tercih etmesine ve savaştan kaçmasına karşılık, Türkler geniş topraklarını muhafaza etmekten hiç de geri kalmıyorlar. (Sayfa 262)

Anadolu’nun en ücra köylerinde bir köşeye çekilip oturarak, her türlü medeni vasıtalardan mahrum, adeta terk edilmiş ve unutulmuş bir halde millete asker, hükümete vergi yetiştirmeye uğraşan köylülerimize çocuklukta muallim, büyüklükte sırdaş, saadette dost, felakette teselli, zarurette yardımcı, lüzumunda katip olan köy hocaları medreselerden yetişmiyorlar mı?

Güçle karşılaşan kitle, çevresinden dolanır, doğrudan cephe açmak yerine uzun vadeli bir hesaplaşmayı tercih eder. Zamana sığınır ve gücün aşınmasını bekler. Kendi dışında veya üstünde bir rakip çıkararak onların üzerinden dolaylı bir direnişi daha emniyetli görür. Kitlenin zaten hayati ve asli ihtiyaçlarını sağlama mücadelesi vardır. Ayrıca ideolojik bir mücadeleyi göze alamaz.

Kitle tecrübesi ile bilir ki, rekabet ve yarış eşit şartlarda yürümeyecektir. Egemen irade, her zaman millet desteğini alanlar aleyhine bir tavır takınacaktır. Bunu sezgileri ile anlar. Hisseder ve derin bir içgüdü ile susar. Susması onay değildir. Protestodur, başkaldırıdır ve isyandır. Bu nedenle itiraz ve isyanını konuşarak, yazarak ifade edemediği, düşünce silsilesi içinde ortaya seremediği sürece adi suçlara yönelir. Her adi suçun altında siyasi bir muhalefet vardır.

Kalabalık, gürültülü yerde söylenen söz yiter gider,

Yollarda izlerde, yalnız yürüyenin özü yiter gider.

Beylerle vuruşanın başı ve malı yiter gider.

Bilgelerle, danişmentlerle atışıp tartışanın dini, imanı gider.

Gönüllü yiğitlerle atışanın adı ve sanı yiter gider.

Dede Korkut sınarı dervişleriyle söyleşenin canı ile hanümanı yiter.

Dedem Korkut’un dediği gibi, bu birliği bozanın, bozmaya çalışanın, o çalışanın, dini, imanı, ırzı, namusu, kanı, canı, malı, mülkü, adı, sanı, şanı, şerefi, özü, sözü, dili, emeği gayreti kısacası her şeyi yiter, heder olur gider. Bu şimdiye kadar hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Ben kahin değilim ama buna Allah’a inandığım kadar kesin bir imanla inanıyorum. Çünkü Allah da böyle buyuruyor:

O halde lanet bozana, rahmet düzene olsun!

Osmanlı Devletini de idare edilmez, devletin içine düştüğü sorunların altından kalkamaz hale getiren ve her gün artan keşmekeşlerin ana sebepleri de; saat gibi işleyen eski sistemin bozulması, yerine daha iyisinin kurulamaması, adam yetiştirilememesi, dürüst ve işini tam anlamıyla bilen memur kıtlığı, orta eleman yokluğu, orta sınıf toplum tabakasının çöküşüydü.

Osmanlı devleti kuruluşundan İstanbul’un Fethi’ne kadar geçen sürede, hiçbir sadrazamını rüşvet ya da irtikâpla suçlamamış, belgelere görede şayiası dahi duyulmamıştır.


Türk toplumunda, yönetenler ve yönetilenler arasında ilk bakışta gözle görülemeyen, ama Türk tarihine yön veren, damga vuran, silinmez izler bırakan bir sosyal sözleşme vardır. Bu sosyal sözleşme geleneğinin belirsiz ve dağınık olduğu, zaman içinde değişime uğradığı da doğrudur. Ama o, Türklerin gündelik hayatlarının, yaşayan, hareketli, yankı uyandıran bir ögesidir. Modern demokratik kurumlara ait fikirlerle birlikte, Türk toplumunun bugün bile hala çok güçlü ve şekillendirici bir unsurudur. Bu sözleşmenin gözle görülemeyen siyasi mürekkebinin, 20. yüzyılın siyasi liderlerinin ve onların taraftarlarının tavırları ve ayrıca siyasi yetenekleri üzerinde damgasını vurduğundan emin olabiliriz.

Türk toplumunda gizli değerler, her zaman alttan alta çalışmış, hiç umulmadık yerlerde ve zamanlarda kendisini belli etmiştir. Cevdet Paşa, kamuoyunun ve sosyal ilişkiler evresinin farkına varışına şunu örnek gösteriyor. 1870 yılında çoğunluğun Allahsız olarak bildikleri Sadrazam Âli Paşa’nın cenaze töreninde cemaatten merhumun günahlarının affı için dua etmeleri istendiğinde, hiç kimsenin ağzından tek bir kelime çıkmamıştı. Cevdet Paşa bile, İstanbul halkının umulmadık bir şekilde ‘sessizliği seçmeleri’ karşısında afallamıştı. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 120-121)

18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda şeriatin bekçileri olan ulema zümresinin çöküşü ile birlikte durum ağırlaşmıştı. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 125)

merkezi idarenin bölümlerinin yüksek kademeli memurları (Hacegan) ve birkaç tana de hiçbir yere bağlı olmayan ‘hommes de lettres’ tarafından kontrol edilirdi. Genellikle münevverlerin büyük bir kısmı bir takım hükûmet mevkilerinin ellerinde tutuyorlardı. Böylece iletişimin stratejik hatları hükûmet mekanizmasında toplandı ve bütün pratik amaçlarına rağmen iletişim devlet memurlarının kendi edebi ürünleriyle birbirlerini memnun etmek imkanı ve idari ve adli bilgi akışını devam ettirmek anlamına geldi.

17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda mevcut ve bir süreden beri birikmekte olan önemli bir iletişim krizi, ulemanın düşük standartları ve azalan sayısına dair o dönemde yapılan şikayetlerden anlaşılabilir. Bu şikayetler yukarıda belirttiğimiz münevverler arasında ortaya çıktı. Çağdaş Türk araştırmacıları genellikle bu standartların düşmesini ‘ulemanın çöküşü’ne atfettiler. Gerçekte bu çok genel tanımlama, farklı başlıklar altında çalışabilecek ve hepsi dikkate değer birkaç gelişmeyi kapsar.

Eğitimin gerilemesinden bahseden en azından üç şikayet türü bulunup ortaya konabilir. İlki oldukça erken başlayan karşılıklı yakınmanın en genel çeşidi olarak, ulema ‘tamamen yazma becerilerinden yoksundu. Bu manada pek çok durumda ulema ümeradan ayrılamaz idi. (Robert Anhegger, ‘Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Osmanlı Devlet Teşkilatına dair mülahazaları’ Türkiyat Mecmuası, X (1953), 392). Bu diğerleriyle birlikte 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir alim olan Hezarfen Hüseyin Efendi tarafından dile getirilmiş bir eleştiridir. Osmanlı İmparatorluğunun bir tabakası , ki İmparatorluktaki eğitim kurumlarının büyük çoğunluğunu kontrol ediyor ve öğretim programlarını düzenliyordu. İçindeki bu yetersizliğin artışının sebepleri genellikle ulema ailelerinin değişmezliğine atfedilegelmiştir. Bu süreç, Türk edebiyatı hakkında ilk kapsamlı Batılı çalışmanın yazarı olan İtalyan Toderini tarafından aşağıdaki sözlerle ifade edilmiştir:

‘Hukuk adamları önce Türk akademilerinde bir çalışma sürecinden geçmedikçe hiçbir göreve erişemezler. Müderrislik makamını doldurduktan… O zaman Naiblik, Mollalık ya da Kadılık… Bu önceden düzenlenmiş prosedürle yargının çeşitli basamaklarını başarıyla çıkabilir. Sonunda en yüksek müftülük (şeyhülislamlık) rütbesine ulaşır.

Fakat bir nevi kalıtımsal olan görevler sık sık bahsettiğimiz yargı derecelerini kendilerine ihsan olunmuş olan şahsi iltimaslar yoluyla başarıyla atlayan Dürrizade, Pirizade, Damatzade ve diğer bir çokları gibi soylu ve zengin ulema aileleri arasında dağıtıldı. Onlar yine de kendilerinin bütün aşamaları başarıyla geçtiklerine dair diplomalar edinmek mecburiyetindeydiler. Bir süre önce uygulanmaya başlayan bu yolsuzluk yetenekli insanları, fakirlik içinde şevksiz ve tembellik içinde dalkavuk yaparak Türk Edebiyatının en büyük önyargısını oluşturuyor. (Toderini, De la Litterature des Turcs, çev. Cournand (Paris, 1789), II.

Yukarıdaki anlatımın doğruluğu için karş. Joseph von Hammer-Purgstall, Des Osmanischen Reichs Staatsverfassung und Staatverwaltung (Vienna, 1815?, II, ss 403-4)

Bundan biraz farklı bir şikayet de büyük Osmanlı edebiyat adamı ve katibi Katip Çelebi tarafından dile getirildi. Bir devlet dairesinin eski bir çalışanı olan Katip Çelebi, duruma farklı bir açıdan baktı. Daha 1656 kadar erken bir tarihte, ‘Mizan ül-Hakk fi İhtiyâr il-Ehakk’ında Katip Çelebi, dar fikirliliğin sebebi ve Osmanlı edebiyatının çöküşüne yol açıcı olarak gördüğü, ulema tarafından sağlanmakta olan eğitim sistemine saldırdı.

Sonunda aşılmaz iletişim güçlüklerine yol açan bu sosyal sürecin bir üçüncü ifadesi, Türk Tarihçisi Cevdet Paşa tarafından verilir. (Cevdet Paşa Tarihi, 2. baskı, İstanbul (1309/1893), V, s. 107-108).

Kendisinin daha önceki eleştirilerin hem bir tasfiyesi, hem de bir sentezi olan bakış açısı, şu bulgulara dayanır: Başlangıçta ulema ve merkezi hükûmet çalışanları tarafından eşitçe paylaşılan idari ve siyasi işlerin bilgisi 18. yüzyıla gelinceye kadar, merkezi hükûmet çalışanlarının tekeline geçti.

Kalem adamlarının bu göreli avantajının, ulema standardındaki gittikçe büyüyen çözülme yüzünden mi olduğu, yoksa devlet işlerinin giderek artan bir şekilde yeni beceriler gerektirdiğinden mi konusu üzerinde durmak gerekir. Zira bunlar ulemanın ağırlıklı dini eğitim programıyla verilemezdi. Böylece ulemanın çıkar sağlayamadığı ‘içerde eğitim’i (Enderun) zorunlu kıldığı öne sürülür. Oldukça açık olan bir şey ise, 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyıl başlarının İmparatorluğun anayasal hukukunda bir karışıklık, fermanlarda ve devlet belgelerinde hızlı bir çoğalma ve devlet kalemleri ve bürolarının sayısında bir artış getirdiğidir.

Devlet belgelerini kaleme alabilen kişilerin kazandığı önemi tarihçi Hammer’in Vakanüvis Vasıf Efendi’nin Babıalinin bürolarından birinin başına getirilmesini anlatırken kullandığı ifadelerden anlamak mümkündür:

‘O (Vasıf Efendi) Rusçuk’tan Şumnu’ya vardığı zaman, onun hemen göze çarpan kabiliyetini, kolay ve zarif bir uslubla birleştirecek biri olarak gören Muhsinzade (Sadrazam Muhsinzade) onu Divan-ı Hümayun’a Hace olarak atadı.’

Eldeki eğitim imkanlarının, yetkin kalem adamları için artan talepleri karşılamakta yetersiz kaldığı birdenbire fark edilmeye başlanmıştı.

Divan Edebiyatının ilk olarak resmi çevrelerde üretilmesinden sonra, kitabet-i resmiye diye bilinen ve resmi yazışmalarda, Arapça ve Farsça kelimelerin fazlaca ve zorlamalı bir şekilde kullanıldığı, kulağa hoş gelen secili kafiyeli, tumturaklı, dolambaçlı ifadeler uğruna manayı ikinci plana atan bir Türkçe (Osmanlıca) kullanılmaya başlandı. Bu yeni resmi üslubun güçlüğü nedeniyle genel olarak resmi çevrelerde şöyle bir tutum ve davranış hakim olmuştu: Artık ne kadar eğitimli, yetenekli, akıllı ve zeki olursa olsun, bu kendine has resmi yazışma üslubu, yani kitabet-i resmiye becerisi olmayan hiçbir genç bir katibin, memurun parlak bir gelecek bekleyebilmesi mümkün değilken, bu özel edebi yazışma türünde kabiliyeti ve becerisi olan genç bir katibin başka hiç bir eğitime, beceri ve yeteneğe gerek kalmadan en önemli mevkilere gelebilmesi mümkündü. Aslında bu resmi yazışmalarda kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerin sayıları sınırlıydı. Yazarlar, kendi hayal gücünün ürünü belli kalıplar, ifadeler ve sözler üretiyorlar, bunların anlamları da çoğu zaman kullanılan kelimelerin gerçek anlamlarından da farklı ve yanlış oluyordu. Bu kelimeler Türkçeye kendi gerçek anlamlarıyla değil, ‘galatı meşhur’ tabiriyle bu yanlış anlamlarıyla giriyordu. Hatta bunlarla ilgili olarak ‘Galat-ı meşhur, lugat-i fasihten evladır’ deyimi üretilmişti.

Yüksek Osmanlı edebiyatının (divan edebiyatı ve kitabet-i resmiye) temel ögelerinden biri de ezoterik (Batıni/gizli) unsurlarla süslenmesi, analiz edilmedikçe hemen anlaşılamamasıydı. Öyle ki, kendilerini çok geniş bilgili ve zeki bulan katipler, sade, açık, basit ifadelerle yazılmış mektup

almayı kendilerine ve zekalarına hakaret sayacak kadar bu hususa dikkat ederlerdi. Ziya Paşa, zamanla iyice anlaşılmaz ve gülünç hale gelen bu Türkçe resmi yazışma üslubunu, avamın yani normal halkın dönemin kanunlarını okuyup anlayamamaları için özellikle icat edildiğini öne sürerek eleştirmektedir.

Bu anlaşılmaz, zorlama dil ve üslup II. Mahmut’u bile çileden çıkarmıştı.

Nitekim 1829’da Rus orduları Edirne şehrini tehdit ederken, alınması gereken tedbirleri Sultan’a bildirmek için çok ağır, ağdalı ve titiz bir üslup tasarlamakla vakit geçiren devlet görevlilerini onlara yazdığı İrade-i Seniyye’de sertçe paylarken şunları söylüyordu:

‘Bu surette katibane elfaz ile şöyle tedbir olundu, böyle olunacak denilip de vakit geçecek olursa, maazallah işlerin pek çirkin suretlere varacağı aşikardır.’

17. yüzyıl İngiliz diplomatı Rycaut, matbaanın Osmanlı İmparatorluğuna getirilmesine üst yönetimin karşı çıkmasının nedenini de, halkın eğitim düzeyinin yükselmesinden ve bilinçlenmesinden korkmalarına bağlamaktadır.

‘Basım sanatı… onlar arasında kesinlikle yasaktır. Çünkü bu onların …. Hükümetleri için aykırı olduğu kadar tehlikeli de olan ilim öğrenmenin inceliklerini elde etmede bir başlangıç olabilir. (Sir Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire (London, 1686), s. 32)

Gerçekten de ilk Türk matbaası kurulduğu zaman karşılaştığı önemli muhalefet gerekçelerinden biri de kitap dolaşımındaki artışa ulemanın itirazları olmuştu. (Gerçek, Türk Matbaacılığı, Servet İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri (İstanbul, 1939), s. 7)

19. yüzyılın başında, ünlü hattat Mustafa Rakım Efendi, Divan-ı Hümayun’da kariyer yapmak isteyen gençleri eğitmek için, basitleştirilmiş yeni bir metot geliştirdiği zaman bu yenilik büyük bir skandal yaratmış, diğer hattatlar kendisine karşı ayaklanmışlardı. Şans eseri, kendisi de bir hattat olan ve sadeleştirmeden ve basitleştirmeden yana olan II. Mahmut, yazınını güzelliğinden de büyülenerek Rakım Efendi’ye arka çıkmıştı. Geçimlerini bozduğu ve bencil çıkarlarına aykırı olduğu için bazıları sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkıyorlar, dışarıdakileri yazının entelektüel dünyasına sokmamak için sıkı bir kararlılıkla buna muhalefet ediyorlardı. Dolayısıyla Kitabet-i Resmiyenin kabuğunu kırmak, ilmi iletişim akışını daha da serbest kılmak için yapılan her girişim kendiliğinden radikal, modernist bir adım sayılıyordu.

Türkçe yazıp konuşma üzerinde ustalığı kolaylaştırmak için önemli girişimlerden biri de Türkçe gramer kitabı hazırlanmasıydı. Daha önce hiçbir Türkçe gramer kitabı yoktu. Örneğin Bishop Southgate 1836’da Türkiye’ye yaptığı bir gezide izlenimlerini anlatırken Türkçe’nin sistematik bir şekilde eğitiminin verilmediğini görmüş ve buna çok şaşırmıştı:

İstanbul’da ancak birkaç tane profesyonel Türkçe hocası vardır ve onlar da Hıristiyandır. Türkler nadiren ticaretle meşgul olurlar ve gerçekten çaba da göstermezler. Türkler, kendi dilleri hakkında hiçbir sistematik bilgiye sahip değildir. Türk dilinin simetrisi gibi takdire şayanlığı, yapısının tek tipliği, mükemmelliği, düzenliliği, kural dışılıklardan arınmışlığı, formları gibi felsefiliği, bugüne kadar bir gramer olmadan orijinal halinde değişmeden kalmıştır. İntizamı ve güzelliği nazari bir kaza olarak görünüyor. Bir Türk, dilini çocukluğunda öğrendiği kadarıyla bilir. (Horatio Southgate, Narrative of a Journey through Armenia… (New York, 1840)

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 165)

Türk dilinin modernleşmesi için bir gramer kitabı yazılması temel meselelerden biriydi. İlk defa askeri okul için Abdullah Ramiz Paşa tarafından gramer ders kitabı olarak Emsile-i Türki adlı gramer kitabı oluşturuldu. Bunu Süleyman Hüsnü Paşa’nın Mebânî ül-İnşâ’sı izledi. O dönemde ortaya çıkan en göze çarpıcı gramer kitabı, Fuat Paşa ile Cevdet Paşa tarafından oluşturuldu. Bu basit, kısa ve kolay metin 19. yüzyıl boyunca Rüşdiyelerin standart ders kitabı olarak arka arkaya sıklıkla basıldı.

Tıp dahil bütün bilimler için bilimsel bir terminoloji oluşturulmasına çalışıldı. Fakat bugünün Türkiye’sinde bile çözülememiş bir sorun olan bu konuda fazla başarılı olunamadı.

Mustafa Reşid Paşa, Meclis-i Maarif adlı eğitim komitesini kurarak, eğitimi giderek ulemanın elinden aldı.

Türk dilinin sadeleştirilmesine en büyük katkıyı gerçekleştiren Şinasi olmuştur.

Şinasi’nin gazetecilik üslubu Divan Edebiyatının geleneksel ezoterizmiyle tezat teşkil ediyordu. Siyasi ve sosyal olayları yazmaya çok büyük ilgi duyuyordu. Ama yazdığı şeyler ve üslubu belli belirsiz bile olsa hiçbir siyasi ve dilsel radikalizm tavrı akla getirmiyordu. Şinasi bu üslubuyla Osmanlı edebi çevrelerinde büyük bir kızgınlık yaratmıştı.

Şinasi’nin siyasi imalar içeren sade bir dille yazılmış yazıları, bu konuları popülarize ediyor, imparatorluğu etkileyecek kararların sadece yüksek hükümet çevrelerinde tartışılması gerektiği fikrine de bir saldırı anlamına geliyordu. Mustafa Reşit, Ali ve Fuat Paşalar bile bütün yenilikçi, batıcı görüşlerine rağmen tamamen bu fikre ve anlayışa bağlıydılar. Eskiler ve yeniler arasındaki bu kavga, Tasvir-i Efkarı da en yüksek tirajına çıkarıyordu.

Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi gibi yazarlar, kendi fikirlerini yaymak için açık, yalın, basit, kolay anlaşılır, etkili bir Türkçe’yle yazıyorlardı. Siyasi eleştiri yazıları yanında eski edebi Türkçe’yi de eleştiriyorlar, bu dili halkı cehalet içinde bırakan, bir yönetici kliğin dili, alçaltıcı bir dalkavukluk aracı olarak eleştiriyorlardı. Milli birlik ve beraberliğin günlük dilde zengin bir edebiyat aracılığıyla yaratılabileceğini ve güçlendirilebileceğini savunuyorlardı. Bu tür eleştiriler Osmanlı nesrinin sadeleştirilmesi fikrini popüler hale getirmişti. Gittikçe daha sade ve kolay anlaşılır popüler bir dil ve üslup kullanılmaya başlandı.

1850’lerden itibaren Osmanlıcanın sadeleştirilmesiyle beraber dil reformunun diğer spesifik yönleri de tartışılmaya başlandı. Bu gibi konular, Münif Paşa tarafından yönetilen Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye gibi yeni oluşturulmuş alimler topluluğunun önemli gündem maddelerinden biriydi. Hatta Rus kültüründen ve Rusya’da olup bitenlerden de etkilenmiş Kafkasya’lı Müslüman bir yazar olan Feth Ali Ahundzade, daha 1857 yılında alfabenin de reforma ihtiyaç gösterdiğini, Arap alfabesinin terk edilerek, onun yerine Latin alfabesine geçilmesini önerecek kadar ileri gitmişti. Bu öneriler reddedilmişti ama, Ahundzade’ye görüşünü sonuna kadar savunma ve açıklama imkanı verilmiş, konu enine boyuna tartışılmıştı. (Mirza Bala, Feth Ali, İslam Ansiklopedisi, IV (1947), s. 577-80)

1869 yılında Arap alfabesinin bırakılması konusu yeniden gündeme geldi. Bir hayli alevlenen tartışmalar sırasında Namık Kemal, Arap alfabesinin reformu şeklindeki nispeten daha ılımlı bir görüşü savunmuş, alfabe değişikliğine karşı çıkmıştı. (F. A. Tansel, Arap Harflerinin Islahı ve Değiştirilmesi Hakkında İlk Teşebbüsler ve Neticeleri, Belleten, XVII (1953), s. 234-37)

Türkiye’nin kendini resmen modernleşme ve Batılılaşmaya adadığı tarihten (Tanzimat) bugüne (1966) yüzotuz yıl geçmesine rağmen, sonuç beklenenden çok daha yavaş işlemiştir. Türkiye, gelişmekte olan ülkelere özgü kimi siyasi işaretleri hala taşımaktadır.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 179)

Eğer siyasi muhalefet, mutlak gücü sınırlama ve gerçek siyasa alternatifleri önerme işlevlerine sahip bir mekanizma olarak kabul edilecek olursa o zaman Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir muhalefetin olmadığı söylenebilir. Ancak sultanın ve yönetimin teorik olarak uymak zorunda oldukları değerlere davet edilmesi yoluyla gücünü sınırlayan bazı mekanizmalar vardı. Bunların başında fikirleri kolaylıkla bir köşeye atılamayan ve dini değerlerin himayesini üstlenen ulema zümresi geliyordu. Bununla birlikte ulema, siyasi otoriteyle çatışma ihtimalinin olduğu konulara istemeden karıştırılmaması için dikkatli davranıyordu. Mutlakiyetçiliğin aşırılıkları, gerçekte, sultan, yeniçeriler, ulema ve kalemiyye (bürokratlar) arasındaki zorlu güç dengesiyle dizginlenmişti. Kalemiyye, 18. ve 19. yüzyıllarda giderek artan bir önem kazandı. 19. yüzyılın başlarında, sultanı yeniçeri ordusunu ilgaya zorlayan ve sonra sultanın kendileriyle giriştiği güç mücadelesinden zaferle çıkan Osmanlı bürokrasisi, ulemaya itibar etmeyecek kadar güçlenip modernleşme programı üzerinde çalışmaya başladı. Her şeye rağmen, bürokratların egemenliğini hedef alan meşru bir tepki söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda ilk meşruti hareket bu şartlar altında başlatıldı. Bürokrasinin bir parçasıyla ittifak kuran, yeni bir tarz içinde teşekkül etmiş entelijansiya, 1876 yılında anayasal bir yönetim kurmayı başarabilmişti. Kanun-i Esasi, daha iki yıl geçmeden, Meclis-i Mebusan’daki eleştiriler yüzünden, II. Abdülhamit tarafından yürürlükten kaldırıldı. Böylece cılız bir muhalefet, daha tomurcuk halindeyken bastırılmış oldu. Burada çarpıcı olan husus, sultanı anayasayı ilana zorlayan Mithat Paşa ile Abdülhamit’in muhalefete bakışları arasında fark olmamasıydı. Osmanlı Kanun-i Esasisi Jön Türk devrimiyle 1908’de yeniden yürürlüğe kondu. Komitacı bir cemiyet olarak harekete geçen Jön Türkler, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ikinci kez açıldıktan hemen sonra örgütlerini siyasi bir partiye dönüştürdüler. Bu fırka diktatoryal eğilimler sergilemeye başlayınca, Türkiye’de ilk muhalif partinin (Fedakaran-ı Millet Fırkası) meydan okumasına maruz kaldı. İttihat ve Terakki Fırkasının tepkisi bir hoşgörüsüzlük örneğiydi. Muhalif fırka, devlete ihanetle suçlandı. Sonraları, sanıklar temize çıkarıldıkları zaman, bunun suçu muhalefete yüklemek için İttihat ve Terakki’nin giriştiği bir komplo olduğu açığa çıktı. Bu görüntü diğer muhalefet partilerine karşı da tekrarlandı. İttihat ve Terakki, sonunda sıkıyönetim ilan ederek, seçimleri yenilemeyi reddetti ve kendi diktatörlüğünü kurmuş oldu. Muhalefet hareketlerine Cumhuriyet döneminde de daha olumlu ve ılımlı yaklaşılmadı. Cumhuriyetin ilk on yılında iki defa varlığına izin verilecek gibi olan muhalefet, bu girişimlerden ilkinde bir ölçüde vahşi, ikincisinde biraz daha nazik bir şekilde olmak iki kere bastırıldı.

Tekrar ancak İkinci Dünya Savaşının ardından çok partili siyasi hayata geçiş denemesinde de muhalefete rahat verilmedi. Sözde yeni kurulan partilere, hükümetin kendisinden mi, yoksa aşırı gayretkeş memurlarından mı kaynaklandığı tartışılan, vatana ihanet suçlamalarına, imalarına, telkinlerine varan huzursuzluklar, ithamlar, sıkıntılar verildi. 1950’deki iktidar değişikliğinden sonra bir süre yeni hükümetin ‘devri sabık yaratılmayacağı’ güvencesiyle muhalefete fazla baskı yapılmadıysa da daha sonra eskinin tek partisi CHP’ye karşı marazi bir hiddetle başta bölücülük olmak üzere çeşitli ithamlara girişildi. Türkiye bir türlü muhalefete hazmetmeyi, muhalefeti meşru saymayı bir öğrenemedi. Öyle ki insan kendi kendine: Acaba bizim esas meselemiz, meselenin ruhunun muhalefetin eylemlerine meşruiyet tanıma meselesi mi?’ diye sormadan edemiyor.

Türk siyasetinde, bölücülük her zaman ve her fırsatta muhalefeti tasfiye amacıyla insanlara güvensizliğin kulpu olarak ileri sürülmüş bir gerekçe olmuştur. Aynı kanalları işleten ve aynı suçlamaları defalarca kullanan bir kinizm, özellikle icat edilmiştir ve bizim incelediğimiz kinizmle sınırlı bir örüntünün anlamıdır. Yüz yıl kadar önce İttihat ve Terakki de aynı suçlamaları rakiplerine karşı yöneltmişti. Cumhuriyet devrinde Terakkiperver Fırka ve Atatürk’ün direktifiyle kurulan Serbest Fırka da vatana ihanete giden eylemlerin hamisi olmakla, suçlanmış, benzer saldırıların hedefi kılınarak siyasi hayattan silinmişti.

Muhalif partileri ve eylemcileri neredeyse milleti bölmekle suçlamak, hala bütün partilerin gözde klişesidir.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 179-183)

Dini azınlıklar Osmanlı sosyal yapısının dahili bir parçasıydı. Bunlar millet adını almışlar ve kendi dini önderlerinin yönetimi altında, içişlerinde müstakil cemaatler olarak tanınmışlardı. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğunda (milleti hakime olan) İslam milletiyle yan yana bir Ortodoks milleti, bir Yahudi milleti, bir Katolik milleti ve bir Protestan milleti vardı. Çarpıcı olan yön, söz konusu cemaatlerin her birinin, Osmanlı sosyal yapısı içine alınmış ve onunla bütünleştirilmiş olması, aynı zamanda değişikliklere ve bunların varlıklarını tehdit eden tehlikelere karşı korunmuş olmalarıydı. Bu yüzden örneğin, Katolik misyonerler, Ermeni ve Ortodoks topluluklarının üyelerini kendi mezheplerine kazandırmak için faaliyetlere başladıklarında Osmanlı devletinin duruma el koyduğunu görürüz. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 184)

Osmanlı devletini niteleyecek kestirme bir terim ‘mali devlet’ olabilir. Bununla ifade edilmek istenen, başlıca ekonomik politikanın kırsal ekonomiden vergi alımını azamileştirme çabasından oluştuğu bir devlettir. Ekonomik gelişme, ancak zamanla Türk siyasasının ciddi bir hedefi haline gelmiştir.

Devlet, Batı’da yaptığı gibi bataklıkları kurutmak, yol yapmak, otoyolları geliştirmek, yaygın bir posta sistemi kurmak, ilk ve orta öğretimi yaygınlaştırmak gibi işlere girişmedi. Devlet Batı Avrupa tipinde bir merkantilist evreye geçemedi, ekonomik mühendisliği içeren bir kameralist evre de yaşamadı.

Buna ek olarak devlet üretilen malların nitelik ve niceliğini, bunların dağılımını ve dış ticaretin bazı yönlerini kontrol ettiği gibi fiyatları da denetlemekteydi. Devletin ekonomideki bu ağırlığı ortalama bir denetim mekanizması değildi ama, Batı’da ortaya çıkmış olan ekonomiyi büyütme mekanizması da değildi. Halbuki Nicolai Todorov, 19. yüzyılda Bulgaristan’ın bile pamuk üretimini ve dokuma sanayiini teşvik ederek, devletin ekonomisini büyütme işlevini yerine getirerek zenginleşmeye başladığını anlatır.

1830’lara gelindiğinde, Osmanlı bölgesel ayanlarının doğuş halindeki siyasal güçleri devlet tarafından kırılmıştı. Bununla birlikte bu gruplar 19. yüzyıl boyunca yerel kaynakları denetimleri altında tutmayı sürdürdüler ve bunlardan bazıları bölge kentlerinde bir tür iş adamı sınıfı oluşturdu. Yine de manzaranın tümü, daha eskiye ait Batılı karşılığı ile karşılaştırılabilir olmaktan uzaktı. Daha yalıtılmış bölgelerin çoğunda, iltizam ayrıcalıklarına yatırım yapmak, hala hububat ticareti veya tarımı geliştirme ile ilgilenmekten daha karlıydı. Köylülerin kendileri serf olmamakla birlikte, ve sıkıştırmasının işleyiş biçimi nedeniyle yeomen çiftçileri haline gelemediler. Nakliyat güçlükleri ve temel toplumsal kurumlardaki farklılıklar nedeniyle, Avrupanın hammadde talebinden yararlananlar Balkan bölgeleriyle sahil yöreleriydi. Türkiye’nin Asya kısmı, dış ticaret bağlantıları olan Levanten azınlıklar ile bazı Osmanlı nüfuzlularının ekonomik bakımdan gelişmiş olduğu limanlara ulaşma olanağına sahip küçük bir bölge ile yerel iş olanaklarının yetersiz olduğu çok daha geniş bir bölge arasında bölünmüştü. Batı ülkelerindeki işçi ve burjuva sınıfı benzeri sınıflar yaratamayacak olan bu durum, mülkiyetin güvensiz bir konumda oluşu, ticarete göre oluşturulmuş hukuk kurallarının yokluğu ve eğitim, polis, nakliyat veya ekonomik hizmetler veren nüfuz edici bir devletin bulunmayışı gibi bazı özellikler tarafından keskinleştirilmişti. 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğundaki reformların çoğu, ekonomik büyüme için bir sivil toplum altyapısı oluşturmayı amaçlamıştı. Ancak bu altyapı, kurulabildiği yerlerde dış ticaretle uğraşanların ve Levanten kompradorların işine yaramıştı.

Osmanlı toplumunda iktidar ile ilgilenmek, piyasa işlemleriyle ilgilenmekten çok daha karlıydı. İktidar, zenginlikten daha değerli bir metaydı. İktidar ticareti Osmanlı sisteminin ayırt edici bir özelliği haline gelmişti. Devlet tarafından toplanan vergiler, askeri ve sivil kadroların, siyasal makamların gerek duyduğu kaynakları sağlamak ve kaftan, zengin giysiler ve mücevherler gibi simgelerle kendi makamının işlerliğini sağlamak bir kamu görevlisine tahsis edilebiliyordu. Dolayısıyla para, ekonomik olduğu kadar siyasal bir araçtı da. Bu toplumsal hiyerarşinin, toplum içindeki verili bir konumun kaçınılmaz, haklı ve adil bir ödülü olarak kabul ediliyordu. Aşağı tabakalar için ise bunun anlamı, toplum içindeki konumlarına uygun düşen asgari yaşama biçimiydi.

Osmanlı İmparatorluğunda köylünün statüsü, Osmanlı ekonomisinin özgüllüklerinin önemli bir parçasıydı. Osmanlı köylüsü, hiçbir zaman, Batı’daki karşılığının malikanenin katı hukuksal çerçevesi ile senyöre karşı kişisel yükümlülükler içine sokulmamıştı. Bu durum, memurlar sınıfının, köylü ile devlet arasında kurumsallaşmış herhangi bir aracı sınıfın olmaması gerektiği yolundaki çok özgül politikalarının ürünüydü. Dolayısıyla ayan sahibi olmuş ve bir hanedan oluşturmuş bir ayan hukuksal bakımdan korunmadan yoksundu.

Ekonomik yapı içinde hiçbir şey istikrarlı değildir. Zenginlik memurlar bakımından geçicidir. Çünkü zengin bireyin ölümünde bu zenginlik devlet tarafından müsadere edilebilir. Zenginlik, her türden spekülatör için de geçicidir. Çünkü ekonomik denge her an içinde değiştirilebilir. Zenginlik herkes için geçicidir, çünkü kişisel malların güvenliği ulusal bir polis ve jandarma gücü tarafından sağlam temeller üzerine inşa edilmemiştir. Çoğu kez yüceltilmiş haydutlardan başka bir şey olmayan yerel hanedan yaratıcıları, herhangi bir anda yükselebilirler ve çoğunlukla, entrika dışında kendileriyle başka biçimde baş etme olanağına sahip olmayan bir devletin tahammülüne ister istemez uyum sağlarlar. Yoksulluk da sınırlı bir ölçüde geçicidir, çünkü asanın bir dokunuşu ile bölge yöneticisinin akıllı ev hizmetçisi, onun maiyetine bağlı bir bölgesel kamu görevlisi statüsüne fırlayabilir. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 213)

Geleneksel Osmanlı ekonomisinin bir diğer önemli özelliği de etnik iş bölümüdür. Osmanlı İmparatorluğu bir dizi dinsel, dilsel, etnik cepten, kendi alt kültürleri ve kuralları olan cemaatlerden oluşmuş olması anlamında, büyük ölçüde bölümlenmiş bir topluluktu. Osmanlılar bu bölümlenmeyi akılcı bir kavramsal çerçeve içine yerleştirmeye çalıştılar. Bu yapının ekonomiyi 20. yüzyıl başında bile nasıl etkilediğini Sussnitzki şöyle anlatır:

Türkiye’deki meslek yapısı, birçok bakımlardan ırksal farklılaşmaya denk düşmektedir. Böylece belirlenmiş olan toplumsal tabakalaşma, ulusal yapının çok yönlü derecelenmesinde izlenebilir. Her etnik cemaat, İmparatorluğun genel ekonomik şebekesi içinde bir göz gibidir ve bunun ortadan kaldırılması, genel ekonomik yaşamda yeri hemen doldurulamayacak bir boşluk oluşturmaktadır. Toprağın işlenmesinde bile çeşitli etnik gruplar önemli farklılıklar göstermektedir. Nitekim Türkler, kendilerini esas olarak tahıl ekimine ve küçük ölçekli bahçeciliğe, en yaygın olarak da çiçek yetiştiriciliğine ve bu arada bağcılığa da adamışlardır. Ancak yavaş yavaş, eskiden beri kurumsallaşmış bulunan kendi tüketimleri için gerektiği ölçüde ekim yapma alışkanlığından kurtulabileceklerdir. Dolayısıyla Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu peşin para karşılığı satılan mahsulleri yetiştirmemişlerdir. Ve sürekli eğilip doğrulmak gerektiren çalışma biçimlerine ancak güç bela uyum sağlayabilmektedirler. Bu yüzden de çapalama gerektiren ekin ve bitkilere karşı çekingen bir tavır içinde olmaktadırlar. Genel olarak el zanaatkarlarının, kendi cemaatleri içinden gelen tüketicileri tercih ettikleri gözlemi yapılabilir. Ve dolayısıyla bir bölgede bir milli grubun yoğunlaşmasının ve sayısının fazla olması ölçüsünde, bir grubun üyelerinin sınai işlerdeki sayıları da artmaktadır.

Türkler debbağ, saraç, ayakkabıcı, tornacı, doğramacı, çömlekçi, yünlü ve ipekli dokumacı, boyacı, sabuncu, demirci, bakırcı ve silahçı gibi sanatsal niteliği olmayan işleri tercih etmekte ve bunlarda daha çok beceri göstermektedirler. (A.J. Sussnitzki, Zur Gliederung Wirtshcaftlicher Arbeit nach Nationalitaten in der Türkei, Archiv für Wissenschaftforschung im Orient II (1917), 382-407,

Sistemin dengesi daha temel bir düzeyde çok nazikti. Herhangi bir dönemde bir uzmanlaşma alanının ekonomi içinde daha büyük bir işlevsel önem kazanmaya başlaması halinde, etnik bir grubun kendiliğinden farklılaşmış bir biçimde kayırılması söz konusudur. Bu, Osmanlı ticaretinin çöküşüne bakmanın bir biçimidir. Ticaret kayırılan bir faaliyet değildi. Türkiyede ticari ilişkilerin yürütülmesi için yerel Hıristiyanlara ihtiyaç duyulmuştur. Önceleri her iki kesim de bundan ve bu ayrıcalıklardan yarar sağlıyorlardı. Fakat daha sonraları yerel Hıristiyanlar ekonomi içinde yukarılara fırlatılmıştır. Çünkü bunların uzmanlaştıkları ticaret ve bankacılık gibi işler, 17. yüzyıldan sonraki Osmanlı ekonomisinde, dış etkenlerin sonucu olmakla birlikte, yeni bir merkezilik kazanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunda meslek yapısı, kısmen etnik işbölümüne dayanıyordu (İssawi, 1966)

İşbölümünün etnik olması nedeniyle bir grubun büyümesine gösterilen tepki de etnikti. Osmanlı Müslümanları, bir grup olarak kendi talihsizliklerinin farkına varmışlardı. Osmanlı imparatorluk yönetimi de, daha önceden beri, yeni gelişmelerin tehlikelerini biliyordu. Osmanlı yönetiminin bu duyarlılığı 19. yüzyılın başında, bir Osmanlı sanayini geliştirmeye yönelik bazı girişimlerde bulundu, ancak başarısız oldu.

Esas önemli konu Müslüman Türk etnik grubun düşük işlevsel farklılaşmasıydı. Bu farklılaşmamışlık durumu nedeniyle başlayan ekonomik öncelikler yarışı, sonradan etnik rekabetçilik biçimini almıştır.

Osmanlı sistemi 19. yüzyıldan itibaren bir değişim içinde olmakla beraber, bunlara ilişkin yönlendirmeler son derece yavaştı. Ubicini, 19. yüzyılda hala iltizamın zenginlik elde etmenin en önemli aracı olduğunu, tarımsal teknolojinin son derece geri olduğunu, taşra kentlerinde istihdam imkanlarının bulunmadığını, bunun da işsiz köylüleri büyük kentlere doğru ittiğini belirtiyor.

19. yüzyıl sonlarındaki manzarayı da Ramsay şöyle anlatır:

Türk’ün bir kulübeden daha iyi bir biçimde inşa edilmiş bir evde yaşaması söz konusu olduğunda bunun her zaman bir Rum usta tarafından yapılmış olduğunu gördüm. Bir Türk köylünün, su kemerine sahip bir çeşmeye gerek duyması halinde, bunu inşa etmek için bir Rum işçi kullanılırdı. Hemen tüm ticaretin Hıristiyanların elinde bulunduğunu söylemeye gerek yoktur. Çoğu zaman katırcılar, her zaman da deveciler Türk veya Türkmendi. Ama malların hayvanların sahibi bir Hıristiyandı. Türk çalıştığı zaman, oduncu veya sucuydu. Sadece başlangıcı bilinmeyen zamanlardan beri biraz imalatın yapıldığı belli bölgelerde Türklerin bu işle uğraştığını görürsünüz (Ramsay, İmpressions of Turkey, s. 21-22)

19. yüzyılda, özel bazı mevkilere bağlı güç ve ayrıcalıklar silinmiş ve hükümet komiteleri, nezaretler gibi daha geniş resmi kuruluşların ve örgütlerin gücü haline dönüşmüştü. Böylelikle tek bir resmi makamı işgal etmenin toplam sömürücü potansiyeli ortadan kalkmıştı ama, bir grup olarak memurlar hala refah içindeydiler. Temel haklar sistemindeki değişimler nedeniyle ve artık memurların boyunlarını vurmak söz konusu olmadığından, devlet memurların gayrimenkul varlıklarını ölümlerinde müsadere etmekten vazgeçtiği için, mülkiyet, o ana dek olduğundan çok daha güvenli hale gelmişti. Memur ailelerinde bir sermaye birikimi olamadıysa, bunun ilk nedeni, memur hanelerinin patrimonyal özelliklerinin devam etmesiydi. Bu hanelerde ailenin yakın üyeleri, akrabalar, sekreter türünden kişisel hizmetkarlar ve çeşitli türden yanaşmalar iç içe geçmiş bir biçimde yaşamakta ve devasa tüketici grubunu oluşturmuş bulunmaktaydılar. Tıpkı bu ailenin başındaki kişinin kendi payını devletin sağladığı avantajdan elde etmesi gibi, geniş ve kalabalık aile de bu kişiden yararlanıyordu. Ailenin sermaye birikimi, Türk toplumunun 19. yüzyıldaki bu özelliği yüzünden engellenmişti. Türevsel nitelikte sosyal ve siyasal işlevleri bulunan ve selamlık çevresinde aylaklık eden gereksiz kişilerin beslenmesi de bir yük haline gelmişti.

Özel gayrimenkul mülkiyeti, ancak 1868’de çıkarılan bir yasayla önemli ölçüde serbestleştirilmişti.

Esnaf ve zanaatkarlar 19. yüzyıl boyunca en fazla çöken sınıftı. Osmanlı zanaatlarının –esas olarak da dokuma tezgahlarının- çöküşünü, uluslar arası ticareti yürüten Türklerin ortadan silinişi izledi. Üretim azalmış, kurumlar küçülmüş ve sınıfın kendisi daha da yoksullaşmıştı. Fakat 1870’e kadar osmanlı’ya bağlı olan Bulgaristan’da devlet koruması ve desteğiyle yünlü kumaş üreten esnaf, oluşum halindeki bir kapitalist sınıf üretebilecek kadar güçlenmişti.

19. yüzyılın sonuna doğru, Osmanlı devletindeki gelir dağılımı kalıbı şöyle özetlenebilir: En üstteki memurlar sınıfının üyeleri, bu sınıf içinde yer alan askeri, bürokratik, dini, alt gruplardan sivil bürokratlar hala en çok kayırılan mevkileri işgal ediyorlardı. Ayanlar, büyük çiftliklerin sahipleri olarak, taşra bölgelerinde bir zenginlik tabanını yavaş yavaş geliştiriyorlardı. Bununla birlikte küçük bir nüfuzlular grubu için tefecilik, yüksek faizle para verme, taşrada bir zenginlik kaynağıydı. Türklerin sahip olduğu sanayi asgari düzeydeydi. 1913 için yapılmış bir ilk araştırma İstanbul ve Anadolu’daki toplam 239 kuruluştan 22’sinin devlete, büyük çoğunluğunun da yabancılara ve yerel gayri Müslimlere ait olduğunu göstermektedir. Bazı Türkler ticaretle uğraşıyorlardı ama ticaretin daha kazançlı olan ucu yine yabancı firmaların denetimindeydi. (Yahya Sezai Tezel, Turkish Economic Development, 1923-1950) Policy and Achievements, Doktora Tezi, Cambridge University 1975, s. 72, 77).

Yüzyılın sonuna doğru, İstanbul, tüccar, vurguncu, imtiyaz avcısı ve yabancı işletme yöneticilerinden oluşan kozmopolit bir nüfusun faaliyetlerinin merkezi haline gelmişti. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğunun yarı sömürge statüsünü simgeliyordu. Dok ve rıhtımlardan demiryollarına… elektrik, gaz ve su kaynaklarından tramvaylara, bunların tümü yabancıların mülkiyetindeydi ve onlara tarafından sömürülüyordu. 19. yüzyılın sonlarında İmparatorluk iflas etmiş durumdaydı. İmparatorluk, yeni ekonomik donanımlar edinmek için altyapı yatırımlarına girişmiş, kısmen başarılı olduğu bu girişimleri finanse edebilmek için büyük bir borç batağına saplanmış, 1881’de vergi kaynakları zorla uluslar arası kontrol altına alınmıştı.

Yeni kurulan Cumhuriyet yönetiminin ilk ve en önde gelen sorunu ekonomiyi işletmek ve toplumun uğradığı tahribatı onarmaktı.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içindeki nüfus, 1913’te 15.7 milyonken, 1927’de 13.6 milyona düşmüştü. Aynı dönemde en büyük iki liman şehri olan İstanbul ve İzmir’in nüfusları da yüzde kırk oranında düşmüştü.

Çalışan nüfus içinde tarımın payı 1927’de yüzde 81 iken, bu oran 1950’de ancak yüzde 78’e düşürülebilmişti. Sanayiin payı yüzde dokuzdan yüzde 10’a, hizmetler sektörünün payı da yüzde 10’dan yüzde 12’ye çıkarılabilmişti. Bu istatistiklerin gösterdiği şey ise, 1925 ile 1950 arasında Türkiye ekonomisinin makro çerçevesinin çok az değişebildiğidir. (Yahya Sezai Tezel, Turkish Economic Development, 1923-1950) Policy and Achievements, Doktora Tezi, Cambridge University 1975, s. 86).

Türkiye’de ise, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı okullardan kopye edilen eğitim kurumları, yine batı tipi olarak yeniden kurulmuş Osmanlı bürolarındaki ve nezaretlerdeki idari mevkilere memur ve bürokrat yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. Başlangıçta sistem çok iyi işliyor gibiydi. Yani orta okul (rüşdiye) mezunu

olmak insanlara, 19. ve 20. yüzyıl Türkiyesinde önemli bir statü kazandırıyordu.

Daha sonra liseler benzer bir rol oynadılar. Bürokratik piramidin altındaki bürokratik mevkiler fazlalaştıkça bütün havası değişti. Yürütme niteliğindeki makamların hemen altında egemen olan, güvenli ve temkinli burjuva dünya görüşü, o zamandan beri sürekli artan yaygın memnuniyetsizlik duygularına yol açtı.

Türk hükümetleri, en başından beri resmi diploma imalathaneleri kurar gibi

aynı tip eğitim kurumları kurma ve bir yandan da yönetimde ve kamu iktisadi teşebbüslerinde yeni işler, istihdam alanları yaratma politikalarını ısrarla sürdürdüler. Bunun ülkeyi ve kendilerini nereye götüreceğini hiç hesaplamadılar. Bu politika, kırsal kesimdeki nüfusu kentlere göçürmenin, istatistiklerde işsizler kategorisine dahil olan kişileri, bu kategoriden dışarı atarak çalışıyor göstermenin bir yolu ve aracıydı. Sonuçta, ortaya Türkiye’ye özgü radikal bir devlet görevlileri tabakası çıkmış oldu.

Bizim aydınlarımızdaki ve devlet adamlarımızdaki temel eksikliklerden birisi, uzak görüşlü olmamaları, yarının ihtiyaçlarını ve gereklerini bugünden görememeleridir. Fakat hiç birisi de bunu kabul etmeye yanaşmaz, hangisine sorsanız kendisinin çok uzak görüşlü olduğunu iddia eder. Hâlbuki bunların görebildikleri şeyler ancak yaşadıkları şartlardaki sayısal ve dışarıdan bakıldığında herkesin kolayca görülebileceği değişikliklere dayalı, bugünün şartlarının biraz gelişmiş halinden ibret tahmini, afaki, basit ve yüzeysel gelecek tahminlerinden ibarettir. Bunların hiç birisi gerçek uzak görüşlülüğün toplumda meydana gelebilecek keyfiyet ve nitelik değişiklikleriyle ilgili olduğunun farkında bile değillerdir. Bu anlamda uzak görüşlülük kolay elde edilebilecek bir meleke değildir, sadece bizde değil, dünyanın her yerinde, Avrupa ve Amerika’da bile bunların sayıları çok sınırlıdır. Ancak Türkiye dışında bu durumun öneminin ve gereğinin farkında olan bütün ileri ülkeler, yarın ortaya çıkacak olayların, işlerin, sorunların tespitini tesadüflere ve kerameti kendinden menkul rast gele kişilerin inisiyatifine bırakmamışlar, sağlam bir sisteme bağlamışlardır. Çok uluslu şirketler, iş yerleri, fabrikalar, ekonomi alanından faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlar gibi devlet de, geçerli usulleri ve politikaları uygulamaya devam ettiği takdirde, bir hafta, üç ay, bir yıl, beş yıl, hatta elli yıl gibi evreler sonunda durumunun ne olacağını, orta ne gibi olumlu ve olumsuz durumlar çıkacağını hesaplamakla görevli uzman, işinin erbabı elemanlar çalıştırır. Gelecek bilimiyle uğraşan bilim adamları, sosyologlar, iktisatçılar ülkenin ve toplumun hem içinde bulunduğu, hem de ileride karşılaşması muhtemel problemlerini, sorunlarını şimdiden araştırma konusu yaparlar, ne getirip ne götürebileceğini de ortaya koyarak alternatif çözüm önerileri üretirler. Bizde ise böyle bir anlayış, bu nitelikte insanlar yetiştiren müesseseler bulunmadığı için uzak görüşlülük bir şahsi beceri ve kabiliyet olarak kalmakta, toplumun dış kabuğu içinde neler olup bittiği, ne fırtınalar koptuğu, patlamaya hazır ne volkanlar oluştuğu bilinememekte, çoğu sorunlar artık tedbir alma zamanı çoktan geçtiği için çözümü zorlaşmakta, hatta imkansız hale gelmekte, siyasetçilerimiz ve devlet adamlarımız da böyle bilgilerin sağlayacağı ‘perspektif’ imkanından yoksun bir şekilde el yordamıyla yalan yanlış bir şeyler yapmaya çalışmakta, avare kasnak gibi boşa dönüp dolamaktadır.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 309-311)

İş hayatıyla ilgili olarak yapılan uygulamalar ve prensipler, mütevazi, çalışkan, üretken iş adamları yaratacağı yerde, tek bir vurgunla zengin olmaya çalışan, sadece voleyi vurup köşeyi dönmeyi amaç edinen ticari avantüryeyi yaratmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Oldukça yaygın bir ‘klişe’ kabule göre, Osmanlı İmparatorluğunda Batı’nın orta sınıfına tekabül eden bir sınıfın bulunmadığı, Osmanlı Türklerinin cengaverlik ve devlet idaresiyle ilgili işlerden başka faaliyet sahasını kendilerine layık görmedikleri, sanayi ve ticaretin tamamiyle Hıristiyan ve Musevi azınlığa terk edildiği iddiasıdır. Aslında olay çok daha karmaşık ve ciddi tarihçilerin ve sosyologların incelemek için el atmalarını ve neşter vurmalarını beklemektedir.

Fakat işin gerçeği 18. ve 19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğunda sanayi ve ticaretle uğraşan çok önemli bir Müslüman orta sınıfın varlığıdır. Belki de bu kadar büyük iç ve dış etkenlere rağmen, Osmanlı devletinin tarihçileri bile hayrete düşüren olağanüstü direnme gücünün dayanağı bu orta sınıftır. Devletin yıkılma sürecini hızlandıran önemli unsurların başında bu orta sınıfın zayıflaması ve nihayet ortadan kalkması gelmektedir. Peki ne olmuştur bu orta sınıfa? Bu orta sınıf da maalesef bizim Batılılaşma sevdamıza kurban gitmiştir.

1830’larda değişik Avrupa devletlerinden özellikle İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolay girişini sağlamak amacıyla yapılan ticari antlaşmalar, Türk mallarının, sanayicilerinin ve üreticilerinin korunmaması yüzünden bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutan imkanlar kısa zamanda Avrupalıların eline geçmiştir. Bu gelişmeyi en iyi canlandıranlardan biri de Ziya Paşa’dır. Ziya Paşa, Hürriyet gazetesine yazmış olduğu bir makalede, 1830’larda Galata ve Beyoğlu’nda ticarethanelerin büyük çoğunluğu Müslüman Türklerin elindeyken 1860 yıllarına kadar bunların neredeyse tamamının Rumların eline geçtiğinden dert yanar ve bu tarihi gelişmeyi şöyle anlatır: ‘ Ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu mesleğe olan rağbeti azaltmıştır. Sonuçta Müslüman tüccarlar çocuklarını artık tüccar olarak değil de, memur ve katip olarak yetiştirmeye yönelmişlerdir. Birden bire artan katiplerin hiç olmazsa bir kısmına iş temin edebilmek kaygısıyla devlet memur kadrosunu genişletmiştir. Fakat bu yeni imkanların temini vergilerin artırılması pahasına olmuştur. Artık köylüye eskisine nazaran daha ağır külfetler yüklenmektedir. Bu külfetler, ziraatı elverişsiz bir hale getirdiğinden köylü mahsul ekmemiş ve devletin en büyük gelir kaynağı gittikçe kurumuştur. Nihayet devlet, daha fazla dış borç alarak bütçe açığını kapamaya çalışmak zorunda kalmıştır. Bu arada orta sınıfın çöküşü ve yıkımı da devam etmektedir. Eski gümüş divitler gibi babadan kalma değerli eşyaları satmakla geçim sıkıntılarına ve zorluklara dayanmaya çalışan İstanbullu orta sınıf ortadan kalkmaya yüz tutmuş, bu da imparatorluğu şimdiye kadar benzeri görülmemiş başarısızlıklara sürüklemektedir.’ (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 338-339)

Devleti idare edilmez ve sorunları içinden çıkılmaz hale getiren ve her gün artan keşmekeşlerin ana sebepleri; dürüst ve işini tam anlamıyla bilen memur kıtlığı, orta eleman yokluğu, orta sınıf toplum tabakasının çöküşü.

Tüccar ailelerin gerilemesi ve yıkılmasıyla memur tabakası oluşmuş, anne babalar evlatlarını üretici ve tüccar olarak yetiştirmek yerine memur, katip, kalem efendisi olarak yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Devletin Birinci Dünya Savaşı’na iştirakinin ardından ortaya çıkan şiddetli enflasyon en çok bu sınıfı perişan etmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla eski memur kadrolarının önemli bir kısmı Türkiye Cumhuriyetinin de memur kadrolarını oluşturmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyetini yaratma işi bu yeni memur tabakasına emanet edilmiş, inkılaplar bu sınıfa dayandırılmıştır.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 340-341)

19. yüzyılın sonları, milli devlet anlayışının zirve yaptığı yıllardı. Modern devlet, bürokrasisi, ordusu, milli eğitim sistemi, mahkemeleri, polisi, jandarması, ulaşım ve iletişim imkanları, türlü devlet kurumları ve binalarıyla yöresel ve kültürel özellikler taşıyan başka toplumsal yapıları, cemaatleri, grupları gölgeleyen, bir kısmını da ortadan kaldıran bir büyüklüğe ve cesamete ulaşmıştı. O zamanlar devlet kurumlarından başka diğer kurumların tamamen ortadan kalkacağı, bunların yerini ‘saat gibi çalışan’ tek düze bir mekanizmanın

alacağı bu gelişmenin de medeniyetin bir gereği olduğu düşünülüyordu. Medeniyetin, daha çok uyum, mahalli örf ve adetlerin traş edildiği, farklılıkların ortadan kaldırıldığı daha tek tip bir devlet yapısı gerektirdiğine inanılıyordu.

Bu anlayıştan yola çıkarak Osmanlı Devleti de Fransız idare mekanizmasını kendine mal etti. Sultan Abdülhamit döneminde alt yapısı ana hatlarıyla iyice ortaya çıkan bu sistem, Cumhuriyet dönemi kurum ve kuruluşlarının da temelini oluşturdu ve onları biçimlendirdi. Batı bürokratik mekanizmasını andıran bir örgütler bütünü belirdi. Türkiye’yi eskisinden daha geniş kapsamlı ve farklı bir bürokratik askeri elit yönetmeye başladı. Bunun yanında devlet mitosu daha da güçlendirildi. Devlet, kamu gibi imgeler, kendine özgü saygı ve korku yaratmaya yönelik semboller olarak Cumhuriyetin yönetim sisteminde yer aldı. Ancak hizmet yerine hizmet binaları yapmak, Anadolunun ücra köşelerine ve köylerine kadar götürebildiği hizmetleriyle tanınan, sevilen, benimsenen işlevsel bir devlet anlayışı yerine, semboller ve güç kullanarak, baskı, korku, yıldırmayla ve cüssesinin büyüklüğüyle zihinlere iz bırakan, gücünü halka ispat edebilen ve benimsetebilen bir devlet anlayışı benimsendi.

Akla gelen her iş ve sorun için veya onlar adına bir kurum ve kuruluş oluşturulmasının, birtakım görkemli ve dev binalar dikilmesinin her sorunu çözebileceği düşünüldü. Görkemlilik ütopyasının aldatıcılığına kolayca kanıldı. Hala ülkemizde sağıyla, soluyla bu görkeme ve görkemliliğe tapma alışkanlığı sürüp gitmektedir. Fakat bu görkemli yapıların, kurum ve kuruluşların beraberinde millete ve topluma ne gibi yükler ve fedakarlıklar getireceğini kimse hesap etmiyor. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılar ve siyasi partiler bunları daha fazla eleman istihdamı böylece oy avcılığı için yeni bir fırsat olarak görüyorlar. Millete doğru dürüst hiçbir artı değer katmayan, Nasreddin Hoca’nın filleri gibi hiçbir şey üretmeyen, hep tüketen, hep yiyip bitiren, ya da verdiğinden kat kat fazlasını alan mevcut yapıların ve kurumların nasıl çağdaş ve verimli bir hale getirilebileceği üzerinde yeterince hiç durulmadı. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 356)

Sınırları belli ülke birliğine ve toprak bütünlüğüne dayalı modern milliyetçilik anlayışı Türkiye’de Yeni Osmanlılarla başlamıştı. Onların bu yoldaki bütün çabaları iki önemli noktada yenilgiye uğradı. Birincisi, azınlıklar artık Osmanlı İmparatorluğunu kendi ‘vatan’ları ve kendi ‘ülke’leri saymıyorlardı. İkinci yenilgiyle de taşrada karşılaştılar. Kentli Osmanlı kültürünün dışında kalan ve toplumun en büyük bölümünü oluşturan geniş halk kesimleri, çok uzun zamandan beri zaten küskün olduğu merkezden gelen bu fikri hiçbir zaman benimsememiştir. Bunun esas nedeni de modern bir hüviyete büründüğünü düşünen, adam yerine koymadığı köylünün ayağına gitmek için yeterli çaba ve gayreti göstermemesidir. Bu nedenle taşra da, merkeze küskün, kendi içine kapanık bir hayat yaşamayı, kendi anane ve müesseselerine daha sıkı sarılmayı, fikrini, görüşünü, ufkunu genişletmeye tercih etmiştir. Batı’nın maddi imkanlarına ve refah erişemeyen, mevcut uygulamalarla erişmesi zaten mümkün olmayan, iyice aristokratlaşmış merkezi bir bürokrasinin tahakkümü ve sultası altında kendini ezim ezim ezildiklerini, kendi öz yöneticileri tarafından adam yerine konmadıklarını hisseden, hissetmekten öte her gün yaşayan sıradan ve küçük insanların asırlardan beri kendilerini güvende hissedebildikleri tek sığınak ve dayanakları onların dinleri, imanları ve kimlikleri olmuştur. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 355)

Tek parti dönemi izlediği durguncu, şekilci, tek tipçi, otoriter devlet politikalarıyla fertleri daha özgürleştireceği yerde, daha da silikleştirmiş, kendini hiç gerçekleştiremez, kendisine ve toplumuna, milletine ve memleketine hiçbir şey veremez hale getirmiştir.

19. Yüzyılda, buharlı makineleri icat eden Avrupa, açık denizleri de hakimiyeti altına almasıyla, önüne geçilmez bir güç ve kuvvet kazandı. Bu teknik medeniyetin dışında kalan diğer kıtaların halkları gibi biz de ya bilim ve teknikte Batılıların seviyesine çıkmak, yahut sömürülmek gibi bir durumla karşı karşıya kaldık.

Ancak Batı’ya nasıl gidileceği, nasıl onlara denk bir güç ve kuvvet sahibi olunabileceği, bunun için neler yapılması gerektiği konusunda 200 yıldan beri hala bir sonuca varabilmiş değiliz. Aslında batılılaşma ve aşırı Avrupa yanlılarının, hayranlarının bilinçli olarak ne yapmak istedikleri, esas özlemlerinin, aradıklarının ne olduğu bile tam belli değildir.

1900’lerden beri başka bir din, kültür ve medeniyet çevresine mensup, yani Hıristiyan olmayan milletler, Batı’nın silahlı gücüne, saldırılarına, kültürel, ekonomik ve siyasi işgallerine karşı, onlar gibi olabilmek, Avrupa’nın ilim ve teknolojideki üstünlüğüne sahip olarak varlıklarını sürdürebilmek için üç yol izlemişlerdir.

Bunlardan biri işgalci ve sömürgeci batılıların kültür ve medeniyetleri karşısında kendilerininkini tümden bırakarak ve unutarak İngiliz, Fransız kimin sömürgesi iseler onlarınkini almak, onların kültür ve medeniyeti içinde tamamen eriyip başkalaşarak onların bir kopyası olma yoludur. Afrika kavimlerinin ve benzeri sömürgelerin düştükleri durum budur. Esasen bunlar dinde ve medeniyette şimdiye kadar belirli bir mesafe kat edemedikleri için, kaybedecek, ateşe atacak fazla bir değerleri, tarihleri, kültür ve medeniyetleri de yoktur. Zaten şimdiye kadar hiç devlet olamamışlar, kuramamışlar, kabileler halinde yaşamışlardır. Fakat bunlar bile işgalden sonra yaşadıkları korkunç deformasyon, dillerini, örf ve adetlerini kaybedip, kapitalistlerin bir bela halinde başlarına çöken hile, desise, emrivakilerini görüp yaşadıktan sonra ne kadar şey kaybettiklerine hayıflanmaktan kendilerini alamamaktadırlar.

İkinci yol, başta Japonya olmak üzere Uzakdoğu örneğinde olduğu gibi ‘çağdaşlaşma’ modelidir.

Japonlar, Batı tehlikesi, üstün teknolojisi ve ticari araçlarıyla kapılarını çaldığı daha ilk aşamada, onlara karşı tedbirli, uyanık ve güçlü olmaları gerektiğini anlamışlardır. Japonya’nın en büyük şansı, o zamanlar başlarında Japonyayı seven, Japon olma ruh ve bilincine sahip, kendi öz değerlerine son derece bağlı, soyuyla, sopuyla, huyuyla, geleneğiyle her şeyiyle tam Japon olan ileri görüşlü, akıllı, aydın liderlere sahip olmasıdır. Batılılara yenilmemenin, onlar karşısında ezilmemenin yolunun ancak onlar gibi teknik donanıma, ilimde, sanatta, teknikte onlardan üstün, en azından onlara eşit olmaktan geçtiğini anlamışlar, bunu yapabileceklerine inanmışlar ve hemen harekete geçmişlerdir.

Kültürde, törede, örfte, adette, dinde, yaşayışta, kılık kıyafette, mukaddesatta vb gibi her şeyde Japon kalarak çağdaş olmayı hedeflemişlerdir. Liderler, devlet adamları, aydınlar, irada, azim, sabır ve metanetle sonuna kadar bu yolda ilerlemişlerdir. İlerlemede, gelişip güçlenmede iyi ve doğru bir eğitimin önemini kavramışlar, eğitime çok büyük ağırlık vermişlerdir. Öyle ki, 19. yüzyılda Japonya’da okuma yazma bilenlerin oranı, o öğrenilmesi çok zor, kargacık burgacık yazılarına rağmen, Avrupa ülkelerini bile geride bırakmıştır. Japonlar ilerleme yolunda çok çileler, zahmetler çekmişler, fakat ilkeli, karakterlerini, seviyeli, seciyeli, ciddi davranıştan sapmamışlardır. Onlar da batıya öğrenciler gönderdiler. Ama kimi nereye niçin göndereceklerini önceden iyice belirliyorlar, gönderdiklerinin giderken de dönerken de tam bir Japon olarak gidip dönmesine çok önem veriyorlardı. Gönderecekleri gençleri kendi kültürlerine, kimlik ve kişiliğine tam sahip ve bağlı olanlardan seçiyorlar, geri dönenleri de tekrar sınayıp deniyorlar, gönderilme amacının gerçekleşip gerçekleşmediğine, ihtiyaç duydukları ilim ve teknolojiyi alıp alamadıklarına bakıyorlar, dejenerasyona uğrayanları, batı hayranı, taklitçisi ve uşağı olanları ülkeye kabul etmiyorlar, ‘Git kimi sevip beğeniyorsan onların arasında yaşa! Sen bize yaramazsın.’ diyerek geri çeviriyorlardı. Bizde ise ne kimin nereye niçin gönderileceği, ne de gidip dönenlerin nasıl gidip nasıl döndükleri üzerinde kimsenin kafa yorduğu yoktu. Saldım çayıra Mevlam kayıra diye her şey rastgeleydi. Bizim yolladıklarımız Avrupa’nın kafelerinde barlarında vakit geçirirken, bulvarlarını arşınlarken Japonlar gece gündüz ilim ve teknolojiye kafa yoruyorlar, zaman harcıyorlardı. Sonuçta daha 19. yüzyılın sonlarına doğru Japonya, Rus Çarlığını bile yenebilecek büyük bir güç, güçlü bir devlet haline gelmiştir. Bugün ise, kendi değerlerine bağlı kaldığı halde, ticarette, sanayide, elektronikte, daha pek çok sahada dünyaya meydan okuyan, ilimde, fende, teknikte, ekonomide, refah ve zenginlikte dünyanın en önde gelen, geleceğe güvenle bakabilen ülkelerinden, devletlerinden, milletlerinden biri haline gelmiştir.

Üçüncü yol ise bizim gibi Avrupalılaşma ile çağdaşlaşmayı birbirine karıştırmış bizim gibi ülkelerin el yordamıyla bulmaya çalıştığı yol sayılabilir. Biz 200 yıl kadar, yani Japonlardan çok daha önce, Avrupa karşısında ilimde ve teknikte geri kalmış olduğumuzun farkına vardık. O gün bugün tartıştığımız halde hale Avrupalılaşmak mı, yoksa çağdaşlaşmak zorunda mı olduğumuza bir türlü karar veremedik.

Nasıl bir Batılılaşma ve Avrupalılaşma peşindeydik? İlimdeki, fendeki eksikliklerimizi tamamlayacak, Avrupalıların çoktan beri sahip oldukları yeni bilgilere, ürünlere, tekniklere, üretim araç ve tekniklerine, sanayi kuruluşlarına, fabrikalara sahip olmamızı sağlayacak çağdaşlaşma anlamında bir Batılılaşma mı, yoksa kendi özümüzden, inançlarımızdan, usul ve üslubumuzdan, iman ve törelerimizden bütünüyle vazgeçmeyi, kendimize ait her şeyi terk ederek bilmesek, anlamasak da her şeyimizde ve her işimizde Avrupalıları taklit etmek, kopyalamak, yani Batı medeniyeti içinde erimek ve başkalaşmak anlamında bir Batılılaşma mı istiyorduk. Tanzimatın başından beri ülkemizde tartışılan soru ve sorun hep bu olmuştur.

Eğitim ve bilgi düzeyi çok düşük ve yetersiz olan milletin büyük çoğunluğunun bu tartışmalardan, sorulardan ve cevaplarından doğru dürüst haberi bile yoktu. Zaten içine düştüğü fakirlik, yoksulluk, çaresizlik, devletin zulüm ve haksızlıkları, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, ağır vergiler altında inim inim inleyen halk, hiçbir şey düşünebilecek halde de değildi.

Batı hayranı, taklitçisi, uşağı olmuş, okumuş yazmış, yönetici ve aydın kesimin büyük çoğunluğu, Japonya’ya falan bakmadan, tezgahlarına geldikleri Batılılar tarafından aldatılarak, kandırılarak, satın alınarak çoktan Batıya kul köle olmaya, teslim olmaya razı edilmişti. Kimileri karar vermekte zorlanıyor, kimileri de yine Batılılar tarafından üretilmiş ‘gericilik, irtica’ yaftasının ve suçlamasının muhatabı olmamak için son derece çekingen ve korkak davranıyordu.

Yunan felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyanlık dini temeline dayanan Avrupa’nın kamuoyuna ve yönetime yön veren kültür ve medeniyet öncüleri, kurmayları 18. yüzyıl başlarına kadar karşısında bir türlü tutunamadığı, dize getiremediği, tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve dize getiren Yenilmez Türk’e karşı ele geçirdiği üstünlükten en verimli şekilde yararlanmak azim ve kararlılığındaydı. Bunun için oluşturulmuş, çok büyük bütçeli merkezlerde inceden inceye hesaplar, planlar yapılıyordu. Esas amaç Türkleri, yok etmek, kendi içinde eritmek, bir şekilde tarih sahnesinden silmekti. Bu olamadığı takdirde hiç olmazsa kendi özünden ve kültüründen kopararak kendisine köle ve uydu haline getirmek, hükmü ve boyunduruğu altına almak hedefleniyordu.

Peki bu amaca ulaşabilmek için nasıl bir yol izlemeleri, hangi yöntemleri uygulamaları gerekiyordu? Bu konu üzerinde çalışırken vaktiyle Osmanlı’ların kendilerine karşı uyguladığı usulü uygulamalarının en iyisi olduğuna karar verdiler. Onlar da, Türkiye’nin kaderine, mukadderatına hakim olacak, aydınları, yöneticileri, Batı hayranlığı, Batı usulleri, Batı inançları, fikirleri, duygu ve düşünceleri, Batı yaşantısı ve Batıya özenti içinde okutup yetiştireceklerdi. Üstelik Osmanlı Devleti içinde Müslümanlar kadar Hıristiyanlar, Türklerden daha çok başka ırk ve kavimlere mensup halklar yaşıyordu.

Batı kendisine çok önemli bir müttefik ve destekçi olarak gördüğü Hıristiyan ve Musevileri komisyoncu, aracı, ithalat ve ihracatçı vb gibi ekonominin can damarını ellerinde tutan, imtiyazlı zümreler haline getirdi. Eğitim için Türkiye’den Batı’ya önemli sayıda öğrenci gönderiliyordu. Bu onları istedikleri kalıba dökebilmeleri için iyi bir fırsattı. Ama bunu da yeterli bulmadılar, Türkiye’de de okullar, kolejler, eğitim ve araştırma kurumlarlı kurdular. Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan vb vakıfların açtıkları özel mekteplere, okullara, kolejlere büyük bir rağbet vardı. Büyük kitleler, Batılılara benzemek, onlar gibi olmak heyacanı ile yanıp tutuşarak buralara akın ediyordu. Sonra devlet kendisi de tamamen bunlara benzeyen, bunların verdikleri eğitimin benzerini veren Sultaniler, Avrupa tarzı okullar, mektepler, üniversiteler açma seferberliğine girdi.

Batının Osmanlı’nın devşirme sisteminden esinlenip uyarladığı bu plan ve taktik inanılamayacak kadar başarılı ve Türk milleti için de son derece yıkıcı oldu. Batıda ve yurt içindeki yabancı vakıf ve kuruluşlara ait kolejlerde, eğitim kurumlarında yetişen kimseler, çok geçmeden devlet kademelerinde, yönetimde, orduda, okullarda, üniversitelerde, memleketin iç ve dış konularında, sorunlarında, milletin ve memleketin mukadderatına hakim duruma geldiler. Eğitim sistemi, basın ve yayın da tamamıyla onların eline, denetim ve gözetimine geçti. Batı Türkiye’nin en kıymetli cevherini, yani en etkili ve nüfuzlu aydınlarının ‘beyinlerini’ kendine bağlamayı başarabilmişti. Vaktiyle biz, nasıl yabancı ırkların ve soyların en iyi beyin ve kabiliyet sahibi, asil ve zengin gençlerini alıp, kendi dinimizin ve milliyetimizin değerleriyle yoğurduktan sonra, (Sokullu Mehmet Paşa vb gibi) kendi soyuna, kültürüne karşı bizim için savaşan liderler ve yöneticiler olarak kullanmışsak, Avrupa ve Amerika da bir asırı aşkın bir zamandan beri bizimkileri devşirdiler, devşiriyorlar. Batının Yeniçerileri haline getirilmiş bizim gençlerimizle kültür ve medeniyetimizi, iman, inanç, örf ve törelerimizi esir almayı başardılar. Dün olduğu gibi bugün de Batı’lı devletlerin bayraktarı, temsilcisi gibi çalışan aydınlarımız, yöneticilerimiz vardır. Aynı fikriyat ve gidişatın devamı niteliğindeki, ardı ardına gelen Tanzimat nesillerinin, Meşrutiyet ve tek parti dönemlerinin ve devirlerinin ardından, bugün de tüm hızıyla devam eden beynelmilelci, gizli çıkarcı ilericilik, Masonluk, çok uluslu hale gelmiş holdingcilik gibi türlü görüntüleriyle Türkiye’yi sömürge yapmanın aracı olarak kullanılmaya devam ediyor. Hatta bu çevreler, Atatürkçülüğü bile bu menfur emellerine alet olarak alabildiğine kullanmayı çok iyi becerebiliyorlar.

Batılılaşma sevdası, nesilden nesle gittikçe daha da artan daha korkunç manzaralarla karşımıza çıkıyor. Eskiden gizli kapaklı yapılan işlerin artık gizlenmesine bile gerek duyulmuyor. Örneğin, Amerikan Genel Kurmay Başkanı, 1989 yılında ABD Senatosunda savunma bütçesi görüşülürken (Nisan 1989) alenen, Türkiye gibi bazı ülkelerin subaylarını, özel kurslarda eğiterek, dünyanın her yerinde Amerika’ya bağlı generaller, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, yöneticiler yetiştirdiklerini söyleyebilmektedir. (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 362).

‘Batı, Batı’ demeye başladığımızdan beri sanat ve edebiyatımızda, kitaplarda, gazetelerde: ‘Avrupa’nın ilmini, fennini, sanayiini, üretim tekniklerini, uyguladığı bilimsel metotları alalım, ama imanda, kültürde, irfanda, ahlakta, törede kendimiz kalalım’ şeklinde özetlenebilecek fikir ve düşünceler hiç eksik olmamıştır.

Ama devlet idaresinde, yönetimde, icraatlarda bunun tersi bir batıcılık ve batılılaşma anlayışı almış yürümüştür. Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te, tek partili ve çok partili dönemlerde, iktidara gelirken başka şeyler söylemiş, başka vaatlerde bulunmuş olsalar da gelmiş geçmiş bütün iktidarlar teslimiyetçi, Batılılaşmaya doğru birkaç adım daha atmaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Avrupalılaşma Hareketleri

Yalan ile gerçek arasında uyur-gezer bir toplum istiyor düşmanlarımız.

Beyni afallatılmış, kafaları çuvallatılmış, düşle gerçeği ayıramayan, afyon içirilmiş, uyuşturulmuş beyinler istiyor düşmanlarımız. Sen buna alet oluyorsun.

Türkler, hakimiyetlerini yıkılmış olan devletlerin enkazı üzerine kurmuşlardı. Fakat hüküm sürdükleri bütün memleketlerde azınlıkta kalıyorlardı. Bu yüzden hem bu topraklarda daha önce hüküm sürmüş, Roma, Bizans, Sasani gibi imparatorlukların, hem de İran ve Arap etkilerinin altında kaldılar. Bu etkilerle farkına varamadan onlar da İslam’ın özünden, aslından uzaklaşmaya ve gerilemeye başladılar. Diğer Müslüman milletler bağımsızlıklarını da yitirerek başkalarının egemenlikleri altına girdikleri halde, Türk’ler bağımsızlıklarını muhafaza ederek diğerlerinden ayrıldılar. Avrupa’yla uzun süreli ilişkileri sonucunda düştükleri gerilikten ve uyuşukluktan silkinip kalkmak istediler. Fakat bu noktada da muhtaç oldukları kuvveti, yine geçmiş büyüklüklerini ve üstün medeniyetlerini borçlu oldukları İslam’da aramak yerine, Batı’da arama gafletine düştüler.

İnsanın beynini yalanla gerçek arasında, masalla hayat arasında tutmak, bir çeşit psikolojik harp silahıdır, insanı bir felaket karşısında gerçek tehlikeyi fark edemez hale getirmek için kullanılır. 

Vaktiyle dünyanın en kuvvetli en zinde toplumlarından biri olan
Osmanlı toplumu, milli kültür, ahlak, anane ve inanç gibi temel değerlerinin bozulmasına eklenen nizamsızlıkların, düzensizliklerin neden olduğu sarsıntılar yüzünden büyük sarsıntılar geçirmeye, hatta yıkılma korkuları ve tehlikeleri yaşamaya başlamıştı.

Bu tartışma ve münakaşalar sayesinde konunun önemini kavramaya başlayan bazı Doğu’lu ilim, fikir ve siyaset adamları, konuyu tarafsız bir gözle incelemeye koyuldular. Fakat onlar da genellikle konunun özünü ve bütününü kavrayamadıklarından genellikle detaylarda kayboldular, sonuçları sebep gibi gördüler. Gerilemeyi kimisi hükümdarların istibdadına, kimisi devlet yönetiminin ve düzeninin bozulmasına, kimisi ilmiye, askeriye ve kalemiyye (bürokrasi) sınıflarının bozulmasına, kimisi alimlerimizin cehalet ve bilgisizliğine, kimisi iş başında bulunanların beceriksizliğine, ayrıca daha pek çok nedene bağlıyordu. Geriliğimizin sebeplerini, dinimizin emirlerine karşı gösterdiğimiz ihmal ve kayıtsızlıkta bulanlar olduğu gibi tam tersine dindeki taassubumuzda veya kaderciliğimizde, aşırı tevekkülümüzde bulanlar da vardı. Ortaya atılan bu görüş, düşünce ve fikirlerdeki sayıya, ölçüye ve endazeye sığmaz çeşitlilik, birbirine bu kadar zıt ve ters görüşler, gerileyişimizin gerçek ve asıl sebeplerini bile seçip ayıramamız, bulup çıkaramamız, düşünce yapımızda hüküm süren karışıklığın, aklımızın, fikrimizin, zihnimizin fark ve temyiz kabiliyetini de kaybetmiş olduğunu kanıtlıyordu.

Halbuki sayfalar ciltler dolusu kitaplarda, gayet güzel ibarelerle anlatılan şeyler sadece durumu anlatan, tasvir eden açıklamalardı. Bunları herkes biliyor, görüyordu. Bizim esas bilmek istediğimiz şeyler, örneğin halkımızın artık neden görevlerini tam olarak yerine getiremediği, neden tembel ve cahil kaldığı gibi geriliğimizin gerçek nedenleri üzerine kimse dişe dokunur bir şey söyleyemiyordu.

Türklerin Avrupa’ya yönelme, yaklaşma ve onların medeniyetinden ciddî ciddi bir şekilde faydalanma yönündeki ilk önemli teşebbüsleri, Sultan III. Selim döneminde olmuştur. III. Selim, şehzadeliğinden beri Avrupa usulünde modern bir ordu kurmayı ve bu sayede İmparatorluğa eski gücünü kazandırmayı düşünüyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa’nın ve komşularının Fransız İhtilali ile meşgul olmalarını da fırsat bilerek, bu gaye ve amacı doğrultusunda derhal ıslahat hareketlerine girişti. Viyana’ya elçi olarak gönderdiği Ebu Bekir Râtıp Efendiye Avrupa’nın durumu ve Avusturya’nın ordu ve idare teşkilatı hakkında bir rapor hazırlayıp kendisine sumasını emretti. Ebû Bekir Râtıp Efendi de kısa zamanda Avrupa’nın ilmî, siyasî ve askerî durumu hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilatı, askeri okulları, subayların yetiştirilmesi ve başka birçok meseleler üzerinde padişaha bir rapor sundu. Diğer devlet adamlarından da, devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar, raporlar alan Sultan III. Selim, bu raporlar ışığında idarî, mülkî, ticarî, sınaî, ziraî, ilmî ve askerî sahalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizam-ı Cedid İnkılabı adı verilir.

İlk defa III. Selim zamanında Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizam-ı Cedid ordusu oluşturuldu. Gerçekten de modern metodlarla eğitilen, disiplinli Nizam-ı Cedid kuvvetlerinin kısa bir süre sonra önemli hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır’ı işgal eden Napolyon’un, Akka’da küçük bir Nizam-ı Cedid kuvvetine sahip bulunan Cezzar Ahmed Paşa’ya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı.

15 Haziran 1826’da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağının kaldırılması hayırlı bir hadise kabul edilerek “Vaka-i Hayriye” denildi.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826). Sultan II. Mahmud, bundan sonra, Türkiye’yi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti (Bkz. Osmanlı Basını).

Bizdeki Batılılaşma Hareketlerinin Karakteristik Özellikleri

Memleketimizin ilerlemesini, yükselmesini ve gelişmesini bir yerden sonra artık kendi gücümüzle başaramaz duruma gelince, batı medeniyetinden yararlanma zorunluluğumuz ortaya çıktı. Bu zorunluluk mütefekkirlerimiz, aydınlarımız ve yöneticilerimiz arasında yeni zihniyetlerin, yeni anlayışların yeni tipler ve sınıfların oluşmasına neden oldu.

Yenileşme hareketlerinin başladığı dönemlerden itibaren sayıları, etki ve nüfuzları gittikçe artan, Devleti ve kamuouyunu idare eden, yönlendiren aydın ve yöneticilerin önemli bir kısmı şöyle düşünüyordu: ‘Devletin durumu tehlikededir. Bugünkü düşüşten, çöküşten ve gerilikten kurtulmak ve yükselmek için tek çaremiz Batı’yı taklit etmektir. Memleketimize batı taklidi müesseseleri, kurum ve kuruluşları, onlarla beraber de Avrupalı telakki ve esasları, fikir ve düşünceleri, anlayışları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmayı, eski düşmanlıkları hafifletmeyi, onların bencilliklerini yumuşatmayı başarabiliriz. Bu yüzden de Batınınkileri olduğu gibi kabul ederek kopyalamamız, bizimkileri de unutmamız ve bir kenara atmamız gerekir.’

Sultan Mahmut döneminde yapılan ıslahatlar sırasından devlet yönetiminde de yeni bir idari ve siyasi yapılanmaya gidildi. Derebeylik sistemine benzeyen eski sistem kaldırılarak, yerine siyasi ve idari merkeziyetçilik denebilecek yeni bir sistem kuruldu. Bu sistem çok sayıda memur görevlendirilmesini gerektiriyordu, bu nedenle bir memurlar kadrosu ihdas olundu. Devlet yönetiminde son derece etkili, nüfuzlu, seçkin bir memurlar silsilesi, hiyerarşisi oluştu. Merkeziyetçi yönetim biçiminin gereği olarak oluşan bu yeni memurlar sınıfı, toplum içinde hükümdarın şahsında toplanan iktidar gücünün itaatli bir aleti olmaktan başka bir değere, fonksiyona ve role sahip değildi. Bu memurlar tabakası, halkın gözünde tam anlamıyla yüksek bir sosyal sınıf sayılmalarını sağlayacak bağımsızlık, istikrar, anane gibi manevi ve fikri meziyetlerden yoksundu. Hükümdarın bir lutuf ve atıfet olarak bahşettiği bu görevler ve bunların onlara kazandırdığı şan, şöhret, nüfuz, iktidar, servet, saman, mal, mülk mutlak bağlılığın bir karşılığı ve hükümdarın iki dudağı arasında olduğundan, doğal olarak gerekli bağımsızlıktan mahrumdu. Her birinin kaderi başındaki amirinin teveccühünü kazanmalarına ve hükümdarın iradesine bağlıydı. Her saltanat değişikliğinde yeni hükümdarın himaye ettiği kimseler hemen eskilerin yerini aldıklarından memuriyet devamlı ve istikrarlı bir iş de olamıyordu. Ananeleri memurlara has rekabet, itaat ve bencillikten ibaretti. Memurun değeri ve önemi, kendi bilgisi, aklı, zekası, maddi ve manevi seviyesiyle değil, işgal ettiği mevkiin hiyerarşideki yeriyle ölçülüyordu. Bunlar arasından çok değerli insanlar da yetişmiş olmasına rağmen, her zaman içinde yaşadıkları düşmanca rekabet, kin ve haset sebebiyle iktidarları ve meziyetleri oranında millete ve memlekete yararlı olamamışlardır. Devlet daireleri ve memurluk zihniyetinin telkin ettiği cesaretsizlik nedeniyle, hiçbir zaman üzerlerine gerçek bir sorumluluk almaya cüret ve cesaret edememişlerdir. Azim ve ehliyetlerinin kıtlığına ilave olarak, meseleleri kavrayışları da son derece kıt olduğundan, duruma ve ülke şartlarına uygun yeni ve verimli kurum ve kuruluşlar oluşturmak yerine, yabancı müesseseleri kopyalayıp almayı tercih ettiler. Bir zamanlar Osmanlı Devletinin azamet ve şevketini temin eden ancak daha sonra bozulmuş olan müesseseler ise, ıslah edilmeleri, düzeltilmeleri, tamir edilmeleri, mevcut ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılmaları gerekirken zavallı ve acınacak bir duruma terk edildiler.

Halbuki milli müesseseler öyle kolay kurulamaz. Bunların asırlara dayanan köklü gelenekleri vardır. Bu yüzden bir memleketin kurum ve kuruluşları onun en muazzez, en kıymetli milli mirasıdır. Milli müesseseleri terk etmek, milli varlıktan da feragat demektir.

Fakat bizdeki yeni merkezi idare biçiminin devlet erkânının yenilemeye, düzeltmeye, ıslaha, düzeltmeye veya ihtiyaçların gerektirdiği tamamen yeni ve orijinal kurum ve kuruluşlar kurmaya bilgileri, kabiliyetleri de cesaretleri de yoktu. Bu yüzden onlar da, cehaletlerine uygun bir şekilde zararlı ve yabancı yeniliklerin icatçıları ve kopyacıları olmaktan öteye gidemediler. Zaten bunlardan başka bir icraat da beklenemezdi. Çünkü hiçbir ciddi çalışmaya, gerçek bir ehliyet ve liyakate, ihtiyaçların temininde hiçbir yüksek anlayışa sahip değillerdi. Ayrıca günün modası gereği, fazla kafa yormadan ve emek harcamadan sadece batı ülkelerindeki kurum ve kuruluşların, fikir ve tasavvurların kopyalanıp alınmasına aracılık etmek, yüksek ve büyük bir nam ve şöhrete kavuşmaya fazlasıyla yetiyordu. Hem de yaptıkları bu tip bir icraatta sorumluluktan da kurtulmuş oluyorlar, kimsenin kendilerine hesap sorma riski de kalmıyordu. Çünkü memlekete ithal edilen usul ve esasların, kurumların kaynağının batı olması, onlara bir dokunulmazlık, büyülü bir güç, büyük bir değer kazındırıyor, bunları getirenleri sorumluluktan ve acizlikle itham edilmekten kurtardığı gibi, çok becerikli, iş bilir, iş bitirir, memleketin istikbal vadeden yeni ümitleri olarak öne çıkmalarını bile sağlıyordu. Çok geçmeden bu boş ümitler çabucak sönüyor, bunların bizim için ne kadar gereksiz, anlamsız ve temelsiz şeyler olduğu acı hayal kırıklıkları ile ortaya çıkıyordu ama bunların yerine derhal daha yenilerini ithal edecek başka birileri sahneye çıkıyordu. Bu sefer de yine batıdan daha yenilerini getirenlere meth ü senalar, övgüler, alkışlar başlıyor, sürekli zaafa uğrayan müphem bir ümidin yaşatılmasına çalışılıyor, aynı kısır döngü asırdan asra, nesilden nesle sürüp gidiyordu.

Devletin gitgide zaafa uğraması, batının, özellikle Fransa ve İngiltere’nin siyasi ve ekonomik etkilerinin ve baskılarının daha fazla hissedilir olması, durumun gittikçe vahimleşmesi, işlerin iyice karışıp sarpa sarması, sorunlara çözüm bulamadıkları telaşa düşen idarecilerimizin ve liderlerimizin dikkatlerini Avrupa’ya çevirmelerine neden olmuştu. Orada, debdebe ve saltanat içinde, şaşaalı, tantanalı, zevke ve safaya dalmış, pırıltılar saçan ışığıyla gözlerini kamaştıran bir medeniyet gördüler. O medeniyetin eserlerini ve ürünlerini o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Batılıların ahlakını, yaşayışını, anlayışını memleketlerine getirip uygulamanın dertlere çare olacağına inandılar. Taklide ilk defa o zaman Avrupanın en parlak yıldızı gibi görünen Fransadan başladılar. Fransız ahlak ve adetlerinin taklidi, fikirlerinin benimsenmesiyle başlayan Frenkleşme çabası içinde onlarda ne varsa özenilmeye, alınmaya başlandı. Artık Türkçe yerine Fransızca konuşmak, dinsiz ve sefih geçinmek, ahlak kurallarını önemsememek, servetini kumarda, yahut bir Fransız metres tutarak tüketmek en yüksek tavır ve hareketlerden sayılıyor, medeni insanları, medeni olmayanlardan ayıran ölçüler olarak kabul ediliyordu. Latin zihniyetinin tahakkümü altında Frenkleşmiş toplumda, dine, ananeye ve adetlere, memleketin çöküşüne sebep olan, yeniliklere engel olan zararlı köhnelikler gözüyle bakılıyordu. Bu rekabete diğer batılı ülkelerin de katılmasıyla Fransız usulü yenileşme, daha da genişleyerek İngiltere, Almanya gibi başka batılı milletleri de taklide dönüştü. O zamana kadar tek başına sürüp giden Fransız nüfuzu yeni rakipler arasında bölündü. Neredeyse her batılı ülke Osmanlılardan bağlılar ve hayranlar edindi. Eğitim için veya dış temsilciliklerimizde memuriyet göreviyle batı ülkelerine giden gençlerimiz, ecnebi ahlak ve yaşayışını benimsemiş olarak yurda dönüyorlardı. Batılılar bununla da yetinmeyerek, her biri yurdumuzda kendi çıkar ve menfaatlerinin temsilcisi ve savunucusu olacak, müntesipler, himayeciler, taraftarlar, hayranlar, kendi fikir ve düşüncelerini yayanlar kazanabilmek için mali kurum ve kuruluşlar, eğitim ve öğretim kuruluşları kurdular. En yüksek ve en aydın sosyal sınıfımızın batı taklitçiliği ve hayranlığı yüzünden milletinden ve milletinin değerlerinden kopması, geniş halk tabakalarında onlara karşı genel bir nefret, düşmanlık ve onlarla ilgili her şeyi şiddetli bir reddediş durumu doğmasına neden oldu. Memleket, milli, manevi ve medeni hayatının, değerlerinin koruyucusu, kollayıcısı, geliştiricisi, düzenleyicisi, yol göstericisi, rehberi ve dayanağı olması gereken bu yüksek sınıftan mahrum kalınca, toplumun diğer kesimlerini oluşturan sıradan halk zamanın ve dünyanın nereye doğru akıp gittiğini de izleyemedi. Yıllar ve asırlar geçtikçe, günlük ihtiyaçlarını bile temin edemeyecek bir acizlik, gerilik ve esef verici bir zavallılık içinde durakladı kaldı. Bir tarafta batı hayranı ve taklitçisi, batıdan gelen her şeyi büyük bir aşk ve şevkle benimseyip mübah ve caiz gören yüksek tabakadan aydın sınıf, öbür yanda buna tepki olarak artık bütün yeniliklerden ürken ve nefret eden, her türlü yeniliğe yumuşatılması imkansız bir sertlikle karşı çıkan geniş halk kitleleri olmak üzere toplum iki karşıt ve zıt kutba bölündü. Pozitif bilimlerin ve fen bilimlerinin son derece önem kazandığı asrımızda çocuklarımıza bu alanda ehliyet ve iktidar kazandırmak için kurulan yeni eğitim kurumları da bu çarpık ve yanlış zihniyet üzerine bina edildi. Ahlak ile bilginin, eğitimle öğretimin birbirinden ayrı şeyler olduğu anlaşılamadı. Kısır bir taklitten ibaret olan eğitim yeni nesillere pek bir şey kazandırmadı ama çok şeyler kaybettirdi. Aile hayatı ile beraber toplumu da bozdu. Yeni ve fenni kabul edilen bu öğretim metodunda gençlere ‘fenne ve akla uymayan’ şeylere rağbet ve riayet etmemeleri öğütleniyordu. Bu yüzden bu yeni öğretim kurumlardan yetişen nesillerin ahlak ve terbiyeleri çok eksik ve yetersiz kaldı. Toplumun temel karakterini oluşturan değerler, milli kültür, adab, usul, anane, ahlak, karakter, saygı, sevgi, itaat gibi kıymetler yeni nesillerin gözünde önemini, değerini, anlamını, saygınlığını yitirdi. Evladın pek eksik ve yetersiz bilgisiyle, babanın cehalet derecesine inmiş köhne malumatı karşı karşıya gelince, evladın saygısı, babanın haysiyeti kayboldu. Sonunda ukala evladın cüretli ve iddiacı tavırlarıyla haklarını kaybetmiş zavallı babayı tamamen tahakkümü altına alıp aile reisi durumuna gelmesi gibi garip bir durum ortaya çıktı. Asırlar boyunca en şiddetli felaketlere karşı koyarak gelmiş Osmanlı toplumu, bu şekilde yetiştirilmiş birkaç nesil tarafından bozularak, günümüze geçmişin hatıralarından ve sınırlı etkilerinden başka bir şey intikal etmedi. İyice çökmüş ve kokuşmuş toplumda bu yeni neslin bilgi ve idrakiyle doğru dürüst bir toplum kurulamayacağı aşikar olduğu gibi, geçmişin enkazı üzerine yeni bir toplum kurmaya çalışmak da boş bir uğraştan ibarettir. İçine düştüğü çöküntünün halsiz, mecalsiz ve aciz bıraktığı toplumumuz, ne yazık ki bir zamanlar ayıpladığı aydın sınıf gibi, hatta ondan da daha aşağı bir ahlak bozukluğuna, geri dönülmez bir uçuruma doğru sürüklenip gidiyor.

Sosyal bağlar, geçmişte birlikte geçirilen hayat ile ecdattan kalan manevi fikri mirastan doğar.Amaç ve gaye birliğini temin edecek müşterek ahlak ve inancı, dini hasletlerin doğurduğunu, bu sebeple dine hürmet ve bağlılık göstererek, ahkamını yerine getirmenin de en mühim sosyal görevlerden olduğunu bilmeliyiz.

Bizim gibi uzun bir zamandan beri felaketlere maruz kalmış olan ve siyasi varlığını koruyup sağlamlaştırmaya muhtaç bir memlekette –hiç olmazsa şimdilik- birbirine zıt siyasi çekişmelerin, çatışmaların, tartışmaların bir kenara bırakılması gerekir. Yine memleketin bir başından öteki başına kadar hüküm süren müthiş sefalet de, içeride birbirimizle ekonomik rekabet yapmamıza imkan vermiyor. Bu gibi felaket, sefalet ve tehlike zamanlarından insanlar gayri ihtiyari bir araya gelirler. Bu gerçeklere rağmen, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hiçbir konuda bir fikir birliğinin bulunmaması, kin ve düşmanlıkların alıp yürümesi, bu Meclis’in doğal bir meclis olmadığına, memleketin çıkar ve menfaatlerine aykırı bazı etkilerin zebunu olduğuna delildir.

Osmanlı toplumunu teşkil eden milletler ve ırklar arasında bir müddetten beri bazı yabancı etki ve teşvikler yüzünden milli ve ırki rekabet ve nefretlerin ortaya çıktığı herkesin bildiği bir şeydir. Gerçeklere ve adalete aykırı ve ters olan bu rekabet ve iddialar, Osmanlı unsurları arasında sürmesi gereken uyuşma ve dostluk hislerini de bozmaktadır. Geçmişte yaşanan acı ve sıkıntılar, istibdat hepimizin birden başına geldiği, bugün de hürriyetin nimetlerinden bütün Osmanlılar eşit bir şekilde yararlanabildikleri halde, yabancıların çevirdikleri dolaplar, bir takım uğursuz ihtiraslar, çocukça emel ve hevesler sayesinde ülkemizde geniş bir faaliyet sahası bulabilmektedir.

Siyasi ve idari kurum ve kuruluşlarımızda olduğu gibi, sosyal faaliyetlerimizde de yabancılara hayranlık ve taklitçilik hastalığına tutulduk. İyi ile kötüyü, güzelle çirkini birbirine karıştıran ahlak anlayışımız sarsıntıya uğradı. Edep ve terbiyesinde, ahlakında, adetlerinde, gelenek ve göreneklerinde pek düzgün, pek selim, pek iffetli, namuslu, edepli ve insaflı olan Osmanlı kimliğimize ve kişiliğimize tuttuk düşman olduk. Milli kimlik ve kişiliğimizi, karakterimizi bozmak ve zayıflatmak için şiddet kullanmaktan kendimizi alamaz hale geldik. Şimdi ülkemizde şimdiye kadar insan düşüncesinden çıkmış ne kadar sosyal teori, nazariye, usul varsa hepsi birden geniş bir hayat alanı buldu. Bunların hepsinin inananları ve uygulama sahasına koymak isteyenleri var. Bunlar türlü türlü ve tehlikeli olabilecek kadar birbirinden farklı ruh halleri ortaya çıkarıyor. Dışarıdan gelen bu nazariyeler, ideolojiler, görüş ve düşünceler girdabı, Osmanlı toplumunu öyle bir meçhule sevk ediyor ki, bütün köklü genel kurallar ve sosyal amaçlar yok olarak yerlerine sosyal bir fetret demek olan kozmopolitizm geçmektedir.

Osmanlı toplumunu batılılaştırmak heves ve arzusu ile toplumbilimcilerimizin bir kısmı nihilist olmuşlardır. Herhangi bir şey vücuda getirmekten aciz, hatta her çeşit muhafazakarlık hissinden mahrum, her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü ıslah hissi, muhafaza hissiyle ikizdir. Bir milletin örf, adet ve geleneklerini bir günde değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve adetlerin gelişmesine ve geleneklerin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden sosyal temel kanunları bilmemeye delildir. Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acaip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküş de bir değişimdir. Adet ve geleneklerin değişmesi, bir terakki eseri olabilmesi için bu değişikliğin belli şartlar altında cereyan eden manevi, fikri hallerin güzel bir sonucu olmalıdır. Önce fikirler yenişleşmeli, ondan sonra adetler yenileşmelidir.

Batı hayranları ve taklitçileri bizi batı usulünde demokratlaştırmak istiyorlar. Halbuki biz kuruluş devrimizden beri en hakiki bir demokrasi usulüyle yaşamış, esasen demokrat bir milletiz. Uygulamak istediğimiz batı demokrasisi ise, henüz dün denecek kadar yenidir. Çeşit çesit günahlarla lekelidir ve geçici bir durumdur. Bugün bizim görevimiz, memleketimize yeni ve yabancı bir demokrasi getirmek değil, mevcut olan kendi demokrasimizi geliştirmeye çalışmaktır. Doğal koşulları içinde gelişememiş, ülkesinin siyasi, sosyal, ekonomik hayatına serbestçe katılamamış olan bir millet, hukuki ve siyasi görevlerini yerine getirme zamanı gelince de bir çok yanlışlar yapmaya mahkumdur. Bu hatalardan kurtulmanın ve onları gidermenin yolu, başkalarının deneyimlerine başvurmadan önce –hatta pek az da olsa- kendi deneyimlerinden yararlanabilmektir.

Batıdaki akımlara kapılarak yaptığımız ve ilerlemeyi hedef alan çalışmalarımızın sonuçsuz kalmasının sebebi, batı medeniyetini doğuran esas sebeplere vakıf olamayacak kadar yanılmış bulunmamızdır. Batı medeniyetinin şaşaasına o derecede hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren sebephleri kavramaktan aciz olup, gördüğümüz sonuçları medeniyetin sebepleri sanmış, görünüşe aldanmışız. Şimdi batılılar gibi medeni olmak isterken onların yaptıklarının tam tersini yapıyoruz. Çünkü bu milletlerin hiç biri bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasi veya sosyal kurum ve kuruluşlarını almaya ve uygulamaya kalkmamış, hiç biri kendi ruhunu diğerininkine göre oluşturmaya çalışmamış, yahut kendi manevi şahsiyetinden vazgeçip komşusunun fikir ve hareket tarzını tam bir teslimiyetle taklide girişmemiştir. Batı medeniyetleri, ilerlemek ve olgunlaşmak için öncelikle suiistimallere, adaletsizliklere ve cehalete karşı savaş açmışlardır. Bunların hiç biri başkalarının çalışması sonunda değil, kendi gayret ve çalışmaları sonunda ilerlemiş, sorunlarını kendi kendine, kendi hesabına, kendi kuvvet ve kudretiyle, kendi aklının derecesine, kendi araçlarıyla ve kendi temayüllerine göre çözmüştür. Her batılı ülkenin kurum ve kuruluşlarındaki farklılıklar, değişik şekiller de bunu gösterir.

Amaçlarına varmak için uyguladıkları icra şekillerine takılıp kalmamalıyız. Asıl gıpta edilecek şeyler onların çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakarca vatanperverlikleridir. Bir memleketin kurum ve kuruluşları ihracat maddesi olmadığı gibi, bunları aynen başkalarından ithal etmek de pek zelilane bir iştir.

Fert ve toplum ancak kendi gayret ve çalışmasıyla ve o sayede düzelir, fikren ve manen yücelir. Fakat bu medeni milletlerin kurum ve kuruluşlarını bilmezlikten gelmek, gelişme tarihlerini ve trendlerini öğrenmeye önem vermemek anlamına da gelmemelidir. Hayır, onlara mümkün olduğu kadar iyi öğrenmeliyiz. Yalnız öğrenmekten amaç, onları aynen almak değil, işimizin, görevimizin güçlüğünü ve önemini daha iyi anlamak, daha iyi ve güzel bir şekilde başarabilmek için bilgimizi artırmak olmalıdır.

Kendimizi bile idrakten aciz bir şekilde, yabancılardan taklit ve aktarmalarla bir yere varılabileceğini, durumumuzun düzeleceğini sanmak, sonu elem verici pişmanlıklara, sosyal, siyasi, ferdi buhranlara, bunalımlara, zaaflara, karışıklıklara varan ahmaklık ve aptallıktan başka bir şey değildir.

Toplumu oluşturan fertlerin çoğu, iftiharla teşhir ettiği noksanlarını, ayıplarını ve günahlarını bugünkü medeniyetin faziletlerinden veya hiç değilse zorunlu ve gerekli sonuçlarından olarak kabul etmeye ve ettirmeye çalışıyor. Bunları orta ve doğru yola çağıracak, genel ahlak ve vicdana uymaya zorlayacak hiçbir itiraz sesi de yükselmiyor.

Batıda herhangi bir şeyde bir bozukluk, yanlışlık, eksiklik görüldüğünde bunun düzeltilmesi, ıslahı esas olduğu halde, bizde hemen hiç tereddüt etmeden atılıp ortadan kaldırılması, onun yerine daha iyi olduğu sanılan bir başkasınınki konulmaya çalışılır. Bizde bozukluklar, yanlışlıklar yıkıp atmanın, terk edip değiştirmenin bahanesi ve vesilesidir. Bizim batıcılar, batıyı taklit etmeye çalışırken de tamamen onların yol ve yöntemlerine ters düşünüp, davranıyorlar. Anlaşılan bizim batı hayranlarının, oradan aldıklarını sandıkları ışık da, onların yollarını aydınlatacak yerde, gözlerini köreltiyor. Ama kendilerine sorarsanız, onlar tam bir batılı gibi düşünüp hareket ettiklerini iddia ederler.

Halbuki eskiden beri binbir emekle üretilmiş kazanılmış değerleri bir çırpıda yok saymak, çok acı tecrübelere mal olmuş bir çok bilgi ve deneyimden yararlanmamak, bunlardan mahrum kalmak, bunların yerine yeni bir takım denemelere girişmek, tereddütler ve kuşkular içinde kıymetli vakitleri ve kaynakları israf etmek, yeni hata ve başarısızlıklardan başka bir sonuç doğurmaz. Hatta çok zaman eski hata, yanlış ve noksanlıklardan çok daha zararlı, hatalı, tehlikeli sonuçlara, dertlere, sıkıntılara ve belalara düşülür. Eskiyi, alışılmış ve bildik olanı zorla değiştirmeye, terke zorlamak, onun yerine başkasını dayatmak bir tahakkümdür. Bu da yerinde ve haklı bile olsa, keyfi bir tutum ve davranıştır. Bir yerde keyfilik başlarsa artık keyfi hareketler arka arkaya birbirini izler. Keyfiliklerin hakim olduğu bir yerde de, artık akıl, vicdan, hak, hukuk susar, deneyim, bilgi, tecrübe, hikmet ve itidal etkisiz kalır. Bu durumda inkılapçı toplumuna faydadan çok zarar verir, yaptıkları da az veya çok felaket sebebi olur.

Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu tam bilemeyişimizin sonucudur. Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden yararlanma gereği duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa ‘ilerlemek için mutlaka batılılaşmamız gereklidir’ gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi, yararsız kılan ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatin ve uygulamaların bizi sürüklediği felaketlerden kurtulmak için de ‘her bakımdan batılı milletleri taklide mahkumuz’ fikri doğdu. Bu yanlış, yersiz ve kötü kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunda o kadar ileri gittik ki, inancı, fikri, düşüncesi, ilmi, fenni, sanatı, his ve ananesi tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurduk.

Şimdi artık dışı parlak ve gösterişli ama içi sakat ve hastalıklı, ölümcül arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak olmuş bir şekilde yuvarlanıp gidiyoruz. Sahte, hatalı, yanlış anlayış, düşünce ve fikirler üzerine kurulmuş, yalancı bir dünyamız var. Gerçekler bizim hayat görüşümüzün dışında kalmış. Doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hakkı batıla, olmamışı olmuşa, mümkünü imkansıza, feraseti ahmaklığa katarak en olmayacak plan ve hayallerden medet ve sade umar hale gelmişiz.

Bilgiçliğimiz, bu mağrur ve daraltıcı ‘yarı alimliğin’ dairesi dışına çıkamıyor. Taklitçilikte ustalaşacağız diye, eski bildiklerimizi de unuttuk, eskiden yaptıklarımızı bir kenara atıp terk ettik. Eski bilgi ve tecrübelerimizi yenileyip, daha iyi ve büyük işler yapabilecek, başarabilecek hale gelmeye çalışmak yerine, hiç bilmediğimiz, öğrenmediğimiz, hiç öğrenemeyeceğimiz, belki de hiç bilinmesi öğrenilmesi gerekmeyen şeylerle, onları alıp uygulamaya uğraşarak emek ve para harcıyoruz. Fayda ve zararlarını, ne getirip ne götüreceğini hesaba katmadan, mükemmel sandığımız yeni ve meçhul şeylerin peşinden aşırı bir tutkuyla koşuyoruz. Emel ve beklentilerimizi karşılayacağını ve tatmin edeceğini sandığımız, hoş ve hatasız bulduğumuz bu yeni ve meçhul şeylere karşı bu garip tutkunluğu, sonsuz bir ilerleme aşkı gibi anlıyor ve bununla iftihar ediyoruz. Fakat sonuç ne yazık ki umduğumuz gibi olmuyor. Yerleşmiş gelenek ve alışkanlıkları yıkan, millet için son derece önemli ve gerekli olan bazı duygu, düşünce ve inançları yıkan, toplumun maddi ve manevi varlığını sarsan, zenginliklerini, kazanımlarını tüketen sonuçlar doğuruyor. Ayrıca milletin özgüvenini zedeliyor, kendine güvensizlik, endişe ve korkulara neden oluyor.

Batılılaşma ihtiyacına olan inancımızın ve bu yoldaki uygulamaların bu kadar kötü sonuçlar doğurması, milliyetimize aykırı olmasındandır. Çünkü milliyet ve medeniyet kavramlarından aynı şey anlaşıldığından, bizdeki batılılaşmak fikrinden ve arzusundan da kendi medeniyetimizi terk veya inkar etmek sonucu çıkmıştır. Gerçekten de uzun zamandan beri bize batılılaşma adına öğretilen ve telkin edilen şeyler hep, kendi milli ve manevi varlığımızı oluşturan şeyleri kaldırıp atmak, yerine yeni ve batı işi görülen şeyleri koymak gayesini gütmüştür. Halbuki birisi çıkıp Almanlara, İngilizlere veya Fransızlara, kurtuluşlarının ancak kendi kültür ve medeniyetlerini, irfanlarını bırakmakla mümkün olabileceğini söylemeye kalksa acaba nasıl bir tepkiyle karşılaşırdı? Kendi milletinin, memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkar eden, terk eden hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla artık onun adına konuşma hak ve yetkisine sahip olamaz. Ama bu gibiler ne yazık ki bizim toplumumuzda baş tacı ediliyor.

Şurası muhakkak ki, şimdiye kadarki yararlanma girişimlerimizden bir sonuç alamamamıza rağmen, milli gelişmemizi sağlamak için batı medeniyetinden yararlanmaya mecbur olduğumuz da bir gerçektir. Kendi medeniyetimizi geliştirmek için, yararlanma imkanımız olan başka ve daha üstün bir medeniyetten yararlanmaya çalışmamız çok yerinde bir davranıştır. Fakat bu hiçbir zaman taklit ve onların kurum ve kuruluşlarını aynen kopyalamak şeklinde olmamalıdır. Bazı akıllı milletlerin yaptığı gibi, Avrupa medeniyetini millileştirerek ve kendi muhitimize uydurarak, ısındırarak olmalıdır. Bu da hem kendi medeniyetimizi, hem de Avrupa’nınkini tam olarak incelemek, tanımak, bilmek ve öğrenmekle olur. Böylece gözlem, karşılaştırma, zararlı olanları ayıklayıp yararlı olanları seçip alma, kendi yapımıza uygun hale getirme yoluyla hem öğrenme şevk ve gayretimiz artacak, hem de zeka, düşünce ve uygulama gibi kabiliyetlerimiz gelişerek manevi gücümüz ve varlığımız daha da kuvvetlenecektir. Milletleri selamete götürecek tek meşru ve doğal yöntem de budur. Böyle güzel bir arzu ve istek tetkik ve incelemelerimizi, faaliyet ve uygulamalarımızı daha verimli hale getirecek, devamlı olarak harekete geçirip artıracak bir uyarıcı durumuna gelecektir. Bu şekilde, batı medeniyetinin özelliklerinden ve üstünlüklerinin ana sebeplerinden olan bilimsel zihniyet, deney ve gözlem metodunu birleştirerek ortaya çıkaracağımız binlerce gerçek başarı, daha önceki binlerce hatamızın da tamir olunmasını sağlayacaktır.

Bizim Batı ile olan ilişkilerimiz asırlardan beri bir taklit ve

tüketim ilişkisi halini almış ve öyle de sürüp gitmektedir. Hep onlar üretiyor biz tüketiyoruz, onlar yapıyor biz onlardan taklit ediyoruz. Bu hiçbir insana yakışmayan yakışıksız durum, Türk milletine hiç yakışmamaktadır. Artık kendimiz orijinal, yararlı bir şey icat edebilme, ortaya koyabilme yaratıcılığımızı gösteremiyoruz. Özgüvenimizi kaybetmişiz. Halbuki bugün artık Batı da ciddi bir kriz ve bunalım içine sürüklenmiştir ve kendisine bir çıkış yolu aramaktadır. Dolayısıyla hem Batı dünyasının, hem de tüm insanlığın İslama, İslamın hayat veren soluğuna bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Müslümanlara, Özellikle Türkiye Müslümanlarına da bugün her zamankinden daha çok görev düşmektedir. Ama Müslümanlar büyük bir kafa karışıklığı içinde ve kendilerinden beklenenleri yerine getirebilmekten çok uzaktadırlar.

İslâm’ın Dönüştürücülüğü

İslâm, kendisini kabul eden fertleri ve toplumları, çok kısa zamanda değiştirme gücüne sahiptir. 23 sene gibi çok kısa bir zaman içinde, âdetlerine son derece bağlı, alabildiğine mutaassıp, acımasız, her bakımdan geri bir çöl topluluğundan, Kıyamet’e kadar bütün insanlara ilim, maneviyat, muamele, ahlâkî değerler gibi hayatın her sahasında rehberlik yapacak bir Sahabe toplumunu çıkarması, İslâm’ın eşsiz mucizesidir. Bunun gibi İslâm, kendisini kabûl eden diğer toplumları da aynı şekilde değiştirmiştir. Meselâ, Isaac Taylor, İslâm’ın kişiler üzerindeki tesiri konusunda Church Congress of England (İngiltere Klise Kongresi)’da yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

“İslâmiyet kabul edildiği zaman putperestlik, totemizm, çocukları öldürme, büyücülük hemen kaybolur. Kirliliğin yerini temizlik alır ve İslâm’ı kabul eden kişi, şahsî bir şeref, haysiyet ve kendine güven duygusu kazanır. Hayasızca yapılan danslar, oyunlar ve cinsler arası ahlâksız münasebetler sona erer; kadının iffeti, kabul edilen bir fazilet halini alır. Çalışkanlık, tembelliğin yerine geçer ve keyfîlik yerini kanuna bırakır. Düzen ve temkin yerleşir. Kan davalarıyla, hayvanlara ve kölelere kötü muamele yok olur. İslâm, batıl inançlarla her türlü tefessühü silip süpürmüştür. İslâm, boş polemiklere karşı bir baş kaldırmadır. Kölelere ümit, insanlığa kardeşlik ve temel insan fıtratına tanıma getirmiştir.. İslâm’ın yerleştirdiği faziletler edeb, nefse hakimiyet, temizlik, iffet, adalet, metanet, cesaret, cömertlik, misafirperverlik, dürüstlük ve sabırdır.. İslâm, Müslümanlar arasında tam bir kardeşlik ve eşitlik vaz’eder. Kölelik, İslâm inancının bir parçası değildir. Çok kadınla evlilik şartlara bağlıdır ve zor bir iştir. Kaide olmaktan ziyade, sadece bir istisnadır. Musa [as] onu yasaklamamış, Davud [as] uygulamış, İncil de açıkça men’ etmemiştir. Muhammed [sas] ise, onu sınırlandırmış ve belli şartlara bağlamıştır. Müslümanlar, Allah’ın iradesine teslimiyetleri, nefse hakimiyetleri ve iffet, doğruluk ve İslâm kardeşliği sayesinde kendilerini taklitle çok şeyler kazanacağımız bir model oluşturmuşlardır. İslâm, Hıristiyan dünyanın üç baş belâsı olan sarhoşluk, kumar ve fuhşu ortadan kaldırmıştır. İslâm, medeniyet adına Hıristiyanlıktan çok daha fazla şey ortaya koymuştur.”
(Ebulfazl İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. C. Koytak, İnsan Yayınları, İstanbul 1984, s. 335–36)

Büyük padişahların çağında, meziyet ve faziletin değeri takdir edildiğinden namuslu kişilere yüksek makamlar karşılıksız olarak teslim ediliyor, kamu hizmetleri ücretsiz yapılıyordu. Bugün ise, aksine davranılmakta, her şey tam bir düzensizlik içinde yüzmektedir. Kanımca bu Osmanlı İmparatorluğunun çöküş içinde olduğunu ortaya koyan en büyük delildir.

Bacon’un Denemeler’inden birinde belirttiği gibi, ‘Vergiler altında ezilen kavimler asla cesaretli ve kahraman olamazlar. Tıpkı bir milletin hem aslan, hem de ağır yük altında ezilen eşek olamayacağı gibi…’ Halk zulüm ve baskıdan başka bir şeye gerek duyulmadan itaat altına alınırken, yalnızca devlet görevlileri hiçbir baskı görmeden tam bir serbestlik içinde yaşarlar. Genellikle başkalarına hakaret etme hakkına da sahip olduklarını sandıklarından daha fazla çekilmez olurlar.

Türklerin Siyasi Düsturları, Ricaut (İngiliz Elçilik Katibi, Silahtar, İlk Basım Tarihi, 1686, Amsterdam, Baskıya Hazırlayan: M. Reşat Uzmen, Tercüman 1001 Temel Eser, 81, İstanbul, Kervan Kitapçılık ofset tesisleri, sayfa 133-134)

En mahir devlet adamları ve büyük kumandanları müspet ilimlerden çok uzaktır. Farsça ve Arapça şiir kitaplarından öğrendikleri güzel mısraları fırsat çıktığında zarif bir şekilde kullanırlar. Matematik, fizik, mantık, metafizik gibi konularda hiçbir bilgileri yoktur. Fakat Saray’da ayrı bir mektebi olan musiki için aynı şeyi söyleyemeyiz. İstanbul’da yıldız falı ile ilgilenen bazı şahıslar mevcuttur. Bunlar her fırsatta en önemli devlet işlerine bile burunlarını sokarlar. Fakat yaptıkları tahminlerden pek azı doğru çıkar. (Sayfa: 61)

Osmanlı Sarayı türlü dolaplara ve suikastlere çok müsaittir. (Sayfa: 86)

Sadrazamlar kötü karakterli iseler, zalimlikleri ve aç gözlülükleri mahvolmalarına, eğer iyi karakterli iseler meziyetleri felaketlerine sebep olmaktadır. (Sayfa:89)

İlk Türk imparatorlarının sahip olduğu ruh yüceliği ve ihtişamdan bugün çok şey kaybolmuştur. Osmanlı Devleti bugün ne itaatin, ne birliğin, ne de sadakatin mevcut olmadığı bir Devlet görünümü sunmaktadır. Buna rağmen, bu imparatorluk, bütün bu hataları taşımasına, fertlerin rahatı tercih etmesine ve savaştan kaçmasına karşılık, Türkler geniş topraklarını muhafaza etmekten hiç de geri kalmıyorlar. (Sayfa 262)

Aksilikleri alt etmenin yolu, zamanını anlamaktan geçer. Aynı meziyet insanı bazen saadete, bazen felakete götürür. Kadere karşı açtığımız kavgada tek başımıza kalmamalıyız. Çağımızı anlamak ve başkası ile beraber olmak. Talih kadın gibidir, ancak zora ve cesarete baş eğer.

Makyavel’e göre daima iki tür insan olacaktır: Yaşayanlarla, tarihi yapanlar. Malzeme ile mimar.

Lanson’un, yabancı etkiler kanunu. Güçlerini yitiren milletler, siyasi ve askeri üstünlüğe sahip milletlere saygı ve hayranlık duyarlar. Bu hayranlık kolayca yayılır ve o büyük millette ne bulurlarsa karmakarışık ülkelerine taşırlar. Ahlak, yaşayış tarzı, kostüm, sanat, edebiyat.

İbn-i Haldun, taklidin toplum kaderinde oynadığı büyük rolü -Tarde’dan beşyüz yıl önce- açıklığa kavuşturur. Mağluplar, galiplerin adet ve müesseselerini taklit ederler. Bu taklidin sebepleri:

  1. Şuursuz bir hayranlık,
  2. Yenilen kavim, mağlubiyetinin daha aşağı bir moralden (manevi değerler) ileri geldiğine inanmak istemez. Düşmanının zaferini üstün tekniğine, silahlarına veya müesseselerine atfeder (psikolojik bir tatmin).
  3. Galiplerin başarı sırrını, onların bazı adet ve müesseselerinde arar. Bu adet ve müesseseleri benimsediği ölçüde kendisinin de başarıya ulaşacağına inanır.

(Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1977, sayfa: 96-98)

Aksilikleri alt etmenin yolu, zamanını anlamaktan geçer. Aynı meziyet insanı bazen saadete, bazen felakete götürür. Kadere karşı açtığımız kavgada tek başımıza kalmamalıyız. Çağımızı anlamak ve başkası ile beraber olmak. Talih kadın gibidir, ancak zora ve cesarete baş eğer.

II. Mahmut döneminin en önemli olaylarından biri, 15 Haziran 1826’da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırmak oldu. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerde de o derece pay sahibiydi. Bu nedenle, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına, hayırlı bir hadise kabul edilerek “Vaka-i Hayriye” denildi.

Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediyeadıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826).

Sultan II. Mahmud, Türkiye’yi yeni bir nizama eriştirecek müesseselerin temellerini de attı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebeler gönderdi. Hükümet örgütünü Avrupa’dakilere benzetmeye çalışarak, bakanlıklar kurdu. Kıyafette yenilikler yaptı. Kavuğun yerini fes aldı. İlk defa onun zamanında ceket- pantolon giyilmeye başlandı. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha sonra Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti.

Sultan Mahmut’un giriştiği bu yenilikler, Türk tarihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti.

Bir kere aldanışta kabahat aldatanın, iki kere aldanışta kabahat aldananın.

Deli ile devletli ikisi de bildiğini işler.

Hem döğer hem ağlatmaz.

Herif öküzünü kaybetmiş, ceplerinde arıyor.

Yoldan kalmış, baştan çıkmış.

Hakkı tanıyan halka baş eğmez.

Tahta sakal, sahte vakar.

Tedbirde kusur ettiğini düşünmez de, takdire bahane bulur.

Kulaktan aşık olmuş. (Biz dost olmamız da, düşman olmamız da, aşık olmamız da, nefret etmemiz de, zehirlenmemiz de hep kulaktan)

Sıkışan pekişir.

Tilkiyi kovalarken kurdu uyandırdı.

Tuz ambarına su yürüdü.

Bu milletin halen de geçerli olan ‘İslamın gazisi olmayan bir kimse, Türk’ün kahramanı da sayılamaz’ şeklinde bir düsturu vardır. Bu düstur gereğince, TBMM tarafından Mustafa Kemal’e gazilik gibi İslami-milli yüce ve yüksek bir unvan verilmiş, o da Milli Mücadele süresince bu unvana layık olmak için çalışmıştır. O sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ‘İslamın kılıcı, Müslümanların kurtarıcısı, Allah için savaşan büyük bir mücahit, önder ve teşkilatçı olarak şöhret bulmuştu. Bütün söz ve davranışlarıyla bunu ispat etmiş, TBMM’nin binlerce resmi evrak ve belgelerinde onun bu görüş ve düşünceleri ilan edilmiştir.

Alman tarihçisi Josef von Karabacek şöyle der: “Türklerin İslam’da ilk tarih sahnesine çıkışları gibi başlangıçta o derece ehemmiyetsiz görünüp de o kadar büyük tesirler icra etmiş olan tezahür, dünya tarihinde hemen hemen yok gibidir.”

Timsal şahsiyetler üzerinde yalan, gizlilik, uydurmacılık gölgesi bulunması bizzat o sembole ve onun arkasına konan milli gayeye ihanet olur. Tabularla, yalanlarla, değiştirilmiş, sonradan uydurulmuş veya üretilmiş tarih yalanlarıyla yeni nesillere imal edilmiş bir kahraman yutturmaya çalışmak büyük bir insanlık suçudur. Tarihe aykırı ve gerçeğe dışı şeyler bir iki nesle telkin, aldatıp, kandırma ve baskı yoluyla yutturulsa, benimsetilse bile yalanların uzun süre ve tarih boyunca millete hele dünyaya kabul ettirilmesi mümkün değildir. Gerçekler ortaya çıktığı zaman bunun yalanla yetişmiş ve büyümüş nesillerde uyandıracağı hayal kırıklığının, ruh isyanlarının, yıkım ve tahribatın sonuçları hiç iyi olmaz. Yabancıların ve yeni nesillerin alay konusu olunur.

Millet hayatında hiçbir olayın hakiki oluş zamanını tam olarak tespit edebilme imkanı yoktur. Bugün ortaya çıkan olaylar, ne kadar büyük ve önemli olursa olsun, daima uzun zamanlar önce başlamış gelişmelerin sonucunda olmuştur.

Dolayısıyla bizim bugünkü durumumuz, sayısız olayların doğal bir sonucudur. Bundan hangi neslin sorumlu tutulması gerektiği de tam olarak belli değildir. Zaten biz de, ne bir şahsı, ne de bir nesli itham etmek arzusunda değiliz. Bizim amacımız şimdiki geri halimizi ve onu hazırlayan ve devam ettiren hatalarımız hakkında açık fikirler edinebilmemize yardımcı olmaktır.

Aslında büyük hatalar, büyük gerçekler kadar sadedir.

Her anlamda altın çağ yaşadıkları zirve devrinde Osmanlılar, hâkim bir kültür ve medeniyetin temsilcisi olarak büyük hayranlık uyandırmışlar, bunun sonucu olarak da Avrupa’da da yaygın bir “Osmanlılaşma” akımı almış yürümüştü. Osmanlılaşma akımı Avrupa’da; sanattan mimariye, müzikten edebiyata, giyimden yemeğe kadar oldukça geniş bir yelpâzede varlığını hissettirmiş ve büyük halk kitleleri, sanat ve sosyete çevreleri, aydın kesim ve devlet yöneticileri arasında hatırı sayılır bir taraftar kitlesi toplamıştı. “Türk Asrı” olarak anılan bu dönemde Osmanlı yaşam tarzı, “Osmanlı Modası” adıyla yaygınlaşmış; hattâ evlerinde “Osmanlı Köşesi” bulundurmayan sosyete mensupları ayıplanır hâle gelmişti.

Türk giyim kuşam tarzı, Avrupa ve Balkanlarda derin izler bırakmıştır. Özellikle 18. yüzyılda Türk modası, Avrupa giyim kuşamında çok belirleyici olmaya başlamış, 18. yüzyılın ortalarından itibaren “Turkomannie” olarak adlandırılan bir moda dalgası esmişti. Oryantal giysisi, Şamberluk adı verilen Kaftan, ev ve sporda kullanılan Fes ise yüksek gelirli Hollandalılar arasında yayılmıştı. Kadın modasında da, Osmanlı Alaturka modası 18. yüzyıl başlarında zirveye ulaşmıştır. 19. yüzyılın sonlarında bile, pazar günleri Scheveningen’de gezintiye çıkan kadınların çoğu, hâlâ tülbent takarlar ve şal kullanırlardı.

15. Yüzyıldan başlayarak Avrupa’da Türk müziğine, tekstiline, halılarına, yaşam tarzına gösterilen ilgi giderek büyümüştü. O yüzyılların en önemli medyası, sahnelenen opera, tiyatro ve bale eserleriydi. Türkler üzerine yapılan eserler sayesinde her gece tiyatroları dolduran seyirciler, sahnede Türk giyim-kuşamını, davranışlarını, yaşayışını ve saray yaşamını canlı bir biçimde görebiliyorlardı.

Mozart’ın ünlü ‘Saraydan Kız Kaçırma’ ve Topkapı Sarayı’nda geçen ‘Zaide’ operaları; yine Mozart’ın Topkapı Sarayı’nda geçen ve kahramanı Kanuni Sultan Süleyman olan ‘Saray Kıskançlıkları’ adlı balesi; Rossini’nin dört operası önemli örneklerdendir.

Cihan hâkimiyeti ve dünyaya düzen verme iddiasındaki Osmanlıların, çok sağlam ve o günün şartlarına göre çok ileri bir hukuk sistemleri vardı. Osmanlılarda kanun ve nizam hâkimiyeti devlet kadar kutsaldı. Bu kanun ve nizamlara uymak herkesten önce padişahın boynunun borcuydu. Padişah dâhil hiç kimse, dini emirlere, kanun ve nizamlara aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazdı. Neticede, sağlam bir devlet düzeni kuruldu. Bu düzen sayesinde, normal veya zayıf padişahlar döneminde bile devlet çarkı, asırlarca işleyebilmiş, hayatiyetini sürdürebilmişti.

Osmanlılar geleceklerini âdil bir hükümdarda ve güçlü bir orduda görürlerdi. Güçlü bir ordu için de âdil bir vergi düzeni şarttı. Adil vergi düzeni, halka adaletli muamele ile mümkündü. Buna “Adalet Dairesi” derlerdi. Sonuçta imparatorluğun geleceği köylünün üretiminden geçiyordu. Üretim üzerinden elde edilen vergi, hem sipahi sınıfını ve yöneticileri besliyor, hem de merkezi devlet harcamalarının asıl kaynağını oluşturuyordu. Şartlar ve anlayışlar değişse de sosyal, ekonomik ve siyasi teşkilatlanmalarında bu prensipten ayrılmamakta ısrar ettiler. Ama yanlış siyasi kararlar, uzun savaş dönemleri; salgın, kıtlık gibi önlenmesi mümkün olmayan olaylar sonucunda yer yer isyanlar da çıkabiliyordu. Her şeye rağmen halkın refah içerisinde yaşamasına ve kendine yeten bir ekonomi düzeni benimsenmişti.

Diğer taraftan köylüler arasında, timar sisteminin meydana getirdiği huzur ve âhengi, şehirde sınaî, ticarî ve iktisadî faaliyetleri düzenleyen esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahîlik adı verilen teşkilatlar sayesinde, şehir esnafı ve halkı, devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idare edebiliyor, en küçük bir mesleki suiistimale, yolsuzluğa ve geleneğe aykırı bir davranışa fırsat verilmiyordu.

Ticaret ve sanat hayatında ahlâkî nizam ve geleneklere aykırı bir hareket nâdir görülüyor, sistem esnaf teşekküllerinin (loncalar) ciddi denetim, kontrol ve çürükleri kendi aralarından hemen ayıklamasıyla düzgün bir şekilde işliyordu. Böylece devletin bir müdahalesi olmadan sosyal kurumlar genel düzeni sağlayabiliyorlardı. Bu hususta Fransız elçisi bu durumu D. Chesneau; “(Osmanlı şehirlerinde) düzen ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhafaza için, elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Paris’te aynı iş, bir kıta askerin başında bir kumandan tarafından, zorlukla yapılıyordu” sözleriyle anlatır. Thevanot ise gözlemlerini “Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört öldürme vakası görülmemiştir. Ticarî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar, bir tek adam tarafından korunuyor” diye belirtir.

Böyle bir toplumda, devletin ana görevi kanun ve nizam hakimiyetini, adaleti sağlamak ve bunu dünyaya yaymaktı. Devlet hiç bir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyaseti gütmedi. Zîra cihan hakimiyeti mefkûresine inanan bir devlet, dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasaydı, cihanşümul olamaz, uzun asırlar boyu yaşayamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çökerdi.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı karşısından savaş meydanlarında yenilgilerle karşılaşmaya başlayınca ister istemez gerilediğinin farkına varmak zorunda kaldı. Devleti yönetenler tarafından bu gerilemenin sebeplerinin araştırılmasına başlandı. Fakat aranan ve bulunan cevaplar arasında tam bir uyum, fikir ve görüş birliğine varılamıyordu. Gerilemenin nedenlerini kimisi devlet yönetiminin bozulmasına, kimisi Batı’nın askeri üstünlüğüne, kimisi teknolojik geriliğe, kimisi ahlakın bozulmasına, dini yaşayışın zayıflamasına bağlıyordu.

İslahat ve yenilik faaliyetlerine, başka bir ifade ile batılılaşma çabalarına ilk defa askeri alanda başlandı. Daha 18. yüzyıl başlarından itibaren Batının askeri kurumlarının, yeni ve güçlü silahlarının nasıl getirilebileceği önemli bir devlet sorunu haline geldi. Padişah III. Ahmet (1703-1730) ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bu işe büyük önem verdiler. Batı’dan bir mülteci olarak gelen İbrahim Müteferrika tarafından matbaa Osmanlı İmparatorluğuna getirildi. Usûl ül-Hikem fî Nizam ül-Ümen adlı kitabıyla Batı’daki askeri eğitim ve teknoloji konusunda devleti yönetenlere bilgiler verdi (1731). Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Nişli Mehmet Ağa gibi devlet adamları Avrupanın ‘ahvalini’ öğrenmek için çeşitli başkentlere elçi olarak gönderildiler. Bir yandan da Avrupanın lüks, müreffeh, tantanalı, şaşaalı yaşam tarzı, dünyadan daha fazla zevk ve kam alma arzusu da yönetici sınıfı iyice etkisi altına almış, Lale Devri’yle kendisini ortaya koymuştu.

Halkın derdini, sıkıntısını görmezden gelerek imtiyazlı üst kesimlerin sınırsız, ölçüsüz bir israf ve lüks içinde yaşamaları, özellikle İstanbul’un alt ve orta kesimleri arasında büyük hoşnutsuzluklara ve rahatsızlıklara neden oldu. Devlet yönetiminin de zaafa uğramasıyla halk kesimleri, yeniçeriler ve sadrazamın düşmanları bir araya gelerek ayaklandılar (Patrona Halil İsyanı). Ortaya çıkan halkı rahatsız edici, öfkelendirici görüntüler nedeniyle, 18. yüzyıldan beri bizdeki Batılılaşma, Batıyla daha sıkı ilişkiler kurma, daha yakınlaşma çabaları, yöneticilerin millete ve milletin değerlerine yabancılaşması, halkın sorunlarına ilgisiz kalması, kendi keyiflerinden, zevk ve sefalarından başka bir şey düşünmemeleri şeklinde algılanarak tepkiler çekmiş, bu nedenle bugüne kadarki Batılılaşma hikayemiz bir itiş kakış, etki tepki mekanizması şeklinde cereyan etmiştir. Patrona Halil İsyanından sonra, Kabakçı İsyanı (1807), Kuleli Vakası (1859), 31 Mart Ayaklanması (13 Nisan 1909) gibi büyük isyanlara ve ayaklanmalara neden olmuştur.

Batının askeri kuruluşlarından örnek alma çabaları I. Mahmut, (1730-1754), I. Abdülhamit (1774-1789) dönemlerinde de devam etmiş, özellikle III. Selim (1789-1807) zamanında ivme kazanmış, ancak geleneksel Osmanlı kültürünün etkisindeki kesimlerin ve geçimleri tehlikeye girenlerin birleşen tepkileriyle bir kere daha sekteye uğramıştır. Batı’da sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması bu devreye rastlar. Devamlı hale gelen diplomatik ilişkileri sürdürmek için Batı’da görevlendirilen Osmanlı hariciye memurları İstanbul’a Avrupa’yla ilgili sistematik değerlendirmeler göndermişler, Osmanlı İmparatorluğu için Batı’nın genel bir model olarak kullanılmasına dayanan Islahat ve Tanzimat teklifleri de bunlardan kaynaklanmıştır.

II. Mahmut (1808-1839) kendinden önce gelen reformcuların kötü sonlarını ve acı tecrübelerini göz önünde tutarak, daha zorlayıcı tedbirlere başvurmuş, askeri alandaki yeniliklere yüz yıldan fazla direnen ve yenilik karşıtlığında odak noktası oluşturan yeniçerileri topa tutmuş, bütün mensuplarını öldürerek bu kurumu lağvetmiş, III. Selim zamanında ortaya çıkan çağdaş askeri birlikleri ordunun esas unsuru haline getirmiştir. Batı’nın yalnız askeri kuruluşları sayesinde ilerlemediği, bunları ayakta tutan mali kaynakların ve vergi toplama sisteminin de bir düzene sokulması gerektiği III. Selimden beri biliniyordu. 18. yüzyıl Avrupa’sındaki yönetimlerin bir özelliği de halkın verimliliğini artıracak tedbirlerin artırılması, mülkiyet haklarının güvence altına alınması, eğitimin halka yaygınlaştırılması, orta sınıfı güçlendirecek politikalar uygulanması, feodalizmden kaynaklanan imtiyaz ‘cep’lerinin temizlenerek merkezi idarenin, milli bütünlüğün güçlendirilmesi yönündeki politikalara ağırlık verilmesiydi. Bu yönetim biçimine sonradan ‘aydın despotizmi’ denmiştir. Osmanlı İmparatorluğu gibi dağınık bir ülkeyi birleştirebileceklerini, milli çapta idari, hukuksal ve iktisadi tedbirlerle çok sayıdaki kültür birimlerini eritebileceklerini , bir Osmanlılık şuuru yaratabileceklerini düşünen devlet yöneticileri bu politikalardan çok etkilendiler ve esinlendiler. Batılı devletlerden bir çok kurumları kopyalayıp alarak Osmanlı devletine yerleştirme faaliyetine giriştiler. Yeni bir milli eğitim sistemi, yeni bir yargı mekanizması, yeni bir idari sistem adı altında batılı kurum ve kuruluşlar alınıp uygulanmaya çalışıldı. Fakat başka ülkelerin ihtiyaçlarına göre kurulup geliştirilmiş bu kurumlar, özünü yitirmiş olarak bize getirildiği ve bizim yapımıza da uymadığı için uzun vadede beklenen amaç ve yararlar gerçekleşmiyordu. Dış politika alanındaki gelişmeler de Batı’ya karşı bir tepkinin doğmasında önemli bir etkiye sahipti. Gerçekten de Tanzimat’ı başlatanların, doğru dürüst anlayamadıkları ve algılayamadıkları şeylerden biri de Batı’lı devletler arasındaki sömürgecilik yarışı ve emperyalizm olgusuydu. Daha fazla pazara, daha fazla hammadde kaynağına, dolayısıyla daha fazla sömürgeye ve yarı sömürgeye sahip olabilmek için Batılı devletler arasında, 19. yüzyıl boyunca gittikçe şiddetlenen, zaman zaman sıcak çatışmlara ve savaşlara da neden olan büyük bir rekabet vardı. Batılı devletlerin Türkiye’ye de daha fazla pay almak için yanıp tutuştukları, bir pazar ve hammadde kaynağı, önce yarı sömürge haline getirilmesi, sonra da sömürgeleştirilmesi amaçlanan bir coğrafya olarak bakmaları, yapılan ticaret anlaşmalarının da hep onların çıkarlarına hizmet edecek, yerli üretimi, sanayii ve tarımı bitirecek nitelikte olması hayal kırıklıklarına ve Batı’ya ve Batılılaşmaya olan tepkilerin artmasına neden oluyordu.

Mustafa Reşit Paşa, onu izleyen Âli ve Fuat Paşa’lar gibi Tanzimat paşaları, Batı’daki askeri ve idari yapıyı Osmanlı İmparatorluğuna aktarırken, açılan kapılardan Batı’nın günlük yaşam biçimi, kültürü de etkin ve yoğun biçimde imparatorluğa giriyordu. Giyim, kuşam, ev eşyası, evlerin stili, mimari, insanlar arası sosyo ekonomik ilişkiler, müzik, sanat her şey Avrupai oluyordu. 1860’lardan sonra Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınların öncülüğünde ortaya çıkan yeni bir aydın kesim, Tanzimatçılara karşı, sömürü olayını anlamadıkları, Batıcılıklarının yüzeysel, sığ ve taklitçi olduğunu, Batının esas ruhunu oluşturan hürriyetçi eğilimlerden ve parlamenter sistemden haberlerinin olmadığını, Batıcılığı kendi çıkarları doğrultusunda ayrı bir egemen sınıf, kaymak tabaka yaratmak için alet olarak kullandıkları, Milli, İslami kültür ve değerleri küçümsedikleri, engelleyip köstekledikleri vb gibi eleştiriler yöneltmeye başladılar. Gazeteciliğin gelişmesi de, Osmanlı aydınları arasında Batı hakkındaki bilgilerin artmasına, yayılmasına, daha sistematik düşünen aydınların ortaya çıkmasına, siyasi bilincin genişlemesine katkıda bulunuyordu.

Tanzimat’ı başlatan Gülhane Hattı Hümayununun ikinci aşaması görünümündeki Islahat Fermanı ile o zamana kadar ‘millet-i hâkime’ durumundaki Müslümanların, bu imtiyazlı durumu ortadan kaldırılmış, bütün Osmanlı vatandaşları eşit sayılmıştı. Fakat bu uygulamada hiç de öyle olmamış, yabancıların diplomatik desteği, organizasyon bilgi ve becerileri, grup içi dayanışmaları sayesinde memleketin ekonomik hayatı ve mali kaynakları büyük ölçüde gayri Müslimlerin eline geçmişti. Yüzeysel olarak, Müslüman olsun olmasın bütün vatandaşlar arasında birlik ve beraberliğin tesisi amacı güdüldüğü belirtilen bu düzenlemeler, tam tersi sonuçlar doğurdu, Müslümanlar geri plana itilerek öz yurtlarında parya durumuna düştüler. Bu gelişmelere bakan Türk düşünürlerin çoğu, özellikle ekonomik alanda Müslüman Türkler aleyhine ortaya çıkan bu gelişmeleri, Batı’ya verilen tavizlerin sonucu olarak görmeye ve değerlendirmeye başladılar. Fakat bunların tamamen tersine giden bir akım da söz konusuydu. Tıpkı Lale Devrinde olduğu gibi, 1860’lardan sonra da Batılılığı ve Batılılaşmayı adabı muaşeret kurallarını, Batı’da hakim olan modaları, giyim kuşam tarzlarını taklit etmek şeklinde anlayan, kullanan ve değerlendirenler, Batı’ya özgü fikir, düşünce tarzı ve felsefe, bilim, sanat, teknoloji ve üretim imkanları, ekonomik, siyasi, sosyal sistemler üzerinde yeterince fikir sahibi olmayanlar da vardı. Örneğin Saffet Paşa gibi devlet adamları, Batılılığın parça parça alınması mümkün olmayan bir bütün olduğunu savunuyorlardı.

II. Abdülhamit dönemi (1876-1909), Batı üzerine ve Batı hakkındaki fikirlerin biraz daha berraklaşmaya başladığı bir devir olmuştur. Bunda da yeni kurulan okullarda yetişen ve yabancı diller bilenlerin sayısının artmasının etkisi olduğu kadar, bizzat padişahın da bu konuya büyük önem vermesinin de etkisi vardır. II. Abdülhamit, devletin bekası ve geleceği, milletin mutluluk ve refahı için Batı’dan yararlanılması gerektiğine inanıyordu. Ama o Batıcılığı, Batının ilmini, tekniğini, idari sistemini, askeri teşkilatını, eğitimini vs almak şeklinde algılıyor, fakat bunun yanında Müslümanlığın, milli ve manevi değerlere bağlılığın güçlendirilmesi gerektiğine inanıyordu. II. Abdülhamit ülkede pek çok yeni okullar açtı, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbıye gibi eskiden kurulmuş okulların ders programlarını geliştirdi. Okullarda Batının esas gücünün müspet bilimlerden kaynaklandığına, güçlü ve uygar olabilmek için bu bilimlere sahip olmanın şart olduğuna inanan, Batıcılığı güçlülükle eş tutan bir kuşak yetişmeye başladı. Bu kuşak, Batılı olmayı güçlü olmakla bir tutuyor, eski dinsel ve kültürel değerleri de ancak milli gücü artırdıkları oranda önemli sayıyordu. Batılılık ile güçlülüğün bir tutulmasında bizzat Batı akımlarının da etkisi olmuştu. II. Abdülhamit’e karşı çıkarak uzun süre Avrupa’dan bulunan Jön Türkler de artan bir şekilde bu düşüncenin etkisinde kalmışlardı. Bu anlayışın izi hürriyetin ilanından sonra (1908) da Jön Türklerin politikasında devam etmiştir. Jön Türklerin fikirlerinin şekillendiği 1890’ların Fransa’sında 1880’lerin siyasal skandalları demokrasiye olan güveni sarsmış, Taine ve Renan’ın etkisiyle bir seçkicilik anlayışı gelişip palazlanmaya başlamıştı. Balkan Harbinin Osmanlılar arasında yarattığı kırgınlık karşısında bile Batıcı aydınların tavrında bir değişiklik meydana getirmiyor, örneğin Dr. Abdullah Cevdet tutumunu şöyle açıklıyordu: ‘Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet, Avrupa medeniyetidir.’ (Hanioğlu, 1981, 359).

1905 yılında Japon’ların Rusya’yı yenilgiye uğratması, geleneksek değerlerin modern bir devlette de yaşayabileceği konusunu ön plana çıkardı. Acaba Osmanlılar da, Japonların yaptığı gibi, Batının tekniğiyle yetinip kendi değerlerini de muhafaza edebilirler miydi? Bu gelişmelerden güç alarak, 1908-1918 yılları arasında, başta Mehmet Akif olmak üzere, Batı’yı her şeyiyle taklit etmeye karşı çıkan, Batı’nın ilmini ve tekniğini almayı, ama kültür ve medeniyette kendimiz kalmayı, gerçek ilerlemenin ve yükselmenin de ancak böyle sağlanabileceğine inanan yeni bir fikir ve düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Bazıları buna İslamcılık diyorlar.

İkinci Meşrutiyetin hakim siyasal kuruluşu İttihat ve Terakki Partisi düşüncesinde de Batı’nın güçlülük ile bir tutulması anlayışı devam etmiştir. Ancak bu eğilimin karşıtı sayılabilecek görüş ve düşünceler de hem parti içinde hem de dışında varlığını sürdürmüştür. Ziya Gökalp gibi, Batının toplumsal özelliklerini araştırarak bunlardan hangi oranda yararlanılabileceği üzerinde kafa yoran düşünürler, az da olsa Batı’nın o mevhum ‘insancı’ zihniyetini ciddiye almaya çalışanlar çıkmıştır. Ama örneğin batının devamlı sanat ekseni niteliğindeki ‘sanat sanat içindir’ anlayışı ne o günlerin, ne de bugünlerin Türkiye’sinde rağbet görmemiştir. Osmanlılar Batı’yı bir seçme yaparak algılamışlar, bazı yönlerini vurgulayıp öne çıkarmışlar, bazı yönlerini de görmezden gelip arka plana itmişlerdir. Bunda da ne kadar isabet ettikleri, aldıklarının mı, yoksa ihmal ettiklerinin mi daha önemli ve değerli olduğu konusunda tartışmalar hiç eksik olmamıştır.

Atatürk de Osmanlılardaki Batı uygarlığı ile ilgili fikirlerin, kudret, güçlülük boyutundan, toplumun Batıya göre şekillendirilmesi gerektiği anlayışından daha çok etkilendiği anlaşılmaktadır.

Batı toplumunun güç kaynağını müspet ilimlerde görmüş, toplumu Batıda olduğu gibi şekillendirmeye önem vermiştir.

Ama öte yandan, kendi devrinde parlamentarizme karşı bizzat Batı’da şekillenen tepkiye, faşizm, komünizm gibi ideolojilerin gelişmesine rağmen Atatürk’ün sistematik bir seçkincilik veya halk diktatörlüğünden kaçınan bir toplum anlayışına sahip olması dikkate değer. Bunu da Atatürk’ün temel optimizmine ve onun arkasında yatan kişi onuruna değer vermesine bağlamak mümkündür.

İslam medeniyetindeki kişi onurunu ilahi varlık karşısında, ya da devlet ve cemaat karşısında değerini yitiren davranış meşrulaştırıcı anlayış 18. yüzyıl Batı düşünce çizgisinde yoktur. Kişi egemendir. Atatürk de batının temel değerlerinden bu kişisel onur anlayışına sahiptir. (İslam adına yanlış)

Atatürk zamanında cumhuriyetin bir umdesi haline gelen ‘Garplılaşma’ ölümünden bir müddet sonra gene eleştiriye uğramış, Batıcılığın bir Batı taklidinden ileri gidemediği, sağda ve solda ifade edilmiştir. (Gardrop Atatürkçülüğü). Daha 1940’ların sonundan itibaren Müslüman Türk kültürüne ihanet edildiği tezi işlenmeye başlanmıştır. 1960-80 yıllarının kültür konusunun en zengin alanını oluşturur. Bu eleştirilerin bir kaynağını Atatürk devrinde yetişen bir kuşağın hızla değişen 1950 ve 60’ların ortamında dünyayı algılama sistemlerinin kırılmış olmasına bağlayabiliriz. Batıya karşı çıkan tepkinin ikibuçuk asır kadar kisve değiştirerek sürebilmesi ilginç bir toplumsal araştırma konusu olarak karşımıza çıkar. Bu süre içinde devamlı olarak ileri sürülen tezlerden Batı’nın Türkiye’ye en yalıtkan ve yüzeysel biçimiyle yerleştiği doğrudur. Ancak bunu sadece taklit eğiliminde değil, Müslüman-Osmanlı-Türk kültürünün yapı unsurlarında da aramak gerekir.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 9-19)

Doğu-Batı Çatışması

Tarihe dönüp baktığımızda, insanlığın doğal ilerleme ve gelişme sürecini uğursuz ve çok kötü sonuçlarıyla asırlarca engelleyen ve geciktiren en önemli nedenlerden birinin, Doğu ile Batı arasındaki sönmek bilmez kin ve düşmanlık olduğunu görürüz.

Bir zamanlar birlik ve kardeşliğin önderi olan Müslüman doğu, ilmin feyizli ışıklarını henüz barbarlık devrini yaşayan Hıristiyan Batı’ya pek cömertçe dağıtmış, Batı medeniyetinin gelişip genişlemesine son derece etkili bir şekilde yardımcı olmuştu. İnsani vicdan ölçülerine göre, Doğunun yerine getirdiği bu hayırlı görev ve hizmetin bile başlı başına iki taraf arasında ciddi bir yakınlaşmaya, uzlaşmaya, beraberliklere neden olması gerekirdi. Fakat batıyı tahakkümleri ve egemenlikleri altına almış bulunan mutaassıp Hıristiyan ruhban sınıf, din üzerinden elde ettikleri nüfuzlarını kaybetmemek için bunun yolunu kestiler ve engellediler. İrşat edilmeleri için ellerine verilmiş vicdanları ve gönülleri gerçeklerden mahrum bıraktılar, kin, nefret ve ayrılık tohumları ektiler, çılgın ve ihtiras dolu bir din düşmanlığının ortaya çıkmasına neden oldular. Doğuda ise, yüksek bir medeniyete sahip olmanın verdiği bir huzur ve rahatlık, insaniyetçi fikir ve hislerin etkisi altında hoşgörülü ve medeni bir ahlak hakimdi.

Batı medeniyeti, çocukluk ve gençlik devresinde böyle ahlaki bakımdan aşağı seviyede bir ortamda ve muhitte ve en ilkel his ve inançlara sahip insanlar elinde büyüyüp geliştiği, kin ve nefretle beslendiği için sonunda maddeci, saldırgan, müstebit, sömürücü ve sömürgeci bir karaktere büründü.

Medeniyetin beşiği sayılan batı, yanlış ve temelsiz kanaatlerine dayanarak verdiği hükümlere sonucunda İslam âlemine kin ve düşmanlık besliyor. Müslümanlar da doğal olarak batılılara güven duymuyorlar, nefret besliyorlar. Batılılar Müslümanların bu durumunu ‘taassup ve irtica’ olarak niteliyorlar. Hâlbuki Müslümanların, kendi haklarında batılıların besledikleri niyet ve hislere, onlara reva gördükleri muamelelere bakarak takındıkları bu tavrın, cehalet ve hurafeyle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine batılıları asla dinlerinden, imanlarından, vatanlarından, mallarından, mülklerinden, ırzlarından, namuslarından mahrum bırakmak gibi bir saldırgan bir emelleri olmayan doğuluların çok insaflı olduklarını düşünmek gerekir. Batının ilim ve irfanıyla, hatta sermayesiyle kendi toprakları üzerinde ve kendi inançları içinde kalarak serbestçe ilerleyebilmekten başka bir amaç gütmeyen Doğunun, Batıya olan düşmanlığı meşru müdafaadan başka bir nedene dayanmıyor. Avrupa’nın Doğu’ya olan ve çeşitli tarz ve şekillerde ortaya koyduğu şiddetli düşmanlığın ise, insancıl amaçlardan veya bizim ilerlememizi arzu etmesinden kaynaklandığını sanmak ise safdillikten başka bir şey değildir. Bu safdiller, Doğunun içine düşürüldüğü acizlik yüzünden batının tuzağına düştüğünü ve sömürüldüğünü unutuyorlar.

Müslüman milletler, durmadan ve akıl almaz bir hızla değişen zamanın ve dünyanın gereklerini dikkate almamışlar, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda yorumlayıp uygulamalarıyla karşılanabileceğini anlayamamışlar, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir.

İslam alemi ve doğuda bitmez tükenmez felsefi münazaralar ile vakit geçirip metafizik vadisinde sonsuz, boş, kısır çekişmelerle kuvvetten düşerken, beri tarafta yani batıda genç ve zinde milletler deneysel metotlara dayanan bilimsel ve teknolojik gelişmesiyle yeni bir medeniyet kuruyordu. Müslümanların aşağı görüp tenezzül etmedikleri o medeniyet, gitgide olgunlaşarak batılı milletleri üstün duruma getirdi.

Bu yeni metot sayesinde batılı milletler, tabiatın sırlarına nüfuz ederek, sonsuz kuvvetlerden yararlanmayı başarabiliyorlardı. Fizik ve kimya gibi alanlardaki keşif ve icatlar sayesinde yeni alet ve makineler, silahlar yapabiliyorlar, yeni teknolojiler geliştirebiliyorlar, az bir emek ve külfetle çok daha fazla ve çok daha kaliteli ürünler elde edebiliyorlar, görülmemiş sanatlar ortaya koyabiliyorlardı. Bu durum batılı milletlerdeki zahmetsiz kazanç, sömürme ve tahakküm hislerini daha da kamçıladı. Doğunun zenginliklerine göz diken haris batılılar, cehennemi savaş araç ve gereçleriyle çaresiz, aciz ve zayıf durumdaki İslam ülkelerine saldırarak istila ettiler. Asırlardan beri tahammül sınırlarını aşan dayanılmaz baskılar, gaddarca muameleler, bir yandan da İslam dünyasının her köşesinde uyanan tepkilerin, şiddetli bir yükselme ve bağımsızlık emelinin, inkılapçı ve isyancı duyguların patlamaya hazır bir bomba gibi fitilini de ateşlemektedir.

Batılı milletlerin mütefekkir ve aydın kesimi, milli gayelerine hizmet etmeyi, onu kat kat kuvvetlendirip güçlendirmeyi, yükseltip ilerlemeyi, bunun için canla başla çalışmayı en büyük görev ve gaye edindikleri, kendi milletlerinin sevgi ve saygısını, itaatini bu yöndeki hizmetleriyle kazandıkları halde, Müslüman ülkelerin mütefekkir ve aydınları, milli gayelerden başka ve onlara tamamen zıt gayeler ve emeller besleme, milletlerini de bunları kabule zorlama hakkını kendilerinde bulabiliyorlar, böylece en esaslı ve en mukaddes görevlerinde son derece, sakıncalı, lakayt ve gayri ciddi bir tutum içine girebiliyorlar.

Halbuki hiçbir millet, hiç kimseye kendi milli emel ve gayelerinden başka emel ve gaye besleme hakkını tanımaz, tanıyamaz. Bu nedenle Müslüman milletlerin kendilerini batılılaştırmaya çalışan aydınlarının teslimiyetçi fikir ve nazariyelerine karşı kin ve nefret duymalarını son derece doğal karşılamak gerekir. Çünkü o fikir ve nazariyeleri kabul ve kendi milli değerlerini feda ettikleri takdirde, hem manevi hayatlarına, hem de mili ve toplumsal varlıklarına kastetmiş olacaklarını asırların tecrübesi ve fıtri bir duyguyla çok iyi bilmektedirler.

Müslüman ülkeler için gayeler içinde en gerçek ve en doğru olanı, İslam dini üzerine kurulmuş, milletin kahir ekseriyeti tarafından benimsenmiş yüce gayelerdir. Müslüman milletlerin kurtuluşlarını ve saadetlerini İslamdan beklemeleri zihniyeti, bazılarının sandığı ve göstermeye çalıştığı gibi ne bir taassup eseri, ne de fikri bir sapıklıktır. Bu son derece tabii ve İslam karakterinin makul ve mantıklı bir sonucudur. Gerçekten de İslam dini, kendine mahsus yüksek ve olgun ahlak esasları, dosdoğru ve fıtri inanç sistemi, en doğru ve en adil ekonomik, siyasi, sosyal düsturları ve en geniş ve şümullü manasıyla bütün insanlık için en doğru ve en sağlam yoldur. İnsanların toplumsal eğilimlerini ve ilerleme arzularını tatmin ederek, akıl, mantık ve vicdan çerçevesi içinde onların mesut ve bahtiyar olmaları için her ne lazımsa hepsini fazlasıyla ihtiva eden en mükemmel dindir.

Milletler, onları millet yapan değerlerden uzaklaşır, liderlerinin keyif ve heveslerine hizmet ve itaat eden, onların her yaptıklarına razı olan topluluklar haline dönüştüklerinde diktatörleşen, karasız, zalim ve cahil yöneticilerinin elinde geriletici bir çıkmazın içine düşerler, bulundukları gerilikten asla yakalarını kurtaramazlar.

Batıdaki bütün kurum ve kuruluşlar onların kendi ihtiyaçlarından doğmuş, sosyal, siyasi ve ekonomik değişimler karşısında onları az veya çok karşılamak üzere kurulmuştur. Her toplumun ihtiyaçları, gerekleri birbirinin aynı değildir. Dolayısıyla batılıların siyasi, sosyal ve ekonomik teşkilatlarının, kurum ve kuruluşlarının mükemmel olduğuna inanmak, batılı milletlerin ilerilik ve refahlarını bunlardan bilerek aynısını taklide koyulmak, hata ve gaflet içinde saadet aramaktan başka bir şey değildir. Batılılar bile kendi eserlerinde böyle bir mükemmellik bulmazlar, yeni ihtiyaçlara göre bunları sürekli değiştirirler, ıslaha ve düzeltmeye çalışırlar.

Bizim batıyı taklide yeltenen yenilikçi, reformcu ve inkılapçılarımızın düştükleri en büyük hatalardan biri de batı medeniyetinin görünen yüzünü, sonuçlarını, ürünlerini esas neden sanıp onları taklide yeltenmeleri, böylece pek basit mantık hatalarına düşmeleridir.

Müslüman toplumlar ve fertler her bakımdan daha çok Müslümanlaşmaya istek ve gayret içinde olmalıdırlar. Her Müslüman mümkünse Müslümanların en iyisi olabilmesi gaye ve ülkü edinmelidir. Çünkü Müslümanların en iyisi insanların da en iyisi demek olduğundan bu gaye, insanların besleyebileceği gayelerin en yücesidir. Bu gaye, en kuvvetli iman ve kanaatlere, en kırılmaz, en faydalı, en feyizli gayretlere kaynaklık edecektir. Bu gaye, kendisinin kaynağı olan hakikat kadar hadsiz ve tükenmez, en doğru, en mükemmel bir saadetle insanlığı mutlu kılacak eşsiz bir idealdir.

Avrupalılar oldum olası, kendi sömürü ve saldırılarına karşı koymaya çalışan doğulu kimlik ve kişilerin en güzel hareket ve tezahürleri karşısında hemen ‘İrtica! Taassup!’ diyerek en yüksek sesle şikayet etmeye başlamışlardır. Bu şikâyetlerin şiddeti kendi bencil menfaatlerine karşı gösterilen mukavemet ölçüsünde artmıştır. Aslında batılıların şikayetçi oldukları cahilce taassuptan, batılılar değil biz zarar görüyoruz, dolayısıyla onların istifade ettikleri cehaletimizden onların değil bizim şikayetçi olmamız gerekir.

Batı’nın İslam taassubundan şikayeti, bizim sosyal, siyasi, ekonomik geriliğimizden, dinimizin anlamsızlığından değil, Batı’nın Doğu’ya olan eski düşmanlığından kaynaklandığını anlamanın zamanı çoktan gelip geçmiştir. Batının doğuya karşı bunca kin ve düşmanlığı, Haçlıların bunca zahmetlerini boşa çıkaran, Hıristiyanların yayılmasına ve Avrupa’nın o bilinen medenileştirme (!) siyasetine daima set çekmiş olan sabır, tevekkül ve dayanışma gibi vasıflarla donanmış ‘İslamî şahsiyeti’ kimlik ve kişiliği bir türlü ortadan kaldıramamış olmanın derin gayzından ve öfkesinden kaynaklanmaktadır. Bitmez tükenmez batı saldırılarına ve işgallerine karşı sonsuz ve sınırsız bir sabırla direnen, kuvvet ve kudretini çektiği acı, ızdırap ve mahrumiyetlerden alan, batı tahakkümünden ve egemenliğinden kurtulacağına kesin olarak inanan, yediği bunca darbelere rağmen batı karşısında hala yok edilmez bir hasım olarak dimdik ayakta duran bu manevi şahsiyetimiz Avrupa’nın sabır ve tahammülünü tüketmektedir.

Bu satırların yazılmasından maksat, aradaki kin ve düşmanlığı tahrik edip daha da artırmak değildir. Aksine yaratılış ve kader gereği yan yana ve bir arada yaşamaya mahkûm olduğumuz batı dünyasıyla karşılıklı olarak birbirimizi tanıyıp öğrenmeye, dünya nüfusunun iki büyük bölümü oluşturan bu iki kesim arasında iyi ilişkiler, güzel münasebetler kurulmasına katkıda bulunmak, buna engel olan yanlış fikir ve düşüncelerin, eylem ve davranışların giderilmesi için bu konulara değinilmektedir. Bütün bu hatalarda sadece Batı’yı suçlu saymak da adalete aykırı düşer. Bunda Doğu’nun da büyük payı vardır. Çünkü Avrupa bizi tanıyamamış ise bizim kendimizi onlara daha doğru bir şekilde anlatmamız ve tanıtmamız gerekir. Fakat ne yazık ki biz, kendimizi kendimiz doğru dürüst tanımıyoruz ki, başkalarına da tanıtabilelim.

Mevcut yanlışların, gafletlerin, kötü anlayışların ortaya konarak giderilmeye çalışılması her iki tarafın da mutluluğuna, dünyadaki huzur ve barışa da hizmet edecektir. Komşunun felaketi üzerine kurulan saadet, gizli bir felaketten başka bir şey değildir. Gerçek ve devamlı saadet, herkesin doğru ve adil bir şekilde payını alabildiği, hissedar olabildiği saadettir. Bu ise samimi, tarafsız, iyi niyetli, karşılıklı anlayış ve hoşgörüye dayalı gayretli çalışmalar, karşılıklı ilişkiler, diyaloglar, tartışmalar, görüşmeler sayesinde ve gerçekler üzerine kurulabilir.

Bugün İslam âleminin her tarafında ıslahattan, ilerlemeden, yükselmeden, gelişmeden ve bağımsızlıktan başka bir konu konuşulmuyor. Fakat yine hayretle görüyoruz ki, Müslüman milletlerin içine düştüğü bu geriliğin mahiyetinin ve nedenlerinin ne olduğu hakkında hala derin bir bilgisizlik hüküm sürmektedir. Bu bilgisizliğin giderilmesi ile de hiç kimse ciddi bir şekilde meşgul olmuyor.

Müslüman milletlerin topraklarını işgal edenlere göre pek geri ve düşük şartlar altında yaşadıklarını, onlardan önce onlara hâkim olan Hıristiyan milletler ve onların aydınları, mütefekkirleri görmüş ve hemen bundan yararlanma yoluna gitmişlerdir. Müslümanlar ise asırlardan ve nesillerden beri çekmekte oldukları hastalıkların ve geriliklerin farkına ancak yabancı boyunduruğu altına girdikten sonra, yani bir yerde yabancılar sayesinde bütün çıplaklığıyla varabilmişlerdir.

Batılılar, Müslümanlara ait olan her şeye bilhassa İslam dinine karşı ırsi ve şuuraltı bir kin ve düşmanlık hastalığına tutulmuşlardı. Ayrıca zihniyetleri de, gördükleri olayların asıl mahiyetini, özünü, bunları doğuran gerçek sebepleri, ruh hallerini kavramalarına engeldi. Bu yüzden Batılılar, Doğunun halini kendi ruh ve fikirlerine göre, pek yanlış bir şekilde açıklayıp yorumladılar ve bütün geriliklerin ve noksanlıkların İslam’dan kaynaklandığına hükmettiler. Aynı geriliğin bütün İslam âleminde şaşılacak kadar bir birlik, benzerlik ve genellik göstermesi, aynı hastalıklara hepsinin birden müptela olması da bu kanaatlerini güçlendiriyordu. Bu yüzden bu pek yüzeysel hüküm ve kanaati, her yerde ve yüksek sesle ilan ve iddia etmeye başladılar. Bu hüküm, hem onların Doğu’ya ve Müslümanlara karşı besledikleri olumsuz duygu ve kanaatleri, yanlış algılama, inanç ve düşünceleri tatmin ediyor, hem de mantık ve muhakemelerine de uygun düşüyordu. Böylece batılılar, Müslüman milletlerin geri kalmalarını, dinlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ilan ederek, sorunu bir din sorunu haline indirgediler. Müslümanlar şiddetle ret ve itiraz ettikleri, Hıristiyanların İslama karşı besledikleri ırsî düşmanlığın bir sonucu olarak gördükleri bu iddiaları, onlara ve onların dinine karşı itham ve iddialarla cevaplama yoluna gittiler. Ortaçağın o bitmez tükenmez, yararsız, gereksiz metafizik tartışmalarına benzeyen bu konu, karşılıklı olarak kasıt arayan, ateşli tartışmalara dönüştü. Vicdanları ve düşünceleri tatmin edip aydınlatamayan, olayın tarihi, sosyal, siyasi arka planını göz ardı eden, tarafsız düşünmeyi ve konunun gerektiği gibi objektif bir bakış açısıyla ele alınıp incelenmesini engelleyen bu çekişmeler, tartışma ve dalaşmalar, eski kırgınlık ve düşmanlıklara yenilerini eklemekten, sönmeye yüz tutmuş eski hırsları, kin ve düşmanlıkları yeniden alevlendirmekten başka bir işe yaramadı.

Sahip oldukları bilim ve teknolojiyle üstün duruma gelen Avrapa, bununla cihanı aydınlatmak yerine, dünyevi liderlerinin tahrip edici ihtirasları, dini liderlerinin dini taassup ve nefretleriyle dünyayı karanlığa boğdular. Her taraftaki huzur ve rahatı yok ettiler, geçmiş medeniyetlerin asırlar ötesinden getirdikleri, büyük gayret ve çalışmalar sonucu meydana getirebildikleri ürünlerini, değerlerini talan ettiler, sosyal ve siyasi dengelerini bozup alt üst ettiler.

Yakınlığı sebebiyle Batı tecavüzlerinden en büyük zararı gören Yakın Doğu olmuştu. İslam dünyası, hiç kesilmeden asırlar boya ardı ardına sürüp giden kanlı savaşlar yüzünden tehlikede olan varlığını koruyabilmek, savaşların gerektirdiği tedarikleri sağlamak için neyi varsa hepsini seferber etmek zorunda kaldı. Bu mecburi ve sürekli savaş hali, sosyal ve siyasi dengelerini de bozdu. Dış saldırılara karşı birlik ve beraberlik zorunluluğu halkın başlarındaki hükümdarlara, idarecilere ve yönetime kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğunu getirdi. Bu da hükümdarların ve yöneticilerin gittikçe daha keyfi, baskıcı ve müstebit bir yönetime kaymalarına zemin hazırladı. İlmi ve medeniyeti geliştirme ve yayma kabiliyetleri körelerek kaybolup gitti.

Batılıların yaptıkları zulümler, tahrip ve yağmalar onlara karşı büyük bir kin ve nefret uyandırdı. Dolayısıyla onlardan gelen hiçbir şeye iyi gözle bakmayan, onlara hiçbir şekilde güvenip inanmayan İslam dünyası uzun müddet onların medeniyetinden de nefret etti. Çünkü Doğu, Batı’yı Haçlı orduları ve savaşçı papazlar vasıtasıyla tanıdı. Gerçi daha önce Batı da Doğu’yu ve İslam âlemini yağmaya ve çapula gelen öncüleri vasıtasıyla tanımıştı. Dolayısıyla her iki taraf da birbirlerini aşağılık ve zararlı mahluklar olarak görüyorlardı.

Daha sonraki fikri gelişmeler ve ilerlemeler bu derin düşmanlıkları görünüşte biraz hafifletmişse de, bu sefer de maddeci düşüncenin sonucu olan sömürgecilik fikrinin hızla gelişip şiddetlenmesi, dini düşmanlıktaki azalmanın yerini fazlasıyla doldurdu. Değişiklik sadece eski düşmanlığın ve düşmanların yeni bir şekle bürünmesinden ibaretti. Mutaassıp zihinlerde din uğruna can vermiş kabul edilen azizlerin yerini, uzak kıtaların kâşifleri, kaba saba, vahşi ve katil ruhlu şövalyelerin yerini de müstemleke yöneticileri ve askerleri almıştı. Eskiden Haç adına zulme ve saldırılara uğrayan Doğu, artık medeniyet ve insanlık uğruna saldırı ve tecavüzlere uğruyordu. Müslümanlar, görünüşte artık dinlerinden dolayı ayıplanıp hakarete uğramıyorlardı ama, Avrupalıların ihtiraslarının tatmini için gerekli olan ham madde kaynaklarının ve pazarların lüzumlu ve aşağılık mahlukları sayılıyorlardı.

Batının Doğuya Bakışı= Oryantalizm

Batılılar, İslamı ve Müslümanları yok etmek, doğuyu işgal edip sömürgeleştirmek için bin yılı aşkın bir zamandan beri var güçleriyle çalıştılar. Oryantalizmi de bu amaçlarına hizmet edecek bir saldırı aracı, siyasi bir doktrin olarak icat edip kullandılar. Bunca emek, gayret ve masrafa rağmen, ancak iki asırdan beri bu amaçları doğrultusunda ciddi başarılar elde edebildiler. Aslında batılıların bu başarıları, onların üstün veya güçlü olmalarından, yöntemlerinin, amaçlarının doğruluğundan değil; bizim kendi hata ve kusurlarımızdan, bilerek veya bilmeyerek içine düştüğümüz gereksiz tefrikalardan, kökü dışarıda fitne ve fesatların, anlamsız ihtilaf ve çekişmelerin içine dikkatsizce dalmamızdan, görevlerimizi ihmal etmemizden, bilime sırt çevirip, üstün ahlak ve faziletlerimizi koruyup geliştirememizden ve daha pek çok sebeplerle zaafa düşmemizden, güç ve kuvvetimizi kaybetmemizden kaynaklandı. Yoksa ne düşmanlarımız çok güçlü, ne oryantalizm iyi bir yöntem, ne de doğru bir metot ve ideolojidir.

Bir toplum ancak, kendisini köle etmek, kendisine zarar vermek için uğraşan düşmanlarını, onların kullandıkları araç, yol ve yöntemleri, onların dillerini, düşüncelerini, kendileri için besledikleri emelleri, gaye ve amaçlarını, hile ve desiselerini tanıyarak, bunlara karşı da zamanında çare ve tedbirler üreterek varlığını ve birliğini devam ettirebilir.

Batıdaki, doğuya ait bütün bilgi belge ve dokümanları toplayıp sistemli bilgi haline dönüştüren ve bunu batının doğu üzerindeki hakimiyeti için kullanan oryantalizm gerçeği gözlerimizin önündedir. Neredeyse bin yıldan beri, yüz binlerce oryantalist bilim adamı ellerindeki sınırsız imkan ve kaynaklarla başta biz olmak üzere bütün doğuyu didik didik inceliyorlar. Aldıkları yol ve ulaştıkları sonuçlar ortadadır. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı arifesinde, dünya yüzeyinin %85’ini kendi sömürge alanı haline getirmişti. Eğer oryantalizmin desteği olmasaydı buraları sömürgeleştirmek ve egemenlik altında tutmak bu kadar kolay ve mümkün olamazdı. Bizim de kendi kültür ve sanatımız üzerine, başta Avrupa ve Asya olmak üzere tüm dünyada etüt, inceleme, araştırmalarda bulunmamız, toplanan bilgi ve dokümanları sistemli bilgi haline dönüştürmemiz, kültür ve sanatımızı değişik etkinliklerle yayıp ve tanıtmamız, hakkımızdaki yalan yanlış, maksatlı isnat ve iftiralara karşı mücadele başlatmamız, başkalarının bizi istediği gibi ve yanlış tanıtmasının önüne geçme çabası içine girmemiz gerekmektedir. Bunun için batıdaki oryantalizm merkezlerindeki örneklerinden de esinlenilerek gerekli organizasyonlar, vakıflar, enstitüler, kurum ve kuruluşlar bir an önce oluşturulmalıdır.


Doğuyu batıya mahkum eden en büyük amillerden biri de kendi tarihlerini kendilerinin değil batılıların yazmış olmasıdır. Kolayca tahmin edilebileceği bu, objektif bir tarih değil, batılılar tarafından elden ve gözden geçirilmiş, seçilmiş, ayıklanmış, arıtılmış, gerçeklerin çoğu çarpıtılmış, tahrif edilmiş bir tarihtir. Bir Afrika atasözünde belirtildiği gibi “Arslanlar kendi tarihlerini yazana kadar; av hikâyeleri hep avcıları övecektir”. Hayatında hiç aslan görmemiş olanların da bu anlatılanlara saf saf inanmaktan başka çaresi yoktur. Hep avcıları öven av hikâyelerine inanmanın, bunlara inananların saflığına ve aptallığına delil olmaktan öte fazla bir zararı olmayabilir. Ama sıra tarihe geldiğinde konu hiç de bu kadar basit değildir. Çünkü tarih bir milletin hafızasıdır. Asırlar içinde oluşmuş pek çok değer, maddi ve manevi miras tarih içinde ve tarih macerasının kazandırdığı tecrübelerle oluşur, onların bir muhassalasıdır. Milleti millet yapan en önemli unsur ortak tarih şuuru ve bilincidir. Millet olma bilinci bu kaynaktan beslenir. Bu bulandığında bulandığında bütün nehir, göl, deniz de bulanır. Bir milletin tarihinin tahrif edilmesi, aklının, fikrinin, bilincinin, hafızasının, ruhunun, mantığının, değerlerinin tahrif edilmesi sonucunu doğurur. Bir milleti yok etmenin en sağlam ve en tehlikesiz yolu, o milleti millet yapan, onları bir arada tutan eski, köklü, sağlam ve gerçek bilgileri silmek, tahrif etmek, ondan sonra da toplumun hafızasını belli amaçlar ve çıkarlar doğrultusunda yeniden formatlamaktır. Bunun bir milleti şizofrenliğe mahkum etmekten, paranoyalar içinde elini kolunu bağlamaktan bir farkı yoktur. Çünkü tarihi yani toplumsal hafızası, millet olma bilinci çarpıtılmış bir milletin, bir toplumun bir daha kendi faydasına ve zararına olan şeyleri bilebilmesi, dengeli davranabilmesi, akıllı, mantıklı sağlıklı düşünceler, tepkilere geliştirebilmesi, ona göre iyi ve doğru kararlar alıp uygulayabilmesi, bugününe ve geleceğine hükmedebilmesi mümkün olamaz. Bize de olan budur. Ancak şu var ki, her şeye rağmen yine de olağanüstü sağ duyusu, tarihten getirdiği basiret ve var olma bilinciyle hala sapasağlam bir millet var karşımızda. Hala yenilgiyi ve teslim olmayı reddeden, buna direnen, yeniden ayağa kalkmak, eski gücünü toplamak, hatta eskisinden de daha güçlü ve üstün olabileceğene inanan, bunun için de her yolu denemeye hazır bir millet. Yanmış, kül olmuş ama, zamanı geldiğinde külleri arasından bir Anka Kuşu gibi yeniden dirilmeyi bekleyen bir millet. Yalan söyleyen, tahrif edilmiş, masa başında üretilmiş tarihlere inanmayan, unutulmuş, unutturulmuş da olsa çok daha farklı, çok daha eşsiz ve her şeye rağmen övünülmeye, fakat mutlaka çok dersler çıkarılmaya uygun, çok zengin bir tarih hazinesine sahip olduğunun çok iyi bilincinde bir millet.

19. yüzyıldan itibaren, oryantalist uzmanların sadece doğuyu incelemeleri, araştırmaları, anlamaları, tanımaları ve tanımlamalarıyla yetinilmemeye başlanmıştır. Bunun ötesinde ve ilerisinde doğunun ve doğuluların batıya boyun eğdirilmesi, batının egemenliği altına sokulması için doğululara batılı değerlerin benimsetilmesi, doğuluların batı uygarlığına yatkın, batı çıkarlarına ve batının amaçlarına hizmet edecek hale getirilmesi isteniyordu. Bu ise sadece dışarıdan ve dış müdahalelerle gerçekleştirilmesi mümkün olabilecek bir hedef değildi. Bunun için, doğunun ve doğuluların da bu hareketin içine sokulması, doğuda batıya ve batılı değerlere yatkın, batının çıkarlarına hizmet edecek yeni nesiller yetiştirilmesi, yeni fikir akımları, yeni siyasi ve ideolojik hareketler, yeni zevkler ve modalar, batı ekonomik pazarına uygun yeni tüketim biçimleri meydana getirilmesi gerekiyordu. Bu alanda en büyük görev de oryantalistlere düşüyor, oryantalistlerden artık doğunun çağdaş tarihinin sadece yazarı değil, yapımcısı ve vazgeçilmez figürü olmaları da bekleniyordu. Onlar da kendilerine biçilen rolleri başarıyla oynadılar, kendilerine verilen görevleri fazlasıyla yerine getirdiler. Sonuçta oryantalistler eliyle ve aracılığıyla doğululara has, onlara özgü ne varsa hepsi tahrip edildi, dinleri, dilleri, felsefeleri, dünya görüşleri, ahlak anlayışları, kültürel değerleri, maddi ve manevi birikimleri mahvedildi. Yeni nesiller iftiralarla, yalan, dolanlarla ve çarpıtılmış yorumlarla mecrasından saptırılmış tarih öğretileriyle geçmişlerinden, kendilerinden, öz değerlerinden ve kültürlerinden utanır, hatta nefret eder hale getirildiler, maddi, manevi, psikolojik açıdan derin bir boşluğa düşürüldüler, hiçbir şeye inanmaz, anarşi veya intihar için de olgun hale getirildiler.

Oryantalistler, doğu toplumlarının içinden kendileri hesabına çalışacak, oryantalizmin dogmalarını kendi çevrelerine yayacak, kendi toplumlarını karalayacak, kötüleyecek, onlara oryantalistlerin gözüyle, iğrenerek, tiksinerek yukarıdan bakacak, kendi ülkelerinin insanlarını batının arzu ettiği yönde biçimlendirecek yerli işbirlikçiler, muhbirler, dostlar bulmakta hiç zorlanmadılar. Batılı oryantalistler doğuyu ve doğuluları kendileri nasıl görüyorlar ve gösteriyorlarsa, doğululardan da kendilerini ve toplumlarını öyle görmeleri ve kabul etmeleri isteniyordu. Doğulu yazarların, kendi toplumları hakkında ileri sürdükleri saçma sapan, akıl, mantık, bilim ve gerçek dışı iddialar, ne kadar çok utanılacak, ürkütücü, irkiltici, tiksindirici, tüyler ürpertici, ne kadar yalan, ne kadar basit, yanlış, anlamsız ve sansasyonel olursa oryantalistler tarafından o kadar dört elle sarılınmaya, oryantalist söylem içinde kullanılmaya uygun kabul ediliyordu. Gerçekten de yeni efendilerine rüştlerini ispat etme gayretiyle de birleştiği için, sonradan oryantalistleştirilen, yerli işbirlikçilerin fikirleri, anlayışları, zihniyetleri, eylem ve söylemleri, çoğu zaman oryantalizmin gerçek temsilcilerinden çok daha insafsızca ve şiddetli olabilmiştir. Bunlar, zamanında “çağdaşlaşamamanın”, “modernleşememenin”, “aydınlanmayı yaşayamamanın”, “ilerleyememenin” sorumlusu gördükleri toplumlarına ve değerlerine karşı çok daha fazla radikalleşebilmekte ve saldırganlaşabilmektedirler. Bu aşırılıkların açık örneklerinden birini batıdaki ve doğudaki laiklik anlayışlarında ve uygulamalarında somut bir şekilde görebilmek mümkündür. Bilindiği gibi laik ilkesi, batıda, kilisenin aşırı hegemonyasına bir tepki olarak doğmuş, böylece kilisenin insanlık dışı baskı ve zulümlerine bir set çekilmeye, bir sınırlama getirilmeye çalışılmıştır. İslamda ve İslam ülkelerinde ise kilise tipi bir organizasyon, kurum veya anlayış zaten mevcut değildir. Buna rağmen, doğuda laik adı altında, batılı ülkelerde bile görülemeyecek, din ve vicdan özgürlüğüyle bağdaştırılamayacak, toplumda sosyal ve psikolojik travmalara yol açacak, aslında laiklik ilkesini de kökünden sarsacak ters, aşırı, şiddetli ve militanca uygulamalara sıkça rastlanabilmektedir.

Batılı oryantalist söylemleri içselleştiren, kendine ve toplumuna bu gözle bakan, sürekli oryantalistlerden kavram ve söylem ithal ederek onların şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen “Doğulu” gerçekten korkunçtur. Bunlar batılı efendileri tarafından ne kadar aşağılansalar da yine de onlara canla başla hizmet etmekten geri durmazlar. Hani sahipleri çok meşhur, zengin ama çok da cimri ve zalim bir evde çalışan zavallı bir hizmetçi kadın varmış. Kadıncağızı çektiği işkencelerden kurtarmak isteyen etraftaki komşular araya girmişler ve alicenaplığı ile tanınan başka bir evde iş bulmuşlar. Fakat hizmetçi bunu kabul etmemiş ve şu yaman cevabı vermiş: “Evet haklısınız, ben burada çok acı çekiyorum. Bana burada köpek gibi, hatta köpekten de aşağı muamele yapıyorlar. Paramı pulumu da vermiyorlar. Ama benim ev sahiplerim çok zengin ve çok ünlü! Ben bunları nasıl bırabilirim?!” (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, s. 77-78, 1983).

Batı, eğitim öğretim için kendisine gelen doğulu gençleri istediği kalıba sokmakta, onlara istediği şekli vermekte ve onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmakta da büyük başarılar sağlamıştır. Onlara göre önemli olan, insanın kim, ne ve nereli olduğu, nereden, hangi kökenden, hangi inançtan, hangi dinden geldiği ve daha önce ne düşündüğü, nasıl düşündüğü ve inandığı değil, ne hale getirilmesi, hangi kalıba dökülmesi ve ne düşündürülmesi gerektiğidir.

Oryantalist sistem içinde, üniversitelerde, vakıflarda, araştırma kuruluşlarında, iktidar tamamen batılıların elindedir. Üst düzey görevlerde doğulu personel zaten yoktur. Alt düzey personel arasında çok sayıda doğulu bulunsa da, bunların doğunun makus talihini değiştirmekte hiçbir anlamları, önemleri ve etkinlikleri yoktur. Bugün hiçbir Müslüman bilim adamının, ABD ve Avrupa bilim, fikir ve yayın dünyasında, üniversitelerinde, enstitülerinde gerçekleştirilen çalışmalara ilgisiz kalabilmesi mümkün değildir. Doğulu öğrencilerin, profesörlerin, bilim, fikir ve düşünce adamlarının çalışmalarının batıda bir değer ve anlam kazanabilmesi için de, batılı oryantalistlerin onayından geçmeleri, onlardan ders görüp icazet almış olmaları, onların kullandıkları kavramları kullanmaları, onların bakış açısını benimsemeleri, onların istediği kafa yapısına ve düşünce tarzına sahip olmaları, onların beğendiği şekle girmeleri gerekmektedir. Ancak bundan sonra, batılı oryantalistler katında bir değerleri olabilir, yazıp çizdikleri değerlendirmeye alınabilir, eğitimlerini tamamladıktan sonra batı ülkelerinde kalabilme şansını bulabilirler. Onlara verilebilecek en büyük kimlik, kişilik, değer ve ayrıcalık onların oryantalizmin dogmalarını kendi mahalli çevrelerine nakleden, yayan, oryantalizmin doğudaki yerli muhbirleri olabilmektir. Oryantalistlere göre, doğulunun ve Müslümanın iyisi oryantalistin muhbiridir. Ancak kendi aralarında, gizliden gizliye, o muhbiri yine de teşekkür bile edilmeye değmez, beş para etmez bir doğulu olarak görürler.

Batılılar etkileri altına aldıkları milletlerin içinden kendi sömürü politikalarını savunan, kendi davalarını güden, batılı efendilerine kölelik, kendi milletlerine eşkıyalık yapan sayısız piyonlar bulmakta ne yazık ki hiç zorluk çekmemişlerdir. Emperyalist güçler, doğu üzerine oyun üstüne oyun, tezgah üstüne tezgah, senaryo üstüne senaryo, plan üstüne plan hazırlayıp uygularken, bazıları, gerçek sorunları ortaya çıkarıp uygun çözüm yolları aramak yerine, kimlik, kişilik ve saf değiştirmeyi, batılılara muhbirlik ve hizmet edip menfaat devşirmeyi, kendisine ve geçmişine tamamen yabancılaşmayı, hatta düşman olup küfretmeyi tercih edebilmişlerdir. Böylece hem kendilerinin hem de toplumlarının bir tuzaktan başka bir tuzağa düşmesine, bir çukurdan başka çukura yuvarlanmasına, bir çözümsüz seçenekten bir başka çözümsüz seçeneğe savrulmasına alet olabilmişlerdir. Olan biteni anlamaktan ve algılamaktan aciz toplumun çoğunluğu ise, sadece öfkelenmekle yetinmiş, yapılması gerekenleri yapamamış, şaşkın ve çaresiz bir şekilde işin sonunun nereye varacağını beklemekten başka elinden bir şey gelmemiştir.

Doğunun Batıya Bakışı

19. Yüzyılda, buharlı makineleri icat eden Avrupa, açık denizleri de hakimiyeti altına almasıyla, önüne geçilmez bir güç ve kuvvet kazandı. Bu teknik medeniyetin dışında kalan diğer kıtaların halkları gibi biz de ya bilim ve teknikte Batılıların seviyesine çıkmak, yahut sömürülmek gibi bir durumla karşı karşıya kaldık.

Ancak Batı’ya nasıl gidileceği, nasıl onlara denk bir güç ve kuvvet sahibi olunabileceği, bunun için neler yapılması gerektiği konusunda 200 yıldan beri hala bir sonuca varabilmiş değiliz. Aslında batılılaşma ve aşırı Avrupa yanlılarının, hayranlarının bilinçli olarak ne yapmak istedikleri, esas özlemlerinin, aradıklarının ne olduğu bile tam belli değildir.

1900’lerden beri başka bir din, kültür ve medeniyet çevresine mensup, yani Hıristiyan olmayan milletler, Batı’nın silahlı gücüne, saldırılarına, kültürel, ekonomik ve siyasi işgallerine karşı, onlar gibi olabilmek, Avrupa’nın ilim ve teknolojideki üstünlüğüne sahip olarak varlıklarını sürdürebilmek için üç yol izlemişlerdir.

Bunlardan biri işgalci ve sömürgeci batılıların kültür ve medeniyetleri karşısında kendilerininkini tümden bırakarak ve unutarak İngiliz, Fransız kimin sömürgesi iseler onlarınkini almak, onların kültür ve medeniyeti içinde tamamen eriyip başkalaşarak onların bir kopyası olma yoludur. Afrika kavimlerinin ve benzeri sömürgelerin düştükleri durum budur. Esasen bunlar dinde ve medeniyette şimdiye kadar belirli bir mesafe kat edemedikleri için, kaybedecek, ateşe atacak fazla bir değerleri, tarihleri, kültür ve medeniyetleri de yoktur. Zaten şimdiye kadar hiç devlet olamamışlar, kuramamışlar, kabileler halinde yaşamışlardır. Fakat bunlar bile işgalden sonra yaşadıkları korkunç deformasyon, dillerini, örf ve adetlerini kaybedip, kapitalistlerin bir bela halinde başlarına çöken hile, desise, emrivakilerini görüp yaşadıktan sonra ne kadar şey kaybettiklerine hayıflanmaktan kendilerini alamamaktadırlar.

İkinci yol, başta Japonya olmak üzere Uzakdoğu örneğinde olduğu gibi ‘çağdaşlaşma’ modelidir.

Japonlar, Batı tehlikesi, üstün teknolojisi ve ticari araçlarıyla kapılarını çaldığı daha ilk aşamada, onlara karşı tedbirli, uyanık ve güçlü olmaları gerektiğini anlamışlardır. Japonya’nın en büyük şansı, o zamanlar başlarında Japonyayı seven, Japon olma ruh ve bilincine sahip, kendi öz değerlerine son derece bağlı, soyuyla, sopuyla, huyuyla, geleneğiyle her şeyiyle tam Japon olan ileri görüşlü, akıllı, aydın liderlere sahip olmasıdır. Batılılara yenilmemenin, onlar karşısında ezilmemenin yolunun ancak onlar gibi teknik donanıma, ilimde, sanatta, teknikte onlardan üstün, en azından onlara eşit olmaktan geçtiğini anlamışlar, bunu yapabileceklerine inanmışlar ve hemen harekete geçmişlerdir.

Kültürde, törede, örfte, adette, dinde, yaşayışta, kılık kıyafette, mukaddesatta vb gibi her şeyde Japon kalarak çağdaş olmayı hedeflemişlerdir. Liderler, devlet adamları, aydınlar, irada, azim, sabır ve metanetle sonuna kadar bu yolda ilerlemişlerdir. İlerlemede, gelişip güçlenmede iyi ve doğru bir eğitimin önemini kavramışlar, eğitime çok büyük ağırlık vermişlerdir. Öyle ki, 19. yüzyılda Japonya’da okuma yazma bilenlerin oranı, o öğrenilmesi çok zor, kargacık burgacık yazılarına rağmen, Avrupa ülkelerini bile geride bırakmıştır. Japonlar ilerleme yolunda çok çileler, zahmetler çekmişler, fakat ilkeli, karakterlerini, seviyeli, seciyeli, ciddi davranıştan sapmamışlardır. Onlar da batıya öğrenciler gönderdiler. Ama kimi nereye niçin göndereceklerini önceden iyice belirliyorlar, gönderdiklerinin giderken de dönerken de tam bir Japon olarak gidip dönmesine çok önem veriyorlardı. Gönderecekleri gençleri kendi kültürlerine, kimlik ve kişiliğine tam sahip ve bağlı olanlardan seçiyorlar, geri dönenleri de tekrar sınayıp deniyorlar, gönderilme amacının gerçekleşip gerçekleşmediğine, ihtiyaç duydukları ilim ve teknolojiyi alıp alamadıklarına bakıyorlar, dejenerasyona uğrayanları, batı hayranı, taklitçisi ve uşağı olanları ülkeye kabul etmiyorlar, ‘Git kimi sevip beğeniyorsan onların arasında yaşa! Sen bize yaramazsın.’ diyerek geri çeviriyorlardı. Bizde ise ne kimin nereye niçin gönderileceği, ne de gidip dönenlerin nasıl gidip nasıl döndükleri üzerinde kimsenin kafa yorduğu yoktu. Saldım çayıra Mevlam kayıra diye her şey rastgeleydi. Bizim yolladıklarımız Avrupa’nın kafelerinde barlarında vakit geçirirken, bulvarlarını arşınlarken Japonlar gece gündüz ilim ve teknolojiye kafa yoruyorlar, zaman harcıyorlardı. Sonuçta daha 19. yüzyılın sonlarına doğru Japonya, Rus Çarlığını bile yenebilecek büyük bir güç, güçlü bir devlet haline gelmiştir. Bugün ise, kendi değerlerine bağlı kaldığı halde, ticarette, sanayide, elektronikte, daha pek çok sahada dünyaya meydan okuyan, ilimde, fende, teknikte, ekonomide, refah ve zenginlikte dünyanın en önde gelen, geleceğe güvenle bakabilen ülkelerinden, devletlerinden, milletlerinden biri haline gelmiştir.

Üçüncü yol ise bizim gibi Avrupalılaşma ile çağdaşlaşmayı birbirine karıştırmış bizim gibi ülkelerin el yordamıyla bulmaya çalıştığı yol sayılabilir. Biz 200 yıl kadar, yani Japonlardan çok daha önce, Avrupa karşısında ilimde ve teknikte geri kalmış olduğumuzun farkına vardık. O gün bugün tartıştığımız halde hale Avrupalılaşmak mı, yoksa çağdaşlaşmak zorunda mı olduğumuza bir türlü karar veremedik.

Nasıl bir Batılılaşma ve Avrupalılaşma peşindeydik? İlimdeki, fendeki eksikliklerimizi tamamlayacak, Avrupalıların çoktan beri sahip oldukları yeni bilgilere, ürünlere, tekniklere, üretim araç ve tekniklerine, sanayi kuruluşlarına, fabrikalara sahip olmamızı sağlayacak çağdaşlaşma anlamında bir Batılılaşma mı, yoksa kendi özümüzden, inançlarımızdan, usul ve üslubumuzdan, iman ve törelerimizden bütünüyle vazgeçmeyi, kendimize ait her şeyi terk ederek bilmesek, anlamasak da her şeyimizde ve her işimizde Avrupalıları taklit etmek, kopyalamak, yani Batı medeniyeti içinde erimek ve başkalaşmak anlamında bir Batılılaşma mı istiyorduk. Tanzimatın başından beri ülkemizde tartışılan soru ve sorun hep bu olmuştur.

Eğitim ve bilgi düzeyi çok düşük ve yetersiz olan milletin büyük çoğunluğunun bu tartışmalardan, sorulardan ve cevaplarından doğru dürüst haberi bile yoktu. Zaten içine düştüğü fakirlik, yoksulluk, çaresizlik, devletin zulüm ve haksızlıkları, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, ağır vergiler altında inim inim inleyen halk, hiçbir şey düşünebilecek halde de değildi.

Batı hayranı, taklitçisi, uşağı olmuş, okumuş yazmış, yönetici ve aydın kesimin büyük çoğunluğu, Japonya’ya falan bakmadan, tezgahlarına geldikleri Batılılar tarafından aldatılarak, kandırılarak, satın alınarak çoktan Batıya kul köle olmaya, teslim olmaya razı edilmişti. Kimileri karar vermekte zorlanıyor, kimileri de yine Batılılar tarafından üretilmiş ‘gericilik, irtica’ yaftasının ve suçlamasının muhatabı olmamak için son derece çekingen ve korkak davranıyordu.

Yunan felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyanlık dini temeline dayanan Avrupa’nın kamuoyuna ve yönetime yön veren kültür ve medeniyet öncüleri, kurmayları 18. yüzyıl başlarına kadar karşısında bir türlü tutunamadığı, dize getiremediği, tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve dize getiren Yenilmez Türk’e karşı ele geçirdiği üstünlükten en verimli şekilde yararlanmak azim ve kararlılığındaydı. Bunun için oluşturulmuş, çok büyük bütçeli merkezlerde inceden inceye hesaplar, planlar yapılıyordu. Esas amaç Türkleri, yok etmek, kendi içinde eritmek, bir şekilde tarih sahnesinden silmekti. Bu olamadığı takdirde hiç olmazsa kendi özünden ve kültüründen kopararak kendisine köle ve uydu haline getirmek, hükmü ve boyunduruğu altına almak hedefleniyordu.

Peki bu amaca ulaşabilmek için nasıl bir yol izlemeleri, hangi yöntemleri uygulamaları gerekiyordu? Bu konu üzerinde çalışırken vaktiyle Osmanlı’ların kendilerine karşı uyguladığı usulü uygulamalarının en iyisi olduğuna karar verdiler. Onlar da, Türkiye’nin kaderine, mukadderatına hakim olacak, aydınları, yöneticileri, Batı hayranlığı, Batı usulleri, Batı inançları, fikirleri, duygu ve düşünceleri, Batı yaşantısı ve Batıya özenti içinde okutup yetiştireceklerdi. Üstelik Osmanlı Devleti içinde Müslümanlar kadar Hıristiyanlar, Türklerden daha çok başka ırk ve kavimlere mensup halklar yaşıyordu.

Batı kendisine çok önemli bir müttefik ve destekçi olarak gördüğü Hıristiyan ve Musevileri komisyoncu, aracı, ithalat ve ihracatçı vb gibi ekonominin can damarını ellerinde tutan, imtiyazlı zümreler haline getirdi. Eğitim için Türkiye’den Batı’ya önemli sayıda öğrenci gönderiliyordu. Bu onları istedikleri kalıba dökebilmeleri için iyi bir fırsattı. Ama bunu da yeterli bulmadılar, Türkiye’de de okullar, kolejler, eğitim ve araştırma kurumlarlı kurdular. Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan vb vakıfların açtıkları özel mekteplere, okullara, kolejlere büyük bir rağbet vardı. Büyük kitleler, Batılılara benzemek, onlar gibi olmak heyacanı ile yanıp tutuşarak buralara akın ediyordu. Sonra devlet kendisi de tamamen bunlara benzeyen, bunların verdikleri eğitimin benzerini veren Sultaniler, Avrupa tarzı okullar, mektepler, üniversiteler açma seferberliğine girdi.

Batının Osmanlı’nın devşirme sisteminden esinlenip uyarladığı bu plan ve taktik inanılamayacak kadar başarılı ve Türk milleti için de son derece yıkıcı oldu. Batıda ve yurt içindeki yabancı vakıf ve kuruluşlara ait kolejlerde, eğitim kurumlarında yetişen kimseler, çok geçmeden devlet kademelerinde, yönetimde, orduda, okullarda, üniversitelerde, memleketin iç ve dış konularında, sorunlarında, milletin ve memleketin mukadderatına hakim duruma geldiler. Eğitim sistemi, basın ve yayın da tamamıyla onların eline, denetim ve gözetimine geçti. Batı Türkiye’nin en kıymetli cevherini, yani en etkili ve nüfuzlu aydınlarının ‘beyinlerini’ kendine bağlamayı başarabilmişti. Vaktiyle biz, nasıl yabancı ırkların ve soyların en iyi beyin ve kabiliyet sahibi, asil ve zengin gençlerini alıp, kendi dinimizin ve milliyetimizin değerleriyle yoğurduktan sonra, (Sokullu Mehmet Paşa vb gibi) kendi soyuna, kültürüne karşı bizim için savaşan liderler ve yöneticiler olarak kullanmışsak, Avrupa ve Amerika da bir asırı aşkın bir zamandan beri bizimkileri devşirdiler, devşiriyorlar. Batının Yeniçerileri haline getirilmiş bizim gençlerimizle kültür ve medeniyetimizi, iman, inanç, örf ve törelerimizi esir almayı başardılar. Dün olduğu gibi bugün de Batı’lı devletlerin bayraktarı, temsilcisi gibi çalışan aydınlarımız, yöneticilerimiz vardır. Aynı fikriyat ve gidişatın devamı niteliğindeki, ardı ardına gelen Tanzimat nesillerinin, Meşrutiyet ve tek parti dönemlerinin ve devirlerinin ardından, bugün de tüm hızıyla devam eden beynelmilelci, gizli çıkarcı ilericilik, Masonluk, çok uluslu hale gelmiş holdingcilik gibi türlü görüntüleriyle Türkiye’yi sömürge yapmanın aracı olarak kullanılmaya devam ediyor. Hatta bu çevreler, Atatürkçülüğü bile bu menfur emellerine alet olarak alabildiğine kullanmayı çok iyi becerebiliyorlar.

Batılılaşma sevdası, nesilden nesle gittikçe daha da artan daha korkunç manzaralarla karşımıza çıkıyor. Eskiden gizli kapaklı yapılan işlerin artık gizlenmesine bile gerek duyulmuyor. Örneğin, Amerikan Genel Kurmay Başkanı, 1989 yılında ABD Senatosunda savunma bütçesi görüşülürken (Nisan 1989) alenen, Türkiye gibi bazı ülkelerin subaylarını, özel kurslarda eğiterek, dünyanın her yerinde Amerika’ya bağlı generaller, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, yöneticiler yetiştirdiklerini söyleyebilmektedir. (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 362).

‘Batı, Batı’ demeye başladığımızdan beri sanat ve edebiyatımızda, kitaplarda, gazetelerde: ‘Avrupa’nın ilmini, fennini, sanayiini, üretim tekniklerini, uyguladığı bilimsel metotları alalım, ama imanda, kültürde, irfanda, ahlakta, törede kendimiz kalalım’ şeklinde özetlenebilecek fikir ve düşünceler hiç eksik olmamıştır.

Ama devlet idaresinde, yönetimde, icraatlarda bunun tersi bir batıcılık ve batılılaşma anlayışı almış yürümüştür. Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te, tek partili ve çok partili dönemlerde, iktidara gelirken başka şeyler söylemiş, başka vaatlerde bulunmuş olsalar da gelmiş geçmiş bütün iktidarlar teslimiyetçi, Batılılaşmaya doğru birkaç adım daha atmaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Avrupalılaşma Hareketleri

Yalan ile gerçek arasında uyur-gezer bir toplum istiyor düşmanlarımız.

Beyni afallatılmış, kafaları çuvallatılmış, düşle gerçeği ayıramayan, afyon içirilmiş, uyuşturulmuş beyinler istiyor düşmanlarımız. Sen buna alet oluyorsun.

Türkler, hakimiyetlerini yıkılmış olan devletlerin enkazı üzerine kurmuşlardı. Fakat hüküm sürdükleri bütün memleketlerde azınlıkta kalıyorlardı. Bu yüzden hem bu topraklarda daha önce hüküm sürmüş, Roma, Bizans, Sasani gibi imparatorlukların, hem de İran ve Arap etkilerinin altında kaldılar. Bu etkilerle farkına varamadan onlar da İslam’ın özünden, aslından uzaklaşmaya ve gerilemeye başladılar. Diğer Müslüman milletler bağımsızlıklarını da yitirerek başkalarının egemenlikleri altına girdikleri halde, Türk’ler bağımsızlıklarını muhafaza ederek diğerlerinden ayrıldılar. Avrupa’yla uzun süreli ilişkileri sonucunda düştükleri gerilikten ve uyuşukluktan silkinip kalkmak istediler. Fakat bu noktada da muhtaç oldukları kuvveti, yine geçmiş büyüklüklerini ve üstün medeniyetlerini borçlu oldukları İslam’da aramak yerine, Batı’da arama gafletine düştüler.

İnsanın beynini yalanla gerçek arasında, masalla hayat arasında tutmak, bir çeşit psikolojik harp silahıdır, insanı bir felaket karşısında gerçek tehlikeyi fark edemez hale getirmek için kullanılır. 

Vaktiyle dünyanın en kuvvetli en zinde toplumlarından biri olan
Osmanlı toplumu, milli kültür, ahlak, anane ve inanç gibi temel değerlerinin bozulmasına eklenen nizamsızlıkların, düzensizliklerin neden olduğu sarsıntılar yüzünden büyük sarsıntılar geçirmeye, hatta yıkılma korkuları ve tehlikeleri yaşamaya başlamıştı.

Bu tartışma ve münakaşalar sayesinde konunun önemini kavramaya başlayan bazı Doğu’lu ilim, fikir ve siyaset adamları, konuyu tarafsız bir gözle incelemeye koyuldular. Fakat onlar da genellikle konunun özünü ve bütününü kavrayamadıklarından genellikle detaylarda kayboldular, sonuçları sebep gibi gördüler. Gerilemeyi kimisi hükümdarların istibdadına, kimisi devlet yönetiminin ve düzeninin bozulmasına, kimisi ilmiye, askeriye ve kalemiyye (bürokrasi) sınıflarının bozulmasına, kimisi alimlerimizin cehalet ve bilgisizliğine, kimisi iş başında bulunanların beceriksizliğine, ayrıca daha pek çok nedene bağlıyordu. Geriliğimizin sebeplerini, dinimizin emirlerine karşı gösterdiğimiz ihmal ve kayıtsızlıkta bulanlar olduğu gibi tam tersine dindeki taassubumuzda veya kaderciliğimizde, aşırı tevekkülümüzde bulanlar da vardı. Ortaya atılan bu görüş, düşünce ve fikirlerdeki sayıya, ölçüye ve endazeye sığmaz çeşitlilik, birbirine bu kadar zıt ve ters görüşler, gerileyişimizin gerçek ve asıl sebeplerini bile seçip ayıramamız, bulup çıkaramamız, düşünce yapımızda hüküm süren karışıklığın, aklımızın, fikrimizin, zihnimizin fark ve temyiz kabiliyetini de kaybetmiş olduğunu kanıtlıyordu.

Halbuki sayfalar ciltler dolusu kitaplarda, gayet güzel ibarelerle anlatılan şeyler sadece durumu anlatan, tasvir eden açıklamalardı. Bunları herkes biliyor, görüyordu. Bizim esas bilmek istediğimiz şeyler, örneğin halkımızın artık neden görevlerini tam olarak yerine getiremediği, neden tembel ve cahil kaldığı gibi geriliğimizin gerçek nedenleri üzerine kimse dişe dokunur bir şey söyleyemiyordu.

Türklerin Avrupa’ya yönelme, yaklaşma ve onların medeniyetinden ciddî ciddi bir şekilde faydalanma yönündeki ilk önemli teşebbüsleri, Sultan III. Selim döneminde olmuştur. III. Selim, şehzadeliğinden beri Avrupa usulünde modern bir ordu kurmayı ve bu sayede İmparatorluğa eski gücünü kazandırmayı düşünüyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa’nın ve komşularının Fransız İhtilali ile meşgul olmalarını da fırsat bilerek, bu gaye ve amacı doğrultusunda derhal ıslahat hareketlerine girişti. Viyana’ya elçi olarak gönderdiği Ebu Bekir Râtıp Efendiye Avrupa’nın durumu ve Avusturya’nın ordu ve idare teşkilatı hakkında bir rapor hazırlayıp kendisine sumasını emretti. Ebû Bekir Râtıp Efendi de kısa zamanda Avrupa’nın ilmî, siyasî ve askerî durumu hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilatı, askeri okulları, subayların yetiştirilmesi ve başka birçok meseleler üzerinde padişaha bir rapor sundu. Diğer devlet adamlarından da, devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar, raporlar alan Sultan III. Selim, bu raporlar ışığında idarî, mülkî, ticarî, sınaî, ziraî, ilmî ve askerî sahalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizam-ı Cedid İnkılabı adı verilir.

İlk defa III. Selim zamanında Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizam-ı Cedid ordusu oluşturuldu. Gerçekten de modern metodlarla eğitilen, disiplinli Nizam-ı Cedid kuvvetlerinin kısa bir süre sonra önemli hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır’ı işgal eden Napolyon’un, Akka’da küçük bir Nizam-ı Cedid kuvvetine sahip bulunan Cezzar Ahmed Paşa’ya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı.

15 Haziran 1826’da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağının kaldırılması hayırlı bir hadise kabul edilerek “Vaka-i Hayriye” denildi.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826). Sultan II. Mahmud, bundan sonra, Türkiye’yi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti (Bkz. Osmanlı Basını).

Bizdeki Batılılaşma Hareketlerinin Karakteristik Özellikleri

Memleketimizin ilerlemesini, yükselmesini ve gelişmesini bir yerden sonra artık kendi gücümüzle başaramaz duruma gelince, batı medeniyetinden yararlanma zorunluluğumuz ortaya çıktı. Bu zorunluluk mütefekkirlerimiz, aydınlarımız ve yöneticilerimiz arasında yeni zihniyetlerin, yeni anlayışların yeni tipler ve sınıfların oluşmasına neden oldu.

Yenileşme hareketlerinin başladığı dönemlerden itibaren sayıları, etki ve nüfuzları gittikçe artan, Devleti ve kamuouyunu idare eden, yönlendiren aydın ve yöneticilerin önemli bir kısmı şöyle düşünüyordu: ‘Devletin durumu tehlikededir. Bugünkü düşüşten, çöküşten ve gerilikten kurtulmak ve yükselmek için tek çaremiz Batı’yı taklit etmektir. Memleketimize batı taklidi müesseseleri, kurum ve kuruluşları, onlarla beraber de Avrupalı telakki ve esasları, fikir ve düşünceleri, anlayışları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmayı, eski düşmanlıkları hafifletmeyi, onların bencilliklerini yumuşatmayı başarabiliriz. Bu yüzden de Batınınkileri olduğu gibi kabul ederek kopyalamamız, bizimkileri de unutmamız ve bir kenara atmamız gerekir.’

Sultan Mahmut döneminde yapılan ıslahatlar sırasından devlet yönetiminde de yeni bir idari ve siyasi yapılanmaya gidildi. Derebeylik sistemine benzeyen eski sistem kaldırılarak, yerine siyasi ve idari merkeziyetçilik denebilecek yeni bir sistem kuruldu. Bu sistem çok sayıda memur görevlendirilmesini gerektiriyordu, bu nedenle bir memurlar kadrosu ihdas olundu. Devlet yönetiminde son derece etkili, nüfuzlu, seçkin bir memurlar silsilesi, hiyerarşisi oluştu. Merkeziyetçi yönetim biçiminin gereği olarak oluşan bu yeni memurlar sınıfı, toplum içinde hükümdarın şahsında toplanan iktidar gücünün itaatli bir aleti olmaktan başka bir değere, fonksiyona ve role sahip değildi. Bu memurlar tabakası, halkın gözünde tam anlamıyla yüksek bir sosyal sınıf sayılmalarını sağlayacak bağımsızlık, istikrar, anane gibi manevi ve fikri meziyetlerden yoksundu. Hükümdarın bir lutuf ve atıfet olarak bahşettiği bu görevler ve bunların onlara kazandırdığı şan, şöhret, nüfuz, iktidar, servet, saman, mal, mülk mutlak bağlılığın bir karşılığı ve hükümdarın iki dudağı arasında olduğundan, doğal olarak gerekli bağımsızlıktan mahrumdu. Her birinin kaderi başındaki amirinin teveccühünü kazanmalarına ve hükümdarın iradesine bağlıydı. Her saltanat değişikliğinde yeni hükümdarın himaye ettiği kimseler hemen eskilerin yerini aldıklarından memuriyet devamlı ve istikrarlı bir iş de olamıyordu. Ananeleri memurlara has rekabet, itaat ve bencillikten ibaretti. Memurun değeri ve önemi, kendi bilgisi, aklı, zekası, maddi ve manevi seviyesiyle değil, işgal ettiği mevkiin hiyerarşideki yeriyle ölçülüyordu. Bunlar arasından çok değerli insanlar da yetişmiş olmasına rağmen, her zaman içinde yaşadıkları düşmanca rekabet, kin ve haset sebebiyle iktidarları ve meziyetleri oranında millete ve memlekete yararlı olamamışlardır. Devlet daireleri ve memurluk zihniyetinin telkin ettiği cesaretsizlik nedeniyle, hiçbir zaman üzerlerine gerçek bir sorumluluk almaya cüret ve cesaret edememişlerdir. Azim ve ehliyetlerinin kıtlığına ilave olarak, meseleleri kavrayışları da son derece kıt olduğundan, duruma ve ülke şartlarına uygun yeni ve verimli kurum ve kuruluşlar oluşturmak yerine, yabancı müesseseleri kopyalayıp almayı tercih ettiler. Bir zamanlar Osmanlı Devletinin azamet ve şevketini temin eden ancak daha sonra bozulmuş olan müesseseler ise, ıslah edilmeleri, düzeltilmeleri, tamir edilmeleri, mevcut ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılmaları gerekirken zavallı ve acınacak bir duruma terk edildiler.

Halbuki milli müesseseler öyle kolay kurulamaz. Bunların asırlara dayanan köklü gelenekleri vardır. Bu yüzden bir memleketin kurum ve kuruluşları onun en muazzez, en kıymetli milli mirasıdır. Milli müesseseleri terk etmek, milli varlıktan da feragat demektir.

Fakat bizdeki yeni merkezi idare biçiminin devlet erkânının yenilemeye, düzeltmeye, ıslaha, düzeltmeye veya ihtiyaçların gerektirdiği tamamen yeni ve orijinal kurum ve kuruluşlar kurmaya bilgileri, kabiliyetleri de cesaretleri de yoktu. Bu yüzden onlar da, cehaletlerine uygun bir şekilde zararlı ve yabancı yeniliklerin icatçıları ve kopyacıları olmaktan öteye gidemediler. Zaten bunlardan başka bir icraat da beklenemezdi. Çünkü hiçbir ciddi çalışmaya, gerçek bir ehliyet ve liyakate, ihtiyaçların temininde hiçbir yüksek anlayışa sahip değillerdi. Ayrıca günün modası gereği, fazla kafa yormadan ve emek harcamadan sadece batı ülkelerindeki kurum ve kuruluşların, fikir ve tasavvurların kopyalanıp alınmasına aracılık etmek, yüksek ve büyük bir nam ve şöhrete kavuşmaya fazlasıyla yetiyordu. Hem de yaptıkları bu tip bir icraatta sorumluluktan da kurtulmuş oluyorlar, kimsenin kendilerine hesap sorma riski de kalmıyordu. Çünkü memlekete ithal edilen usul ve esasların, kurumların kaynağının batı olması, onlara bir dokunulmazlık, büyülü bir güç, büyük bir değer kazındırıyor, bunları getirenleri sorumluluktan ve acizlikle itham edilmekten kurtardığı gibi, çok becerikli, iş bilir, iş bitirir, memleketin istikbal vadeden yeni ümitleri olarak öne çıkmalarını bile sağlıyordu. Çok geçmeden bu boş ümitler çabucak sönüyor, bunların bizim için ne kadar gereksiz, anlamsız ve temelsiz şeyler olduğu acı hayal kırıklıkları ile ortaya çıkıyordu ama bunların yerine derhal daha yenilerini ithal edecek başka birileri sahneye çıkıyordu. Bu sefer de yine batıdan daha yenilerini getirenlere meth ü senalar, övgüler, alkışlar başlıyor, sürekli zaafa uğrayan müphem bir ümidin yaşatılmasına çalışılıyor, aynı kısır döngü asırdan asra, nesilden nesle sürüp gidiyordu.

Devletin gitgide zaafa uğraması, batının, özellikle Fransa ve İngiltere’nin siyasi ve ekonomik etkilerinin ve baskılarının daha fazla hissedilir olması, durumun gittikçe vahimleşmesi, işlerin iyice karışıp sarpa sarması, sorunlara çözüm bulamadıkları telaşa düşen idarecilerimizin ve liderlerimizin dikkatlerini Avrupa’ya çevirmelerine neden olmuştu. Orada, debdebe ve saltanat içinde, şaşaalı, tantanalı, zevke ve safaya dalmış, pırıltılar saçan ışığıyla gözlerini kamaştıran bir medeniyet gördüler. O medeniyetin eserlerini ve ürünlerini o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Batılıların ahlakını, yaşayışını, anlayışını memleketlerine getirip uygulamanın dertlere çare olacağına inandılar. Taklide ilk defa o zaman Avrupanın en parlak yıldızı gibi görünen Fransadan başladılar. Fransız ahlak ve adetlerinin taklidi, fikirlerinin benimsenmesiyle başlayan Frenkleşme çabası içinde onlarda ne varsa özenilmeye, alınmaya başlandı. Artık Türkçe yerine Fransızca konuşmak, dinsiz ve sefih geçinmek, ahlak kurallarını önemsememek, servetini kumarda, yahut bir Fransız metres tutarak tüketmek en yüksek tavır ve hareketlerden sayılıyor, medeni insanları, medeni olmayanlardan ayıran ölçüler olarak kabul ediliyordu. Latin zihniyetinin tahakkümü altında Frenkleşmiş toplumda, dine, ananeye ve adetlere, memleketin çöküşüne sebep olan, yeniliklere engel olan zararlı köhnelikler gözüyle bakılıyordu. Bu rekabete diğer batılı ülkelerin de katılmasıyla Fransız usulü yenileşme, daha da genişleyerek İngiltere, Almanya gibi başka batılı milletleri de taklide dönüştü. O zamana kadar tek başına sürüp giden Fransız nüfuzu yeni rakipler arasında bölündü. Neredeyse her batılı ülke Osmanlılardan bağlılar ve hayranlar edindi. Eğitim için veya dış temsilciliklerimizde memuriyet göreviyle batı ülkelerine giden gençlerimiz, ecnebi ahlak ve yaşayışını benimsemiş olarak yurda dönüyorlardı. Batılılar bununla da yetinmeyerek, her biri yurdumuzda kendi çıkar ve menfaatlerinin temsilcisi ve savunucusu olacak, müntesipler, himayeciler, taraftarlar, hayranlar, kendi fikir ve düşüncelerini yayanlar kazanabilmek için mali kurum ve kuruluşlar, eğitim ve öğretim kuruluşları kurdular. En yüksek ve en aydın sosyal sınıfımızın batı taklitçiliği ve hayranlığı yüzünden milletinden ve milletinin değerlerinden kopması, geniş halk tabakalarında onlara karşı genel bir nefret, düşmanlık ve onlarla ilgili her şeyi şiddetli bir reddediş durumu doğmasına neden oldu. Memleket, milli, manevi ve medeni hayatının, değerlerinin koruyucusu, kollayıcısı, geliştiricisi, düzenleyicisi, yol göstericisi, rehberi ve dayanağı olması gereken bu yüksek sınıftan mahrum kalınca, toplumun diğer kesimlerini oluşturan sıradan halk zamanın ve dünyanın nereye doğru akıp gittiğini de izleyemedi. Yıllar ve asırlar geçtikçe, günlük ihtiyaçlarını bile temin edemeyecek bir acizlik, gerilik ve esef verici bir zavallılık içinde durakladı kaldı. Bir tarafta batı hayranı ve taklitçisi, batıdan gelen her şeyi büyük bir aşk ve şevkle benimseyip mübah ve caiz gören yüksek tabakadan aydın sınıf, öbür yanda buna tepki olarak artık bütün yeniliklerden ürken ve nefret eden, her türlü yeniliğe yumuşatılması imkansız bir sertlikle karşı çıkan geniş halk kitleleri olmak üzere toplum iki karşıt ve zıt kutba bölündü. Pozitif bilimlerin ve fen bilimlerinin son derece önem kazandığı asrımızda çocuklarımıza bu alanda ehliyet ve iktidar kazandırmak için kurulan yeni eğitim kurumları da bu çarpık ve yanlış zihniyet üzerine bina edildi. Ahlak ile bilginin, eğitimle öğretimin birbirinden ayrı şeyler olduğu anlaşılamadı. Kısır bir taklitten ibaret olan eğitim yeni nesillere pek bir şey kazandırmadı ama çok şeyler kaybettirdi. Aile hayatı ile beraber toplumu da bozdu. Yeni ve fenni kabul edilen bu öğretim metodunda gençlere ‘fenne ve akla uymayan’ şeylere rağbet ve riayet etmemeleri öğütleniyordu. Bu yüzden bu yeni öğretim kurumlardan yetişen nesillerin ahlak ve terbiyeleri çok eksik ve yetersiz kaldı. Toplumun temel karakterini oluşturan değerler, milli kültür, adab, usul, anane, ahlak, karakter, saygı, sevgi, itaat gibi kıymetler yeni nesillerin gözünde önemini, değerini, anlamını, saygınlığını yitirdi. Evladın pek eksik ve yetersiz bilgisiyle, babanın cehalet derecesine inmiş köhne malumatı karşı karşıya gelince, evladın saygısı, babanın haysiyeti kayboldu. Sonunda ukala evladın cüretli ve iddiacı tavırlarıyla haklarını kaybetmiş zavallı babayı tamamen tahakkümü altına alıp aile reisi durumuna gelmesi gibi garip bir durum ortaya çıktı. Asırlar boyunca en şiddetli felaketlere karşı koyarak gelmiş Osmanlı toplumu, bu şekilde yetiştirilmiş birkaç nesil tarafından bozularak, günümüze geçmişin hatıralarından ve sınırlı etkilerinden başka bir şey intikal etmedi. İyice çökmüş ve kokuşmuş toplumda bu yeni neslin bilgi ve idrakiyle doğru dürüst bir toplum kurulamayacağı aşikar olduğu gibi, geçmişin enkazı üzerine yeni bir toplum kurmaya çalışmak da boş bir uğraştan ibarettir. İçine düştüğü çöküntünün halsiz, mecalsiz ve aciz bıraktığı toplumumuz, ne yazık ki bir zamanlar ayıpladığı aydın sınıf gibi, hatta ondan da daha aşağı bir ahlak bozukluğuna, geri dönülmez bir uçuruma doğru sürüklenip gidiyor.

Sosyal bağlar, geçmişte birlikte geçirilen hayat ile ecdattan kalan manevi fikri mirastan doğar.Amaç ve gaye birliğini temin edecek müşterek ahlak ve inancı, dini hasletlerin doğurduğunu, bu sebeple dine hürmet ve bağlılık göstererek, ahkamını yerine getirmenin de en mühim sosyal görevlerden olduğunu bilmeliyiz.

Bizim gibi uzun bir zamandan beri felaketlere maruz kalmış olan ve siyasi varlığını koruyup sağlamlaştırmaya muhtaç bir memlekette –hiç olmazsa şimdilik- birbirine zıt siyasi çekişmelerin, çatışmaların, tartışmaların bir kenara bırakılması gerekir. Yine memleketin bir başından öteki başına kadar hüküm süren müthiş sefalet de, içeride birbirimizle ekonomik rekabet yapmamıza imkan vermiyor. Bu gibi felaket, sefalet ve tehlike zamanlarından insanlar gayri ihtiyari bir araya gelirler. Bu gerçeklere rağmen, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hiçbir konuda bir fikir birliğinin bulunmaması, kin ve düşmanlıkların alıp yürümesi, bu Meclis’in doğal bir meclis olmadığına, memleketin çıkar ve menfaatlerine aykırı bazı etkilerin zebunu olduğuna delildir.

Osmanlı toplumunu teşkil eden milletler ve ırklar arasında bir müddetten beri bazı yabancı etki ve teşvikler yüzünden milli ve ırki rekabet ve nefretlerin ortaya çıktığı herkesin bildiği bir şeydir. Gerçeklere ve adalete aykırı ve ters olan bu rekabet ve iddialar, Osmanlı unsurları arasında sürmesi gereken uyuşma ve dostluk hislerini de bozmaktadır. Geçmişte yaşanan acı ve sıkıntılar, istibdat hepimizin birden başına geldiği, bugün de hürriyetin nimetlerinden bütün Osmanlılar eşit bir şekilde yararlanabildikleri halde, yabancıların çevirdikleri dolaplar, bir takım uğursuz ihtiraslar, çocukça emel ve hevesler sayesinde ülkemizde geniş bir faaliyet sahası bulabilmektedir.

Siyasi ve idari kurum ve kuruluşlarımızda olduğu gibi, sosyal faaliyetlerimizde de yabancılara hayranlık ve taklitçilik hastalığına tutulduk. İyi ile kötüyü, güzelle çirkini birbirine karıştıran ahlak anlayışımız sarsıntıya uğradı. Edep ve terbiyesinde, ahlakında, adetlerinde, gelenek ve göreneklerinde pek düzgün, pek selim, pek iffetli, namuslu, edepli ve insaflı olan Osmanlı kimliğimize ve kişiliğimize tuttuk düşman olduk. Milli kimlik ve kişiliğimizi, karakterimizi bozmak ve zayıflatmak için şiddet kullanmaktan kendimizi alamaz hale geldik. Şimdi ülkemizde şimdiye kadar insan düşüncesinden çıkmış ne kadar sosyal teori, nazariye, usul varsa hepsi birden geniş bir hayat alanı buldu. Bunların hepsinin inananları ve uygulama sahasına koymak isteyenleri var. Bunlar türlü türlü ve tehlikeli olabilecek kadar birbirinden farklı ruh halleri ortaya çıkarıyor. Dışarıdan gelen bu nazariyeler, ideolojiler, görüş ve düşünceler girdabı, Osmanlı toplumunu öyle bir meçhule sevk ediyor ki, bütün köklü genel kurallar ve sosyal amaçlar yok olarak yerlerine sosyal bir fetret demek olan kozmopolitizm geçmektedir.

Osmanlı toplumunu batılılaştırmak heves ve arzusu ile toplumbilimcilerimizin bir kısmı nihilist olmuşlardır. Herhangi bir şey vücuda getirmekten aciz, hatta her çeşit muhafazakarlık hissinden mahrum, her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü ıslah hissi, muhafaza hissiyle ikizdir. Bir milletin örf, adet ve geleneklerini bir günde değiştirmeye kalkışmak, bu örf ve adetlerin gelişmesine ve geleneklerin teşekkül edip yerleşmesine hükmeden sosyal temel kanunları bilmemeye delildir. Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acaip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküş de bir değişimdir. Adet ve geleneklerin değişmesi, bir terakki eseri olabilmesi için bu değişikliğin belli şartlar altında cereyan eden manevi, fikri hallerin güzel bir sonucu olmalıdır. Önce fikirler yenişleşmeli, ondan sonra adetler yenileşmelidir.

Batı hayranları ve taklitçileri bizi batı usulünde demokratlaştırmak istiyorlar. Halbuki biz kuruluş devrimizden beri en hakiki bir demokrasi usulüyle yaşamış, esasen demokrat bir milletiz. Uygulamak istediğimiz batı demokrasisi ise, henüz dün denecek kadar yenidir. Çeşit çesit günahlarla lekelidir ve geçici bir durumdur. Bugün bizim görevimiz, memleketimize yeni ve yabancı bir demokrasi getirmek değil, mevcut olan kendi demokrasimizi geliştirmeye çalışmaktır. Doğal koşulları içinde gelişememiş, ülkesinin siyasi, sosyal, ekonomik hayatına serbestçe katılamamış olan bir millet, hukuki ve siyasi görevlerini yerine getirme zamanı gelince de bir çok yanlışlar yapmaya mahkumdur. Bu hatalardan kurtulmanın ve onları gidermenin yolu, başkalarının deneyimlerine başvurmadan önce –hatta pek az da olsa- kendi deneyimlerinden yararlanabilmektir.

Batıdaki akımlara kapılarak yaptığımız ve ilerlemeyi hedef alan çalışmalarımızın sonuçsuz kalmasının sebebi, batı medeniyetini doğuran esas sebeplere vakıf olamayacak kadar yanılmış bulunmamızdır. Batı medeniyetinin şaşaasına o derecede hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren sebephleri kavramaktan aciz olup, gördüğümüz sonuçları medeniyetin sebepleri sanmış, görünüşe aldanmışız. Şimdi batılılar gibi medeni olmak isterken onların yaptıklarının tam tersini yapıyoruz. Çünkü bu milletlerin hiç biri bizim yaptığımız gibi, komşusunun siyasi veya sosyal kurum ve kuruluşlarını almaya ve uygulamaya kalkmamış, hiç biri kendi ruhunu diğerininkine göre oluşturmaya çalışmamış, yahut kendi manevi şahsiyetinden vazgeçip komşusunun fikir ve hareket tarzını tam bir teslimiyetle taklide girişmemiştir. Batı medeniyetleri, ilerlemek ve olgunlaşmak için öncelikle suiistimallere, adaletsizliklere ve cehalete karşı savaş açmışlardır. Bunların hiç biri başkalarının çalışması sonunda değil, kendi gayret ve çalışmaları sonunda ilerlemiş, sorunlarını kendi kendine, kendi hesabına, kendi kuvvet ve kudretiyle, kendi aklının derecesine, kendi araçlarıyla ve kendi temayüllerine göre çözmüştür. Her batılı ülkenin kurum ve kuruluşlarındaki farklılıklar, değişik şekiller de bunu gösterir.

Amaçlarına varmak için uyguladıkları icra şekillerine takılıp kalmamalıyız. Asıl gıpta edilecek şeyler onların çalışma tarzı, eğitim usulü ve fedakarca vatanperverlikleridir. Bir memleketin kurum ve kuruluşları ihracat maddesi olmadığı gibi, bunları aynen başkalarından ithal etmek de pek zelilane bir iştir.

Fert ve toplum ancak kendi gayret ve çalışmasıyla ve o sayede düzelir, fikren ve manen yücelir. Fakat bu medeni milletlerin kurum ve kuruluşlarını bilmezlikten gelmek, gelişme tarihlerini ve trendlerini öğrenmeye önem vermemek anlamına da gelmemelidir. Hayır, onlara mümkün olduğu kadar iyi öğrenmeliyiz. Yalnız öğrenmekten amaç, onları aynen almak değil, işimizin, görevimizin güçlüğünü ve önemini daha iyi anlamak, daha iyi ve güzel bir şekilde başarabilmek için bilgimizi artırmak olmalıdır.

Kendimizi bile idrakten aciz bir şekilde, yabancılardan taklit ve aktarmalarla bir yere varılabileceğini, durumumuzun düzeleceğini sanmak, sonu elem verici pişmanlıklara, sosyal, siyasi, ferdi buhranlara, bunalımlara, zaaflara, karışıklıklara varan ahmaklık ve aptallıktan başka bir şey değildir.

Toplumu oluşturan fertlerin çoğu, iftiharla teşhir ettiği noksanlarını, ayıplarını ve günahlarını bugünkü medeniyetin faziletlerinden veya hiç değilse zorunlu ve gerekli sonuçlarından olarak kabul etmeye ve ettirmeye çalışıyor. Bunları orta ve doğru yola çağıracak, genel ahlak ve vicdana uymaya zorlayacak hiçbir itiraz sesi de yükselmiyor.

Batıda herhangi bir şeyde bir bozukluk, yanlışlık, eksiklik görüldüğünde bunun düzeltilmesi, ıslahı esas olduğu halde, bizde hemen hiç tereddüt etmeden atılıp ortadan kaldırılması, onun yerine daha iyi olduğu sanılan bir başkasınınki konulmaya çalışılır. Bizde bozukluklar, yanlışlıklar yıkıp atmanın, terk edip değiştirmenin bahanesi ve vesilesidir. Bizim batıcılar, batıyı taklit etmeye çalışırken de tamamen onların yol ve yöntemlerine ters düşünüp, davranıyorlar. Anlaşılan bizim batı hayranlarının, oradan aldıklarını sandıkları ışık da, onların yollarını aydınlatacak yerde, gözlerini köreltiyor. Ama kendilerine sorarsanız, onlar tam bir batılı gibi düşünüp hareket ettiklerini iddia ederler.

Halbuki eskiden beri binbir emekle üretilmiş kazanılmış değerleri bir çırpıda yok saymak, çok acı tecrübelere mal olmuş bir çok bilgi ve deneyimden yararlanmamak, bunlardan mahrum kalmak, bunların yerine yeni bir takım denemelere girişmek, tereddütler ve kuşkular içinde kıymetli vakitleri ve kaynakları israf etmek, yeni hata ve başarısızlıklardan başka bir sonuç doğurmaz. Hatta çok zaman eski hata, yanlış ve noksanlıklardan çok daha zararlı, hatalı, tehlikeli sonuçlara, dertlere, sıkıntılara ve belalara düşülür. Eskiyi, alışılmış ve bildik olanı zorla değiştirmeye, terke zorlamak, onun yerine başkasını dayatmak bir tahakkümdür. Bu da yerinde ve haklı bile olsa, keyfi bir tutum ve davranıştır. Bir yerde keyfilik başlarsa artık keyfi hareketler arka arkaya birbirini izler. Keyfiliklerin hakim olduğu bir yerde de, artık akıl, vicdan, hak, hukuk susar, deneyim, bilgi, tecrübe, hikmet ve itidal etkisiz kalır. Bu durumda inkılapçı toplumuna faydadan çok zarar verir, yaptıkları da az veya çok felaket sebebi olur.

Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu tam bilemeyişimizin sonucudur. Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden yararlanma gereği duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa ‘ilerlemek için mutlaka batılılaşmamız gereklidir’ gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi, yararsız kılan ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatin ve uygulamaların bizi sürüklediği felaketlerden kurtulmak için de ‘her bakımdan batılı milletleri taklide mahkumuz’ fikri doğdu. Bu yanlış, yersiz ve kötü kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunda o kadar ileri gittik ki, inancı, fikri, düşüncesi, ilmi, fenni, sanatı, his ve ananesi tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurduk.

Şimdi artık dışı parlak ve gösterişli ama içi sakat ve hastalıklı, ölümcül arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak olmuş bir şekilde yuvarlanıp gidiyoruz. Sahte, hatalı, yanlış anlayış, düşünce ve fikirler üzerine kurulmuş, yalancı bir dünyamız var. Gerçekler bizim hayat görüşümüzün dışında kalmış. Doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hakkı batıla, olmamışı olmuşa, mümkünü imkansıza, feraseti ahmaklığa katarak en olmayacak plan ve hayallerden medet ve sade umar hale gelmişiz.

Bilgiçliğimiz, bu mağrur ve daraltıcı ‘yarı alimliğin’ dairesi dışına çıkamıyor. Taklitçilikte ustalaşacağız diye, eski bildiklerimizi de unuttuk, eskiden yaptıklarımızı bir kenara atıp terk ettik. Eski bilgi ve tecrübelerimizi yenileyip, daha iyi ve büyük işler yapabilecek, başarabilecek hale gelmeye çalışmak yerine, hiç bilmediğimiz, öğrenmediğimiz, hiç öğrenemeyeceğimiz, belki de hiç bilinmesi öğrenilmesi gerekmeyen şeylerle, onları alıp uygulamaya uğraşarak emek ve para harcıyoruz. Fayda ve zararlarını, ne getirip ne götüreceğini hesaba katmadan, mükemmel sandığımız yeni ve meçhul şeylerin peşinden aşırı bir tutkuyla koşuyoruz. Emel ve beklentilerimizi karşılayacağını ve tatmin edeceğini sandığımız, hoş ve hatasız bulduğumuz bu yeni ve meçhul şeylere karşı bu garip tutkunluğu, sonsuz bir ilerleme aşkı gibi anlıyor ve bununla iftihar ediyoruz. Fakat sonuç ne yazık ki umduğumuz gibi olmuyor. Yerleşmiş gelenek ve alışkanlıkları yıkan, millet için son derece önemli ve gerekli olan bazı duygu, düşünce ve inançları yıkan, toplumun maddi ve manevi varlığını sarsan, zenginliklerini, kazanımlarını tüketen sonuçlar doğuruyor. Ayrıca milletin özgüvenini zedeliyor, kendine güvensizlik, endişe ve korkulara neden oluyor.

Batılılaşma ihtiyacına olan inancımızın ve bu yoldaki uygulamaların bu kadar kötü sonuçlar doğurması, milliyetimize aykırı olmasındandır. Çünkü milliyet ve medeniyet kavramlarından aynı şey anlaşıldığından, bizdeki batılılaşmak fikrinden ve arzusundan da kendi medeniyetimizi terk veya inkar etmek sonucu çıkmıştır. Gerçekten de uzun zamandan beri bize batılılaşma adına öğretilen ve telkin edilen şeyler hep, kendi milli ve manevi varlığımızı oluşturan şeyleri kaldırıp atmak, yerine yeni ve batı işi görülen şeyleri koymak gayesini gütmüştür. Halbuki birisi çıkıp Almanlara, İngilizlere veya Fransızlara, kurtuluşlarının ancak kendi kültür ve medeniyetlerini, irfanlarını bırakmakla mümkün olabileceğini söylemeye kalksa acaba nasıl bir tepkiyle karşılaşırdı? Kendi milletinin, memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkar eden, terk eden hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla artık onun adına konuşma hak ve yetkisine sahip olamaz. Ama bu gibiler ne yazık ki bizim toplumumuzda baş tacı ediliyor.

Şurası muhakkak ki, şimdiye kadarki yararlanma girişimlerimizden bir sonuç alamamamıza rağmen, milli gelişmemizi sağlamak için batı medeniyetinden yararlanmaya mecbur olduğumuz da bir gerçektir. Kendi medeniyetimizi geliştirmek için, yararlanma imkanımız olan başka ve daha üstün bir medeniyetten yararlanmaya çalışmamız çok yerinde bir davranıştır. Fakat bu hiçbir zaman taklit ve onların kurum ve kuruluşlarını aynen kopyalamak şeklinde olmamalıdır. Bazı akıllı milletlerin yaptığı gibi, Avrupa medeniyetini millileştirerek ve kendi muhitimize uydurarak, ısındırarak olmalıdır. Bu da hem kendi medeniyetimizi, hem de Avrupa’nınkini tam olarak incelemek, tanımak, bilmek ve öğrenmekle olur. Böylece gözlem, karşılaştırma, zararlı olanları ayıklayıp yararlı olanları seçip alma, kendi yapımıza uygun hale getirme yoluyla hem öğrenme şevk ve gayretimiz artacak, hem de zeka, düşünce ve uygulama gibi kabiliyetlerimiz gelişerek manevi gücümüz ve varlığımız daha da kuvvetlenecektir. Milletleri selamete götürecek tek meşru ve doğal yöntem de budur. Böyle güzel bir arzu ve istek tetkik ve incelemelerimizi, faaliyet ve uygulamalarımızı daha verimli hale getirecek, devamlı olarak harekete geçirip artıracak bir uyarıcı durumuna gelecektir. Bu şekilde, batı medeniyetinin özelliklerinden ve üstünlüklerinin ana sebeplerinden olan bilimsel zihniyet, deney ve gözlem metodunu birleştirerek ortaya çıkaracağımız binlerce gerçek başarı, daha önceki binlerce hatamızın da tamir olunmasını sağlayacaktır.

Bizim Batı ile olan ilişkilerimiz asırlardan beri bir taklit ve

tüketim ilişkisi halini almış ve öyle de sürüp gitmektedir. Hep onlar üretiyor biz tüketiyoruz, onlar yapıyor biz onlardan taklit ediyoruz. Bu hiçbir insana yakışmayan yakışıksız durum, Türk milletine hiç yakışmamaktadır. Artık kendimiz orijinal, yararlı bir şey icat edebilme, ortaya koyabilme yaratıcılığımızı gösteremiyoruz. Özgüvenimizi kaybetmişiz. Halbuki bugün artık Batı da ciddi bir kriz ve bunalım içine sürüklenmiştir ve kendisine bir çıkış yolu aramaktadır. Dolayısıyla hem Batı dünyasının, hem de tüm insanlığın İslama, İslamın hayat veren soluğuna bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Müslümanlara, Özellikle Türkiye Müslümanlarına da bugün her zamankinden daha çok görev düşmektedir. Ama Müslümanlar büyük bir kafa karışıklığı içinde ve kendilerinden beklenenleri yerine getirebilmekten çok uzaktadırlar.

Tanzimat Dönemi

Sultan Mahmud’un giriştiği bu yenilikler, Türk tarihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak, batılı devletler ve özellikle İngiltere, uyguladığı sinsi ve planlı metodlarla, Sultan Mahmud Handan sonra, gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kendi lehlerine değiştirmesini bildiler. Babası II. Mahmud Han’ın vefatıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecid Hanın (1839-1861) tecrübesizliği; ülke için çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca devletin bir yok olma devrine girmesine yol açtı. Ülke düşmanlarının, Sultan Abdülmecid Han’ı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ, padişahın, İngilizlerin tatlı dil ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri cahil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içeriden yıkmak siyasetlerini hemen anlayamamasıdır. Sultan II. Mahmud Han’ın giriştiği inkılaplarla, Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler, bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamayacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir padişahın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyet’i yıkmak üzere İngiltere’de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilatının kurnaz üyesi Lord Rading‘i elçilikle İstanbul’a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra’da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşa’yı sadrazamlığa getirebilmek için çok dil döktü. “Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrazam yaparsanız, İngiltere ile Devlet-i Aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar ortadan kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler” diyerek padişahı aldattı. Reşid Paşa, iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) iken Rading ile birlikte hazırladığı Tanzimat Fermanı’nı ilan ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak, büyük vilayetlerde mason locaları açtı. Casusluk ve hıyanet ocakları çalışmaya başladı.

Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı. “Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir” diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu. İkinci kez Hariciye Nazırlığına tayin edildiği 1837 tarihinden 17 Aralık 1858’de ölümüne kadar 21 yıl süreyle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında bir çok gâileler ve ülkede sosyal sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak tarihe geçti. İhanetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına, başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler. Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuad paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte ülkede, Avrupa’nın etkisi ve hattâ himayesi altında kaldığı şüphe götürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan Jön Türk (Genç Türk) Cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacak ve bu muazzam imparatorluk tasfiye edilecektir. Bu cemiyetin açtığı ihanet yolu üzerinde, o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar ve hattâ ulemâ takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde, içte ihanet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki güçlü padişah tahta çıktı. Sultan Abdülmecid vefat ettikten sonra, 1861 yılında Abdülaziz Han tahta oturdu. Her hâli ve tavrıyla ceddine benzeyen Sultan Abdülaziz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece, devletin etrafında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek, Avrupa’nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddî teşebbüslere girişti. Abdülaziz Hanın tahta çıktığı yıllar, Avrupa’da tekniğin büyük bir hızla değiştiği ve bu sahada bir ihtilalin meydana geldiği yıllardı. Avrupa’nın yaptığı ihtilali, daha şehzadeliğinden beri dikkatle takip eden Sultan Abdülaziz, bu ihtilalin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüt etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iade ettirmek hususunda her fedakârlığı göze aldı.

Cumhuriyet döneminin başlangıcındaki fikir, düşünce ve uygulamaları anlayabilmek için daha III. Selim’den itibaren başlayan, Islahat, Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyetle devam eden batılılaşma hareketlerinin karakterini ve yapısını iyi anlamak gerekir.

III. Selim öncesinde Büyük Devletimiz büyük sarsıntılar geçirmekle beraber, yine de kendine olan güvenini, saygısını, gururunu henüz tam olarak yitirmemişti. III. Selim’in yenileşme, batılılaşma görüşü ve uygulaması da körü körüne değil, bizim batı karşısından geri kalmamıza, yenik düşmemize neden olan hatalarımızın, yanlışlarımızın, eksiklerimizin belirlenip, bunların batılı fikir ve anlayışlar kurum ve kuruluşlar da gözden geçirilerek yenilenmesinden, onarılmasından, iyileştirilmesini esas alıyordu. Hem batının ilim ve tekniğine, hem de kendi milli, manevi ve İslami değerlerimize yer ve değer veren dengeli bir inkılaptan, değişim ve dönüşümden yanaydı. Bu yüzden de işe önce batı önünde yenik düşen ordu ve askeriyenin yeni ve batılı araç ve gereçlerle, eğitim ve talim metotlarıyla yenileştirilmesiyle başladı. Halkı daha fazla yönetime katabilmek, yönetimde söz sahibi yapabilmek, sivil idareyi güçlendirmek, bu arada vilayetler halkına kendi yöneticilerini, encümenlerini de seçme hakkı vermek istiyordu. Padişahın bu dengeli demokratik, yenilikçi tutumu, başta yeniçeri büyükleri, derebeyler ve valiler olmak üzere o zamana kadar kendi keyiflerine göre hareket etmeye alışmış, mevcut düzenden çıkarı olan ve bu tür yenileşmeleri kendi çıkarlarına aykırı gören güç ve iktidar sahiplerini ürküttü, tedirgin etti. Bu yüzden padişaha kıyıldı.

Daha azimli, dirayetli, yenilikçi, güçlü bir padişah olarak görülen II. Mahmut döneminde batıya yöneliş hareketleri daha büyük hız kazandı. Ancak bu dönemde de işin özü, esası, aslı gözden uzak tutularak sadece kabukta, dış görünüşte, görüntüde kalan köksüz, temelsiz değişim, yenilik ve devrimlere önem verildi. Batının kılık kıyafeti alınarak, kanunları, hukuki düzenlemeleri aynen tercüme edilip bizde de uygulamaya konarak, batılı kurum ve kuruluşlar aynen kopyalanarak, kısaca batılılar her bakımdan körü körüne taklit edilerek ilerleyebileceğimize, kalkınabileceğimize inanılıyordu. Milli, manevi, İslami değerlerimiz, kendi kurum ve kuruluşlarımız gittikçe gözden düşüyor, düşürülüyor, ihmal ediliyordu. Bunları kendi gönlüyle kabul etmeye yanaşmayan halka, millete de bunları zorla, tepeden inme baskıyla kabul ettirebilmek için de belki de zorunlu olarak yönetimde de diktaya, baskıya başvuruluyordu.

Alelacele, başı sonu, ne getirip ne götüreceği doğru dürüst hesaplanmadan yıkılıp, yok edilen kurum ve kuruluşlarla beraber, kökü ve temeli yüz yıllara, bin yıllara ulaşan milli ve manevi değerler, gelenek ve görenekler, değer ve anlayışlar yıkılıp, yok ediliyor, silinip kökü kazınıyordu. Batıdan üstünkörü taklit ve kopye edilerek kurulan köksüz, temelsiz kurum ve kuruluşlar, zoraki devrim ve değişiklikler bizde batıda yaradığı gibi işe yaramıyor, sebep olduğu yeni yıkımlar, buhranlar, bunalımlar, kara ve olumsuz sonuçlar nedeniyle işler daha da sarpa sarılıyordu.

II. Mahmut döneminde eğitim alanında da yeniliklere, hamlelere girişildi. İlk defa bu dönemde Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye başlandı. 28 öğrenci gönderildi. Avrupa tarzı okullar, yüksek okullar kuruldu. Tıbbiye’ye Viyana’dan hocalar getirildi.

III. Selim ve II. Mahmut’la başlayan batılılaşma ve yenileşme serüvenimiz Tanzimatla beraber yeni bir ivme kazandı. İyice kanıksanarak, bir alışkanlık ve moda halini aldı. Devrin üç ünlü sadrazamı Mustafa Reşit, Âli ve Faud Paşa’lar mutlak olarak batı hayran, bağlı ve batı özentisi içinde olan kişilerdi. Her üç sadrazam da Osmanlılarda kah İngiliz, kah Frasızlara, yani dışa bağlı ve bağımlı ekonomik tutumların ve siyasetlerin öncüsü oldular. Bunların yetişme tarzları, Rus Çarlığının bilinen düşmanca niyetleri, dış borçların ve kapitülasyonların baskısı da bunları ister istemez böyle bir politika izlemeye ve Batının her şeyini kabule hazır bir gidişata zorlayan etkenler arasında sayılabilir. Bunlar döneminde açılmasına hız verilen modern mekteplerin en başta gelen özelliği, batıya hayran ve uydu nesiller yetiştirmekti.

Tanzimatla beraber etkin bir güç haline gelmeye ve yaygınlaşmaya basın yayın ve Avrupai edebiyatı da batı tarzı yaşamın ve batıcılığın halka benimsetilmesi ve yönünde kamuoyu oluşturulmasında önemli bir güç olarak devreye sokulmuş ve bu yönde önemli bir roller üstlenmiştir. Gazetelerin, roman, hikâye gibi Avrupa tarzı edebi yayınların, sürekli ve açıkça sergiledikleri batıya açık ve batıya hayran tavırları, içerikleri, işledikleri konular ve bunları sunuş tarzları kamuoyunu batılılaşma yönünde olgunlaştırmaya, devlete ve millete yol göstermeye, batılılaşma adına yapılan her şeyi halka şirin göstermeye ve benimsetmeye çalışıyordu.

Bütün bu yapılanlara rağmen Batı bize yine de dostluk yüzü ve çehresi göstermiyor, sürekli bu ‘Hasta Adam’ın mirasından daha fazla pay alabilmeyi gözetliyor, bunun için de her Batılı devlet ayrı bir Hıristiyan mezhep veya zümrenin koruyuculuğunu, korumacılığını üstlenerek, Türkiye’yi yıkma ve parçalama peşinde koşuyordu. Bunun sonucu olarak da Tanzimat, Hıristiyan mezhepleri ve etnik azınlıkları kollamak hatta şımartmak zorunda kalmıştı. Öyle ki ne olup bittiğini yıllarca anlayamayan, ne anlama geldiğini bile bilemedikleri Tanzimat’tan da kendileri hiçbir hayır ve fayda gelmediğini gören cahil halk birbirine ‘Yahu bu Tanzimat ne demek?’ diye sormaya başlamışlar. İlmi olmasa da yüksek ve engin irfanıyla Türk milleti bu soruya şu cevabı bulmuş: ‘Efendi, ben sordum soruşturdum, Tanzimat şu demekmiş: Yani bundan sonra gavura gavur demeyeceksin!’.

Gerçekten de, askerlikten muaf oldukları, sanat ve ticaretle uğraştıkları için Müslüman halka göre çok daha zengin, daha eğitimli ve kültürlü olan gayri Müslim halk, Tanzimat’la getirilen ayrıcalıklarla çok daha nüfuzlu ve üstün hale geldiler. Müslümanlarla beraber, Ermeni, Rum ve Yahudilerden de bakanlar tayin edilmeye başlandı. Gerçi aslı, kökeni Türk ve Müslüman olmayan, başka ırk ve dinden gelen kimselere devletin en üst makamlarına kadar yükselme imkanı ve fırsatı tanınmasa eski bir Türk ve Osmanlı geleneğiydi. Fakat o devirlerde, yabancı ırk ve din mensupları, devşirme sistemiyle daha küçüklüklerinden itibaren sıkı bir Türk ve İslam eğitim ve terbiyesinden geçirildikten, İslamı ve Türklüğü herkesten daha çok benimsedikten sonra görev alırlardı. İçlerinden Sokullu Mehmet Paşa gibi dünya çapında büyük devlet adamları ve yöneticiler çıkmıştı. Tanzimatla birlikte ise, Türk ve Müslüman olmayan unsurlar kendi isimleri, din ve inançlarıyla en önemli ve kritik bakanlık görevlerine bile getiriliyorlar, daha da kötüsü bunların büyük çoğunluğu Türkiye ve Türk Milleti için değil de kendi ırklarının, soylarının, dinlerinin çıkar ve menfaatleri, hatta bağımsızlığı için çalışıyorlardı. Bunlar Tanzimat Türkiye’sinde Batı taklitçiliğini, batı hayranlığını, yabancılaşmayı daha da teşvik ettiler, hızlandırdılar. Gazetelerin çoğuna, tiyatrolara gayrimüslimler hakim ve sahip durumdaydı. Basın ve tiyatro da Batılılaşmayı en çok özendiren araçlardandı.

Fakat Batılılaşma hareketleriyle özellikle Tanzimattan sonra bu güne kadar, özellikle Batıya ve Batı kültürüne hakim değil mahkum bir zihniyetle yaklaşmamız bizim en büyük yanlışımız ve yanılgımız olmuştur. Eski Türklerdeki fethetme üslubu yerini fethedilme ve yutulma duygusuna, yabancı kültürleri kendi kültüründe eritme anlayışı, yabancı kültürler içinde eriyip yok olmaya boyun eğme zilletine bırakmıştır. Eski Türklerdeki o üstünlük duygusunun yıkılması bizi, kendimizi küçük görme, yere batırma, hatta kendimizden ve kendimize ait her şeyden iğrenme, tiksinme anaforuna sürüklemiştir.

Dört beş yüz yıldan beri Batılılar Türk’ü yenilmez görmekteyken, batının etkili silahları karşısında sinen, pısan, hazırlıksız ve temelsiz sözde aydınlar, tıpkı ömründe ilk defa tüfek gören Afrika yerlileri gibi büyük bir paniğe kapılmışlardır. Çareyi Batıda ve Batı tarzında adam yetiştirmekte gören Osmanlılar için Batı’nın yetiştirdiği taklitçi sözde Türk aydıları ‘Biz ancak maddi ve manevi her varlığımızdan sıyrılıp Batılılara benzediğimiz takdirde adam oluruz’ anlayışını benimsemişlerdir. İki asırdan beri aydınları, okumuşları, güçlü yöneticileri, çoğunlukla bu zihniyete sahip olan Osmanlı toplumunda sürekli aynı hatalar tekrarlanmış, faydalı, yararlı ve kendiliğinden olması gereken kültür sentezleri yerine zora başvurularak, tepeden inme, milletin özüne ve ruhuna ters ve zararlı yabancı fikir ve düşünceler, kurum ve kuruluşlar kopyalanıp, aynen alınıp millete benimsetmeye çalışma, millete değerlerin atılıp yok edilmesi yolu izlenmiştir. Tanzimat, ıslahat, devrimler, reformlar, inkılaplar gibi adlar altında bir sürü hamleler birbirini kovalamış, bunların hiç biri de milleti yeni açmazlarla, çıkmazlarla karşı karşıya bırakmaktan başka bir işe yaramamıştır. Asya, Afrika ve Avrupa’da nice büyük devletler kurmuş milletimizin, bütün mukaddes değerleri ayaklar altına alınmış, bütün tutar dalları koparılmış, bütün temelleri sarsılmıştır. Milletin bütün değerlerinden soyularak, hazır elbiseler gibi yeni değerler giydirilebileceği, yeni mukaddesler edinilebileceği gibi cahilce, gafilce ve aptalca bir hayale kapılınmıştır. Öyle ki, İslamiyet yerine Hıristiyanlığı, milletimizin Japon denizinden Adriyatik’e kadar yaygın bir şekilde kullanılan temiz Türkçe’sini de değiştirerek onun yerine uydurma bir dil koymaya çalışacak kadar gözü kara davrananlar bile çıkmıştır. Musikide, şiirde, mimaride, törede, eğlencede, eğitimde, terbiyede, ahlakta, ailede, hukukta, bize ait olmayan şeyler zorla kabul ettirilmeye ve uygulanmaya kalkılmıştır. Tarihimizi bölen, bizi milliyetimizden, kimlik ve kişiliğimizden koparmak isteyen bu ufuksuz, aldatılmış, yenik veya kasıtlı zümrelerin milleti hiçe sayan bu sancılı uygulamaları, insanda ister istemez bunların bizi yok etmek isteyen düşmanlarla yapılmış gizli pazarlıklar sonucu uygulamaya konduğu izlenimini ve kuşkusunu uyandırmaktadır. Osmanlıyı önce afyonkeş bir arslan, sonra da dişleri sökülmüş, kolu bacağı koparılmış bir kurban haline getiren bu Tanzimat kafası, bu sömürgeci batıya kul köle ve uşak olmayı en büyük şeref bilen Batı aldanmışlığı, çok geçmeden Cumhuriyetin de köklerini çürütmeye koyulmuştur. Türk İslam ideali üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyetini ve kurucusunu bugün de milletine yabancılaştırmak için akla gelebilecek, gelemeyecek saçmalıkları yapanlar az değildir. Ancak her şeye rağmen, bunca zorla değişim, devrim ve taklitlerin bir daha kendine gelemez hale getirdiği sanılan Türk milleti, bütün ifrat ve tefritlerden kurtularak manevi bir onarım, bir restorasyon devrine girme yolundadır. (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 7-18)

Meşrutiyet Sonrası Anayasalı Dönem

Gayrimüslimler, Fransız İhtilali ile yayılan ‘Hürriyet, Eşitlik, Adalet ve Kardeşlik’ gibi ilkeleri, sloganları bütün Türkiye için istiyor görünseler de, esasında bunları kendi milli amaçlarına ulaşmak için araç olarak kullanıyorlardı. Kendilerine inanan ve kendi çıkarları için kullanabilecekleri saf veya kötü niyetli, kasıtlı bey ve paşaları da Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde bol bol bulabiliyorlardı. Gayrimüslimler, Birinci Meşrutiyet Meclisinde, devlet ve millet aleyhine ama kendi ırk ve dinleri lehine çalışmalarını ihanet derecesine vardırınca, II. Abdülhamit, Meclis’i kapatmaktan başka çare bulamamıştı.

Sultan Abdülhamit, siyasette, kültürde, eğitimde akla uygun, çağdaş, az çok kendi değerlerimize, bilhassa İslamiyete ağırlık veren dengeli bir yenileşme, ilerleme, gelişme politikası izledi. Sanayileşmeye, tarımsal gelişmeye, altyapıya ve eğitime büyük önem verdi. Tren, telefon, fabrikalar, her seviyeden ve dereceden okullar açtı. Merkezi yönetimi güçlendirdi. Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerin devlet aleyhine birleşmelerine fırsat vermedi. Batı sömürgeciliğine karşı, İslam Birliği ve Asya’ya yakınlık politikası izledi. Onun İslam Birliği siyaseti, Milli Mücadele döneminde bile, İslam alemini ordumuza maddi ve manevi destek ve yardımlarının en büyük temelini oluşturdu.

Osmanlı Devletinin son büyük siyaset dahisi Abdülhamit’i tahttan indirenler, hemen onun izlediği siyasetin tersini uygulamaya başladılar. Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerini ve Hıristiyanları ‘Hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ sloganlarıyla birleştirdiler. Balkan ırk ve dinlerinin Türkiye aleyhine birleşmesine ve Balkan Savaşı sonunda Çatalca’ya kadar gelmelerine neden oldular. İslam birliği yerine Türkçülük ve Turancılık ülküsü, İslami maneviyatçı görüş yerine materyalist batıcılık fikri ağırlık kazanmaya başladı. Gayrimüslimlerin Müslümanlar aleyhine birleşmesine, Türk kökenli olmayan Müslüman unsurların devlete ve millete küsmesine, kendi devletlerini kurmaya yönelmelerine sebep oldular. Sonuçta on yıl geçmeden devleti yıkılmanın ve parçalanmanın eşiğine getirdiler.

Meşrutiyet döneminin Avrupacı materyalist aydınları artık açıktan açığa dinsizlik ve beynelmilelcilik yapabiliyorlar, bunun en sert, en katı ve en açık ifadeleri sanat ve edebiyatımıza da yansıyordu. Tevfik Fikret, ‘Toprak vatanım, nev-i beşer milletim’ gibi sözleriyle beynelmilelciliğini en ileri düzeyde ifade ediyordu. Bu batıcı, beynelmilelci, insaniyetçi, hümanist aydınlar: ‘Batı bir bütündür. Medeniyeti gibi inançlarını, kültürünü, hukuk ve iktisat sistemini de olduğu gibi almak zorundayız’ iddiasını açıkça dillendiriyorlar, kendilerine karşı çıkanları küçümsüyorlar, hor görüyorlar, azımsıyorlar, onları ‘mürteci, gerici, fosil’ gibi sıfatlarla yaftalamaktan da geri kalmıyorlardı. Bu toptan batılılaşma fikri, görüş ve anlayışı Cumhuriyete ve tek parti sistemine geçişte de, özellikle sanatçı, edebiyatçı, fikir adamı, gazeteciler, hatta en üst yöneticiler, kadrolar ve liderler arasında da revaç buldu ve geçerlilik kazandı. Üstelik bunlar ele geçirdikleri iktidar gücü, idari ve bürokratik görev ve yetkiler sayesinde bu görüşlerini başta milli eğitim olmak üzere her alana uygulamayı başarabildiler.

Milletimiz parti diktatörlüğünü ve tek parti yönetimini II. Meşrutiyetle beraber tanımıştı. Meşrutiyetin önde gelen başlıca İttihatçı liderleri, ordudan gelme, çoğu Makedonya’lı, orta tabakadan, orta derecede eğitimli ve kültürlü, tecrübesi az, heyecanı çok, aceleci, köktenci, radikal insanlardı. Hem kendileri hem de onlara inananlar Meşrutiyet gelince her şeyin düzeleceğini, ülkenin her türlü refah ve mutluluğa, iyiliğe kavuşacağını sanıyorlardı. Halkta ve geniş kitlelerde uyandırılan ve yükseltilen sınırsız beklentilerin bir türlü gerçekleşmemesi, büyük hayal kırıklıklarına yol açtı. Kendilerini işleriyle ve başarılarıyla

kabul ettirememeleri üzerine daha hızlı, daha aşırı, daha sert ve sabırsız icraatlara yöneldiler. Bu acemilikleri ve başarı hırsları, meşrutiyete, demokrasiye falan boş vermelerine, bunları rafa kaldırıp sıkıyönetim idarelerine ve parti diktatörlüğüne sürüklenmelerine yol açtı. Parti içi muhalefete bile tahammül edemeyerek, susturdular. Hükümet, iktidar, devlet, dernekler, ordu, ticaret, basın yayın her şey partinin denetim ve gözetimi altındaydı. Partili olmayanlara hiçbir menfaat, hiçbir hak tanınmıyordu, hatta hayat hakkı bile tanınmıyordu. Partili olmayanlar vatanperver sayılmıyorlar, üst görevlere, makamlara ve rütbelerde ehliyet ve liyakat değil, sadece parti üyeliği esas alınıyor, partiye üye olmayanlar hiçliğe terk ediliyordu. Parti devlete hizmet için değil, devlet partiye hizmet için kullanılıyordu. Devletin ve milletin neredeyse bütün kadroları, seçkinleri, aydınları partiye girip damgalandıkları, ya da muhalefet hıncı ile yok edilip silindikleri için, İttihat ve Terakki yıkılıp gittikten sonra da ortada devleti yönetebilecek, millete önderlik ve rehberlik edebilecek başka bir kadro da kalmamıştı. İttihatçıların ardından İstanbul’da devleti ve hükümeti yönetebilecek ehliyetli, liyakatli, dirayetli ve sağlam kadrolar bulunamadı.

Eğitim öğretimde, orduda, iktisadi ve sosyal kalkınmada, sağlık alanında, basın yayında başlatılan kısmen iyi, güzel ve doğru hamleler de partizanlığa kurban edildikleri için köklü devlet kurumları haline gelemedi.

Daha sonra Almanya, İtalya, İspanya, Rusya gibi ülkelerde de denenen, ümit kırıcı, insanlık onurunu ayaklar altına alıcı, ülkelerini büyük savaşlara sürükleyip perişan eden, en sonunda hem kendilerini hem de devletlerini mahveden faşist veya komünist tek parti diktatörlüklerini biz onlardan çok daha önce, biz İttihat ve Terakki ile yaşama, bu alanda dünyada ilk olma şanssızlığına ve bahtsızlığına da uğramıştık.

I. ve II. Meşrutiyet askeri darbelerin ve irtica kışkırtmalarının da yoğun biçimde yaşandığı dönemlerdir. Devrin sivil ve askeri erkanı tarafından gerçekleştirilen ilk askeri darbesi Sultan Abdülaziz’e karşı yapıldı. II. Meşrutiyet’te bir Makedonya askeri darbesi şeklinde başlamış, ardından Babıali baskınları, 31 Mart olayları, askeri darbeler, irtica suçlamaları bir birine girmiş, karışmış, dolaşmıştı.

Cumhuriyet dönemine ve inkılaplarına öncülük eden daha önceki yenilikçi devirlerdeki aynı kusurların Cumhuriyet döneminde de ağır biçimde tekrarlandığını görmekteyiz.

Osmanlı devleti ve onun başındaki Halife-Padişah yeryüzündeki bütün Müslümanların lideri, temsilcisi ve koruyucusu kabul ediliyordu. Ancak zamanla gücünü kaybeden, dış harpler ve iç isyanlarla toprak yitirip ufalanmaya başlayan imparatorluk, II. Mahmut’tan sonra zorunlu ama yanlış bir batılılaşma sürecine girdi. Artık ne saltanatın otoritesi ne de hilafetin manevi gücü hakkıyla temsil ediliyordu.

Olumsuz gidişat 1876 yılında tahta çıkan II. Abdülhamit’in usta politikaları, stratejileri ve taktikleriyle durakladı. Devletin ve Halifenin İslamı temsil etme geleneğini ele alan II. Abdülhamit, batılı sömürgecilere karşı bir savunma stratejisi olarak İslamcı bir siyaset uygulama başladı ve bunu da büyük bir dirayetle başardı. Emirülmüminin yani inananların başbuğu sıfatı ve unvanıyla, Halifenin manevi otoritesi altında, İslam dünyasını manevi birliğe kavuşturacak bir Dünya İslam Birliği kurma amacına yöneldi ve bu yolda epey mesafeler kat etti. Müslüman milletlerin batı sömürgeciliğine ancak böyle bir birlik kurabilirlerse karşı koyabileceklerini, haçlı emperyalizmi, Hıristiyan misyonerliği, Siyonizm, masonluk, Yahudi yayılmacılığı gibi tehlikelerin önüne ancak bir ve beraber olurlarsa geçebileceklerini savunuyor, ırkçı, ayrılıkçı, bölücü akımlara karşı bütün Müslümanları İslam kardeşliğine, birlik ve beraberliğe çağırıyor, varlığın ancak birlikle mümkün olabileceğine onları ikna etmeye çalışıyordu. Bütün İslam dünyasında büyük rağbet ve yankı bulan bu fikirleri, hem şahsına, hem de Osmanlı devletine bütün İslam dünyasında büyük bir prestij ve saygınlık kazandırdı. İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda, Avusturya gibi emperyaliste devletlere karşı tek tek başa çıkılmasının mümkün olamayacağını, bunlara karşı ancak Hilafet makamı etrafında ve bu makamı güçlendirerek başarıyla mücadele edilebileceğini, onların saldırganlıklarının önüne ancak bu şekilde geçilebileceğini öne sürüyordu. O zamana kadar sömürge haline getirilmiş Hindistan, Çin, Cava, Afrika gibi yerlerdeki Müslümanlara bağımsızlık, olamadığı takdirde özerk yönetim, bu da olamazsa en azından insanca yaşama hakkı sağlanabileceğine inanıyordu. Osmanlı Devletinin varlığını sürdürebilmesinin de ancak din birliğinin güçlendirilmesine bağlı olduğunu, Din ve inanç birliğinin zayıflamasının devletin sonu olacağını düşünüyordu. II. Abdülhamit tahttan indirildiği 1908 yılına kadar bu politikayı büyük bir başarıyla uyguladı. Bu başarının millete ve devlete faydaları kendisinden sonra, hatta Milli Mücadele döneminde de bile görüldü.

Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi adlı eserinde (Cilt 7, s:184, 185) Sultan Abdülhamit’in İslami siyasetinde elde ettiği büyük başarıların bir kısmını şöyle ifade eder: ‘II. Abdülhamit’in İslam dünyasındaki prestiji muazzamdı. Doğu Türkistan’da, Orta Afrika’daki Zenci Borno Krallığında bile onun adına hutbe okunuyor, para basılıyor, padişahı metbu tanıyorlardı. Türk subayları, doktorları, hocaları, din adamları, İslam aleminde gezip dolaşıyorlardı. Bugün (1967) bile Afrika’nın bazı ücra yerlerindeki camilerde II. Abdülhamit adına hutbe okunduğunun basına intikal ettiği hatırlanırsa, bu hükümdarın şahsi prestiji hakkında bir fikir edinmek kabil olur. Padişahın İslam birliği siyaseti, başta İngiltere olmak üzere, Fransa ve Rusya’yı fevkalade ürkütüyordu. Bu ürkekliğin derecesini anlamak için, o zamanın diplomatik vesikalarına bir göz gezdirmek yeterlidir. İstanbul ve halife, Avrupa Emperyalizminin sömürge idaresinden bunalmış yüz milyonlarca Müslüman’ın Kabesi durumuna gelmişti. Saray’a yüzbinlerce bağlılık telgrafı yağıyordu.’

Hilafet siyasetini daha etkin bir şekilde yürütmek için inşa ettiği Hicaz Demiryolu’nun masraflarının üçte biri Hint Müslümanlarınca temin edilmişti.

Sultan Abdülhamit’in Hilafet kurumuna kazandırdığı çağdaş anlam ve kudret, Londra’yı çok rahatsız ediyordu. O yılların üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu, kendi yayılmacı, sömürgeci emelleri ve çıkarları önünde en büyük tehlike ve engel olarak gördüğü bu manevi güçten ve bu dahi devlet adamından bir an önce kurtulmanın, her ikisini de ortadan kaldırmanın çarelerini arıyordu.

Tarih varlığı olmak demek, tarihsel olaylarda araç olmaktan çıkmak, başkalarının etkisinden kurtulmak, bilinçli davranabilmek, tarihsel olaylara yön verebilecek güç ve yeteneklere sahip olmak demektir. Sınırlanan kişi tarih varlığı değildir.

Düşünen bilinçli kişi, belli ölçüler içinde, yaratıcı olur. İnsan ancak yaratıcılığıyla kendini kanıtlar. Kendini kanıtlama ile yaratma arasında zorunlu bir bağ vardır, biri olmadan öteki olamaz. Ancak yaratan kendini kanıtlar, kendini kanıtlayan yaratır. Kanıtlama başlangıçta bireysel ve tek kişinin sağladığı bir başarı gibi görünür. Ama aradan zaman geçtikçe ve geçmişten geleceğe doğru gidilen yol uzadıkça, değişik yaratma aşamalarının bir takım duraklar oluşturduğu gerçeği daha da belirginleşir. Birbirini izleyen bu aşamalardan biri olmadan ötekine geçilemez. Bunlara başarı aşamaları da denebilir. En ilkel nitelikte de olsa, bir başarı sonradan gelenin ön koşuludur, taşıyıcısıdır. Başarılar birbiri üstüne biner, önceden gelen sonrakini sırtında taşır. Birbirine eklenen, birbirini geliştiren, geçerli-geçersiz kılan yasalar çağlar boyunca büyük bir birikim oluşturur. Bu birikim, bir yaratmalar bütününden ibarettir. Yaratma olayında kişi bilincin gücüyle, kendini başka bir anlayış ortamında kanıtlama imkânı bulur. Yaratmayı tek yönlü, tek biçimli görmemek gerekir. Kişi yaratırken, içinde bulunduğu düşünme ortamının koşullarına göre davranır, o ortamın sınırları içinde kalır. Bu sınırlı ortam, bilimde, sanatta, felsefede, birbirine benzemeyen özellikler taşır. Bu özelliklere dayanılarak bir yaratma ürününü ötekinden üstün tutmak, daha değerli saymak tutarlı bir düşünce değildir. Geçerliliğini çoktan kaybetmiş olan Ptolemaios’un güneşin yeryüzü etrafında döndüğü kuramı, gökbiliminin özellikle günümüzde ulaştığı seviye de göz önünde bulundurulacak olursa, artık hiç kimse tarafından gündeme getirip savunulamayacak ve geçerliliği ispatlanmaya çalışılamayacak kadar yanlış ve geçersiz bir kuramdır. Ama Ptolemaios, Kopernikus, Kepler, Galileo gibi bilginlerin buluşları ne denli birbirini geçersiz kılsa da, her sonra gelen eskisinden daha geçerli bir doğa yasasını ortaya koymuş olsa da, bunların hepsinin bilim tarihi için çok değerli ve bilinçli yaratma-bulma eylemleri olduğu unutulmamalıdır. Onların bu çabaları ve eylemleri bilimsel akışı hiç durmadan devam ettirmiş, yeni verilerle geçersiz kılınanların yerine geçerlileri konmuştur. Yenisi eskisini geçersiz kıldı diye, bir gerileme, tarih dışına çıkma söz konusu değildir. Birinin başarısına öteki olanak sağlamıştır. Kişilerdeki yaratma gücünü besleyen ve kamçılayan en temel öğe, kendilerinden öncekilerin sağladıkları olanaklardır.

Düşünceye dayalı başarılar, tek yönlü ve tek odaklı da değildir. Bilimin çok geri kaldığı bir yerde, sanat alanında büyük başarılar beklemek aldatıcıdır. Üstün sanatsal ürünlerin ve eserlerin ortaya konduğu dönemlerde ise, bilimsel uyanmaların da ışıdığı görülür.

Ne doğulu, ne batılı olabilen yazarları, aydınları, ozanlarıyla düşünsel alanda özgün ve yaratıcı olamayan Türk toplumu, son yüzyıllarda geniş kapsamlı bir yozlaşmanın içine düşmüş, ileri gitmek bir yana geriye dönüş yapan bir toplum yapısına bürünmüştür. Düşünsel yapısındaki bilinçsiz çözülmeyle, tarih yapamayan, kendi tarihini yaratacak sağlıklı bir kültürel birikim kazanamayan bir tarih varlığı durumuna düşmüş, tarihsiz bir topluluk niteliğine bürünmüştür. Geçmişin başarılarına özlem duyarak veya eski zaferlerle avunarak, onlarla oyalanarak tarih yaratılmaz. Ancak kendini aşabilen bir topluluğun tarihi olabilir.

Bireylerin psikolojisi olduğu gibi, toplumların da psikolojisi vardır. Tarihi olayları doğuran faktörler arasında, insanların fikir ve düşüncelerinin yanı sıra ruh hallerinin, duygu ve heyecanlarının, toplum psikolojisinin de önemli rolleri bulunur. Tarihçi, bu gerçeklerin de bilincinde olmalı, bunları gözden uzak tutmamalı, bunların da köklerine inerek incelemelidir.

Türk milleti töre, yani yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği ve uyguladığı kurallar üzerine kurulmuş bir millettir. Hatta Türk kelimesinin eski şekli olan Törük kelimesinin Töre kelimesinden türediği ve Töreli millet anlamına geldiği ciddi bilim adamlarınca da öne sürülmektedir. Dünyanın çoğu ülkesinde, hakkın, hukukun, törenin, kuralın, normun, nizamın, sistemin, düzenin bilinmediği, hele yöneticilerin kendi iktidarlarını sınırlandıracak hiçbir kayıt ve kuyuda tahammül edemedikleri zamanlarda bile bu milletin töreli, hak, hukuk, kanun, kural sahibi bir millet olarak doğması, en sade vatandaşından en üst hakanına kadar herkesin kendisini bunlara uymak zorunda görmesi çok ilginç ve üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bundan daha ilginç, ibret verici ve üzerinde durulmaya değer konu belki de, aynı milletin asırlar sonra artık sistem, düzen, nizam kuramaz, norm oluşturamaz, hak, hukuk, adalet, töre tanımaz hale gelmesi, binlerce yıllık düşmanlarının töresini, normunu, sistemini, kanun ve nizamlarını taklit ederek içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlarına çözüm, bitmez tükenmez dertlerine çare aramak zorunda kalması, hatta kendi kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak onlara yamanmaya ve yaranmaya can atmasıdır. Fakat bizim esas konumuz bu değildir. Biz burada, Türk milletinin devlet geleneğinde, yönetenlerle yönetilenler arasında,

ta İslam öncesi dönemlerden beri süre gelen yazılı olmayan ama herkesin çok iyi bildiği sosyal sözleşme üzerinde, hatta bu sözleşmenin ekonomiyi ilgilendiren bölümü üzerinde duracağız. Bu sosyal sözleşme, ekonomik, siyasi, sosyal vb gibi pek çok alanı içeriyordu. Yönetimler ancak bu yazılı olmayan sözleşmelere uydukları ölçüde ve bunu yerine getirebildikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyordu. Bu sosyal sözleşme üzerinde şimdiye kadar ciddi bilimsel çalışmalar yapılmış değildir. Bu sözleşmenin varlığını ve nasıl bir şey olduğunu, bundan yaklaşık 1300 yıl önce dikilmiş, Orhun Yazıtlarında görüyoruz. Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın kardeşi Kültigin adına diktiği, ölümünün ardından kendisi adına dikilen ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk adına dikilen bu kitabeler, aslında millet ve devlet, hakan ve fertler arasındaki sözleşmenin taşa kazınmış şeklinden başka bir şey değildir. Bunlarda hem millete hesap verilmekte, hem başarı ve başarısızlıkların nedenleri ortaya konmakta, hem özeleştiri yapılmakta, hem de olup bitenler bütün gerçekliğiyle ortaya konmaktadır.

Bu kitabelerde hakanın, yani devletin vatandaşlarına karşı görev ve sorumlulukları, bunları en iyi şekilde yerine getirebilmiş bir hakanın ifadeleriyle şöyle dile getirilmektedir:

Bu tarihi belgede, ortaya konan ölçüler, değerler, kriterler bugün bile Türk milletinin özlemini çektiği şeylerdir. Asırlardır, ona gerçek anlamda değer veren, onu eğitimli, onurlu, karnı tok, sırtı pek, her milletten daha mutlu, huzurlu, üstün, hiç kimseye imrendirmeyecek yerindirmeyecek yöneticilerin hasretini çekiyor. Her halde hiç kimse bu milletin bu standartların altında bir yöneticiye razı olmasını bekleyemez. Ama maalesef yine Bilge Kağan’ın dediği gibi ondan sonra gelen yöneticilerin büyük çoğunluğu bu nitelikte olamadı. vatandaşına, milletinin fertlerine değer vermek, kendisini onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamakla değişik yeniden bölüşüm yol ve yöntemleriyle yurttaşları arasındaki gelir dağılımındaki eşitsizlikleri gidermek, toplumda birlik ve beraberliği, huzuru, güveni, barışı sağlamak, onları onurlu bir yaşam seviyesine ulaştırmakla görevli, yükümlü ve sorumlu görmek daha İslam öncesi dönemlerden beri başta hakan olmak üzere devleti yönetenlerin en birincil görevi olarak görülmüştür. Yönetici mevkilerine

Bizdeki batıcılık uygulamaları hep, halka yukarıdan ve tepeden bakan, onu hiç umursamayan, hesaba katmayan, ona hiç değer vermeyen jakoben, dayatmacı ve şekilci olmuştur.

Batının belli bir dış görünüşten, kılık kıyafetten, giyim kuşam tarzından, görgü kurallarından, günlük yaşam tarzından, batı tarzı eğlence ve sefahatten ibaret olduğu sanılmış, kabukta, şekilde, görünüşte bir batıcılık batının gerçek anlamda ihtiyacımız olan yönlerinin alınmasına tercih edilmiştir. Batının bilimsel bilgisi, düşünce tarzı, kültürü, sanatı, fikir akımları, üretim teknolojisi, sanayi, evrensel değerleri üzerinde yeterince durulmamış, bunlar anlaşılamamış ve takip edilememiş, hep kültür temellerinden yoksun bir batılılaşma peşinde koşulmuştur. Bir yandan eski dogmalara karşı çıkılırken, bir yandan da onların yerine yeni dogmalar icat edilmiştir.

Batıda üretim ve gelir artışıyla beraber, adil, dengeli ve eşit gelir dağılımı, bölüşümü, paylaşımı ve üleşimi üzerinde de önemle durulduğu, bunun kaygısı, tasası ve mücadelesi verildiği halde bizde bu durum hiç gündeme gelmemiştir. Bizdeki batılılaşma hareketlerini yürüten bir bürokratik bir sınıfın bütün gayesi halkın ve devletin sırtından geçinmeli saltanatını, güvenceye almak ve sürdürmek olmuştur. Zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeni kurum ve kuruluşlar geliştirmek, eskileri düzeltip yenilemek yerine, tamamen atarak onlaran yerine batı kurum ve kuruluşlarının aynen kopyalanması, taklit edilmesi yeterli sayılmıştır. Batının idare tarzı, demokrasisi ve demokratik kurumları da yeterince rağbet görmemiştir. Bunun yerine daha da çok şark despotizmine kayılmıştır.

Gerçek demokrasi yerine despotizm, halk için ve halkla birlikte yerine halka karşı ve halka rağmen, eski dogmalar yerine yeni dogmalar, gerçek laiklik din ve vicdan özgürlüğü yerine din aleyhtarlığı ve din düşmanlığı temel politika olarak benimsenmiş, baskıcı, dayatmacı, tepeden inmeci kültür ve düşünce temellerinden yoksun körü körüne taklitçi bir batıcılık anlayışı millete ve devlete asırlarca egemen olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da kuvvetler dengesinin değişmeye başlamasıyla birlikte, dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kuvvetli bir devlete dayanma mecburiyetini duymuş ve bunun sonucu olarak da denge politikası takip etmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlayan bu denge politikası, Cumhuriyet döneminde de devam ettirilerek günümüze kadar sürdürülmüştür. 1919-1930 devresinde tehlikenin Batı ülkelerinden gelmesi sebebiyle destek ister istemez Sovyetler Birliğinde aranmış, 1921 Moskova ve 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmalarıyla Türk dış politikası Batı ülkelerine karşı Sovyetler Birliğine dayandırılmıştır. 1930’lu yıllarda Batı ile münasebetlerini normalleştiren Türkiye, 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne girmiş, 1934 yılından sonra da Sovyetler Birliği ile dostluğunu bozmadan İngiltere ve Fransa ile münasebetlerini güçlendirmeye çalışmıştır. 11 Mayıs 1950’de NATO’ya katılmak için ilk müracaatını yapan Türkiye, 15-20 Eylül 1951’de Ottowa’da yapılan NATO 7. Bakanlar Konseyi toplantısında üyeliğe kabul edilmiştir (Yusuf Sarınay, Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi ve Nato’ya Girişi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara, 1988, s. 1,2, 96).

Osmanlı İmparatorluğu da 1791-1878 devresinde Rus tehlikesine karşı İngiltere ve Fransa’ya dayanırken, 1878-1918 devresinde de Rus, İngiliz ve Fransız tehlikesine karşı Almanya’ya dayanmıştır (Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983, s. 43).

İş hayatıyla ilgili olarak yapılan uygulamalar ve prensipler, mütevazi, çalışkan, üretken iş adamları yaratacağı yerde, tek bir vurgunla zengin olmaya çalışan, sadece voleyi vurup köşeyi dönmeyi amaç edinen ticari avantüryeyi yaratmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Oldukça yaygın bir ‘klişe’ kabule göre, Osmanlı İmparatorluğunda Batı’nın orta sınıfına tekabül eden bir sınıfın bulunmadığı, Osmanlı Türklerinin cengaverlik ve devlet idaresiyle ilgili işlerden başka faaliyet sahasını kendilerine layık görmedikleri, sanayi ve ticaretin tamamiyle Hıristiyan ve Musevi azınlığa terk edildiği iddiasıdır. Aslında olay çok daha karmaşık ve ciddi tarihçilerin ve sosyologların incelemek için el atmalarını ve neşter vurmalarını beklemektedir.

Fakat işin gerçeği 18. ve 19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğunda sanayi ve ticaretle uğraşan çok önemli bir Müslüman orta sınıfın varlığıdır. Belki de bu kadar büyük iç ve dış etkenlere rağmen, Osmanlı devletinin tarihçileri bile hayrete düşüren olağanüstü direnme gücünün dayanağı bu orta sınıftır. Devletin yıkılma sürecini hızlandıran önemli unsurların başında bu orta sınıfın zayıflaması ve nihayet ortadan kalkması gelmektedir. Peki ne olmuştur bu orta sınıfa? Bu orta sınıf da maalesef bizim Batılılaşma sevdamıza kurban gitmiştir.

1830’larda değişik Avrupa devletlerinden özellikle İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolay girişini sağlamak amacıyla yapılan ticari antlaşmalar, Türk mallarının, sanayicilerinin ve üreticilerinin korunmaması yüzünden bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutan imkanlar kısa zamanda Avrupalıların eline geçmiştir. Bu gelişmeyi en iyi canlandıranlardan biri de Ziya Paşa’dır. Ziya Paşa, Hürriyet gazetesine yazmış olduğu bir makalede, 1830’larda Galata ve Beyoğlu’nda ticarethanelerin büyük çoğunluğu Müslüman Türklerin elindeyken 1860 yıllarına kadar bunların neredeyse tamamının Rumların eline geçtiğinden dert yanar ve bu tarihi gelişmeyi şöyle anlatır: ‘ Ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu mesleğe olan rağbeti azaltmıştır. Sonuçta Müslüman tüccarlar çocuklarını artık tüccar olarak değil de, memur ve katip olarak yetiştirmeye yönelmişlerdir. Birden bire artan katiplerin hiç olmazsa bir kısmına iş temin edebilmek kaygısıyla devlet memur kadrosunu genişletmiştir. Fakat bu yeni imkânların temini vergilerin artırılması pahasına olmuştur. Artık köylüye eskisine nazaran daha ağır külfetler yüklenmektedir. Bu külfetler, ziraatı elverişsiz bir hale getirdiğinden köylü mahsul ekmemiş ve devletin en büyük gelir kaynağı gittikçe kurumuştur. Nihayet devlet, daha fazla dış borç alarak bütçe açığını kapamaya çalışmak zorunda kalmıştır. Bu arada orta sınıfın çöküşü ve yıkımı da devam etmektedir. Eski gümüş divitler gibi babadan kalma değerli eşyaları satmakla geçim sıkıntılarına ve zorluklara dayanmaya çalışan İstanbullu orta sınıf ortadan kalkmaya yüz tutmuş, bu da imparatorluğu şimdiye kadar benzeri görülmemiş başarısızlıklara sürüklemektedir.’ (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 338-339)

Devleti idare edilmez ve sorunları içinden çıkılmaz hale getiren ve her gün artan keşmekeşlerin ana sebepleri; dürüst ve işini tam anlamıyla bilen memur kıtlığı, orta eleman yokluğu, orta sınıf toplum tabakasının çöküşü.

Tüccar ailelerin gerilemesi ve yıkılmasıyla memur tabakası oluşmuş, anne babalar evlatlarını üretici ve tüccar olarak yetiştirmek yerine memur, katip, kalem efendisi olarak yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Devletin Birinci Dünya Savaşı’na iştirakinin ardından ortaya çıkan şiddetli enflasyon en çok bu sınıfı perişan etmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla eski memur kadrolarının önemli bir kısmı Türkiye Cumhuriyetinin de memur kadrolarını oluşturmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyetini yaratma işi bu yeni memur tabakasına emanet edilmiş, inkılaplar bu sınıfa dayandırılmıştır.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 340-341)

19. yüzyılın sonları, milli devlet anlayışının zirve yaptığı yıllardı. Modern devlet, bürokrasisi, ordusu, milli eğitim sistemi, mahkemeleri, polisi, jandarması, ulaşım ve iletişim imkanları, türlü devlet kurumları ve binalarıyla yöresel ve kültürel özellikler taşıyan başka toplumsal yapıları, cemaatleri, grupları gölgeleyen, bir kısmını da ortadan kaldıran bir büyüklüğe ve cesamete ulaşmıştı. O zamanlar devlet kurumlarından başka diğer kurumların tamamen ortadan kalkacağı, bunların yerini ‘saat gibi çalışan’ tek düze bir mekanizmanın

alacağı bu gelişmenin de medeniyetin bir gereği olduğu düşünülüyordu. Medeniyetin, daha çok uyum, mahalli örf ve adetlerin traş edildiği, farklılıkların ortadan kaldırıldığı daha tek tip bir devlet yapısı gerektirdiğine inanılıyordu.

Bu anlayıştan yola çıkarak Osmanlı Devleti de Fransız idare mekanizmasını kendine mal etti. Sultan Abdülhamit döneminde alt yapısı ana hatlarıyla iyice ortaya çıkan bu sistem, Cumhuriyet dönemi kurum ve kuruluşlarının da temelini oluşturdu ve onları biçimlendirdi. Batı bürokratik mekanizmasını andıran bir örgütler bütünü belirdi. Türkiye’yi eskisinden daha geniş kapsamlı ve farklı bir bürokratik askeri elit yönetmeye başladı. Bunun yanında devlet mitosu daha da güçlendirildi. Devlet, kamu gibi imgeler, kendine özgü saygı ve korku yaratmaya yönelik semboller olarak Cumhuriyetin yönetim sisteminde yer aldı. Ancak hizmet yerine hizmet binaları yapmak, Anadolunun ücra köşelerine ve köylerine kadar götürebildiği hizmetleriyle tanınan, sevilen, benimsenen işlevsel bir devlet anlayışı yerine, semboller ve güç kullanarak, baskı, korku, yıldırmayla ve cüssesinin büyüklüğüyle zihinlere iz bırakan, gücünü halka ispat edebilen ve benimsetebilen bir devlet anlayışı benimsendi.

Akla gelen her iş ve sorun için veya onlar adına bir kurum ve kuruluş oluşturulmasının, birtakım görkemli ve dev binalar dikilmesinin her sorunu çözebileceği düşünüldü. Görkemlilik ütopyasının aldatıcılığına kolayca kanıldı. Hala ülkemizde sağıyla, soluyla bu görkeme ve görkemliliğe tapma alışkanlığı sürüp gitmektedir. Fakat bu görkemli yapıların, kurum ve kuruluşların beraberinde millete ve topluma ne gibi yükler ve fedakarlıklar getireceğini kimse hesap etmiyor. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılar ve siyasi partiler bunları daha fazla eleman istihdamı böylece oy avcılığı için yeni bir fırsat olarak görüyorlar. Millete doğru dürüst hiçbir artı değer katmayan, Nasreddin Hoca’nın filleri gibi hiçbir şey üretmeyen, hep tüketen, hep yiyip bitiren, ya da verdiğinden kat kat fazlasını alan mevcut yapıların ve kurumların nasıl çağdaş ve verimli bir hale getirilebileceği üzerinde yeterince hiç durulmadı. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 356)

Sınırları belli ülke birliğine ve toprak bütünlüğüne dayalı modern milliyetçilik anlayışı Türkiye’de Yeni Osmanlılarla başlamıştı. Onların bu yoldaki bütün çabaları iki önemli noktada yenilgiye uğradı. Birincisi, azınlıklar artık Osmanlı İmparatorluğunu kendi ‘vatan’ları ve kendi ‘ülke’leri saymıyorlardı. İkinci yenilgiyle de taşrada karşılaştılar. Kentli Osmanlı kültürünün dışında kalan ve toplumun en büyük bölümünü oluşturan geniş halk kesimleri, çok uzun zamandan beri zaten küskün olduğu merkezden gelen bu fikri hiçbir zaman benimsememiştir. Bunun esas nedeni de modern bir hüviyete büründüğünü düşünen, adam yerine koymadığı köylünün ayağına gitmek için yeterli çaba ve gayreti göstermemesidir. Bu nedenle taşra da, merkeze küskün, kendi içine kapanık bir hayat yaşamayı, kendi anane ve müesseselerine daha sıkı sarılmayı, fikrini, görüşünü, ufkunu genişletmeye tercih etmiştir. Batı’nın maddi imkanlarına ve refah erişemeyen, mevcut uygulamalarla erişmesi zaten mümkün olmayan, iyice aristokratlaşmış merkezi bir bürokrasinin tahakkümü ve sultası altında kendini ezim ezim ezildiklerini, kendi öz yöneticileri tarafından adam yerine konmadıklarını hisseden, hissetmekten öte her gün yaşayan sıradan ve küçük insanların asırlardan beri kendilerini güvende hissedebildikleri tek sığınak ve dayanakları onların dinleri, imanları ve kimlikleri olmuştur. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 355)

Bizim batıcılar, batıyı taklit etmeye çalışırken de tamamen onların yol ve yöntemlerine ters düşünüp, davranıyorlar. Batıda herhangi bir şeyde bir bozukluk, yanlışlık, eksiklik görüldüğünde bunun düzeltilmesi, ıslahı esas olduğu halde, bizde hemen hiç tereddüt etmeden atılıp ortadan kaldırılması, onun yerine daha iyi olduğu sanılan bir başkasınınki konulmaya çalışılır. Bizde bozukluklar, yanlışlıklar yıkıp atmanın, terk edip değiştirmenin bahanesi ve vesilesidir. Anlaşılan bizim batı hayranlarının, oradan aldıklarını sandıkları ışık da, onların yollarını aydınlatacak yerde, gözlerini köreltiyor. Ama kendilerine sorarsanız, onlar tam bir batılı gibi düşünüp hareket ettiklerini iddia ederler.

Halbuki eskiden beri binbir emekle üretilmiş kazanılmış değerleri bir çırpıda yok saymak, çok acı tecrübelere mal olmuş bir çok bilgi ve deneyimden yararlanmamak, bunlardan mahrum kalmak, bunların yerine yeni bir takım denemelere girişmek, tereddütler ve kuşkular içinde kıymetli vakitleri ve kaynakları israf etmek, yeni hata ve başarısızlıklardan başka bir sonuç doğurmaz. Hatta çok zaman eski hata, yanlış ve noksanlıklardan çok daha zararlı, hatalı, tehlikeli sonuçlara, dertlere, sıkıntılara ve belalara düşülür. Eskiyi, alışılmış ve bildik olanı zorla değiştirmeye, terke zorlamak, onun yerine başkasını dayatmak bir tahakkümdür. Bu da yerinde ve haklı bile olsa, keyfi bir tutum ve davranıştır. Bir yerde keyfilik başlarsa artık keyfi hareketler arka arkaya birbirini izler. Keyfiliklerin hakim olduğu bir yerde de, artık akıl, vicdan, hak, hukuk susar, deneyim, bilgi, tecrübe, hikmet ve itidal etkisiz kalır. Bu durumda inkılapçı toplumuna faydadan çok zarar verir, yaptıkları da az veya çok felaket sebebi olur.

15 Haziran 1826’da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağının kaldırılması hayırlı bir hadise kabul edilerek “Vaka-i Hayriye” denildi.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826). Sultan II. Mahmud, bundan sonra, Türkiye’yi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti (Bkz. Osmanlı Basını).

Bugünkü geriliğimiz, varmak istediğimiz hedefin ne olduğunu tam bilemeyişimizin sonucudur. Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden yararlanma gereği duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa ‘ilerlemek için mutlaka batılılaşmamız gereklidir’ gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi, yararsız kılan ve güdük bırakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatin ve uygulamaların bizi sürüklediği felaketlerden kurtulmak için de ‘her bakımdan batılı milletleri taklide mahkumuz’ fikri doğdu. Bu yanlış, yersiz ve kötü kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk. Bunda o kadar ileri gittik ki, inancı, fikri, düşüncesi, ilmi, fenni, sanatı, his ve ananesi tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurduk.

Şimdi artık dışı parlak ve gösterişli ama içi sakat ve hastalıklı, ölümcül arzu ve hayaller içinde mest ve müstağrak olmuş bir şekilde yuvarlanıp gidiyoruz. Sahte, hatalı, yanlış anlayış, düşünce ve fikirler üzerine kurulmuş, yalancı bir dünyamız var. Gerçekler bizim hayat görüşümüzün dışında kalmış. Doğruyu yanlışa, gerçeği hayale, hakkı batıla, olmamışı olmuşa, mümkünü imkansıza, feraseti ahmaklığa katarak en olmayacak plan ve hayallerden medet ve sade umar hale gelmişiz.

Bilgiçliğimiz, bu mağrur ve daraltıcı ‘yarı alimliğin’ dairesi dışına çıkamıyor. Taklitçilikte ustalaşacağız diye, eski bildiklerimizi de unuttuk, eskiden yaptıklarımızı bir kenara atıp terk ettik. Eski bilgi ve tecrübelerimizi yenileyip, daha iyi ve büyük işler yapabilecek, başarabilecek hale gelmeye çalışmak yerine, hiç bilmediğimiz, öğrenmediğimiz, hiç öğrenemeyeceğimiz, belki de hiç bilinmesi öğrenilmesi gerekmeyen şeylerle, onları alıp uygulamaya uğraşarak emek ve para harcıyoruz. Fayda ve zararlarını, ne getirip ne götüreceğini hesaba katmadan, mükemmel sandığımız yeni ve meçhul şeylerin peşinden aşırı bir tutkuyla koşuyoruz. Emel ve beklentilerimizi karşılayacağını ve tatmin edeceğini sandığımız, hoş ve hatasız bulduğumuz bu yeni ve meçhul şeylere karşı bu garip tutkunluğu, sonsuz bir ilerleme aşkı gibi anlıyor ve bununla iftihar ediyoruz. Fakat sonuç ne yazık ki umduğumuz gibi olmuyor. Yerleşmiş gelenek ve alışkanlıkları yıkan, millet için son derece önemli ve gerekli olan bazı duygu, düşünce ve inançları yıkan, toplumun maddi ve manevi varlığını sarsan, zenginliklerini, kazanımlarını tüketen sonuçlar doğuruyor. Ayrıca milletin özgüvenini zedeliyor, kendine güvensizlik, endişe ve korkulara neden oluyor.

Batılılaşma ihtiyacına olan inancımızın ve bu yoldaki uygulamaların bu kadar kötü sonuçlar doğurması, milliyetimize aykırı olmasındandır. Çünkü milliyet ve medeniyet kavramlarından aynı şey anlaşıldığından, bizdeki batılılaşmak fikrinden ve arzusundan da kendi medeniyetimizi terk veya inkar etmek sonucu çıkmıştır. Gerçekten de uzun zamandan beri bize batılılaşma adına öğretilen ve telkin edilen şeyler hep, kendi milli ve manevi varlığımızı oluşturan şeyleri kaldırıp atmak, yerine yeni ve batı işi görülen şeyleri koymak gayesini gütmüştür. Halbuki birisi çıkıp Almanlara, İngilizlere veya Fransızlara, kurtuluşlarının ancak kendi kültür ve medeniyetlerini, irfanlarını bırakmakla mümkün olabileceğini söylemeye kalksa acaba nasıl bir tepkiyle karşılaşırdı? Kendi milletinin, memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkar eden, terk eden hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla artık onun adına konuşma hak ve yetkisine sahip olamaz. Ama bu gibiler ne yazık ki bizim toplumumuzda baş tacı ediliyor.

Şurası muhakkak ki, şimdiye kadarki yararlanma girişimlerimizden bir sonuç alamamamıza rağmen, milli gelişmemizi sağlamak için batı medeniyetinden yararlanmaya mecbur olduğumuz da bir gerçektir. Kendi medeniyetimizi geliştirmek için, yararlanma imkanımız olan başka ve daha üstün bir medeniyetten yararlanmaya çalışmamız çok yerinde bir davranıştır. Fakat bu hiçbir zaman taklit ve onların kurum ve kuruluşlarını aynen kopyalamak şeklinde olmamalıdır. Bazı akıllı milletlerin yaptığı gibi, Avrupa medeniyetini millileştirerek ve kendi muhitimize uydurarak, ısındırarak olmalıdır. Bu da hem kendi medeniyetimizi, hem de Avrupa’nınkini tam olarak incelemek, tanımak, bilmek ve öğrenmekle olur. Böylece gözlem, karşılaştırma, zararlı olanları ayıklayıp yararlı olanları seçip alma, kendi yapımıza uygun hale getirme yoluyla hem öğrenme şevk ve gayretimiz artacak, hem de zeka, düşünce ve uygulama gibi kabiliyetlerimiz gelişerek manevi gücümüz ve varlığımız daha da kuvvetlenecektir. Milletleri selamete götürecek tek meşru ve doğal yöntem de budur. Böyle güzel bir arzu ve istek tetkik ve incelemelerimizi, faaliyet ve uygulamalarımızı daha verimli hale getirecek, devamlı olarak harekete geçirip artıracak bir uyarıcı durumuna gelecektir. Bu şekilde, batı medeniyetinin özelliklerinden ve üstünlüklerinin ana sebeplerinden olan bilimsel zihniyet, deney ve gözlem metodunu birleştirerek ortaya çıkaracağımız binlerce gerçek başarı, daha önceki binlerce hatamızın da tamir olunmasını sağlayacaktır.

Bizim Batı ile olan ilişkilerimiz asırlardan beri bir taklit ve

tüketim ilişkisi halini almış ve öyle de sürüp gitmektedir. Hep onlar üretiyor biz tüketiyoruz, onlar yapıyor biz onlardan taklit ediyoruz. Bu hiçbir insana yakışmayan yakışıksız durum, Türk milletine hiç yakışmamaktadır. Artık kendimiz orijinal, yararlı bir şey icat edebilme, ortaya koyabilme yaratıcılığımızı gösteremiyoruz. Özgüvenimizi kaybetmişiz. Halbuki bugün artık Batı da ciddi bir kriz ve bunalım içine sürüklenmiştir ve kendisine bir çıkış yolu aramaktadır. Dolayısıyla hem Batı dünyasının, hem de tüm insanlığın İslama, İslamın hayat veren soluğuna bugün her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Müslümanlara, Özellikle Türkiye Müslümanlarına da bugün her zamankinden daha çok görev düşmektedir. Ama Müslümanlar büyük bir kafa karışıklığı içinde ve kendilerinden beklenenleri yerine getirebilmekten çok uzaktadırlar.

I. ve II. Meşrutiyet dönemleri, ülkemizde askeri darbelerin ve irtica kışkırtmalarının yoğun biçimde yaşandığı dönemler olmuştur. Devrin sivil ve askeri erkânı tarafından gerçekleştirilen ilk askeri darbe, Sultan Abdülaziz’e karşı yapılmıştı. II. Meşrutiyet te bir Makedonya askeri darbesi şeklinde başlamış, ardından gelen Babıali baskınları, 31 Mart olayları, askeri darbeler, irtica suçlamaları ile toplumun durumu ve insanların kafaları sürekli karıştırılmış, dolaştırılmış, bu karışıklık ve dolaşıklık aradan bir yüzyıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen hala durulamamış, aksine daha aynı hatalar ve kusurlar daha sonraki dönemlerde biraz daha ağırlaştırılarak ve artırılarak günümüze kadar tekrarlanagelmiştir.

Otuzüçyıl boyunca ülkeyi onca badirenin içinden geçirerek kazasız belasız idare etmeyi başarabilen Sultan II. Abdülhamit, ekonomi, siyaset, kültür, sanat, eğitim, ulaşım, tarım, sanayi vb gibi alanlarda da akla uygun, çağdaş, kendi değerlerimizi de yabana atmayan, özellikle İslamiyete önem ve ağırlık veren dengeli bir yenileşme, ilerleme, gelişme politikası izliyordu. Onun zamanında özellikle tarım, sanayi, altyapı ve eğitimde olağanüstü gelişmeler sağlanmış, tren yolları, telefon şebekeleriyle ülkenin en ücra köşeleri birbirine bağlanmış, her yerden fabrikalar fışkırmış, her seviyeden ve dereceden okullar açılmıştı. Merkezi yönetimi güçlendirilmişti. Abdülhamid, Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerin devlet aleyhine birleşmelerine fırsat vermemiş, Batı sömürgeciliğine karşı, İslam Birliği ve Asya’ya yakınlık politikalarını geliştirmişti. Onun İslam Birliği siyaseti, Milli Mücadele döneminde bile, İslam âleminin ordumuza maddi ve manevi destek ve yardımlarının en önemli temelini ve dayanağını oluşturmuşdu.

Osmanlı Devletinin son büyük siyaset dahisi Abdülhamit’i tahttan indirenler, hemen onun izlediği siyasetin tersini uygulamaya başladılar. Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerini ve Hıristiyanları ‘Hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ sloganlarıyla birleştirdiler. Balkan ırk ve dinlerinin Türkiye aleyhine birleşmesine ve Balkan Savaşı sonunda Çatalca’ya kadar gelmelerine neden oldular. İslam birliği yerine Türkçülük ve Turancılık ülküsü, İslami maneviyatçı görüş yerine materyalist batıcılık fikri ağırlık kazanmaya başladı. Gayrimüslimlerin Müslümanlar aleyhine birleşmesine, Türk kökenli olmayan Müslüman unsurların devlete ve millete küsmesine, kendi devletlerini kurmaya yönelmelerine sebep oldular. Sonuçta on yıl geçmeden devleti yıkılmanın ve parçalanmanın eşiğine getirdiler.

Osmanlı Devletinin son büyük siyaset dâhisi Abdülhamid’i tahttan indirenler, iktidara gelir gelmez her konuda onun izlediği siyasetin tersini uygulamaya başladılar. Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerini ve Hıristiyanları ‘Hürriyet, eşitlik, kardeşlik’ sloganlarıyla birleştirdiler. Bu politika ve uygulamalarıyla Balkanlardaki çeşitli etnik grupların ve dinlerin Türkiye aleyhine birleşmesine ve Balkan Savaşı sonunda Çatalca’ya kadar gelmelerine neden oldular. İslam birliği yerine Türkçülük ve Turancılık ülküsüne, İslami maneviyatçı görüş yerine materyalist ve diğer Batıcı fikir ve düşüncelere ağırlık verdiler. Gayrimüslimlerin Müslümanlar aleyhine birleşmesine, Türk kökenli olmayan Müslüman unsurların devlete ve millete küsmesine, kendi devletlerini kurmaya yönelmelerine neden oldular. Sonuçta on yıl geçmeden devleti yıkılmanın ve parçalanmanın eşiğine getirdiler.

Milletimiz parti diktatörlüğünü ve tek parti yönetimini II. Meşrutiyetle beraber tanıdı ve yaşadı. Meşrutiyetin önde gelen başlıca İttihatçı liderleri, ordudan gelme, çoğu Makedonya’lı, orta tabakadan, orta derecede eğitimli ve kültürlü, tecrübesi az, heyecanı çok, aceleci, köktenci, radikal insanlardı. Hem kendileri hem de onlara inananlar Meşrutiyet gelince her şeyin düzeleceğini, ülkenin her türlü refah ve mutluluğa, iyiliğe kavuşacağını sanıyorlardı. Halkta ve geniş kitlelerde uyandırılan ve yükseltilen sınırsız beklentilerin bir türlü gerçekleşmemesi, büyük hayal kırıklıklarına yol açtı. Kendilerini işleriyle ve başarılarıyla kabul ettirememeleri üzerine daha hızlı, daha aşırı, daha sert ve sabırsız icraatlara yöneldiler. Bu acemilikleri ve başarı hırsları, meşrutiyete, demokrasiye falan boş vermelerine, bunları rafa kaldırıp sıkıyönetim idarelerine ve parti diktatörlüğüne sürüklenmelerine yol açtı. Parti içi muhalefete bile tahammül edemeyerek, susturdular. Hükümet, iktidar, devlet, dernekler, ordu, ticaret, basın yayın her şey partinin denetim ve gözetimi altındaydı. Partili olmayanlara hiçbir menfaat, hiçbir hak, hatta hayat hakkı bile tanınmıyordu. Partili olmayanlar vatanperver sayılmıyorlar, üst görevlere, makamlara ve rütbelere getirilmelerde ehliyet ve liyakat değil, sadece parti üyeliği esas alınıyor, partiye üye olmayanlar hiçliğe terk ediliyordu. Parti devlete hizmet için değil, devlet partiye hizmet için kullanılıyordu. Devletin ve milletin neredeyse bütün kadroları, seçkinleri, aydınları partiye girip damgalandıkları, ya da muhalefet hıncı ile yok edilip silindikleri için, İttihat ve Terakki yıkılıp gittikten sonra da ortada devleti yönetebilecek, millete önderlik ve rehberlik edebilecek başka bir kadro da kalmamıştı. İttihatçıların ardından İstanbul’da devleti ve hükümeti yönetebilecek ehliyetli, liyakatli, dirayetli ve sağlam kadrolar bulunamadı. Eğitim öğretimde, orduda, iktisadi ve sosyal kalkınmada, sağlık alanında, basın yayında başlatılan kısmen iyi, güzel ve doğru hamleler de partizanlığa kurban edildikleri için köklü devlet kurumları haline gelemedi.

Merkezi yönetimi güçlendirilmişti. Abdülhamid, Balkanlardaki Hıristiyan kiliselerin devlet aleyhine birleşmelerine fırsat vermemiş, Batı sömürgeciliğine karşı, İslam Birliği ve Asya’ya yakınlık politikalarını geliştirmişti.

31 Mart Vakasını başlatan Avcı Taburları Balkanlardaki ayrılıkçı hareketleri bastırmak amacıyla Rumeli’deki Üçüncü Ordu’dan seçilerek kurulmuş, düzenli ordu komutanlarının emri altında gayri nizami harp için eğitilip örgütlenmiş, imparatorluğun ilk seyyar, özel harp birlikleriydi. Bunlar Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlere karşı kontgerilalla taktikleri uygularlar, varlıklarını eylemleriyle ispat ederler, nizami savaş kurallarına uymazlar, düşmanı yenilgiye uğratmak için her türlü yol ve yöntemi mübah sayarlar, hiçbir hukuk, kural, kaide tanımazlar, hem yerleşim birimlerinde, hem de kırsalda örgütlenip eylem yaparlardı. Yani bugünkü anlamıyla JITEM, kontrgerilla, Ergenekon örgütlenmesi gibi bir örgütlenme modelleri vardı. Avcı Taburları Balkanlarda yararlı işler yaptıktan ve kontrgerilla savaşları içinde pişip uzmanlaştıktan sonra, bazıları onların bu deneyimlerinden başka alanlarda da yararlanmaya ve onları başka amaçlar için de kullanmaya kalkıştılar. Hatta Teşkilat-ı Mahsus’dan, Müdafaai Hukuk Cemiyetlerine, Kuvayı Milli’den bugünkü derin devlet yapılanmalarına kadar hepsinin kökenini bu Avcı Taburları örgütlenmesine bağlayanlar da vardır. Avcı Taburlarının komutanları, bunları seçip eğitenler arasında Resneli Niyazi, Enver, Cemal, Yakup Cemil, Cafer Tayyar, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Kazım Özalp, Kazım Karabekir gibi İttihatçıların önde gelen isimleri vardı. Avcı Taburlarına kendilerinden yani İttihatçı olmayan birinin dışarıdan nüfuz edebilmesi, onları kullanabilmesi, yönlendirebilmesi mümkün değildi. 31 Mart Olayını başlatan Avcı Taburları, Alman karşıtı subaylar tarafından, Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun kendileriyle aynı görüşteki birliklerden seçilmiş ve Meşrutiyetin bekçiliğini yapmak üzere İstanbul’a getirilip yerleştirilmiş özel birliklerdi. İsyanın elebaşısı durumundaki Derviş Vahdeti de onlardan biri, yani bir İttihatçı olduğu için, bunları etkilemesi, yönlendirmesi, ele geçirmesi ve kullanması mümkün olabilmişti.

Başlangıçta İngilizler lehine gelişen olaylar, Almanların ve Almanya yanlısı İttihatçıların durumu kendi lehlerine çevirmek için yeni tedbirler almalarıyla hızla tersine dönmeye başladı. İstanbul’da denetimi ellerinden kaçıran Alman yanlısı İttihatçılar asıl güç merkezleri olan Selanik’e kaçmışlardı. Buradaki Üçüncü Ordu’yu harekete geçirerek, hemen askerlerden ve gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden oluşan bir ordu oluşturdular. Edirne’deki İkinci Ordu ile temasa geçilerek bunların da bu orduya katılması sağlandı. Trenlerle İstanbul’a sevkedilen ve “Hareket Ordusu” adı verilen ordunun komutanlığına Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Hareket Ordusu 23 Nisan‘ı 24 Nisan‘a bağlayan gece İstanbul‘a girmeye başladı. Şehir bir gün gibi kısa bir süre içerisinde 25 Nisan 1909 günü Hareket Ordusunca ele geçirilerek sükûnet sağlandı, duruma hâkim olundu ve sıkıyönetim ilân edildi. Ayaklanmacılar fazla bir direniş gösteremeden Hareket Ordusu’na teslim oldular. Gelişmelerden hoşnut olmayan İngiliz, Rus ve Fransız elçileri, Abdülhamîd Han’a yardım teklifinde bulundularsa da teklifleri reddedildi.

İttihatçıların ileri gelenlerinden Mahmud Şevket Paşa ve Enver Paşa çok sıkı Alman yanlısı ve dostu idiler. Derviş Vahdetî’ye İngilizler akıl hocalığı yaptığı gibi, Hareket Ordusunun başında İstanbul’a gelen ve isyanı bastıran Mahmut Şevket Paşa’yı da Almanlar yönlendiriyordu. Alman General Goltz, Mahmud Şevket Paşa’ya olay sırasında sürekli olarak nasıl hareket edeceği hususunda taktikler veriyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Kısacası perde arkasındaki gerçek savaş Almanya ve İngiltere gibi beynelmilel güçler arasında cereyan ediyor, bu kanlı mücadelelerin acı faturalarını da asırlar önce gücünü ve iktidarını kaybetmiş bu millet kanıyla, canıyla, malıyla ödemek zorunda kalıyordu.

Alman yanlısı İttihatçıların kazanması Derviş Vahdeti’nin de sonunu hazırladı. İngiltere kazandığı takdirde büyük bir ikbale kavuşacağını uman Derviş Vahdeti, Alman yanlısı İttihatçıların kazanması üzerine hemen kurulan Dîvân-ı Harp’te idama mahkum edildi. Kendisiyle beraber idama mahkûm edilen 56 isyancının cezaları 3 Mayıs – 25 Haziran arasında asılarak infaz edildi. İsyanın mahiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir süre sonra dağıtıldı. Dolayısıyla olayların gerçek tertipçileri ve teşvikçileri de kesin olarak ortaya çıkarılmamış oldu. Aslında gerçek tertipçilerin bilinmesi pek istenmiyor, olayın Sultan Abdülhamid tarafından tezgâhlanmış irticai bir kalkışma olarak algılanması isteniyordu. Fakat bu olayın onun tarafından tertiplendiğine dair en ufak bir bilgi, belge ve kanıt yoktu. Abdülhamid’in yargılanmasını ve tahkikatın devamını isteyenlere Said Paşa: “Ya suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?” diyerek tahkikatın durdurulmasının gerçek sebebini de açıklıyordu.

27 Nisan’da Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilerek yerine V. Mehmed Reşad tahta çıkarıldı. Sultan Abdülhamîd Han’ın hal kararı, Türk milleti için utanç verici bir şekilde içlerinde hiç Türk bulunmayan dört kişilik bir heyet tarafından kendisine tebliğ edildi. Abdülhamid kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle beraber Selanik’e gönderilerek, burada Alatini Köşkü’ne hapsedildi. 31 Mart Olayı’yla Meşrutiyetin örfîleşmesinin, İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ve baskıcı bir rejim kurulmasının da önü açılmış oldu.

İngilizler tarafından tertiplenen ve İngiliz ajanları tarafından uygulamaya konan darbeden başarılı, karlı ve kazançlı çıkan İttihatçıların Alman yanlısı kanadı, işi bir daha tesadüflere bırakmamak için daha sıkı tutmaya karar verdiler. İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki merkezî İstanbul’a nakledildi. Hükümeti ve devleti daha sıkı kontrol altında tutabilmek için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı Bey gibi lider kadro İstanbul’a gönderildi.

Sahnenin önünde ve görünürdeki rollerde kim olurlarsa olsun, onlar birer piyon ve figüran olmaktan öteye geçemiyorlardı. Nitekim bu kanlı mücadelede de Almanya yanlısı İttihatçıların kazanmasıyla gerçekte Türk milleti değil Almanlar kazanmış ve Türkiye’nin adı da artık Almanca ‘Enverland’ olarak anılmaya başlamıştı.

KAYNAKLAR

  1. (Popescu Ciocanel, La Crise de O’rient, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 79).
  2. (Başbakanlık Arşivi, Bulgaristan İdare Kataloğu, nr. 89).
  3. (22 Eylül 1994, Zaman Gazetesi)
  4. Gündüz Gazetesi, 12 Ocak 1997. 
  1. Todorova, Maria “The Ottoman Legacy in the Balkans”. The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 70-72).
  2. (Eran Frankel. “Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims”, 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991). 

BALKANLAR

Engelhardt, gözlemlerine dayanarak kaleme aldığı “Tanzimat” adlı kitabında Galatasaray Sultanisi’nin ilk yıllarında öğrencilerin etnik dağılımının şöyle olduğunu bildirir:

Görüldüğü gibi Ermeni öğrenciler tüm Osmanlı gayrimüslimleri arasında en büyük gurubu oluşturmaktadır.

Bir dönem için bu okulun müdürlüğünü yapmış olan Ali Suavi ise, padişaha sunduğu raporunda, Ermeni öğrencilerin yarısının okul ücretlerinin devletçe karşılandığı belirtmektedir.

 Engelhardt, Ed.: Tanzimat, Trc: A. Düz, İstanbul 1976.

Elİmİzde 1876 yılı itibarı ile İstanbul’da yayınlanan gazeteler için şu bilgiler bulunuyor: Yayınlanan toplan gazete sayısı 47’dir. Bunların 9’u Ermenice, 9’u Rumca, 7’si Fransızca, 3’ü Bulgarca, 2’si İngilizce, 2’si İbranica, 1’i Almanca ve 1’de Arapça yayınlanıyordu. Osmanlıca (Türkçe) yayınlanan gazete sayısı ise yalnız 7 idi. (Ahmet Emin Yalman: The Development of Modern Turkey as Measured by its Pres; New York, 1914, s.41) Açıkça görüleceği üzere İstanbul bakımından Ermeniler basın alanında da Rumlar ile birlikte en ön sırada yer alıyordu. Devletin 20 milyona yaklaşan Türk nüfusuna karşılık Ermeniler’in 2 milyon dolayında nüfusları olduğu düşünüldüğünde, Osmanlıca 7 gazeteye karşılık Ermenice 9 gazetesinin yayınlanmakta olması, Ermeniler’in devlet içindeki etkin konumlarını göstermesi bakımından ilginç olsa gerektir.

Buna ek olarak, Pars Tuğlacı (Parsen Tuğlacıyan), 1839-1922 yılları arasında Osmanlı Devleti sınırları içinde Ermeniler’in toplam olarak 887 Ermenice ya da Ermeni abecesi ile basılmış Osmanlıca gazete ve dergi yayınladıkları ve bunların nerelerde basılmış oldukları ortaya koymuş bulunmaktadır. (Pars Tuğlacı: 200.Yıldönümünde Türkiye’de Ermeni Basının Dünü Ve Bugünü “; Toplumsal Tarih Dergisi, C.XXII, sayı 132, s.39).

Türkiye, Kürtler, Dürziler, Zeybekler, Yörükler, Çingeneler, Boşnaklar ve Çerkezler gibi bizim yönetmemiz gereken Kızılderililerden daha kötü ve daha tehlikeli kabilelere sahiptir. Erişilmesi imkansız dağlık bölgelere sahiptir. Asla birleşemeyecek değişik dinlere, ırklara, dillere sahiptir. Türkiye’nin sahip olduğundan daha iyi bir hükümet, hükümetin işini şaşırtıcı bir iş olarak bulacaktır. Özellikle kendi ülkesinin sınırlarında kuvvetli ve kurnaz bir düşmanı varsa her zaman isyan çıkacaktır (Hamlin, New York, 1878), s. 290).

Robert Kolej’in kurulması için ilk ciddi teşebbüsler 1859 yılında başlar. Arsa temini ve izin alınması işlemleri on yıl kadar sürer. Sonunda bu işe teşebbüs edenlerin bile istemeye cesaret edemedikleri en yüksek değerde, en kutsal ve en güvenilir bir mülkiyet imtiyazını ifade eden İmparatorluk İradesi (İrade-i seniyye)’nin alınması başarılır. 4 Temmuz 1869’da temeli atılan binaya 17 Mayıs 1871’de yerleşilir. Çok yüksek düzeyde katılımın olduğu Kolej’in temel atma töreninde İngilizce, Fransızca, Türkçe, Yunanca, Ermenice ve Bulgarca konuşmalar yapılır. Boğaz sırtlarındaki muhteşem manzaralı Kolej’in buraya dikilecek kulelerini, biraz daha aşağıda Fatih’in İstanbul’u fethetmek için yaptırdığı Rumeli Hisarı’nın kuleleriyle karşılaştıran Yunan hatip pervasızca şunları söylüyordu: ‘Bu kule, o kulelerden daha yüksek bir yerde yapılıyor. Bu, onlara hâkim olacak! Bu Kolej’in ruhani ve ebedi bir gücü vardır. Bu Kolej, Türklerin yok oluşunu görecektir! Buna imanım tamdır!’

Kolej o kadar başarılı bulundu ki, çok geçmeden bunu Beyrut, Antep, Harput, Kahire gibi yerlerdeki benzerleri izledi (Hamlin, New York, 1878), s. 233-245).

Batı hayranları bu tür okullarda sadece Batı standartlarında pozitif ilim yapıldığına inansalar ve milleti de buna inandırmaya çalışsalar gerçek hiç de öyle değildir. Robert Kolej’in ilk müdürü olan ve ülkemizde 50 yıl kalan Hamlin’in de damadı olan George Washburn, Kolej’in ana ilkelerinin ve hedeflerinin Tüzüğünde şöyle ifade edildiğini anlatılmaktadır: ‘Kolej, İncil’in prensipleri doğrultusunda kurulacak ve yönetilecektir. Bilimsel ve edebiyatla ilgili bir kurum olmasının yanında, burada Tanrı ve O’nun sözleri açıkça onaylanacak ve saygı görecektir. Amerikan, İngiliz veya yabancı İncil Cemiyetleri tarafından yayınlanan Kitab-ı Mukaddes, Kolej’in her eğitim devresinde, her gün, en az bir defa okunacak ve dualar edilecektir. Her Pazar yapılan ayinde tüm Fakülte hazır bulunacak, Fakülte ve öğretmenler tarafından onaylanan özel ve kabul edilebilir çok önemli mazeretler olmadıkça bütün öğrenciler buna katılacaktır (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 42). Yine aynı Washburn, Kolejin gerçek kimliğini hatıratında şu cümlelerle tarihe kazıyor: ‘Robert Kolej bir iman eseridir. Şimdi de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. Kolejimizin mühründeki slogan ise, HER ŞEY TANRI’DANDIR (PER DEUM OMNIA)!… (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 364).

George Washburn, bu Kolej’de Batı standartlarında pozitif eğitim verildiğine inanan bizimkilerin aptallığı ve saflığı ile de büyük bir zevkle alay ederek şunları kaydetmektedir: Çocuğunun elinden tutarak okulumuza getiren Türk veliler bize: ‘Oğlumu buraya İngiliz terbiyesiyle büyümesi için yolluyorum!’ derlerdi. Tabii buradaki İngiliz terbiyesinden bizim maksadımız Protestanlıktır!” (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 120)

Robert Kolej’in tek hedefi vardı: Buraya gelen çocuğu, Mesih’in sürüsüne katmak! Gerisi teferruattı ve tüm eğitim bu noktaya hizmet etmek üzere kurgulanmıştı. Bunun en bariz kanıtı Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’tur. O babasının şöhretinden dolayı Robert Kolej’in en tanınmış kurbanlarından biridir. Babası Kolej’deki Türkçe bölümünün başkanıydı. Çocuğunun üstelik te kendi görev yaptığı bir kurumda, kendi gözlerinin önünde, elinden kayıp gitmesinin farkında bile olamamıştı. Haluk, Mesih’in sürüsüne daha rahat hizmet edebilmesi için Amerika’ya gönderilmiş, zavallı babası Tevfik Fikret de oğlunun Batı’dan bol bol zıya, ışık, aydınlık, ilim ve fen getireceği masalıyla avutulmuştu. İslama olan öfkesi ve düşmanlığı kalbini iyice karartmış, gözlerini tamamen kör etmiş olan Tevfik Fikret, Batılıların gerçek amaçlarını hiçbir zaman görememiş ve anlayamamıştı. (Hamlin, Cyrus, Türkler Arasında, Türkiye’deki Misyonerlik Faaliyetleri ve Robert Kolej, New York, 1878, Tercüme: Taşcan, Arzu, Hizmetli, Mustafa, TBBD Yayınları, İstanbul Mart 2010, Takdim Bölümü, s. 7).

Robert Kolej, hem bizim siyasi tarihimiz açısından hem de özellikle Bulgaristan’ın bizden koparılarak bağımsız bir devlet haline gelmesinde çok fonksiyoner roller de oynamıştır. Bulgarlar üzerinde faaliyet gösteren American Board’ın misyonerlerinin tamamı Robert Kolej kurulmadan önce Bulgarlardaki milliyetçilik duygularının azlığından, hatta hiç olmadığından, Bulgarların kendilerini Osmanlı diye tanıttıklarından yakınırlardı.

Hamlin şunları söylüyor: Kırım Savaşından önce Bulgarlar İstanbul’daki misyonerlerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Dr. Riggs onlar için Yeni Ahit’in bir Bulgarca çevirsini hazırladı ve harika bir hızla satıldı. Helen dili benimsetilmiş ve Helenleştirilmiş olanlar hariç, evrensel baskının Bulgarların cehaletin en düşük düzeyinde kalmalarını sağlaması bütünüyle tuhaftır. 1856’da Birleşik Devletleri ziyaret ettiğimde İstanbul merkezi tarafından, Board’ın sekreterlerine Bulgarlar için bir misyon kurulmasının gerekliliği hakkında baskı yapmakla görevlendirildim. Sekreter düşüncemin tamamen haklı olduğunu kabul etti. 1856 yazında New York, Palmira’daki büyük kongrede Methodist Episcopal Board’a yaptığım sunum, Tuna üzerindeki Bulgarların misyonlarının kuruluşuna ve onların (Bulgarların) Board’ının ömür boyu yöneticisi olmama yol açtı. 1857 Mayıs’ında bölgeye bir keşif gezisi yaptım (Hamlin, 1878), s. 213-214. 1857 yılında Filibe’deki baş Bulgar okulunu ziyaret ettiğimde Yunan Kilisesi tarafından kendilerine her türlü engelin çıkarıldığına ikna edildim. Bundan sonra halk Yunan Kilisesiyle her türlü bağlarını kopardı ve her yerde Bulgar okulları kuruldu. Bundan çok kısa bir süre sonra, 1870’te eyaletten bildirilen rapora göre, 337 okul vardı. Bunların bazısı yüksek okullardı. 16.500 öğrencinin 2.615’i kızlardan oluşuyordu. Gösterilen bütün çabaların yöneltildiği hedef, hiçbir Bulgar kız ve erkek çocuğunun iyi bir yaygın okul eğitimi almadan büyümemesiydi. O zaman onlar bu ideallerinden çok uzaklardı ama bu gelişmenin diğer bir on yılında bu gerçekleştirildi. Her yerde bütün uluslar ve bütün sınıflar arasında şaşırtıcı gelişmeler oldu. Müslümanlar arasında da bazı gelişmeler vardı ama gayri Müslimlere nazaran çok daha azdı. Eğitim arzusu bütün ırk ve milletlere yayıldı. Aynı şey Bulgaristan’da olduğu gibi Boğaz’dan
Fırat’a kadar Ermeniler arasında da geçerliydi.

Katolik ve Protestan dünyasından yabancı misyonlar faaliyetlerini İmparatorluğun her parçasına nüfuz ettiler ve hükümet tarafından korundular. Hıristiyan kutsal kitapları yarım yüzyıl içinde İmparatorluğun bütün dillerine (Türkçe, Arapça, Ermenice, Bulgarca, Arnavutça, Kürtçe, Yunanca, İbranice, İspanyolca) tercüme edilmiş, basılmış ve dağıtılmıştı. Bunlar her nerede o dili konuşan insan varsa o insanlara İmparatorluğun her yerinde satıldı. Din ve mezhep değiştirmelere izin veriliyor ve bunlar korunuyorlardı (Hamlin, New York, 1878), s. 292, 294).

Ülke, büyük ölçüde bencil, yetersiz, yeteneksiz, sadakatsiz memurlar tarafından idare ediliyordu. Savurgan harcamalar ve zalimce vergiler insanları canlarından bezdirmişti. Sultan Abdülaziz, Sir Henry Bulwer’in yıkıca etkisi altında İmparatorluğu bir borç batağına sürüklemiş ve mali iflasa neden olmuştu. İmparatorluğun mali durumu tamamen iflas etmiş, kısa sürede toparlanma ümitlerini ortadan kaldırmıştı. Bu utanç verici durumun asıl sebebi ülkenin fakirleşmesi değil, aptalca ve çok kötü bir şekilde yapılan harcamalardı. Sultan Abdülaziz’in memurların devletin kaynaklarını yağmalamasına göz yumduğu söyleniyordu. Onbeş yirmi yıldır Osmanlı hükümeti Hıristiyan tebaanın devletin yüksek memuriyetlerine girmelerini tedrici olarak kabul etmişti. Devlet kademelerinde yüksek görevlere gelen Hıristiyan yöneticiler, doğrudan doğruya veya kendi nüfuzlarıyla pek çok Hıristiyan işsizi de daha düşük düzeylerdeki pozisyonlara almaya başladılar. Gümrükler, imar işleri, tersaneler, darphane, telgraf idaresi, demiryolları, Babıali’de yerlerinden ve işlerinden edilen Müslümanların yerine Hıristiyan çalışanlarla dolduruldu. Kısa süre içerisinde on yedi Hıristiyan’ın paşalığa yükselivermelerini, bunlardan birkaçının vezirlik gibi en üst makamlara getirilmelerini görmek Müslüman halk tarafından hoş karşılanmıyordu. (Hamlin, New York, 1878), s. 293, 297, 304-305).

Meşhur misyonerlerden Albert Long, Bulgar çoçuklarının ve gençlerinin Robert Kolej’e kaydedilmesine, burada onlarla özel olarak ilgilenilmesine kendisini adamıştı. Bunda o kadar başarılı oldu ve Bulgar öğrenciler ilk zamanlar bu Koleje damgalarını öylesine vurdular ki, İstanbul’un Müslim ve gayri Müslim halkı arasında okul ‘Bulgar Koleji’ diye anılmaya başlanmıştı. Kolej, 18 ayrı milletten, 12 dilden ve çeşitli dinlerden öğrenci kabul ediyordu. Ama ilk zamanlar Bulgar öğrenciler bütün diğer milletlere mensup öğrencilerden daha fazlaydı. Örneğin 1871 yılında mezun olan öğrencilerin tamamı Bulgar’dı (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 78, 101, 161).

Balkan halklarının Osmanlı yönetiminden ne kadar memmun, hoşnut ve razı olduklarını gösteren pek çok tarihi belge vardır. Örneğin 12 Şubat 1867 tarihli bir belgede Bulgar Milleti’nin Osmanlı idaresinden memnuniyetleri şöyle ifade edilir:

‘Bulgar Milleti kulları beşyüz seneden beri Osmanlı idaresi altında mesut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Hâlbuki diğer memleketlerde yaşayan güçsüz ve fakirler, zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz kaldıkları gibi kendilerine her türlü haksız muamele de reva görülmüştür. Osmanlı idaresi altında yaşayan güçsüzlere kuvvetliler tarafından hiçbir şekilde eziyet edilmemiş, güçlüler ve zayıflar, devletin bahşettiği adalet ve hakkaniyetten aynı nispette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit muamele edilmiştir (2).’

Robert Kolej’den yetişen Bulgar öğrenciler, Bulgaristan milli şuurunu yaydılar ve bağımsız bir devlet kurma fikrini halklarına kabul ettirdiler. G. Washburn bunu büyük bir gururla ve şu sözlerle ifade eder: Bu kolej, Balkan yarımadasında bağımsız bir devlet kurulmasını sağladı. Bundan dolayı da Avrupa’da iyi tanınıyordu. 50 yıl önce Bulgarlar, Amerika ve Avrupa’da unutulmuş bir ırktı. Bizim onlar için yaptığımız en önemli şey, bağımsız bir devletin yönetimi hakkında çok az şey bilen Bulgarların sayısının az olduğu bir devirde onları, yarının liderleri olacak genç adamlar olarak eğitmemizdi. Böylece yeni devletin kurulmasında önemli katkımızın olduğu gerçeği tüm dünyanın ve Kolej’e karşı sorumluluklarını hiçbir zaman unutmayan Bulgarların bildiği bir gerçek oldu (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 360, 361).

Gerçekten de Robert Kolej’in bu fonksiyoner hizmetleri bütün Bulgar yöneticileri ve tarihçileri tarafından da her zaman bilinmiş, teslim ve takdir edilmiş ve hep şükranla yâd edilmiştir. Nitekim daha Bulgaristan bize bağlı bir Prenslik iken, 1895 yılında İstanbul’a gelen Bulgar Prensi Ferdinand, Robert Kolej’i de ziyaret etmiş, burada yaptığı şükran konuşmasında şu çarpıcı ifadeleri kullanmıştı: ‘ Robert Kolej, Bulgar devlet idarecisi fidanlığıdır. Bunun hep böyle olmasını temenni ederim! (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 296).

Elbette tek sebep olarak Siyonist Yahudileri ve masonları görmek, bütün sorumluluğu, suçu, vebali ve günahı onlara yıkmak doğru bir yaklaşım olmaz. Fakat bunlar, diğer etkenleri de kullanarak Osmanlı İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmekte önemli bir rol oynamışlardır. Diğer sebepleri hazırlamakta ve tetiklemekte de bunlar kurdukları tuzakların önemli bir yeri vardır.

Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi ehl-i kitap olanlar ne yok edildiler, ne de inançlarını terk etmeye zorlandılar, ne de onlardan askerlik yapmaları istendi. Asker hakiki imanın bir koruyucusuydu. Bu nedenle ne Hıristiyan ne de Yahudi’ye dürüst bir asker olarak güvenilmezdi. Ordu hizmetinden muaf olma karşılığında bütün Hıristiyan ve Yahudi tebaadan özel bir vergi alınırdı. Bu durum Hıristiyan gençlerini savaş alanlarının ve askeri kışlaların yıkıcı etkenlerinden ve yok edici hastalıklarından korudu. Sanayi ve ekonominin birçok kolu onlar için güvenli hale getirildi. Türkiye’de herhangi bir yolcu bir Türk köyünden ve bir Hıristiyan köyünden geçerken her ikisinin medeni seviyesi düşük olsa bile Hıristiyan köyündeki gelişme ve ilerleme işaretlerini hemen fark eder. Ancak bir Müslüman köyünden geçerken bu işaretleri araması boşuna olacaktır. Hıristiyanlar, her yerde Müslümanlardan daha iyi durumdadır. Hıristiyan nüfus devamlı ve düzenli olarak artmakta ve Müslüman nüfusa karşı üstünlük elde etmektedir. Büyük ve daimi orduya sadece Müslüman gençlerin alınması Müslüman nüfusta ciddi eksilmelere neden olan neden olmaktadır. Askeri kışlalar çok bakımsızdır ve buralardaki hastalıklar savaşta olduğu kadar barış zamanlarında da kayıplara neden olmaktadır. Kadınların çoğalması yoksul Müslümanlar için külfetli ve bıktırıcı hale gelmişti. Bir kişi için kızını evlendirememek ve çeyizini sağlayamamak utanç verici bir durumdu. Bu nedenle kız çocuğunun doğması talihsizlik haline gelmişti. Geçtiğimiz yarım asır içinde Müslüman nüfus sabit kalırken, ‘reâyâ’ olarak kabul edilen Ermeniler, Yunanlılar, Bulgarlar, Yahudiler, neredeyse iki misli artmıştı. Bunlar hiçbir dış müdahale olmasa bile er geç güç dengesini Müslüman Türkler aleyhine değiştirecek gelişmelerdi. Çoğu zaman onları hazırlıksız yakalayan savaşlar, türlü sebeplerden meydana gelen kıtlıklar, salgın hastalıklar büyük bir sessizlikle onları yok ediyordu. Arka arkaya gelen felaketler zinciri, tifüs, veba, kolera gibi salgın hastalıklar bir zamanların rakipsiz Müslüman ordularını kırıp geçiriyordu (Hamlin, 1878), s. 27-29.

Toplumun, devletin ve milletin siyasi sınırları, mali işleri sadece kendi çıkarlarına bakan, hareket ve davranışlarının çoğu haksızlık ve zulümden ibaret olan kimselerin eline, onların yıkıcı ve kahredici pençelerine teslim edilmişti. Devlet idaresinde kötü yönetim ve rüşvetçilik almış yürümüştü. Türk diplomasisi Rusya, Fransa ve İngiltere gibi birbirine zıt güçler tarafından oraya buraya sürükleniyor, bazen birine, bazen de diğerine yakınlaşıyor, ancak istikrarlı bir sonuç elde edemiyordu.

Müslümanların anlayamadıkları şeylere inanma konusunda büyük bir kapasiteleri vardır. Fransızlar ve İngilizler de serbest ticaretin bütün düzensiz işleri yoluna koyacağı konusunda Türkleri ikna ettiler. Fakat bu da Türk girişimine çok pahalıya mal oldu. İngiliz ve Fransız sanayi ürünlerinin yüzde altı gibi çok düşük bir gümrükle ülkeye girmesi kabul edilir edilmez, Osmanlı zanaatkarlarının ürünlerinden daha çok göze hitap eden daha cazibeli olan taklit ürünler birden bire yüzde yirmibeş, yüzde otuz daha ucuz hale gelmişti. Kısa süre içinde Üsküdar’daki beşbin dokumacı işsiz kalmış, en acı felaketlere sürüklenmişti. Diyarbakır’ın canlı renkleri ve malları ortadan kalktı, tarakçı ve bıçakçılar iş yerlerini ve dükkanlarını kapattılar. Artık Bursa ipekleri ve Bursa havluları Lyons ve Manchester’den geliyordu. Kısa zamanda Bursa’da çalışır durumda sadece üç dokuma tezgahı kalmıştı. Çünkü iki kat pahalı olsa da ithal mallardan dört kat daha uzun süre dayanacak olan ürünleri az da olsa hala arayanlar vardı. Sonuçta Türk sanayii bitip tükendi. Yabancı rekabete karşı kendi ayakları üzerinde durabilecek bir sanayii kurmaya yetecek ne bilgi ve sermaye birikimi ne de zeka vardı.

Osmanlı yöneticileri siyasetin de ekonominin de kurallarından habersizdi. Devlet gelir elde etmek için bu sefer de ihracata yüzde oniki vergi koydu. Bunun sonucunda Ankara keçisinin o ipek gibi güzel kılı İngiltere’ye ham madde olarak ihraç edilmeye, oradan da işlenmişlik durumuna göre yirmi, elli, hatta yüz kat daha fiyatı artmış olarak memlekete geri ithal ediliyordu. Eğer bir maldan elde edilen gelirin bir parçası Türkiye’de kalıyor, kırkdokuzu İngiltere’ye gidiyorsa, İngiltere veya Türkiye’den hangisinin Ankara keçisinden daha çok kazanç temin ettiğini anlamak hiç de zor değildir. Rusya, Amerika modelini izleyerek, bir dereceye kadar da olsa başarılı bir şekilde sanayiini koruyup geliştirirken, Türkiye İngiltere ve Fransa modelini izleyerek sanayiini yok etmişti. Türk insanını başarısız kılan onların beceriksizliği değil, kurulan sistemin onları başarısızlığa mahkûm etmesiydi. Serbest ticaret iyi bir şey olmakla beraber, uygulamada belli ve kesin kısıtlamaların olması gerektiği de aşikardır (Hamlin, New York, 1878, s. 50-59).

Bir ara hükümet tamamen Rusya’nın tahakkümü altındaydı ve General Ignatieff sarayı yönetiyordu (Hamlin, New York, 1878, s. 84).

Sayıları Müslümanların yarısı kadar olmasa bile gayri Müslimler gittikçe daha büyük bir güce ve varlığa sahip oluyorlardı. Hükümetin farklı bölümlerinde bir çok Hıristiyan memur vardı ve onların altısı paşalık rütbesine yükseldi (Hamlin, New York, 1878, s. 85).

Müslüman halk, büyük bir yoksulluk içinde yaşıyorlar. Bazıları eziyet veren meselelerden acı çekiyor, sıkça o günün ekmeğini kazanmak için ne yapacaklarını şaşırıyorlar, bazıları gerçekten açlık acıları çekiyorlar. Bazılarının ekmek diye ağlayan çocuklarına verebilecek hiçbir şeyleri yoktur. (Hamlin, New York, 1878, s. 85)..

Halet Efendi adında biri vardı. Osmanlıların şimdiye kadar yetiştirdiği en kötü adamdı. Hiçbir şeyden pervası olmayan vicdansız ve merhametsiz bir adamdı. Müsadereden ve kan dökmekten büyük zevk alırdı. Sultan’ın asla haberdar olmadığı büyük rezaletlere karıştı. Bütün dünya Sultan’dan çok ondan korkuyordu. Bir gün Ramazan ayında Beşiktaş’tan geçerken zavallı bir Türk’ü Ramazan ayı boyunca yasaklanmış olan tütünü içerken görmüştü. Sözüm ona görmüştü, onu yakaladı ve hemen oracıkta kafasını kesti. Cesedinin üzerine de ‘Halet Efendi tarafından Ramazan’da tütün içtiği için cehenneme gönderildi. İbret alın ey müminler!’ yazılı bir not iliştirmişti (Hamlin, New York, 1878, s. 104).

Halet Efendi’nin kötülükleri gittikçe daha fazla sınırları aştı. Sonunda Sultan Mahmud da onun kötülüklerinin ve hükümet konusundaki gayretkeşliklerinin sadece aşağılık, kanlı aç gözlülüğünü örtmek için olduğunun farkına vardı. Onu hemen Bursa’ya sürgün etti. Başkentten uzaklaşır uzaklaşmaz yaptıklarının açığa çıkması Sultan Mahmud’un öfkeden çıldırmasına sebep oldu. Sultan Mahmud ona hakkındaki hiçbir idam kararını onaylamayacağına dair bir berat vermesine rağmen, ardından ölüm fermanıyla bir cellat gönderdi ve öldürülmeden önce sadece abdest alıp namaz kılmasına izin verilmesini istedi. (Hamlin, New York, 1878, s. 113).

Merkezi hükümetin istekleri ve niyetleri olumlu olsa bile taşradaki basit bir memur bile buna aykırı hareket edebilir. Bu da hukukun istikrarlı ve düzenli bir şekilde uygulanmasını imkansız kılar ve memurların değişken karakterlerine ve kaprislerine bağlı hale getirir. Türk hükümetinin en yıkıcı zaaflarından biri budur (Hamlin, New York, 1878, s. 125).

Avrupai tarzda içki içme alışkanlığı, bürokrasi sınıfındaki Türklere kendini kabul ettirmişti (Hamlin, New York, 1878, s. 144).

Selanik’ten İstanbul’a dönüşte İngiltere’de eğitim görmüş ve matematik konusunda kendisini yetiştirmiş, Emin Paşa adında bir yol arkadaşı edindik. Avrupa kültürü onu şüpheci ve asosyal yapmıştı. O, ‘tabiatın gücü’ ve ‘kanun hakimiyeti’nden başka hiçbir şeye inanmayan Pre-Darvinist biriydi. Ona insan zihninin kainatı anlamak için ilk sebep ve idrar edilebilir bir sebep isteyeceğini göstermeye çalıştım. Sonunda o, ‘Bütün sorun muğlak, sebebi anlaşılamaz! İnsan neye inanacağını bilmiyor!’ diyerek kendini bıraktı. Onun aklı ‘hırsızlar arasına düşmüş’, hırsızlar onu inancından mahrum bırakmışlardı. Bu Avrupa’da bulunan Türklerde sık rastlanan bir durumdu (Hamlin, New York, 1878, s. 153).

Doğulu despot, genellikle insan hissiyatının sıradan alanı üzerindeki üstünlüğünü muhafaza etmek ister ve korur (Hamlin, New York, 1878, s. 159). Hamlin kitabında en büyük başarıların da en despot hükümetlerin idaresi altında kazanıldığına da dikkat çekmeden edemez (Hamlin, New York, 1878, s. 67).

Osmanlı Sarayının gelenekleri de aslında doğulu olan her şey de bariz bir biçimde hızla değişiyordu (Hamlin, New York, 1878, s. 163).

, II. Mahmut döneminin en önemli olaylarından biri, 15 Haziran 1826’da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırmak oldu. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerde de o derece pay sahibiydi. Bu nedenle, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına, hayırlı bir hadise kabul edilerek “Vaka-i Hayriye” denildi.

Osmanlılar dünyada oluşan yeni düzeni, sanayi devrimi ve milliyetçilik akımları sonucunda ortaya çıkan gelişme ve oluşumları yeterince ve vaktinde kavrayamamışlardı. İlk zamanlar, savaşta galip geldikleri sürece yenilikleri, değişiklikleri pek umursamıyorlardı. Sahip oldukları ya da öyle zannettikleri büyük güç sayesinde buna ihtiyaç da duymuyorlardı. Ancak Balkanlardaki Sırp, Yunan isyanlarıyla başlayan dağılma süreciyle işler tamamen değişti. Yöneticiler, farklı etnik grupları hanedan etrafında birleştirebilmek için, Osmanlı deyimine sarıldılar. Osmanlı ve Devlet-i Osmaniye deyimi ilk defa 1876 yılında kullanılmaya başlandı.

Tüm dünyada milliyetçilik akımları güçlenmeye başlayınca bunun bir milletler mozaiği olan Osmanlılara yansıması çok yıkıcı oldu. Öncelikle Balkanlarda yaşayan etnik gruplar ve milletler batılıların da kışkırtmasıyla hızla yayılan isyanlara giriştiler. Avrupa görmüş Türk aydınları da bütün sorunların ancak meşrutiyet yönetiminin kurulmasıyla çözülebileceğine inanıyorlar, yapılan yenilikleri ve ıslahatları yeterli bulmuyorlardı.

Berlin’de Avrupa devletlerinin de katılımıyla bir konferans toplanarak 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Sırbistan, Romanya ve Karadağ’a bağımsızlık verildi. Osmanlı Devletine bağlı bir Bulgar Prensliği kuruldu. Bosna ve Hersek’in yönetimi Avusturya’ya bırakıldı. Kars, Ardahan ve Batum Rusya’ya verildi. Bu savaş çok büyük acılara, maddi ve manevi kayıplara mal oldu. Milyonlarca Müslüman ve Türk, işgale ve kıyıma uğrayan vatanlarını ve her şeylerini bırakıp perişan bir şekilde sırf canlarını kurtarabilmek pahasına İstanbul’a ve Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldılar. Pek çoğu bu kadar da şanslı olamadılar.

Padişah, savaş nedeniyle çalışmalarını yürütemeyen, çeşitli etnik gruplara mensup milletvekillerinden oluştuğu için birlik ve beraberlik sağlanamayan Meclis-i Mebusân’ı anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak kapattı ve tüm yönetim sorumluluğunu üzerine aldı.

Fransa, 1830 yılında Cezayir’e yerleştikten sonra, gözünü Tunus’a dikmişti. Berlin Anlaşmasından sonra, Almanya ve İngiltere’nin de onayını alarak 1881’de Tunus’u işgal etti. Fakat Osmanlı Devleti bunu hiç bir zaman kabul etmedi ve sonuna kadar bir siyasî mesele yapmaya devam etti. İngilizler de 1882’de Kahire’yi işgal ederek Mısır’a yerleştiler.

Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sahip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit’te çete savaşlarını körükleyerek buraya asker çıkardı. Yunan ordu birlikleri Balkanlarda sınır ihlallerine başladı. Bunun üzerine 1897’de Yunanistan’a savaş açan Osmanlı Devleti Dömeke Meydan Savaşını kazanarak Atina’ya doğru ilerlemeye başladı. Büyük devletler yine olaya müdahale ederek savaşı durdurdular. Yunan kralının oğlunu Girit valiliğine getirerek, adanın Osmanlı egemenliğinde tarafsız ve özerk hale getirildiğini ilan ettiler. Osmanlı askerlerinin Girit’ten çıkarılmasını istediler. Görünüşte Osmanlılara bağlı olan Girit, fiilen elden çıkmış oldu. Girit adası 1908’de Yunanistan’a bağlandı.

93 HARBİ SONRASI BOSNA HERSEK

Bosna Eyaleti, Osmanlı-Rus savaşının ardından 1878’de Berlin Antlaşması’yla Müslüman halkın bilgisi dışında ve rızası hilafına, masa başında, Avusturya Macaristan İmparatorluğu yönetimine terk edilinceye kadar Osmanlı Devleti’nin iç isyanların yaşanmadığı, huzur, barış, refah ve mutluluğun hâkim olduğu sorunsuz bir bölgesi olma özelliğini taşıyordu.

Berlin Kongresi’nin olumsuz sonuçları Bosna Hersek’te ve Sancak’ta yaşayan Müslümanları maddi ve manevi bakımdan derinden etkilemiş ve çok şiddetli bir şekilde sarsmıştı. Bosna-Hersek’in yönetiminin 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ele geçmesiyle, Bosnalı Müslümanlar üzerine arka arkaya gelen, gittikçe artıp yoğunlaşan, her biri de bir öncekini aratan baskı ve zulüm dönemleri başlamış oluyordu. Bu bölgede yaşayan Müslüman halk, yüzyılı aşan bir süre boyunca, canı, malı, dini, ırzı, namusu için aralıksız ve hiç de adil olmayan bir savaş ve mücadele vermek zorunda kalmıştır. Fakat bu hiç de adil olmayan bir mücadeleydi. Savunmasız, çaresiz, kimsesiz sivil halk, kendisini savunabilecek her türlü araç gereçten, silahtan, güçten ve örgütsel yapıdan mahrumdu.

Bölgenin Avusturya tarafından işgal edileceği haberini, Müslüman halk önceleri şüpheyle, büyük tepki ve bir infialle karşıladı. Müslümanların çoğu, önceleri böyle bir habere inanmak istemediler. Ancak haberin doğruluğu anlaşılınca, Hristiyan bir idare altında yaşamak ve ülkelerinden de göç etmek istemeyen Bosnalı Müslümanlar, işgale karşı direnmeye ve karşı koymaya karar verdiler. Kendiliğinden başlayan bu direniş hareketi sırasında Bosnalı Müslümanlar, ellerindeki derme çatma ve basit silahlarla Avusturya-Macaristan ordusuna karşı mücadeleye giriştiler. Özellikle Mostar ve Saraybosna gibi önemli şehirlere işgalcileri sokmamak için çok büyük uğraş verdiler. Fakat koskoca bir imparatorluğa karşı koyabilecek hiçbir güçleri, kuvvetleri ve imkânları yoktu. Yine de 29 Temmuz l878’de başlayan işgal, ancak 28 Ekim l878’de, o da kısmen tamamlanabilmişti. Hâlbuki Avusturya-Macaristan yönetimi Bosna’yı, Berlin Kongresi kararı gereğince çok kolay, direnişsiz ve rahat bir şekilde işgal edebileceğini düşünüyordu. Avusturyalı generaller, 80.000 askerle ve birkaç gün içerisinde bu işi bitirebileceğini planlamışlardı. Karşılaştıkları direniş karşısında, yaptıkları hesabın ne kadar yanlış olduğunu kısa zamanda anladılar. Bosnalı Müslümanlardan gördükleri sert direnişi kırabilmek için bölgeye sevk edilen asker sayısını 220.000’e çıkarmak zorunda kaldılar. Hiç kayıp vermeden gerçekleştirebileceklerini sandıkları işgal, 82.000 kişinin hayatı mal oldu. Avusturyalıların toplam kayıpları 946 ölü, 3980 yaralıyla sınırlı kaldı.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adına dağıtılan ilanlarda, bütün halka huzur, barış, güven, refah ve hürriyet vaat ediliyordu. Fakat uygulamalar pek de böyle olmadı. İşgalin ilk dönemlerinde Bosna-Hersek’in Ortodoks, Katolik ve Müslüman ahalisi arasına adil bir denge gözetilmedi. Çıkan sorunlardan hep Müslümanlar sorumlu tutuluyor, bazı yerlerde Müslüman halka karşı zor, zulüm, baskı ve asimilasyon politikaları uygulanıyordu. Avusturya tarafından atanan bazı Hıristiyan yöneticiler, Müslüman halkı ağır vergilerle bunaltıyorlar, mallarını müsadere ediyorlar, saldırılar ve cinayetler yoluyla onları Bosna-Hersek’ten göç etmeye zorluyorlardı. Bazı yerlerde camilere şarap ve domuz eti doldurulduğu, Müslümanların din, inanç ve ibadet haklarının ve hürriyetlerinin kısıtlandığı da oluyordu. Müslüman öğrencilerin Hıristiyanlaştırılması için Saraybosna ve diğer önemli şehirlerde okullardaki eğitim dili Almanca’ya çevrilmiş, din eğitimi ise Katolik mezhebini öğretecek şekilde programlanmıştı. Mahkemeler, çok basit ve eften püften nedenlerle Müslümanlar aleyhine hükümler veriyorlar, keyfî para, sürgün ve hapis cezaları uyguluyorlardı. Yapılan baskılarla Bosna’daki Müslüman nufüs, Osmanlı idaresi altındaki diğer topraklara göç etmeye zorlanıyor, onların terk ettikleri yerlere de Sırplar yerleştiriliyor, böylece Bosna’daki etnik yapı değiştiriliyordu.

Fakat Avusturyalılar tarafından daha sonraki dönemlerde Müslümanlara karşı daha ılımlı ve dengeli politikalar izlenmeye başlanması, daha sonraki dönemlerde ve komşu ülkelerde Müslümanlarda karşı uygulanan akıl almaz boyutlardaki zulüm ve baskılar göz önünde bulundurulduğunda, karşılaştırmalı olarak bütün olumsuzluklarına rağmen, yine de Boşnak Müslümanların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu idaresinde geçirdikleri dönemin nispeten daha az acı çektikleri bir dönem olduğu söylenebilir. Örneğin, 1878-1918 yılları arasında Karadağ’da ve Sırbistan’da kalan Müslümanların hayatları çok daha zordu. Onlara her şeyden çok sevdikleri dinlerini terk etmekten veya dinleri için öz vatanlarını terk etmekten, ya da yeni rejime ve devlete sadakatlerini ispat etmekten başka seçenek tanınmıyordu. Bosnalı Müslümanlar ise bu dönemde en azından Avusturyalıların gölgesine sığınarak Sırp saldırılarından bir dereceye kadar korunabilme imkânı bulabiliyorlardı. Hatta Türk Bayrağının benzeri, ay yıldızlı yeşil bayrakları bile vardı. Ama yine de geçici olduğu söylenen bu işgalin bir an önce bitmesini, Osmanlıların dönüşünü umutla ve sabırsızlıkla bekliyorlar, o zamana kadar da var güçleriyle direnmeye ve ayakta kalmaya çalışıyorlardı.

Çoğu yerde çoğunluğu teşkil ettikleri için, seçimle iş başına gelinen yerel yönetimlerde Bosnalı Müslümanlar son derece etkiliydiler. Arazilerini, tarlalarını rahatça ekip biçebiliyorlar, mesleklerini icra edebiliyorlar, ticaretlerini yapabiliyorlar, çoğunlukta oldukları yerlerde nispeten huzur içinde yaşayabiliyorlardı. Dinlerini, inançlarını yaşayabiliyorlar, hocaları, müftüleri kimseye hesap vermek zorunda kalmıyor, vakıflarına dokunulmuyordu. Hatta Bosnalı Müslümanlar Abdülhamid Han’ın yaş gününü (1907) de büyük bir coşkuyla kutlamışlar, “Padişahım çok yaşa!” âvâzeleriyle yeri göğü inletmişlerdi. Avusturyalılar bu olay için onlara müdahale etmemiş, hatta İstanbul’un farkına daha iyi vararak, o günden sonra Reis-ül ulema tayininde İstanbul’daki Şeyhülislam’ın da olurunu almaya başlamıştı. Ancak 2. Meşrutiyet’ten sonra bu hava da kayboldu ve Avusturyalılar 1908 yılında Bosna’yı ilhak ettiklerini açıkladılar.

Osmanlı Devleti, tarihinin en acı yenilgilerinden birine 93 Harbi diye de bilinen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğradı. Osmanlı Devleti için çok büyük bir yenilgi ve felaketle sonuçlanan 93 Harbi’nin ardından Rus orduları İstanbul’un eşiğine (Yeşilköy) kadar geldi. Devletin varlığının çok ciddi bir şekilde tehlikeye düşmesi üzerine, burada Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması adıyla şartları son derece ağır bir antlaşma imzalanmak zorunda kalındı. Bu antlaşmanın şartlarını görüşüp hafifletmek için de daha sonra Berlin’de uluslar arası bir kongre toplandı. Bu kongre sonunda, daha önceki antlaşmanın bazı hükümlerini biraz da olsa yumuşatan Berlin Antlaşması imzalandı.

1878’de imzalanan Berlin Anlaşması, Bosnalı Müslümanlar için de tarihi bir dönüm noktasıydı. Bu antlaşmaya dayanarak 1878 yılında Bosna’yı işgal eden Avusturya, otuz yıl sonra da ilhak etti. Artık bu topraklarda beş asırdan beri devam eden Pax Ottomana (Osmanlı barışı) sona ermiş, asırlardır kendilerini Türk ve Müslüman bilen Bosnalı Müslümanlar da yabancı ve Hıristiyan bir yönetimin insafına terk edilmişlerdi. Büyük bedeller ödenerek, binlerce şehidin kanı pahasına, büyük mücadeleler ve savaşlar sonucunda vatan edinilen topraklardan, hiçbir savaş yapılmadan ve kan dökülmeden masa başında bir anlaşmayla kolayca vazgeçilmişti. Koca Osmanlı İmparatorluğu artık hiçbir düşmanlarının hiçbir saldırısına ve haksız talebine karşı direniş gösteremeyecek, oldubittilere karşı koyamayacak kadar mecalsiz, aciz, pısırık, çaresiz, zavallı ve perişan bir hale düşmüş, ya da düşürülmüştü.

Avusturya yönetimine terk edilmekle, kendilerini kimsiz, kimsesiz, savunmasız bırakılmış, insafsız zalim kurtların insafına terk edilmiş masum yetim çocuklar gibi hisseden Bosnalı Müslümanlar, olup bitenlere bir mana veremiyorlar, Osmanlı ordusunun çekilişini gözyaşları ve büyük bir çaresizlik içinde seyrediyorlar, bir yandan da geleceğe büyük bir karamsarlık ve endişe içinde bakıyorlardı. Kendilerine bu topraklarda hayat hakkı tanınmayacağını düşünenler, öz yurtlarını terk edip Anadolu’ya veya henüz Osmanlı idaresindeki yerlere göç etmeye yöneldiler.

Bosna’nın Avusturya tarafından işgali, çoğu Türkiye’ye doğru kaçan büyük bir Müslüman muhacir dalgası yarattı. Avusturya-Macaristan yetkilileri, 1883-1918 yılları arasında 32 625, 1906-1918 yılları arasında ise 24 000 kişinin ülkeyi terk ettiğine dair resmi rakamlar yayınladılar. Ancak bu rakamlar, 1883 yılına kadarki rakamları ve ülkeyi yasadışı yollardan terk etmek zorunda kalanları içine almadığı için çok eksiktir. Bazı Bosnalı tarihçiler, bu dönemde göç edenlerin sayısının 300 bine yakın olduğunu öne sürmüşlerse de bu sayıyı da biraz abartılı bulanlar vardır. Kesin sayı tam olarak bilenememekle birlikte, bu dönemde bölgeden çok ciddi bir göç yaşandığı herkesin tartışmasız kabul ettiği bir gerçektir.

93 Harbi’nin ve Berlin Antlaşmasının ardından Balkanlar‘dan ve Kafkasya‘dan Anadolu‘ya doğru 1 milyonu aşkın aç, sefil, perişan mülteci ve göçmen akınının yaşanması, bunun yol açtığı olağanüstü toplumsal ve ekonomik bunalımlar tarihimizin unutulmaz ve en acı olaylarındandır. Bu bir milyonu aşkın göçmen içerisinde belki üçyüzbin olmasa da buna yakın bir sayıda Boşnak göçmenin de bulunduğu anlaşılmaktadır.

Daha sonra gelen Yugoslavya Krallığı ve daha sonraki dönemlerle kıyaslandığında, sonradan yaşanan çileler, sıkıntılar, acı ve baskılar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetimini de aranır hale getirmişti. Avusturya Macaristan İmparatorluğu, zaman geçtikçe işgalin ilk dönemlerinde bölgedeki Hıristiyan unsurları kayıran politikalarının yanlışlığını anlayarak bu politikada Müslümanlar lehine değişiklikler yapmaya başladı. Özellikle 1903–1912 yılları arasında Bosna’nın yönetimini elinde bulunduran liberal Baron Burian döneminde, Bosnalılara karşı nispeten daha ılımlı, daha adil ve daha hoşgörülü bir yaklaşım sergileniyordu. Avusturyalılar, Müslümanlar için Sırp yayılmacılığına ve saldırganlığına karşı geçici, bir süreliğine ve bir dereceye kadar da olsa koruyucu bir kalkan durumuna gelmişlerdi. Sırp ve Hırvatlardan ayrı bir “Boşnak” kimliğinin oluşması Avusturyalıların da işine geliyordu.

Osmanlılar döneminde Bosna’daki en önemli kurumlardan biri de vakıf müesseseleriydi. Bütün önemli kurumlar, camiler, okullar, hanlar, hamamlar, köprüler ve bütün hayır kurumları için toprak, arazi, dükkan vs gibi gelir kaynakları vakfetmek öteden beri zengin Müslümanların adetlerindendi. Bosna’nın Avusturya-Macaristan tarafından işgal edildiği 1878 yılında ekilebilir arazinin üçte birinin vakıflara ait olması vakıf müessesesinin ne kadar güçlü ve köklü bir kurum olduğunun göstergesi kabul edilebilir. Avusturyalılar, kısmen de olsa Müslümanların bu vakıf idarelerinin yeniden kurulup faaliyete geçmesine izin verdiler.

Müslümanlar, Avusturya yönetimi altında, siyasi açıdan da derlenip toparlanmada epeyce yol aldılar. Bosna’da yerel ulusal toplulukları temsil etmek üzere siyasi partiler gibi işlev gören örgütler kuruluyordu. Bunlardan Müslüman Ulusal Örgütü 1906’da, Sırp Ulusal Örgütü 1907’de, Hırvat Ulusal Birliği ise 1908’de kurulmuştu. Bu örgütler, yeni kurulan Bosna Parlamentosu’nda da temsil ediliyorlardı. Bu parlamentonun doğrudan yasama gücü olmasa, sınırlı bir imtiyaza sahip olsa da, yaşanan tecrübe yine de Müslümanların ayrı bir ulus ve siyasal varlık olarak konumlarının daha da güçlenmesine, varlıklarını ve birliklerini sürdürmelerine katkı sağlamıştı. Bazı Müslüman entelektüellerin, kendilerini Hırvat veya Sırp olarak deklare etmeleri ise, sadece bireysel tutum davranışlar olarak kabul edilmiş, Müslümanların ayrı bir siyasi varlık olarak bu dönemdeki güçlü konumlarını zayıflatmaya yetmemiştir.

Birkaç küçük istisna dışında Bosna’nın sınırlarının Avusturya Macaristan işgali sırasındaki, yani 1918’deki sınırlar olması gerektiği, daha sonraki dönemlerde de taraflarca genel olarak kabul görmüştür.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR