Ana SayfaDosyalarBalkanlarBALKANLARDA BIRAKTIKLARIMIZ

BALKANLARDA BIRAKTIKLARIMIZ

Allah’a karşı ahidlerinizi (Allah’a verdiğiniz sözü) yerine getirin (Enam Suresi, Ayet: 152).

Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahud Rabbinin bazı alametlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz! (Enam Suresi, Ayet: 158).

BALKANLARDA BIRAKTIKLARIMIZ

Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış!

Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
Göğsünde kefensiz şehitler varmış!


M. Fuat Köprülü

BALKAN TÜRKLÜĞÜ VE MÜSLÜMANLIĞI

Kurulduğu tarihten itibaren yönünü hep Batıya çevirmiş olan Osmanlı Devleti, ilk defa 1354 yılında, kalıcı bir şekilde yerleşmek, yurt ve vatan edinmek amacıyla Gelibolu üzerinden Rumeli’ye, yani Avrupa yakasına geçmiş, bu geçişle bizim Avrupa ve Balkanlar maceramız başlamıştır. Bu tarihte fethedilen Çimpe Kalesi, Rumeli’de başlayacak ve hızla devam edecek fetihlerin ilk üssü olmuştu.

Osmanlıların Balkanları fethetmelerinde ve bu toprakları vatanlaştırabilmelerinde, esas ana rolü İslamiyet oynamıştır. Osmanlılardan önce de Türkler Orta Avrupa’da ve Balkanlarda pek çok fetihler yapmışlar, devletler kurmuşlar fakat kalıcı olamamışlardı. Çünkü bir yeri vatan etmek her zaman fethetmekten daha zordur. Fakat bu yeni gelen Türklerin önceki Türklerden, bu gelişin önceki gelişlerden önemli farkları vardı. Bu yeni gelenlerin Türklüğü İslamla birleştikten sonra onları çok farklı bir kimlik ve kişilik ve mahiyet kazandırmıştı. Bunlar öncekiler gibi buralara fetih, yağma, kuru kavga ve cihangirlik davası için değil, İlâ-i Kelimetullah, Allah yolunda gaza ve cihad için, burada yaşayanlara zulmetmek için değil, onları canlarından bezdiren zulüm ve haksızlıklardan kurtarmak için, onları kırıp geçirmek, öldürmek, yok etmek için değil daha güzel bir hayatla diriltmek için gelmişlerdi. Bu yüzden Osmanlı hâkimiyetinin ardından, bölgedeki çeşitli Hıristiyan halklar arasında kendi rızalarıyla İslamiyeti ve onunla eş anlamlı kabul edilen Türklüğü kabul edenlerin sayısı hızla artmıştı.

Osmanlılar, Balkan topraklarını sadece savaşla ve kılıçla fethetmekle yetinmediler, aynı zamanda çeşitli kısa, orta ve uzun vadeli planlarla, stratejilerle, planlı ve programlı faaliyetlerle buraları gerçek anlamda vatanlaştırdılar, yaşanabilir hale getirdiler. Daha en başından bir yandan yaşanası şehirler kurup buraları abidevi eserlerle, eğitim ve hayır kurumlarıyla, yollarla, köprülerle donatarak Balkanların çehresini tamamen değiştirdiler, Türk, İslam kültür ve medeniyetinin mührünü buralara vurarak silinmez izler bıraktılar, bir yandan da bayraktarlığını yaptıkları İslamiyetle gönülleri de fethettiler. İslamiyet, Anadolu’da olduğu gibi Balkanlarda da buraların fethini, Türk, İslam Kültür ve Medeniyetinin buralarda olağanüstü bir hızla yayılarak vatanlaştırılmasını sağlayan ve kolaylaştıran en önemli unsur oldu. Osmanlılardan önceki Türk boyları buralarda eriyip kayboldukları halde İslamiyet sayesinde Osmanlılar Balkanlarda çok büyük hüsnü kabul gördüler ve kalıcı oldular.

Osmanlılarca takip edilen ve hızlı bir şekilde uygulanan çok akıllı iskân siyaseti sayesinde de Türklük ve Müslümanlık, Balkanlarda inanılmaz bir hızla yayılıyor, Balkanların çehresi çabucak değişiveriyordu. Bir yandan bölgeye ‘evlâd-ı fâtihân’ adı verilen Anadolu’nun Müslüman-Türk halkından aileler getirilip yerleştirilirken, bir yandan da yerli halk arasında İslamiyet hızla yayılıyordu. Balkanlardaki Türk ve Müslüman nüfus, çok geçmeden hem sayıca, hem de oran olarak gayri Müslimleri kat kat aşmıştı. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki ve Balkanlardaki topraklarının önemli bir kısmının, Asya’daki, Afrika’daki ve Anadolu’daki topraklarından çok daha önce fethedilmesinin de etkisiyle, fetihlerin üzerinden fazla bir zaman geçmeden Türklük ve Müslümanlık balkanlarda Anadolu’dan bile daha güçlü hale gelmişti.

BALKAN TÜRKLÜĞÜNÜN VE MÜSLÜMANLIĞININ ÖZELLİKLERİ

Tarihi ve coğrafi yönden ciddi bir araştırma yapıldığında, her zaman, her devir ve her yerdeki Müslümanlık, hatta Türklük anlayışlarının ve uygulamalarının tıpatıp birbirinin aynı olmadığı, aralarında az veya çok bazı karakteristik özellikler ve farklılıklar bulunabileceği bir gerçektir. Aynı şey Balkanlardaki Türklük ve Müslümanlık anlayışı ve uygulamaları için de söz konusudur. Bu konuda örneğin Anadolu’daki Türklük ve Müslümanlık anlayışı ve uygulamaları ile Balkanlardaki arasında bir karşılaştırma yapılacak olursa pek çok ortak taraflar bulunabileceği gibi çok ilginç farklılıklar da bulunduğu hayretle görülecektir. Bunlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkündür:

1. Şuurlu Bir Türklük ve Müslümanlık: Balkanlardaki Türklük ve Müslümanlık, çoğu başka yerlerdeki gibi anadan, babadan, atadan dededen miras, bedavadan bulunmuş, taklitle öğrenilmiş sığ ve gevşek bir Türklük ve Müslümanlık değil, bilinçle tercih edilmiş, eğitimle, emek ve zahmetle kazanılmış, daha sonra da pek çok sınavlardan, denemelerden geçmiş, uğruna seve seve fedakarlıklara, bela ve musibetlerle katlanılmış bir Türklük ve Müslümanlık olduğu için bilinç yönü daha yüksek, daha sıkı ve pek, daha köklü ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktı.

2. Mücadeleci Bir Türklük ve Müslümanlık: Balkanların

Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında fetihlerden bile önce gelip buralara yerleşmiş, kurdukları zaviyelerde, tekkelerde, hayır kurumlarında halka İslamı tanıtıp sevdirmiş alp erenlerin, gazi dervişlerin, gönül ve hizmet erlerinin çok önemli bir rolü olmuş, pek çok kişi bunların telkinleriyle İslamı kabul etmiş, kabul ederken de canları tenlerinde oldukça Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerine dair söz vermişler, ahd ü peyman eylemişlerdi. Ayvaz Dede şenliklerinde olduğu gibi bugün bile Balkanlarda bu ahd ü peymanın, bu ikrarın her yıl yenilendiği ve tazelendiği yerler ve merkezler vardır. Bu durum da buralardaki Allah, Peygamber, din, iman, bayrak, Türklük, Müslümanlık vb gibi ortak değerlere karşı sevgi, saygı, bağlılık ve sadakatin ne kadar büyük, ne kadar bilinçli ve şuurlu, ne kadar köklü, sağlam ve sıkı olduğunun en açık göstergesidir.

3. Şehirli Bir Türklük ve Müslümanlık: Osmanlılar Balkanlar’a gelir gelmez, özellikle stratejik noktalara yeni şehirler kurarak buralara yerleşmişler, bu sorunlu toprakları pek çok dini, sosyal ve kültürel müesseselerle, anıt eserlerle süsledikleri, bayındır hale getirdikleri bu şehirlerden yönetme yolunu ve yöntemini izlemişlerdir. Her şeyiyle yaşanmaya değer özellikte ve güzellikte olan bu yaşanası şehirlerde gelişen Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı da diğer başka yerlerdeki, örneğin Anadolu’dakine göre en başından itibaren daha şehirli, daha medeni, daha uygar, daha eğitimli ve kültürlü bir nitelik kazanmıştır. Balkanlardaki Türklük ve Müslümanlık en başından beri daha şehirli özellik ve nitelikte bir gelişme gösterirken, Anadolu’daki Türklük ve Müslümanlığın daha köylü, daha göçebe bir nitelikten ve karakterden tam olarak kurtarabilmek, daha eğitimli, daha kültürlü ve daha medeni bir hale getirebilmek hiçbir zaman tam olarak mümkün olamamıştır.

Halbuki İslamiyet de, başta Hazreti Peygamber olmak üzere Mevlana, Yunus Emre gibi dini ve milli önderler de, her zaman daha şehirli, daha medeni, daha uygar, bilgi, bilinç, şuur, eğitim ve kültür düzeyi daha yüksek bir Müslümanlık ve Müslüman insan tipi inşasına çok önem vermişlerdir. Hazreti Peygamberin Yesrib’in adını Medine (Şehir=kent=site) olarak değiştirmesi, onu köylükten ve halkını köylülükten kurtarıp daha medeni ve uygar hale getirmeye çalışması, değişik uygulamalarıyla Müslümanlarda kentlilik bilinci de oluşturmaya çalışması boşuna değildir. Yunus Emre bile:

Kastım odur, şehre varam!

Feryâd ü fîgan koparam!

Sözleriyle söyleyecek sözü olanın bunu insanlarının anlayış ve düşünce düzeyi daha yüksek ve daha kalabalık olan şehirlerde söylemesi gerektiğine işaret eder.

Balkanlarda, özellikle de Bosna Hersek’te İslamiyet’in kırsal alanlardan önce, şehirlerde yayılmaya başladığını ve bu yayılmanın çok hızlı olduğunu, çok kısa bir sürede de çok geniş bir coğrafyayı kapsadığını görürüz. Bosna’daki ilk Müslüman Türk şehri olan Saraybosna, 1521-1541 yılları arasında Bosna Valiliği yapan Gazi Hüsrev Bey tarafından kurulmuş, kısa zamanda çok ileri bir eğitim, kültür ve medeniyet merkezi durumuna gelmişti. Şehir, görkemli külliyeler, camiler, medreseler, okullar, kütüphaneler, hanlar, hamamlar, çarşılar, köprüler, evler, saraylar vb gibi göz alıcı, her biri ayrı bir sanat eseri niteliğindeki mimari yapılarla donatılmıştı. Yeni kurulan bu şehrin nüfusu neredeyse tamamen Müslümanlardan oluşuyor, yüzyılın sonlarına doğru şehrin 93 mahallesinden yalnızca ikisinde Hıristiyanlar yaşıyordu.

Bosna Hersek’de Saraybosna’dan sonra daha pek çok yeni şehirler kuruldu, bazı küçük eski yerleşim yerleri de imar edilip, geliştirildi. Bu şehirler, Türk İslam kültürünün canlı bir şekilde yaşandığı, yayıldığı, yerli halk için de cazibe merkezleri oldular. Buralardaki yüksek ve ileri uygarlık, eğitim, sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik imkânlar yerli halkı bu şehirlere ve İslama çekiyordu.

Bosna-Hersek’in Müslüman halkı genellikle eğitim ve kültür seviyesi yüksek şehirlilerden, gayri Müslim halkı ise genelde köylülerden, kırsal kesimde ve dağlık yörelerde yaşayan, eğitimsiz, görgüsüz, kaba saba insanlardan oluştuğu için, Müslümanların o günden bugüne Hıristiyanlara, özellikle de Sırplara göre çok daha medeni oldukları bilinir ve kabul edilir. Başta Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar olmak üzere başka unsurlara mensup olmak daha yabani, dağlı, köylü, vahşi, barbar, cahil, eğitimsiz, kaba, sert bir karakteri, domuz çobanı, Türk ve Müslüman olmak ise daha medeni, şehirli ve insani bir kültüre mensubiyeti, eğitimli, edepli, terbiyeli, kültürlü, akıllı, erdemli, ahlaklı, güzel huylu velhasıl iyi ve güzel olan ne varsa hepsini temsil ediyordu.

4. Sabırlı ve Dirençli Bir Türklük ve Müslümanlık: Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı ilk andan itibaren karşısında onu yok etmek, ortadan kaldırmak, tekrar eski dinine döndürmek isteyen çok güçlü, çok acımasız iç ve dış düşmanlarla, düşmanlıklarla, kin ve öfkeyle çevrelenmişti. Eski dinlerinde ve inançlarında kalmayı tercih eden vahşi dağlılar ve köylü Hıristiyanlar bir yandan bu yeni ve yüksek kültür ve medeniyete, uygarlığa ve ona mensup olanlara çok büyük bir hayranlık duyarken, bir yandan da içten içe onlara karşı çok tehlikeli bir kin, nefret, haset ve kıskançlık besliyorlar, özellikle kendilerinden, yerel halktan Müslümanlığı kabul edenlere karşı çok ciddi bir antipati, kin ve nefret geliştiriyorlardı. Bu antipati, kin ve nefret, büyük ölçüde tarihsel süreç içinde oluşmuş komplekslerden kaynaklanıyordu. Özellikle Sırplar, Bosnalı Müslümanlara, yani yeni kimlikleriyle Boşnaklara, tarihin kendilerine verdiği “seçilmişlik” payesini bırakarak, İslamiyeti kabul eden, ‘İslamlaşmış Sırplar’, ‘Dinlerini, davalarını Türlere satmış hainler gözüyle bakıyorlardı. ‘Sıkışan pekişir!’ atasözünde olduğu gibi, yeni kimlik ve kişilikleri yüzünden kendilerine yönelen düşmanlık, bütün gemileri yakarak Türk ve Müslüman olan bu insanlarda ister istemez bu bu değerlere daha sıkı sıkıya sarılıp bağlanma, daha iyi sahiplenme, daha iyi öğrenip yaşama, daha fazla bilincine ve şuuruna varma, ne pahasına olursa olsun daha büyük bir azim ve kararlılıkla bunun mücadelesini verip savunma gibi refleksleri de geliştiriyor, bu da onların daha azimli ve kararlı, daha mücadeleci, daha fedakâr, daha bilgili, daha şuurlu, daha eğitimli, daha sabırlı, daha içten, daha samimi ve daha köklü bir Türklük ve Müslümanlık anlayışına, bilincine ve pratiğine sahip olmalarına katkı sağlıyordu.

4. Türklük ve Müslümanlığın Aynı Anlama Geldiği Bir Türklük ve Müslümanlık: Balkan Müslümanlığının bir özelliği de, Balkanlarda Türklükle Müslümanlığın birbirinin ayrılmaz bir parçası, her iki kelimenin de birbirinin müteradifi eş anlamlısı kabul edilmesidir. Bütün Balkan Müslümanları özellikle de Bosnalı Müslümanlar, kendilerini Türk, Müslüman ve Osmanlı olarak görüp tanımlayarak, Slavlıklarını reddetmişler, Slav olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir. Türklüğü ve Müslümanlığı, kendileri için en büyük kurtuluş vesilesi, vahşi, barbar, saldırgan olarak niteledikleri Slavlara, özellikle Sırpların her türlü tehdit, tehlike ve saldırına karşı koruyucu bir sığınak ve kalkan olarak görmüşlerdir. Osmanlı’nın Balkanlara ayak basışından 1683 Viyana Bozgununa kadar geçen süre içerisinde Balkanlarda yaşayan herkes, özellikle de Balkan Müslümanları tam bir huzur, güven ve barış içerisinde yaşadılar. Balkan Müslümanlarındaki bu huzur ve güven duygusunu, düşüncesini asırlardan beri nesilden nesile, dilden dile aktarılan şu Boşnakça deyiş çok güzel ifade etmektedir:

‘Hvala Bogu Kad smo Turci,

Nemogu nam nista voçi!’

Türkçesi: ‘Allah’a şükür ki, biz Türk olduk!

Dolayısıyla artık vahşi kurtlar, barbarlar bize hiçbir zarar veremez!’

Balkanların yerli Hıristiyan halkından örneğin, Boşnak, Sırp, Hırvat, Arnavut olup da sonradan Müslümanlığı kabul edenler de tek kelime Türkçe bilmedikleri, hiç Türkçe konuşamadıkları halde artık kendilerini Türk olarak tanımlıyorlardı. Hatta yalnız kendileri değil, içinden çıktıkları Hıristiyan unsurlar da bu sonradan Müslüman olanlara ‘Türk oldu!’ diyorlar, onları Türk olarak niteliyorlardı. Yani Balkanlarda Müslüman olmak, Türk olmakla aynı anlama geliyordu. Osmanlılar döneminden itibaren Balkanlarda artık Türk, Türklük ve Türkleşme kavramları, İslam, Müslümanlık ve Müslümanlaşma ile aynı anlamda kullanılmıştır. İster evlad-ı fatihan, yani önceden Türk olanlar olsun, isterse İslamiyeti kabul ederek sonradan Türk olanlar olsun, bunların arasında hiçbir ayırım, ayrılık gayrılık, fark yoktu. Hepsi Allah’ın rahmetiyle birbirlerine öz kardeşten daha yakın olmuşlardı. Bugün bile 10 milyonu aşkın nüfusuyla buralarda varlıklarını hala sürdürebilen Balkan Müslümanları, ırk ve etnik köken olarak Türk olmasalar ve Türkçe konuşmasalar da, kendilerini aynı dili konuştukları Sırp, Hırvat, Bulgar veya başka Slav kökenli milletlerden değil de Türk sayarlar ve Türk hissederler.

Etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar’daki tüm Müslümanların, kendilerini aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir “millet”, yani “Türk Milleti” olarak algılamaları, Balkanlar’daki etnik ve dini mozaiği inceleyen ve analiz eden batılı bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Florida Üniversitesi’nden Balkan tarihçisi Maria Todorova bu durumu şöyle açıklıyor: ‘Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tek vücut ve değişmez bir Müslüman kimliği ve toplumu imajı üretilmiş, bu da “millet” kavramı temeline oturtulmuştu. Bir başka deyişle, Balkanlar’daki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bunun en açık örneği, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapılmadan, Balkanlar’daki tüm Müslümanlara, Hıristiyanlarca da “Türk” denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır. Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bu durum Bosna’da çok daha belirgindir. Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiçbir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir. Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, etnik milliyetçi söyleme adapte olmadıkları ve Balkanlar’daki ulus-devlet oluşumları tarafından da dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir ‘millet’, yani ‘Türk’ sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır. 20. yüzyıl boyunca Balkanlar’dan Türkiye’ye göç eden Slav kökenli Müslümanların (Arnavutlar dahil), göç edip geldikleri Türk toplumu içerisine bu kadar kolay karışıp kaynaşmaları, asimile olmaları, Türk kimliğini ne kadar çok özümsediklerinin, benimsediklerinin, kendilerini ne kadar çok Türk hissettiklerinin delilidir.’ (Todorova, Maria “The Ottoman Legacy in the Balkans”. The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 70-72)

Todorova’nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları her zaman

dini kimliklerini, etnik kimliklerinden ve kökenlerinden çok daha önde, önemli ve öncelikli tutmuşlardır. Örneğin, Bulgaristan’da Bulgar asıllı Müslümanlar olan Pomaklar kendilerini Bulgar’dan çok Türk hissederler. Bosna’da bu durum çok daha belirgindir. Bosnalı Müslümanlar, etnik köken olarak aslen Boşnak, Sırp, Hırvat, Arnavut ya da Makedon olsalar da, Hıristiyanlarla aynı dili konuşsalar, onlarla aynı etnik kökenden gelseler de hiçbir zaman kendilerini onlardan görmezler.

Balkan uzmanı Eran Frankel de; Makedonyalı Müslümanların da hiçbir zaman Makedonyalılık adına İslam’ı geri plana atmadıklarını, reddetmediklerini, aksine çoğu kez Slavlıklarını reddederek Slav olmayan, bir Türk ve Müslüman kimliğini benimsediklerini vurgular. Hatta Makedonya’daki Müslüman Arnavutların ve Çingenelerin bile Slav kimliğini benimsemektense, “Türk” olarak tanımlanmayı tercih ettiklerini belirtir (Eran Frankel. “Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims”, 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991). 

Türklük ve Müslümanlık ilişkisi, ikisinin birbirinin aynı ve eş anlamlı sayılması ile ilgili literatürde, dini ve edebi metinlerde de bazı sözlere, anlatımlara rastlansa bile bunun pratikteki uygulamalarını en iyi Balkanlarda görürüz.

TÜRKLÜK = MÜSLÜMANLIK

Yeri gelmişken, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Balkanlardaki bu Türklük ve Müslümanlığı birbirinin eş, eşit ve eş anlamlı gören algı ve anlayışın nereden kaynaklandığını, bunun kökenlerinin nereye dayandığını ve sadece buraya özgü bir anlayış olup olmadığını irdelemekte fayda vardır.

Her millet değişik dinlere girip çıkabilir. Türkler de İslamiyet’ten önce pek çok dinlere girmişler çıkmışlar, fakat bu dinlerin hiç birine gönülden bağlanamamışlardı. Hatta Türkler için ‘Bunlar sürekli din değiştiriyorlar ama hiç birine iman etmiyorlar’ deniyordu. Ancak Türkler İslam’la tanıştıktan, gönülleri İslam’a ısındıktan ve açıldıktan, Müslüman olmaya, o inanç ve ideal etrafında toplanmaya başladıktan sonra her şey tamamen değişmiş ve çok farklı bir mahiyet kazanmıştır. İslamiyet’in kutlu nefesi, diriltici, birleştirici, bütünleştirici büyük çekim gücü ve kuvveti onları derlemiş, toparlamış, asırlardan beri içine düştükleri ayrılık, gayrılık ve dağınıklıktan kurtarmış, çok büyük bir güç ve kuvvet haline getirmiş, hem birbirleriyle, hem de bütün diğer Müslüman unsurlarla birleştirip, kaynaştıran çok büyük bir unsur, çok sağlam bağ olmuştur. İslamiyet Türklere eşsiz bir dinamizm kazandırmış, onların tarih sahnesinden silinip gitmesini, eriyip yok olmasını engellemiş, başka milletleri ve toplumları da onlara yönelterek onlarla bir ve beraber olmaya, karışıp kaynaşmaya sevk etmiş, onlara cihan hâkimiyetinin yollarını açmıştır. Bunun sonucunda da Türklükle Müslümanlık birbiriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaşmışlar, her ikisi de aynı anlamı ifade eden, biri diğerinin yerine kullanılabilen birbirinin eş anlamlısı iki kavram haline gelmişlerdir. Hiçbir dinle hiçbir millet arasında İslamiyetle Türklük arasındaki gibi bir ayniyet ilişkisi olmamıştır.

Türklük ve Müslümanlık kavramlarının biri diğerinin yerine kullanılabilen birbirinin ayrılmaz parçaları, eskilerin tabiriyle birbirinin müteradifi birbirinin yani eş anlamlısı olması, Türklük kelimesiyle etnik bir grubun, bir kavimin veya ulus değil, bütün Müslümanların dini, siyasi, idari, sosyal, ekonomik vs her türlü birliklerinin, beraberliklerinin, bütünlüklerinin ifade edilmesi ve algılanması Balkanlarda çok bariz olsa da bunu sadece Balkanlara özgü bir şey olarak algılamak da pek doğru bir yaklaşım değildir. Türklerin Müslüman olmaya başlamalarından beri bunun böyle olduğu, dolayısıyla Balkanlara İslamiyeti götürenlerin ve öğretenlerin dillerindeki, zihinlerindeki, gönüllerindeki, duygu ve düşüncelerindeki Türklük ve Müslümanlık algısının da farklı olmadığı, dolayısıyla Balkan Müslümanlarına da bunun onlar tarafından özellikle böyle öğretildiği bir gerçektir.

Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it-Türk’ünde Türklük, günün ortasında ışığını herkese eşit olarak ulaştıran, herkesi ve her şeyi kuşatan güneşe, Dede Korkut küylerinde, ezgilerinde, hikayelerinde de her gelenin koynunda, kucağında kendisine yer bulabildiği büyük okyanuslara denizlere benzetilir. Türklüğe bu özelliği veren İslamiyet’le birleşmesi, uzlaşması, bağdaşması olmuştur.

Türklüğün ve Türk Milletinin oluşumu hiç kolay olmamış, Türklük ve Türk milleti, asırlar hatta bin yıllar süren bir süreç sonucunda meydana çıkabilmiştir. Türklük önce askeri, sonra da Göktürk İmparatorluğu ile siyasi bir birlik olarak ortaya çıkmış, ancak Türk Milleti gerçek oluşumunu ancak İslamiyetle tamamlayabilmiştir. Türkler ve Türklük üzerine araştırma yapan bazı araştırmacılar, Türklüğün geçmişten bugüne ve yarına doğru gelişimini ve oluşumunu sürdüren, ileride de sürdürecek olan, dinamik bir oluşum olduğunu, başlangıcını tam olarak bilemediğimiz bu çok uzun sürecin nasıl tamamlanacağını, sonucunun nereye varacağını kestirebilmemizin, tahmin edebilmemizin de çok zor olduğunu, tarihi gelişimin bize Türklüğün en önemli özelliklerinden birinin zaman içerisinde kendisini yenileyebilen ve sürüp giden bir oluşum olduğunu gösterdiğini öne sürüyorlar (Karatay, Osman, İran İle Turan Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s. 104-105).

Hiçbir milletin din değiştirmesi, hem kendi tarihleri, hem de dünya tarihi açısından Türklerin Müslüman olmaları kadar önemli ve büyük sonuçlar doğurmamıştır. Tarihçi Yılmaz Öztuna, Türklerin Müslüman olmasının Türk tarihi ve Türk Milletinin oluşum süreci açısından önemini: “Türkler Müslüman olmak suretiyle Türklüklerini kemale erdirmişler, adeta tamamlamışlardır” Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, Milli Klasikler, İstanbul 1999, sayfa 48, sözleriyle net bir şekilde vurguluyor. Bazı gayri Müslim ilim ve fikir adamları da Türklerin başka dinlerden yüz çevirip bütün bir millet halinde gönüllerinin İslama açılmasını, neredeyse topluca Müslüman olmalarını, hem gerçekleşmesi, hem de doğurduğu sonuçlar itibariyle dünya tarihinin en önemli ve en olağanüstü olayları arasında sayarlar. Avusturyalı Oryantalist von Karabacek şöyle diyor: ‘Dünya tarihinde Türklerin Müslüman olarak tarih sahnesine çıkışları gibi, dışarıdan bakıldığında ve başlangıçta bu kadar önemsiz görünüp de doğurduğu sonuçlar itibariyle bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğurmuş, tesirler icra edebilmiş başka bir olay, tezahür hemen hemen yok gibidir (Aktaran Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, s.140).’

Türklerin hem Müslüman olmadan önceki durumlarını inceleyip araştırabilen, hem de onların büyük topluluklar halinde Müslüman olmaya başlamalarına tanık olan Ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz, 840 yıllarında yazdığı ‘Fezailül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde İslamiyetin Türkler için ne kadar hayati önemde olduğunu şu sözlerle açıklıyor: ‘Eğer Türklerin memleketlerinde de peygamberler ve filozoflar yaşamış olsa ve onların fikirleri bunların kulaklarına çarpmış olsa, kalplerine işleseydi, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta da Çinlileri geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri, eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye  ile birleşecek olsa, onların ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri ve ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez.”
Nitekim Cahiz’in Türkler hakkındaki bu görüşleri, düşünce ve değerlendirmeleri, Türkler İslamı kabul edip, bir ideal olarak benimsedikten sonra elde edebildikleri hayaller üstü başarılarla, tarihte oynadıkları önemli rollerle ve İslam Medeniyetine yaptıkları eşsiz katkılarla doğrulanmıştır. Gerçekten de İslamiyet Türkleri hem motive edip harekete geçiren büyük bir güç, ideal ve gaye olmuş, hem de onların manevi dünyalarının zenginleşmesinde, estetik duygularının, bedii zevklerinin, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerinin gelişmesinde çok önemli roller oynamış, böylece medeniyet yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak büyük bir sıçrama yapabilmelerine imkan, zemin ve ortam hazırlamıştır.  Türkler, bütün dünyayı hayran bırakan büyük eserler vücuda getirebilme, büyük bir medeniyet kurabilme ve bugün yaşayabildikleri yerleri kendi vatanları haline getirebilme gücünü ve bunun için muhtaç oldukları her şeyi ancak İslam’la bulabilmişlerdir.

Son derece büyük bir bilimsel ciddiyet, ileri görüşlülük, basiret, feraset ve olağanüstü bir isabetle Türklerle ilgili olarak ileride olabilecek pek çok şeyi asırlar öncesinden görebilen Cahiz, İslamiyetin Türkler için ne ifade ettiğini, Türklerin İslam’a nasıl büyük bir içtenlikle, candan ve gönülden bağlandıklarını, yaptıkları ve yapacakları hizmetleri de çok çarpıcı ve şaşırtıcı bir doğrulukla ortaya koyuyor:

“Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten (Müslüman olduktan) sonra her yerde hak davanın, İslam düşmanlarını kahr eden, ülkeler feth eden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyetin başlangıç döneminde ensarın durumu ne ise, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Allah, Türkleri İslamla şereflendirerek dinini onlarla desteklemiştir. Medineli Müslümanlar ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, bununla sevmişler, bununla sevilmişler, bununla bilinmişler, bununla tanınmışlar, çocuklarını da bu inançla, bu duygu ve düşüncelerle besleyip büyütmüşlerdir. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler. Türkler, bu yolda ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğratılıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Onlar siyah bayraklara, sağlam rivayetlere, Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş, sağlam hadislere sahiptirler. Hadis ilmi, onlar arasında gelişmiş, onlar sayesinde sağlam bir hüviyet kazanmıştır. Bütün yaşananlar, olup bitenler, onlar lehinde rivayet edilen haberlerin, hadislerin ne kadar sağlam ve gerçek olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymuştur. Güneşin doğduğu taraftan geldikleri için uğur da onlardadır. Bundan sonra onların işi hep ileri gidecek, hiç geri gitmeyecektir. Onlar, İslamın ve Müslümanların en zor, en sıkıntılı, en karanlık dönemlerinden birinde doğudan güneş gibi doğdular. Gündüz gibi bütün ufuklara ve dünyaya yayılacaklar. Onlar Allah’ın dinini, bu hak davayı develerin ve atların gidebildiği yerlere kadar götüreceklerdir. Bundan sonra bu işin eskisi de, yenisi de, başı da, sonu da onlardır. Büyük savaşlar, önemli fetihler, eşsiz zaferler onların işidir. Savaş meydanlarında atlarını soluya soluya, harıl harıl koşturup kişnetenler, nallarından kıvılcımlar saçanlar, sabahın seher vaktinde düşmanları basanlar, tozu dumana katanlar, düşman topluluklarının ortasına fütürsuzca dalanlar (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5) döne döne korkusuzca döğüşenler, hız ve çabukluklarıyla elbiselerinin ve kılıçlarının rüzgarı ıslıklar çalanlar en çok onlardandır.

Son derece gerçekçi biri olan, gerçek bir bilim adamlığı doğruluğuna, dürüstlüğüne ve gerçekçiliğine sahip olan Cahiz, her bilimsel gerçek gibi Türkler hakkında anlattıklarının da sınırlılıklarının olduğunu, Türklerin tamamının bu özelliklere ve niteliklere sahip olmadığını da şöyle açıklar: ‘Hepsine genel olarak altın denilse de dünyadaki bütün altınlar aynı ayarda ve değerde değildir. Bütün hızlı koşan cins atlar arasında bir kıyaslama yapılacak olursa, bunların hepsi cins at sayılsa bile birbirlerine karşı üstünlüklerinin veya hoşa gitmeyecek yönlerinin olduğu da görülür. Aynı şekilde her Yunanlının filozof, her Çinlinin sanatkâr, her Arabın şair olması mümkün olmadığı gibi, her Türkün de illa burada anlatılan özellik ve niteliklere sahip olduğu iddia edilemez.’

Cahiz’in yazdıkları ne kehanet idi ne de temelsiz, asılsız, hayali şeylerdi. O yazdıklarını, bilimsel gözlemlerine, İslamın temel hükümlerine, prensiplerine, Kur’an’a ve hadislere dayandırıyordu. Cahiz, Araplara neler olduğunu, Arapların artık İslam nimetini, o büyük şerefin gerektirdiği görev ve sorumlulukları yüklenebilecek vasıfları, nitelikleri, özellikleri kaybettiklerini çok büyük bir üzüntüyle ama çok iyi görebiliyordu. Araplar, daha Hazreti Peygamber’in (SAV) vefatının üzerinden yarım asır bile geçmeden, Allah yolunda cihadı ikinci plana atarak dünya hırsına, mal, mülk, mevki, makam, saltanat sevdasına ve tamahına kapılmışlar, geçici zevkler ve hevesler uğruna birbirlerine düşmüşlerdi. İslama ve İslam’ın değerlerine sahip çıkma görev ve sorumluluklarını bir kenara atmışlar, basit sebepler yüzünden hiç tereddüt etmeden sayısız Müslümanın kanını sular seller gibi akıtmaya, nice canları, malları, ırzları, namusları heder etmeye başlamışlardı. Bu hale gelmiş bir toplumdan da Allah’ın diğer insanlara önderlik ve liderlik nimetini çekip alması mukadderdi. Öte yandan Kur’an’da bildirdiği gibi, dinini ve davasını asla sahipsiz bırakmayacağını açıkça bildiren Allah için onlardan aldığı bu liderlik, önderlik, üstünlük nimetini bahşedeceği başka bir toplumu bulmak hiç de zor ve imkânsız değildi. Nitekim Cahiz de, Allah’ın belki de asırlardan beri bunun için başka bir kavmi hazırladığını, büyük lutuflarını ve nimetlerini gönlerini yavaş yavaş İslama açtığı bu topluma bahşedeceğini, bu kavmin Türkler olduğunu en başından görebilmiştir. Allah’ın ve tarihin tanıklık ettiği bu gerçeği aslında hiçbir akıl sahibinin de inkar etmemesi gerekir. Elbette Türklerin, Allah’ın kitabında saydığı vasıfların ve özelliklerin ne kadarına sahip olabildikleri, hangi konularda eksikliklerinin ve yetersizliklerinin olduğu, daha iyisinin ve daha güzelinin olup olamayacağı tartışılabilir. İslamın çok daha güzel, çok daha iyi ve mükemmel bir şekilde yaşanmaya ve temsil edilmeye layık olduğu öne sürülerek, Türklerin niçin daha fazla olamadıkları, niçin daha fazlasını yapamadıkları ve başaramadıkları da sorgulanabilir. Ama her şeye rağmen tarihi ve somut bir gerçek vardır ki o da şudur: İslamın ve Müslümanların her bakımdan en sıkıntılı, en zor ve en kritik bir döneminde Müslümanların liderliği ve önderliği Türklere geçmiş, bin yıldan beri Türkler bu dine çok büyük hizmetlerde bulunmuşlar, bu alanda onları geçebilecek, onlardan daha iyi ve hayırlı başka bir millet çıkmamıştır.

Araplardan sonra İslam’ı temsil ve sahiplenme şerefine, bunun sonucu olarak da insanlara önderliğe, üstünlüğe ve daha pek çok nimetlere sahip olacak milletin adı ve hangi millet olacağı Kur’an’da açıkça belirtilmez. Ancak bu millet bazı önemli vasıfları ve karakteristik özellikleriyle o kadar açık ve net bir biçimde tanıtılır ki, bu milletin kim olduğunu veya olabileceğini, hele bunca tarihi olaylardan sonra tahmin edebilmek hiç de zor olmasa gerektir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’deki en açık ayet şudur:

‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah zaman içinde (onların yerine) O’nun sevdiği ve O’nu seven başka bir kavim getirecektir. Onlar, Müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli ve merhametli), kâfirlere karşı da güçlü, onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda üstün bir gayretle cihad ederler. Bu yolda kendilerini kınayan hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar (Hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar, başkalarının onlara dil uzatmalarından korkup çekinmezler). Bu Allah’ın bir lütfu, inayetidir ki, onu kime dilerse ona bağışlar. Allah lütfu, ihsanı sınırsız, sonsuz olan ve her şeyi en iyi bilendir (Maide suresi, Ayet:54).’

Vani Mehmed Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Cahiz, Bediüzzaman Said Nursi, Celal Yıldırım gibi bazı İslam âlimleri ve müfessirleri bu ayetin doğrudan doğruya Türkleri işaret ettiği kanaatindedirler. Çoğu müfessirler ve âlimler ise bu ayetin genel yorumlanması gerektiği, ayette işaret edilen kavmin belli bir kavme hasredilmesinin, bu kavmin belli bir kavim olarak algılanmamasının doğru bir yaklaşım olamayacağı, ayette sayılan vasıfları, özellikleri taşıyan her kavmin bu ayetin kapsamına girebileceği görüşünü savunmaktadırlar. Fakat neresinden bakılırsa bakılsın, her iki yorum ve açıklama da sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır. Bu Âyet-i Kerime’de olduğu gibi, bir çok ayet ve hadisin en doğru, en sağlam ve en büyük müfessiri, yorumlayıcısı, tarihtir, zamandır. Şimdi bu ayetin yorumuna 1500 yıllık İslam tarihi açısından bakıldığında burada işaret edilen, belli vasıf ve nitelikleriyle övülen kavmin, en azından şimdiye kadarki gelişim süreci içinde Türk Milletinden başka bir millet olarak anlaşılması ve yorumlanması mümkün olamaz.

Ayeti kerimede, Allah’ın ‘başka bir kavim getireceği’ ifadesinden, Türk milletinin İslamla şereflenmesinde Arapların çok fazla bir rollerinin olmayacağı, Türklerin silahla, kılıçla, savaşla, zorla değil, Allah’ın gönüllerini İslama açmasıyla kendiliklerinden Müslüman olacakları anlaşılmaktadır. Gerçekten de öyle olmuş, örneğin Emevi Araplar, izledikleri yanlış politikalarla Türklerin İslamiyete girmelerine değil, İslamdan soğumalarına ve Müslüman olmalarının asırlarca gecikmesine sebep olmuşlardır.

Ayet-i Kerime’de ayetin nüzulü sırasındaki muhatabı Arapların yerine getirilecek milletin karakteristik özellikleri olarak şunlar sayılıyor:

  1. Allah’ı seven bir millet.
  2. Allah’ın sevdiği bir millet.
  3. Müminlere karşı alçak gönüllü bir millet.
  4. Kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir millet.
  5. Allah yolunda savaşan cihangir bir millet.
  6. Hak bildiği yoldan hiç dönmeyen, bu yolda başına gelecek hiçbir şeye, hiçbir kınamaya aldırmayan bir millet.

Bu milletin sağlam imanlı, ihlaslı, bütün müminleri şefkat kanatları altına alan, hiç birisinin arasında ayırım gözetmeyen, sevecen, şefkatli, merhametli bir millet olmasının yanında çok güçlü, kuvvetli, kudretli, onurlu, izzetli, muktedir bir millet olacağı da belirtilmektedir. Çünkü müminleri şefkat kanatları altına alabilmek, onları koruyup kollayabilmek, gözetebilmek, onlara karşı şefkat ve merhamet gösterebilmek için güçlü, kuvvetli, kudretli olmak şarttır. Ayrıca onların kâfirlere karşı da zorlu ve onurlu olacaklarının belirtilmesi de bu anlamı pekiştirmektedir. Ayrıca Arapların kendi boylarından, soylarından kavim ve kabilelerinden olmayanları bile dışlayan ırkçı ve etnik milliyetçi politikalarına karşı, bunların hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler bütün Müslümanları kendilerinden göreceklerine, kendi toplumdan ve milletlerinden ayırmayacaklarına, Müslümanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeyeceklerine, İslamla ve Müslümanlarla özdeş ve hemhal olmuş bir millet olacağına da işaret vardır. Nitekim Cahiz de Türklerin Müslümanlığını anlatırken, İslamiyetin onlar için soy, sop, ırk, nesep, anne, baba, oğul, kardeş ilişkisinden ve bağından daha güçlü bir bağ olduğuna, İslamiyetin bunların hepsinin yerine geçtiğine işaret etmektedir. Zaten başka ırklardan, soylardan, milletlerden, kavim ve kabilelerden gelen Müslümanların kendilerini Türk milletinden, hatta ırkından saymaları da bundan kaynaklanmaktadır. Örneğin İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy etnik köken olarak Arnavut olmasına rağmen, ondaki Türklük bilincinin hemen herkesten daha yüksek olduğunu görürüz. Çünkü onun gözünde de İslamiyetle Türklük aynı anlamı ifade etmektedir. Nitekim İstiklal Marşını da ondan başka yazabilecek kimse çıkmamıştır. Çünkü bu iş sadece şairlik değil, ondan öte çok daha başka özellikler gerektirmektedir. Onun bu marşta Türk Milletini Hakka tapan bir millet olarak vasıflandırması, islami sembollerle süslü şanlı bayrağımıza olan aşırı sevgisini dile getirmesi boşuna değildir. Cahiz’in açıklamaları da göz önünde bulundurulduğunda İstiklal Marşındaki ‘Kahraman ırkıma bir gül’, ‘Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ gibi mısralardaki ırk kelimelerinin, asla etnik kökeni değil, etnik köken ve ırk yerine geçmiş İslamiyeti kastettiği kolayca anlaşılır. Irkçılığa son derece karşı ve düşman olan Mehmet Akif’in Arnavut olmasına rağmen kendisini ırk olarak da Türk saymasının kökeninde İslamla özdeşleşmiş bir Türklük anlayışı yatmaktadır. O biliyordu ki, daha çok Türk olmadan, daha çok Türklük bilincine sahip olmadan, hiç kimsenin Arnavut, Laz, Çerkez, Kürt, Arap olabilmesi de, bunları koruyabilmesi de mümkün değildir.

Allah’ın hoşnut ve razı olduğu ve övdüğü milletin Kur’an’ı Kerim’de zikredilen özelliklerinden bazıları da şu ayet-i kerimelerde belirtilir:

Yemin olsun!

Maruf için (iyilik için) (o birbiri ardınca) gönderilenlere! (Dine ve akla uygun şeylerle ve iyiliklerle, Allah’ın emirlerini hamilen birbiri ardınca gönderilen müminlere, meleklere, vahyin bölümlerine, kalplere inen doğuşlara, rüzgârlara!)

(Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak) şiddetle esip savuran, büküp deviren fırtınalar gibi görevlerine koştukça koşanlara!

(Allah’ın dinini ve buyruklarını yeryüzünde) yaydıkça yayanlara! (diriltip harekete getirenlere!)

Hakk ile batılın arasını ayırdıkça ayıranlara! (Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, gerçekle sahteyi) tam anlamıyla ve gerektiği gibi iyice ayıranlara!

Özür veya uyarı için (Özrü, mazereti, suçu, hatayı, günahı, eksikliği ortadan kaldırmak, kötülüğü önlemek veya uyarmak için, arındırmak veya sakındırmak için öğüt telkin edenlere, kötülüğü imhaya, azâb ile tehdide çalışanlara!

Kur’an’ı ulaştıranlara!

Ki size va’d olunan, uyarıldığınız şey muhakkak gerçekleşecektir (Mürselat Suresi, Ayet 1-7).

İşte bunlar, bir zamanlar bizim ecdadımızın, Türk Milleti’nin de sahip olduğu, onları Allah katında yücelten, büyük nimetlere, şereflere, üstünlüklere ulaştıran Allah’ın güzel bulduğu ve övdüğü özelliklerdendi.

Türk Milleti İslamı öyle sevdi, öyle benimsedi ki, onu her zaman kıymeti ve şükrü en çok bilinmesi gereken en büyük nimet olarak gördü. Gerçekten de Türkler tarih boyunca bu nimet sayesinde çok büyük ve erişilmez nimetlere, şeref ve üstünlüklere kavuştular. İslam’dan aldıkları güçle ve destekle çok büyük tehlikeleri ve badireleri atlatabildiler, varlıklarını, birliklerini, dirliklerini bugüne kadar sürdürebildiler. Rus tarihçisi Barthold, tarih boyunca ve özellikle de maddi bakımdan güçsüz duruma düştükleri zamanlarda İslamiyetin onlar için ne büyük bir manevi güç ve destek olduğunu şu sözlerle anlatıyor: ‘Türk kavimlerinin İslamiyetle, özellikle X. asırda başlayan fetihleri, onlarda milli bir gurur uyandırdı. Bu gurur, XX. Asırda bile Türklerin işine yaramıştır.’

Kısacası İslamiyetin, Türk Milletinin, Türklüğün ve Müslüman Türk insan tipinin oluşumunda, kıvamını bulmasında, olgunlaşmasında çok büyük payı ve önemi vardır. İslamiyet Türklere ayrı bir kimlik, kişilik, şahsiyet ve olgunluk kazandırmış, Türklük ve Müslümanlık bedenle ruh gibi birbirinin ayrılmaz parçası, birbiri yerine kullanılan, birbirinin eş anlamlısı iki kavram haline gelmiştir.

Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da nasıl engin denizleri doldurup taşıramazsa, Türklük de İslamiyetle birleştikten sonra, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, bağrında kendisine mutlaka güzel bir yer bulabildiği, engin bir deniz, bir büyük okyanus olmuş, dünyanın en büyük milleti, İbrahim milleti haline geldi. Türklük İslam sayesinde hep artan hiç eksilmeyen, hiç azalmayan hep çoğalan, hiç küçülmeyen hep büyüyen, asla taşıp dökülmeyen büyük bir okyanus, engin bir derya oldu. Türklük denizine karışan hiçbir millet ve toplum da en ufak bir zarara uğramadı, küçülmedi, eksilmedi, azalmadı, önemsizleşmedi, zayıflamadı, yitip kaybolup gitmedi. Aksine herkes eskiden olduğundan ve tek başına olabileceğinden binlerce kat, hatta sayıya hesaba sığmayacak kadar çok daha fazla oldu, güçlendi, kuvvetlendi, kazandı, büyüdü, arttı, çoğaldı, olgunlaştı, kemale erdi, o büyük varlık ve birlik içinde kendi varlığını garantiye aldı. Bu birliğe katılan herkes, matematik hesaplarla ölçülemeyecek büyük kazançlar elde ettiler. Çünkü bu birlik öyle 1+1=2 gibi basit bir birlik değildi. 11, 111, 1111 gibi birleştikçe ve yan yana geldikçe değeri onu birleştiren unsurların değerleriyle ölçülemeyecek kadar çok artan ve büyük kazançlar sağlayan bir birlikti. Bu birlik dışlayıcı, uzaklaştırıcı, ezici eritici bir birlik değildi. Türk Milleti ve içinde barındırdığı bütün etnik unsurlar varlıklarını ve bekalarını bu büyük birliğe borçlu oldular. Türkler Müslüman olduktan sonra, İslamın ümmet, İbrahim Milleti gibi kapsayıcı, derleyici, toparlayıcı kavramları, inanç ve anlayışları Türklükle hayata geçti.

Türk milletinin her zaman birlik, beraberlikten, daha güçlü, daha iri ve daha diri olmaktan yana olan, Allah tarafından kendisine yüklenen tarihi misyonu yerine getirme, dünyaya düzen ve nizam verme idealinden asla vaz geçmeyen, kendilerine karabudun (büyük bütün) veya sevad-ı azam (büyük karaltı) denen bir özü, cevheri, nüvesi ve çekirdeği hep var olmuştur. Ne olursa olsun, başlarına hangi felaketler gelirse gelsin, herkes gelecekten ümidini tamamen kesse de bu karabudun, bu milletin bundan sonra da Allah’ın lutfuyla, nusret ve yardımıyla bozulduğundan daha kolay düzelebileceğine, olduğundan daha iyi ve daha fazla olabileceğine, çok daha güzel günler görebileceğine, ileride çok daha büyük ve eşsiz nimetlere ererek varlığını sürdüreceğine olan kesin inancını ve imanını hiç kaybetmez.

Bu anlayışın ne kadar güçlü olduğunu yazılı ve sözlü edebiyatımızdaki: ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozulursa yıkım yıkım üstüne gelir!’, ‘Rahmet düzene lanet bozana!’, ‘Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!’ ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız!’ gibi atasözlerinden, deyimlerden ve:

Pes bilin: Yalnız kişi güçsüz olur,

Birikenin devleti uçsuz olur. Aşık Paşa (1272-1353)

Mısralardan, ayrıca şairlerimizin, ediplerimizin, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın sözlerinden açık bir biçimde anlayabiliriz.

Zaman zaman devletler parçalansa, küçük beyliklere, hanlıklara, sultanlıklara bölünse de bu parçalanmışlık hali fazla uzun sürmemiş, yaşanan felaketlerin de etkisiyle hep daha güçlü, daha geniş, daha büyük siyasi oluşumlar halinde yeniden bir araya gelinebilmiştir. Ayrılık, gayrılık, ikilik, bölünmüşlük parçalanmışlık dönemlerinde Türk ozanları hemen:

‘Rüzgarımız esmez oldu!

Kılıcımız kesmez oldu!’

gibi eski birlik, beraberlik güçlülük dönemlerine özlem duyan, yeni durumdan hoşnutsuzluk, üzüntü ve hayıflanma dolu söylemlerini dillendirmeye başlamışlar, küçük siyasi oluşumlar da bunlar karşısında fazla direnemeyerek, yerlerini daha büyük ve daha güçlü siyasi oluşumlara bırakmak zorunda kalmışlardır.

İslam’ın bu millet için ne anlam ifade ettiğinin, ne kadar büyük bir nimet ve  kazanım olduğunun farkına varamayanlara, bu yöndeki aykırı söz, eylem, fikir ve görüşlere bu milletin karabudunu asla iltifat etmez, hiç değer vermez. Bunlara karşı yine kendi içinden çıkardığı İslamın değerini, önemini, anlamını çok iyi bilen, bunun farkında ve bilincinde olan aydınları,  ilim ve fikir adamlarıyla diğerlerine en güzel, en özel, en anlamlı cevapları vermekten geri kalmaz. Ruh ve gönül dünyamızın abide şahsiyetlerinden, çığlığı sınırları aşmış Hazreti Mevlana’nın İslami bilinçten, sevgi ve bağlılıktan yoksun olanlara karşı Mesnevi’sinde dile getirdiği şu güzel sözler de bunlardandır:

“Sen bu dinin kıymetini ne bilirsin? Sen bu dini, anandan babandan bedava miras buldun da onun için başını şükretmekten çevirdin! Mirasyedi mal kadrini ne bilir? Hazreti Muhammed’in ve onun ashabının milletler üzerindeki hakkını iyi bil ve iyi tanı! Eğer onların gayret ve çalışmaları olmasaydı, sen de şimdi ataların gibi puta tapar olacaktın! Başın puta secde etmekten bunun şükrünü bilesin diye kurtuldu!”

İslami, insani ve milli değerler etrafında toplanılması, birlik ve beraberlik içinde olunması anlayışının en güzel ifadelerine Türk Milletinin Ulu Bilgesi Dede Korkut’un öğüt ve nasihatlerinde de çokça rastlarız. Dede Korkut ve onun izinde giden ozanlarımız, bu birliği bozanın, bozmaya çalışanın, dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şöhretinin, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin, kısacası her şeyinin yitip, heder olup gideceğini sürekli tekrarlamıştır:

Kalabalık, gürültülü yerde söylenen söz yiter gider,

Yollarda izlerde, yalnız yürüyenin özü yiter gider.

Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da engin denizleri doldurup taşıramaz!

Onların pek çok öngörüleri gibi, bu öngörüleri de şimdiye kadar hep gerçekleşmiş, bundan sonra gerçekleşmeye devam edecek gibi görünmektedir.

Türk Milletinin karabudununda (sevad-ı azam); Allah’ın bu millet üzerindeki lütfunun, kereminin, ihsanının, rahmetinin, merhametinin hiç eksik olmayacağına, Türklük ve Türk adı etrafında oluşan kutlu, adil, güçlü birlik ve beraberliğin, dolayısıyla Türklüğün ve Müslümanlığın yeryüzünden hiç silinmeyeceğine, Türk Milletinin sarıldığı İslamiyet ipinin ne kadar incelse de asla kopmayacağına, bu sayede Türk Milletinin de varlığını dünya durdukça ve sürdüreceğine, Türk’ün adının, sanının, şanının, şerefinin, namının, nişanının, gücünün, kuvvetinin, devletinin ve kudretinin zaman zaman bazı nedenlerle zayıflasa bile kıyamete kadar sürüp gideceğine, yeryüzünde ahir tasarrufun da yine Türklerde olacağına dair yaygın bir ümit, inanış ve kabul vardır. Allah’ın bu millete nasip ettiği bir öz ve cevher sayesinde, bu Millet kendi kusur ve hataları yüzünden bazen büyük sıkıntılara, acılara, dertlere, zaaflara uğrasa da en sonunda yine de başlarına gelenlerden yeni dersler çıkararak yeniden dirilebileceğine, tekrar kendisine yakışan hale gelebileceğine inananlar hep var olmuştur.

Hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler İslamiyet asırlar boyunca bütün Türk Milletinin, Türk toplumunun ortak dünya görüşünün temeli ve hepsini birbirine bağlayan en güçlü bağ ve toplumun çimentosu olmuştur. Bu temelin sarsılması ve harcın içerisinden çimentonun çıkarılmak istenmesi Türk toplumunda Şair Necip Fazıl’ın:

Ve bir şey koptu benden,

Her şeyi tutan bir şey!

Mısralarında dile getirildiği gibi ayrışmaların, çekişmelerin, çatışmaların, akla ve hayale gelmedik farklı kimlik ve aidiyet arayışlarının temel sebebini teşkil etmiştir.

Aynı dünya görüşüne, aynı ortak kültüre, aynı ideallere, aynı değerlere, aynı inançlara sahip olmalarına, amaçları, çıkarları, sevinçleri, kederleri, tasaları aynı olmasına, hepsi tek bir milletin, tek bir toplumun vazgeçilmez unsurları, mensupları olmalarına rağmen, aralarından bazılarının ortak Türk üst kimliklerini bırakıp onun yerine yeni ve başka kimlikler ve aidiyetler aramaya kalkışmaları hiç birisinin hayrına ve lehine olumlu sonuçlar doğurmamıştır. Arap, Arnavut, Tatar, Çerkez, Laz, Gürcü, Abaza, Çeçen, Kürt gibi alt kimlikleri ve etnik kökenleri öne çıkarmak, yalnız bunlarla tanınıp bilinmek, bunlarla tanımlanmak istemenin sonucu herkesin felaketine sebep olacak, ayrışmalar, çatışmalar, düşmanlıklar ve en sonunda da can, din ve millet düşmanlarına yem olmaktan başka bir şey olamaz.

Oysa kimliği oluşturan temel unsur insanların etnik kökeni değil, dünyaya, olaylara, varlıklara ve öteki insanlara nasıl baktığını belirleyen inançları, idealleri ve dünya görüşüdür.  Etnik köken, asla yeni ve farklı bir kimlik inşasına  esas olamaz, bunun için yeterli ve elverişli bir  zemin oluşturamaz. 
Aynı dini, aynı inançları, aynı idealleri, aynı değerleri paylaşmayan insanlar, aynı dili konuşsalar bile birbirleriyle anlaşamazlar, uzlaşamazlar. Onların sözlerinden, sohbetinden uyum ve anlaşma değil, anlaşmazlık  ve düşmanlık çıkar. Hatta birbirleriyle ne kadar çok konuşurlarsa, birbirlerinden o kadar çok uzaklaşırlar. Hazreti Mevlana’nın da dediği gibi ‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünemezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar, önünde sonunda birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar aralarında sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’

İslamiyet de Türkleri hem birbirleriyle hem de diğer kavim ve kabilelerle, uluslarla birleştirip, kaynaştıran en önemli unsur olmuştur. İslamiyet olmasaydı böyle bir birlik gerçekleşemezdi. Özellikle İslamiyetten sonra Türk kültüründe ve anlayışında önemli olan bel oğlu olmak değil, yol oğlu ve er oğlu olmaktır. Bu yüzden çocukların iyi, sağlam, hünerli, erdemli, hayırlı ve devletli olmalarına, öyle yetiştirilmelerine çok önem verilir. Türk Milleti, kendi neslinden, kanından, canından bile olsa Allah’ın yolunu yol, peygamberinin izini iz bilmeyenleri, ne evlat, ne de Türk kabul eder. Ama kendi belinden gelmese de yol oğlu, er oğlu olan erdemli ve hünerli kişileri kendilerinden ve Türk sayar. Dede Korkut deyişlerinde iyi ve hayırlı evlatlara sahip olmanın önemine değinilir ve hayırsız, hoyrat evlatlara sahip olmanın çok büyük bir felaket olduğu vurgulanır:

Oğul ile kız insanın çiçeği, gözünün akı ile karasıdır

İnsana, atalarının şanını, şöhretini yücelten, soyuna iyi örnek olan evlattan daha büyük armağan olamaz!

Oğul babanın yerine ye­tişenidir, iki gözünün biridir!

Devletli oğul olursa ocağının korudur!

Devletsiz şerrinden Allah saklasın!

Atasının adına leke düşüren hoyrat, hayırsız evlat,

Baba belinden inince,

İnmese daha iyi!

Öyle hayırsız evlat, ana rahmine düşünce,

Doğmasa daha iyi!               

Tarih boyunca din ayrılığı ve İslam’dan başka dinlere yönelme her zaman Türk Milleti için birlik ve beraberliğini, kimlik ve kişiliğini yok edici bir rol oynamıştır. Örneğin önemli Türk boylarından biri olan Tuna Bulgarları, bu bölgeye yerleştikten sonra Hıristiyanlığı kabul etmişler, ama Hıristiyan olmalarının üzerinden daha bir asır bile geçmeden,  hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unutmuşlardı. Osmanlılardan çok önce Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara yerleşerek devletler kuran başka Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybettiler. Başka dinlere girerek Türklüklerini kaybeden bu gayri Müslim Türkler, Türklere ve Türklüğe düşmanlıkta başka milletlerden çok daha ileri gittiler. Yunanistan’da da Karamanlis soyadını taşıyan, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık görevlerine kadar yükselmiş, devlet ve siyaset adamları  vardır. Bunlar etnik köken olarak özbeöz  Türk oldukları halde, din ayrılığı yüzünden  kendilerini asla olarak Türk görmezler, Yunanlı kabul ederler. Türk düşmanlığında da hiçbir Yunanlıdan geri kalmazlar. Hâlbuki bunların soyu  Bizans hizmetine girerek Hıristiyanlığı kabul eden ve  Müslüman akınlarına karşı Karaman ve civarına yerleştirilen Türk boylarından gelmektedir. Bunların önemli bir kısmı, Selçuklular döneminde Müslüman olarak Karamanoğulları Beyliğini kurmuş, bir bölümü de dinlerini değiştirmeyerek Hıristiyan kalmışlardı. Bunların Türk kökenli olduklarını kendileri de dâhil bilmeyen yoktur. Ama Kurtuluş Savaşından sonraki  mübadelede Yunanistan topraklarındaki Rum asıllı Müslümanlar Türkiye’ye göç ettikleri gibi, Türkiye’deki Türk asıllı Hıristiyanlar da Yunanistan’a göç ettiler. Bu örnekler de gösteriyor ki, Millet olma bilincinin, birlik ve beraberlik duygusunun, birlikte yaşama iradesinin temel dayanağı etnik kökenden değil, başta din olmak üzere ortak değerlerlerden ve dünya görüşünden kaynaklanır. Ortak zeminin kaybolduğu yerde toplumda çözülmeler başlar,  herkes kendisine başka kimlik ve aidiyetler aramaya başlar. Biz de Osmanlıların  “Nizam-ı Alem” ve “Pax Ottomana (=Osmanlı Barışı)” gibi adlarla anılan, bütün unsurların ortak yararını ve çıkarını gözeten genel ve kapsayıcı dünya görüşünü zamanın şartlarına uydurup geliştiremediğimiz, bunun yerine daha iyisini koyamadığımız, İslam’ın birleştirici rolünü bir tarafa atıp tamamen göz ardı ettiğimiz için şimdi herkesin kendi etnik kimliğini öne çıkarmaya çalışmasından kaynaklanan çözümü imkansız sorunlarla boğuşup duruyoruz.

Türk Milletinin en fazla birlik, beraberlik, kenetlenme, dayanışmaya muhtaç olduğu bir dönemde, ikilik, ayrılık, gayrılık havaları çalınmaya, bazıları da bu uğursuz havaları çalanlara kulak vermeye başlamış, bundan da en büyük zararı Balkan Müslümanları görmüştür. Ama bu ayrılık havaları da, bunları çalanlar, bunlara ayak uydurup oynayanlar, hatta sadece bunlara uzaktan bakıp seyirci kalanlar da bunlardan yıkımlardan, felaketlerden, acılardan, çilelerden başka bir fayda görememişlerdir. Allah’ın muradına, emrine ve isteğine aykırı ve taban tabana zıt olan böyle bir şeyden kimsenin hayır görebilmesi beklenemezdi.

Balkan Müslümanlarındaki Türklük ve Müslümanlık anlayışını, sevgisini, bilincini ve bağlılığını tam olarak anlayabilmek için bunun tarihi geçmişine ve temellerine kısaca da olsa değinilmesi gerekti. Şimdi ise bunun fert ve toplum hayatına yansımaları olan bazı örnek tarihi, sosyal, dini, milli, güncel hayattan bazı olaylara, değişik görüntülere, tezahürlere değinmek, incelemek ve değerlendirmek yerinde olabilir. Burada söz konusu edilecek olayların hepsi gerçek ve yaşanmış olaylardır. Hiç birisi hayal mahsulü veya kurgu değildir. Arzu edenlerin bunlardan bir kısmını, yani hala belli takvimleri olan, düzenli aralıklarla yapılan bazı planlı etkinlikleri, Balkan Müslümanlarının maşeri vicdanının, kamuoyunun dışa yansıması niteliğindeki büyük toplu gösterileri, kalabalık kutlamaları, muazzam törenleri gidip yerlerinde görebilmeleri, gözlemleyebilmeleri ve yaşayabilmeleri mümkündür. Bir kısmı ise bir defalık yaşanmış, ruhların derinliklerinden aniden fışkırıp, kalplerde ve gönülde saklı gerçek duygu ve düşünceleri değişik biçimlerde ortaya döken, gözler önüne seren sağlam kaynaklara dayanılarak bilgilerinize sunulan toplumsal veya bireysel örneklerdendir.

Balkan Müslümanlarının nasıl daha bilinçli ve şuurlu bir Müslümanlık anlayışına sahip olduğunun en güzel örneklerini de çeşitli tezahürleriyle özellikle Boşnak ve Arnavut Müslümanlarda görürüz. Türlüğün ve Müslümanlığın buralara gelip yerleşmesinde önemli roller oynamış kişiler ve olaylar, asırlardan beri çok kalabalık kitleler tarafından çok ilginç ve çok büyük törenlerle, çok büyük coşku ve canlılıkla hala anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir.

BOŞNAK MÜSLÜMANLAR

Bosna Hersek, 1463 yılında, bizzat Fatih Sultan Mehmet’in kumanda ettiği bir seferle Osmanlı topraklarına katılmış, Bosna’nın fethiyle Osmanlı toprakları Dalmaçya kıyılarına kadar genişlemişti. Fatih, sadece Bosna Hersek topraklarını fethetmekle kalmamış, akıncılarına daha batıdaki İtalya’yı da hedef göstermiş, onları Trieste üzerine yönlendirmişti. Fatih’in ölümüyle Balkanlardaki fetihler duraklama safhasına girdi. Macar tehlikesi nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman döneminde Balkanlardaki fetihler yön değiştirerek kuzeye doğru yöneldi. 1521’de Belgrad Kalesi, ardından Macaristan toprakları fethedildi. Bu arada Katolikliğin hâkim olduğu Kuzey Dalmaçya, Kuzeybatı Hırvatistan ve Slovenya bölgeleri Osmanlı hâkimiyeti dışında kaldı.

Bosna Hersek halkının büyük çoğunluğu Boşnaklardan oluşuyordu. Bölgedeki diğer Slav halkları hızla Ortodokslaşma veya Katolikleşme eğilimi gösterirken, Boşnaklar Bogomil mezhebini kabul etmişlerdi. İslamiyete oldukça yakın bir inanç sistemine sahip olan bu mezhep, Hazreti İsa’yı Tanrı veya Tanrı’nın oğlu olarak değil, Allah’ın kulu ve peygamberi olarak kabul ediyordu. Boşnakların diğer Slav halklarından ayrılmasında ve ayrışmasında, kültürel özellik olarak diğerlerinden farklılaşmasında, İslamiyeti kolaylıkla kabul etmelerinde bu mezhebin de önemli bir rolü olmuştur. Savaşçı bir yapıları olan ve asırlar boyu savaştıkları Macarları da çok iyi tanıyan Boşnaklar, Osmanlı Devleti‘nin kuzeybatı hududunun savunulmasında, Macarlarla yapılan savaşlarda etkin roller oynadılar, çok büyük yararlıklar gösterdiler. İslamiyeti ve Türklüğü candan ve gönülden benimseyen Müslüman Boşnaklar, kalabalık nüfusları, her vesileyle ve her zaman kanıtladıkları devlete bağlılıkları ve sadakatleri sayesinde Osmanlı bürokrasisinde ve Devletin çeşitli kademelerinde önemli görevler aldılar, defterdarlık, kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık gibi çok görevlere kadar yükseldiler. Örneğin Bosna-Hersek asıllı Hersekzade Ahmed Paşa, 1497-1516 yılları arasında, II. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde beş kez sadrazamlığa getirilmiş, Mısır Seferinden dönerken 1517’de vefat etmiş büyük devlet adamlarındandır. 16 ve 17. yüzyıllar boyunca Bosna kökenli dokuz sadrazam gelmiştir. Bir sadrazamlar kuşağı yetiştirmiş olan Sokullu ailesi de Bosna kökenliydi.

Ortodoks, Katolik ve İslam dinlerinin, dünyalarının ve kültürlerinin kesişme noktası durumuna gelen bölgede, İslamiyet hızla yayılırken, diğerleri ise sürekli geriliyorlardı. Öyle ki, daha 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Boşnakların %80’i İslamiyeti kabul etmişti. Bu bilgiler batılıların ve Papalığın resmi kaynaklarınca da doğrulanmaktadır. Örneğin, 1624’de Bosna’yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi, Papalık için hazırladığı ayrıntılı raporunda, Bosna Hersek’te Müslümanların sayısının 450.000’e ulaştığını, Katoliklerin sayısının 150.000’e, Ortodoksların sayısının ise 75.000’e gerilediğini bildirmektedir. Bu sayılar bu tarihten sonra da hep Müslümanlar lehine gelişmiştir. Burada dikkat çekici olan sürekli artan Müslüman nüfusun, bölgeye dışarıdan veya Anadolu’dan getirilen insanlardan değil de, buranın yerli halkından oluşmasıydı.

Osmanlılar, her yerde uyguladıkları farklı kültür, din ve milliyetlere mensup halka geniş bir hoşgörü içinde yaklaşma, değişik unsurları bütün farklılıklarıyla huzur, barış ve iyi komşuluk ilişkileri içerisinde bir arada yaşatabilme çabasını ve siyasetini burada da başarıyla uyguladılar, fethedilen ülkelerin halklarına özellikle din konusunda çok geniş bir serbesti tanıdılar. Balkanların başka bölgelerine Türk kökenli nüfus (evlâd-ı fâtihân) yerleştirilmiş olmasına rağmen, Bosna’da böyle bir politika izlenmedi. Tarihi kayıtlar ve belgeler de Bosna’ya dışarıdan büyük bir Müslüman göçü olmadığını açıkça göstermektedir. Çünkü Boşnaklar İslamiyeti tanır tanımaz bu dini hemen canla başla, gönülden, büyük bir şevk ve iştiyakla kabul etmişler, bölgeye dışarıdan Müslüman halk getirilmesine gerek kalmamıştı. Bosna ve Hersek’teki Müslüman varlığı, yerli Hıristiyan halkın gönül rızasıyla Müslümanlığı tercih etmeleri sonucu oluşmuştu. Halk, herhangi bir baskı ve zulüm sonucu değil, buralara gelen alp erenlerin, Allah dostu, ahlak ve gönül ehli İslam tebliğcilerinin gayret ve çalışmaları sonucunda, İslamı tanıyarak, bilerek, öğrenerek, sevip, isteyerek, candan ve gönülden benimsemiş ve Müslüman olmuştu.

ARNAVUT MÜSLÜMANLAR

Bilindiği gibi daha en başından beri Batı dünyası, Türkleri, İslamı ve Müslümanları Avrupa’ya ait görmüyor, aksine bunların en kısa zamanda, ilk fırsatta, meşru veya gayri meşru olup olmadığına bakılmaksızın her türlü yol ve yöntem denenerek, her ne pahasına olursa olsun bir an önce Avrupa’dan, Anadolu’dan ve Ortadoğu’dan sökülüp atılması gerektiğine inanıyor, yedinci yüzyıldan beri de bunun mücadelesini veriyordu. Batı bu amaçlarına ulaşmak, İslama karşı kaybettiklerini bir an önce geri almak, İslam âlemine ve bütün Doğuya hakim ve egemen olabilmek için giriştiği kanlı savaşların, saldırıların yanı sıra başka tedbirler, çareler, araçlar da geliştirdi. Bir şeye egemen olmak için, onu çok iyi tanıyıp, bilmek gerektiğine inanan, İslamı ve Müslümanları yok etmek, Doğuyu işgal edip sömürgeleştirmek için bin yılı aşkın bir zamandan beri var güçleriyle çalışan Batılılar, Oryantalizmi de bu amaçlarına hizmet edecek bir saldırı aracı, siyasi bir doktrin olarak icat edip acımasızca kullandılar. Balkanlarda ve başka yerlerde Osmanlı Devleti’nin ve o topraklarda yaşayan milyonlarca insanın başına gelen acıları ve felaketleri oryantalizm gerçeğini anlamadan anlayabilmek mümkün değildir.

AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

Boşnak Müslümanlardaki Türk İslam sevgisinin, bilincinin ve bağlılığının, toplu kutlamalar ve gösteriler şeklinde tezahür ettiği ön önemli ve en bariz kutlamaların başında Ayvaz Dede Şenlikleri gelir.

Ayvaz Dede Şenlikleri, yaklaşık 500 yıldan beri her yıl Haziran ayının son Pazar günü Saraybosna’ya 60 km mesafede Zenica yakınlarında, Dolnivakuf’a (Aşağıvakıf) bağlı Prusat (Akhisar) Köyünün 7 km yukarısındaki, orman içi yüksek ve geniş bir alanda yapılmaktadır. Bu şenlikler ve kutlamalar, olağanüstü koşullar gereği her zaman aynı coşku ve kalabalıklarla olamasa da hep yapılmıştır. Bosna’nın fethedildiği 1463’ten bugüne çok büyük coşkularla ve törenlerle gerçekleştirilen bu ilginç törenleri çok zor ve sıkıntılı dönemler, yaşanan nice acılar ve felaketler bile Boşnak Müslümanlara unutturamamıştır. Savaş yıllarında bile haziran ayının son pazar günü geldiğinde, her tehlikeyi göze alan en az 5-10 kişilik bir grup tüm Boşnak Müslümanları temsilen Türklük ve Müslümanlık ahitlerinin devam ettiğine dair ahit tazelemeye bu dağa gönderilir, Ayvaz Dede’nin kabri ziyaret edilir, dağdaki bu açık alanda Allah’a iman, ikrar tazelenir, dualar edilirmiş.

Ayvaz Dede’nin kimliği ve kişiliği ile bu şenliklerin başlama ve sürüp gelme nedeni üzerinde kısaca da olsa bir bilgi vermek yararlı olabilir. Bilindiği gibi, Osmanlılar, savaşla fethedilen toprakların; ancak gönüllerin de fethedilmesiyle vatan haline getirilebileceğinin çok iyi farkında ve bilincindeydiler. Bu yüzden ordulardan önce veya ordularla beraber gayri Müslimlerin yaşadıkları yerlere tebliğciler, dervişler, erenler ve âlimler de giderler, buralarda iyiyi, güzeli ve doğruyu insanlara anlatırlar, tanıtırlar, sevdirirler, örnek yaşantılarıyla hayatlarının aynasında onlara İslamı göstererek gönülleri de fethederlerdi. Kılıçla, savaşla fethedilen topraklar, ancak o zaman gerçekten vatan haline gelmiş olurdu. İşte Ayvaz Dede de irşat görevini yerine getirmek amacıyla Manisa Akhisar’dan kalkıp Bosna Hersek’e gelmiş, burada gönüllerin İslama ısındırılmasında ve açılmasında çok büyük hizmetler görmüş, gönül ehli, Hak ehli, Allah dostu, gönül erlerinden, erenlerinden ve Bosna’nın en önde gelen manevi fatihlerinden biriydi. Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmalarıyla halkın topluca din değiştirerek, Müslüman olmasıyla ilgili bölgede çok çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır.

Bosna’nın Boşnak halkı, fetihle beraber Türklere ve İslama çok büyük bir yakınlık ve sevgi duymuş, teveccüh, göstermiş, hiçbir zorlama olmadan büyük kitleler halinde, kendiliklerinden ve kendi istekleriyle Müslüman olmaya başlamıştı. Manisa Akhisar’lı Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmaları sonucunda da bölgedeki insanlar büyük kitleler halinde, eski dinlerini bırakarak topluca İslamiyete yöneldiler, Müslüman oldular. Ayvaz Dede, bu insanlara İslamla beraber, İslamın cihad ruhunu, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla gaza etme aşkını da aşılamıştı. Bu yüzden Müslüman halkın eli silah tutanlarının büyük bir bölümü Müslüman olur olmaz, hemen gelip Osmanlı ordusuna katılıyordu. Bölgedeki en büyük toplu ihtida olaylarından birinin 1463 yılı Haziran ayının son Pazar günü gerçekleştiği rivayet edilir. O gün 30 bin kadar Bosnalı, ellerinde tevhit sancakları ve Osmanlı bayrakları ile Prusat (Akhisar) Köyünün tepesinde, ormanlar arasındaki büyük alanda Ayvaz Dede ile buluştular, kendisine Müslüman olduklarını bildirdiler, bundan böyle ebediyyen İslama ve Müslümanlara bağlı ve sadık kalacaklarına, ‘İlâ-i Kelimetullah (Allah’ın dinini ve davasını yüceltme)’ uğrunda bir yeniçeri gibi hizmet, mücadele ve mücahede edeceklerine, Allah’ın dinini yaymak ve ona hizmet etmek için canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerine dair onun şahitliğinde Allah’a söz verdiler, yemin ettiler, biat ettiler, ahitleştiler, ahd ve peyman eylediler. Bu ahitleşme gününü, kendileri, dünya ve ahiret saadetleri için çok önemli bir dönüm noktası kabul eden Boşnak Müslümanlar, her yıl Haziran aynının son pazar günü buraya daha büyük kalabalıklar halinde gelip ahit tazelemeyi, her yıl tekrarladıkları ve asırlardan beri hiç aksatmadan sürdürdükleri bir gelenek ve adet haline getirdiler. Ayvaz Dede Şenlikleri adını verdikleri bu kutlu günü hatimlerle, dualarla, tekbirlerle, tehlillerle, salat ve selamlarla, zikirlerle, tesbihlerle anmayı ve kutlamayı günümüzde de aynı heyecan ve coşkuyla devam ettirmektedirler.

Türklüğün ve Müslümanlığın Bosna Hersek’e girişinin, yayılışının, kendilerinin de Türklükle ve Müslümanlıkla şereflenmelerinin kutlandığı bu şenliklere, her yıl Bosna’nın tüm yerleşim birimlerinden, hatta neredeyse Balkanların her tarafından akın akın, kadın erkek, yaşlı, çocuk binlerce insan geliyor. Köylerini, kasabalarını, şehirlerini temsilen gelen atlılar, ellerinde Müslümanlıklarını ve Türklüklerini sembolize eden bayrakları ve sancaklarıyla ahit tazelemekten, dinlerine, devletlerine, milletlerine bağlılıklarını dosta düşmana ilan etmekten hiç vazgeçmiyorlar. Bu şenliğe katılmak için günlerce, haftalarca, hatta aylarca süren zorlu yolculuklara ve büyük masraflara katlanıyorlar. Sırf bu amaçla özel olarak çok gösterişli atlar, dev cüsseli ‘Bosna Kadanaları’ besliyorlar. Hiç kimsenin kendilerinden istemediği, kendilerine öğretmediği, özlerindeki samimi iman, İslam, Türklük şuurunun dışa yansıması olan böyle bir aktiviteyi dünyanın başka bir yerinde görebilmek mümkün değildir. Ben Müslüman olduktan sonra, her yıl böyle bir tören veya şenlikle yeniden iman ve âhit tazeleme âdetini dünyanın başka bir yerinde, başka bir Müslüman ülkede de görmedim, duymadım, rastlamadım. Ama Allah’ın Kitabında ‘Ey İman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin! (Nisa Suresi, Ayet: 136) Müminleri tekrar tekrar imana, ‘Ey iman edenler! Hep birden İslama, barışa, sulh ve salaha girin! (Bakara Suresi, Ayet: 208) gibi pek çok ayetler karşısında bunun hiç de yanlış bir şey olmadığını, her Müslümanın iman ve İslam yolunda azmini, gayretini, ahdini, misakını yenilemesinin güzel bir şey olduğunu kabul etmek gerekir. İşte Boşnak Müslümanlar da yeni dinlerine ve milliyetlerine öyle bağlanmışlar, bunu öylesine içselleştirmişler ve benimsemişler ki, kendilerine özgü bu aktivitelerini asırlardan beri aralıksız olarak sürdürüyorlar. Üstelik Türkler ve Türklük buraları terk edip, Anadolu’ya çekildikten sonra bile onların bu bağlılıkları ve bağlılık gösterileri anlamından, öneminden hiçbir şey kaybetmeden, hatta onların gözünde daha da büyük anlam ve önem kazanarak yaşamaya devam ediyor. Binlerce aferin, Bosnalı Müslümanlara!

Ayvaz Dede Şenliklerine katılmak 2008 yılında bana da nasip oldu. Ömrüm boyunca katıldığım en güzel ve en anlamlı etkinliklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. On binlerce insanın, Osmanlı kıyafetleri içinde, süslü püslü dev atlara, kadanalara binmiş olarak, çok uzun yollardan, büyük sıkıntılara ve masraflara katlanarak bu şenliklere gelip katılmaları gerçekten görülmeye değer bir manzaradır. Şenlikler için, Bosna’nın her tarafından, hatta Balkanlardan ve dünyanın değişik yerlerinden gelen Boşnaklar, Müslümanlar, günler öncesinden Ayvaz Dede’nin türbesinin bulunduğu Prusat (Akhisar) Köyünde toplanmaya başlıyorlar. Katılımcılar sıra sıra dizilmiş atlı kortejler halinde günler boyunca uzak diyarlardan, şehirlerden, yerleşim yerlerinden seller gibi buraya doğru akıyorlar. Buraya gelinceye kadar yolları üzerindeki Müslüman köylerde, kasabalarda, şehirlerde onlara yapılan karşılamaların, uğurlamaların, ağırlamaların da çok ayrı güzellikleri var. Nihayet şenlik günü gelip çattığında büyük kalabalıklar, Ayvaz Dede’nin Türbesinin bulunduğu Prusat (Akhisar) Köyü’nden yola çıkıyorlar ve oldukça yüksek bir tepe üzerinde orman içerisindeki genişçe şenlik alanına yollanıyorlar. Bu çam ormanlarıyla kaplı 7 kilometrelik dik ve zorlu yolculuğu insanlar yürüyerek veya atlı olarak kat ediyorlar. Çiçekler ve bayraklarla gelin gibi süslenmiş gösterişli atların üzerinde, hala geleneksel Osmanlı kıyafetli, fesli biniciler, şenlik alanında toplu bir geçit resmi yapıyorlar. Her şehirden, her yerleşim biriminden gelen atlı kortejler belli bir sıra ve düzen içinde geçişini tamamlıyor. Son atlı grubu da geçtikten sonra geçit töreni tamamlanmış oluyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen Boşnaklar ve Müslümanlar at üstünde bu zirveye çıkardıkları sancaklarını, bayraklarını, flamalarını tören alanında bunlar için ayrılmış özel yerlerine dikiyorlar. Her yıl en güzel sancak, en yaşlı sancaktar ve en genç sancaktar gibi seçimler de yapılıyor.

Bundan sonra sıra şenlik alanını dolduran kadınlı erkekli onbinlerce Boşnak Müslümanın büyük bir duygu seli, iman, coşku, sevinç ve mutluluk gözyaşları içerisinde iman ve ikrar tazelemelerine, topluca namaz kılmalarına, Allah’a dualar etmelerine gelir. Burada oluşan ve Arafat meydanını andıran heyecanlı manzaralar herkesi heyecanlandırır. Şenliğe, Müslüman riyaset makamının başı olan müftü ile birlikte en üst düzey devlet görevlileri de katılırlar.

Böyle bir şenliği düzenlemek de, kutlamak da çok zahmetli ve masraflı bir iş olmasına rağmen Boşnak Müslümanlar asırlardan beri bunu hiç aksatmadan sürdürüyorlar. Sırf bu şenlikler için özel atlar besliyorlar, uzun hazırlıklar yapıyorlar, çok uzun ve zahmetli yolculuklara katlanıyorlar. Şenliklere yakın dönemlerde yolu Bosna Hersek tarafına düşen herkes, günler, haftalar, hatta aylar öncesinden ülke içindeki değişik yollarda, köylerde kasabalarda çok sık bu şenliğe katılmak için yollara düşmüş kafilelere rastlar. Uğradıkları her Müslüman yerleşim yerinde ve rastladıkları her Müslüman tarafından bu şenliklere katılmak için yollara düşenler, kutsal bir yolun yolcuları gibi büyük sevgi ve saygı görürler, herkes onlara gıptayla bakar. Bu şenliklere katılmak o kadar ciddiye alınır ve önemsenir ki, bu şenliklere temsilci gönderememek utanılacak bir şey, bunu ihmal eden yerleşim yerleri için çok büyük bir eksiklik, hatta neredeyse ahdini bozmuş olmak, dinden çıkmış olmak gibi ağır bir kusur olarak kabul edilir. Türkiye’deki Türklerin böyle bir etkinlikten haberleri bile yoktur. Hatta ülkemizdeki bazı kendini bilmezler arasından, Boşnak Müslümanların bu iman, İslam ve Türklük şuurunun bir gereği ve göstergesi saydıkları bu işi, belki çok komik bulanlar, alay konusu yapanlar da çıkabilir. Müslümanlığı ve Türklüğü denenmemiş ve sınanmamış olanların bu densizliğine, Türklüğü ve Müslümanlığı türlü sınavlardan geçmiş sonradan da olsa gerçek Türk ve Müslüman olmuşları anlayamamalarına anlayış göstermekten başka elden ne gelir?

SULTAN MURAT HÜDAVENDİGAR’I ANMA TÖRENLERİ

Balkan özellikle de Arnavut Müslümanlarındaki Türk ve İslam sevgisinin ve bilincinin başka bir tezâhürü de kendisini Kosova Fatihi Sultan Murat Hüdavendigar’ı anma törenlerinde görmek mümkündür.

Osmanlılar’ın, dolayısıyla Türklüğün ve Müslümanlığın Balkanlar’a yerleşmesindeki en önemli dönüm noktası 1389’daki Birinci Kosova Meydan Savaşıdır. Osmanlılar, bu savaşta Sırplar`ı tarih sahnesinden silmişler ancak savaş bittikten sonra alçakça bir saldırıyla şehit edilen Sultan Birinci Murad`ı kaybetmişlerdi. Naşı Bursa’ya getirilip defnedilen Sultan Murad’ın iç organları şehid edildiği yere gömülerek buraya onun adına bir Türbe yaptırıldı. Burası daha sonraları Rumeli Türkleri ve Müslümanları için kutsal bir ziyaretgâh hâline geldi. Türk tarihi açısından diğer önemli bir savaş ta 1448’de yine bu ovada cereyan etti. Bu sefer de yine aynı adı taşıyan başka bir Osmanlı Padişahı olan İkinci Murad’ın kazandığı İkinci Kosova Muharebesiyle Balkanlar’dan gelebilecek Haçlı tehlikelerini sona erdirildi ve İstanbul’un fethine de zemin hazırlandı.

Özellikle Arnavutlar, bu büyük zaferi ve bu büyük şehidi hiçbir zaman unutmadılar, her yıl bu olayın yıldönümünde onu mezarı başında büyük törenlerle anmayı âdet haline getirdiler. Bu anma törenleri için Balkanların her tarafından gelen Müslümanlar ortalığı âdeta bir bayram, bir mahşer yerine çevirmektedirler. Törenler sırasında Sultan Murat Han ve onun şehâdeti üzerine yazılmış çoğu Arnavutça çok uzun kasideler, mersiyeler okunur. Altı saatten fazla süren bu mersiyeleri onbinlerce insan ayakta ve gözyaşları içinde dinlerler. Balkan Müslümanları bu büyük şehide karşı duydukları minnet ve şükranlar duygularını, İslama ve Türklüğe sevgi ve bağlılıklarını bu şekilde göstermeye, dile getirmeye çalışırlar. Aslen Kosova’lı olan Ali Yakup Cenkçiler Hocam, çocukluğunda ve gençliğinde bizzat şahit olduğu bu törenleri, bu törenlerde yaşanan yüksek heyecanı ve çağlayıp coşan duygu selini, yaşadığı unutulmaz manzaraları anlata anlata bitiremezdi.

Arnavut Müslümanların sözle anlatılması imkânsız görülmeye değer nitelikteki Türklük ve Müslümanlık sevgisini, Sultan V. Mehmet Reşad’ın da katıldığı 16 Haziran 1911 Cuma günü yaşanan büyük kutlamaların tarihi belge niteliğindeki fotoğraflarıyla sunmaya çalışalım.

Bilindiği gibi Osmanlı Devletini temellerinden sarsan etnik milliyetçilik cereyanları Arnavutları da etkilemiş, Arnavutlar da ayrı ve bağımsız bir devlet kurmak için 1909 yılında ayaklanmışlardı. Bu ayaklanmanın şiddetle bastırılmasından sonra halkı sakinleştirmek için İttihat ve Terakki hükümetince Sultan V. Mehmet Reşad’ın Kosova’yı ziyaret etmesine karar verildi. Sultan, hasta olmasına rağmen 5 Haziran 1911’de Barbaros zırhlısıyla yola çıktı. Sultan V. Mehmet Reşad Selanik’te karaya çıktıktan sonra her yerde törenlerle ve halkın sevgi gösterileriyle karşılandı. Üsküp’te Arnavutlar padişahı “Padişahımız efendimiz imreti (yaşa)” diye karşıladılar. Sultan 14 Haziran’da Üsküp’ten ayrılarak Priştine’ye geldi. Burada Padişahın huzurunda bir medrese temeli atıldı (Fotoğraf 1).

Seyahat planının en önemli ayaklarından birini Rumeli Müslümanları’nın gözünde çok büyük bir manevi değeri olan Sultan Murad Meşhedi’nin (Türbesinin) ziyareti ve Türbenin yanındaki geniş ovada cuma namazı kılınması oluşturuyordu. Rumeli’nin fethi uğruna şehit düşen Sultan Murad-ı Hüdvendigâr’ın Türbesinin yanında kılınacak bir cuma namazı o toprakların nasıl sahiplenildiğinin ve asla vazgeçilmeyeceğinin de bir göstergesi olacaktı.

Sultan V. Mehmet Reşad, 16 Haziran 1911 Cuma günü (3 Haziran 1327 Rumi) Sultan Murad’ın şehit edildiği yerde 200 bin kişilik büyük bir cemaatle beraber cuma namazını kıldı. Namazdan önce de Halifenin vekil tayin ettiği Manastırlı İsmail Hakkı Efendi bir vaaz verdi. Namazdan sonra Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa da Padişah adına halka hitap ederek Arnavutlar’ı övücü bir konuşma yaptı. Konuşmasında halka fitne ve fesat peşinde koşanların sözlerine kanılmaması, tahriklere kapılınmaması konusunda öğüt ve nasihatte bulunan Sadrazam: ”Bölünmeyelim, birleşelim. Bölünmeye dinimiz de karşıdır” dedi. Genel af ilan edildiğine ve kan gütme davasından vazgeçilmesi için padişahın 30 bin lira ihsanda bulunduğuna dair Padişah beyannamesini de halka okudu.
Her şey iyiydi hoştu, gezi boyunca da her şey yolunda gitmişti ama gezinin bu en önemli durağında çok büyük bir sorun ortaya çıktı. Halk bu konuşmalardan, beyannamelerden, anlatılanlardan hiç bir şey anlamıyordu. Çünkü padişahın beyannamesini ve sadrazamın konuşmasını tercüme etmesi için getirilen Manastırlı İsmail Hakkı Bey, Arnavutça bilmiyordu. Müslüman Arnavutlar’ı bağımsızlıktan vazgeçirmek için büyük hazırlıklar yapılarak Sultan Reşad bölgeye götürülmüş, ancak ziyaretin en can alıcı yeri olan Sultan Murad Meşhedi’nde kılınan cuma namazından sonra Müslüman Arnavutlar’a yapılan konuşmaları tercüme etmesi için götürülen mütercimin Arnavutça bilmemesi gibi basit bir eksiklik yüzünden bütün emekler ve çabalar bu boşa gitmiş, büyük bir hüsran yaşanmıştı.
Daha sonra Manastır’ı da ziyaret eden Sultan Reşad Selanik’ten tekrar Barbaros zırhlısına binip, 26 Haziran’da İstanbul’a döndü. Sultan Reşad’ın hasta haliyle yaptığı bu Rumeli Seyahati yine de bölgede olumlu bir hava estirmiş, önemli bir yumuşama yaratmıştı. Fakat iktidardaki İttihatçılar bundan da faydalanmayı beceremediler. Arnavut İsyanı daha da büyüdü. Ardından çıkan Balkan Savaşlarıyla öteki Balkan topraklarıyla beraber Kosova ve Arnavutluk da elimizden gitti. Bu olayın üzerinden daha iki yıl bile geçmeden 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması ile Kosova vilâyeti Sırbistan’a terk edildi. (Erhan Afyoncu, Bugün Gazetesi, 07.11.2010)

Fakat meselenin çok daha acı ve şaşırtıcı tarafları da vardır. Devlete, millete bu kadar bağlı ve sadık olan Arnavutlar bu büyük kutlamanın üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçtikten sonra, 1912 yılı Temmuz ayında yeniden ayaklandılar ve 28 Kasım 1912’de de bağımsız Arnavutluk devletini kurduklarını ilan ettiler. Ama bu olay hem kendileri, hem Osmanlı Devleti hem de bütün Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı için çok büyük felaketlerin başlangıcı oldu.

Balkanları kaybetmemizin en büyük sebeplerinden biri de şüphesiz, bütün Müslüman unsurlar arasında ve özellikle de Arnavut Müslümanlarla diğer Müslümanlar arasında asırlardan beri sürüp gelen kardeşlik ilişkisinin bozulmasıdır. Bunda da İttihatçıların yanlış politikalarının, icraatlarının, tutum ve davranışlarının çok büyük etkisi olmuştur.

Tarihte, Osmanlı Devletine karşı ayaklanarak bağımsızlığını ilan eden ilk Müslüman unsur Arnavutlar olmuş, bu hem Balkanlar, hem Osmanlı Devleti, hem Arnavutlar, hem Boşnaklar, hem Balkanlardaki diğer Müslüman unsurlar, hem de bütün İslam alemi ve Müslümanlar için çok büyük felaketlerin sebebini ve başlangıcını oluşturmuştur.

ARNAVUTLARIN OSMANLI DEVLETİNDEN KOPUŞU

Müslüman Arnavutlar, Balkanlardaki diğer Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan toplumlara göre bazı ufak tefek ayrıcalıklara sahiptiler. Kendilerinden bazı vergiler alınmaz, gönüllüler dışında zorla askere alınmazlar, silah taşımaları da serbestti. Osmanlı yönetiminde onlardan büyük devlet adamları, komutanlar yetiştiği gibi gerektiğinde orduya da çok sayıda asker verirlerdi. Sözlerine sadık, güvenilir, sağlam yapılı, sağlam karakterli, savaşçı insanlardı. II. Abdülhamid de kendi muhafız alayını Arnavutlardan kurmuştu. Arnavutlar kendilerine duyulan güveni boşa çıkarmamışlar, diğer Balkan milletleri bağımsızlık mücadeleleri verirken ve bunun için ayaklanırken onlar devlete sadık kalmışlar, devletin yanında yer almışlardı. Hatta Sırp, Karadağ, Rum, Bulgar gibi unsurların bölgede başlattıkları pek çok milliyetçi ayaklanma ve kalkışma Arnavutların yardım ve desteğiyle bastırılmış, büyümeden önlenmişti. Bölgedeki bütün etnik milliyetçi unsurlar, en çok Müslüman Arnavutlardan yılıyorlar ve çekiniyorlardı. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra İttihat ve Terakki yönetimi, Arnavutların ufak tefek ayrıcalıklarını kaldırıp yeni anayasayı eşit bir şekilde Arnavutlara da uygulamaya kalkınca ilişkiler hızla bozuldu. Yeni anayasayla Arnavutlar da diğer vatandaşlar gibi aynı vergileri vermeye ve mecburi askerlik yapmaya zorlanıyorlardı. Arnavutlar bunu kabul etmediler. Hatta o zamana kadar kanları ve canları pahasına ortak düşmanları Sırplara, Bulgarlara, Karadağlılara, Rumlara karşı Müslüman Türk kardeşleriyle omuz omuza savaşan Arnavutlar 1909 yılında ayaklanarak karşı cephede yer aldılar. Artık Balkanlarda Osmanlı Devletine silah çekmeyen neredeyse hiçbir unsur kalmamıştı. İttihat ve Terakki’nin Arnavutlara karşı tepkisi çok sert oldu ama isyanın bastırılması pek kolay olmadı. Çünkü Osmanlı ordusunda çok sayıda Arnavut subay ve asker vardı. Ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen birliklerdeki bazı Arnavut subay ve erler isyancılara katılıyor, bazıları da Arnavutlara karşı silah kullanmamak için dağlara kaçıyorlardı. İsyan sonunda zorla da olsa bastırılmıştı ama araya sokulan fitne, düşmanlık, kin ve soğukluk bir daha giderilememiş, devlet Balkanlardaki en önemli ve en büyük desteğini kaybetmişti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı. Nitekim Arnavutlar çok geçmeden 1912 yılı Temmuz ayında yeniden ayaklandılar. 28 Kasım 1912’de Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti. Osmanlı Devleti 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalanan barış antlaşmasıyla Arnavutluk’un bağımsızlığını tanıdı. Ancak bu bağımsızlık Arnavutlara hiç yaramadı. Tek başına kalmış Arnavutluk, hemen bütün çevre ülkelerin odaklandığı kolay yutulur bir lokma görünümündeydi. Özellikle İtalya, Avusturya, Sırbistan ve Yunanistan’ın gözü Arnavutluk’un üzerindeydi. Avusturya ve İtalya aynı safta yer alıyorlardı.

İttihatçıların yanlış politikaları ve icraatları yüzünden, Arnavutların o zamana kadar kader birliği yaptıkları devletlerine, milletlerine, Müslüman Türk kardeşlerine yabancılaşmaları, onlardan soğumaları, bunlara destek olmak bir yana artık düşmanca tavırlar ve tutumlar sergilemeye başlamaları hem Osmanlı Batı Ordusunu en önemli desteğinden ve asker kaynağından mahrum bıraktı, hem de bir dizi olumsuz gelişmenin önünü açtı. Bazı tarihçiler bunu Balkanları kaybetmemizin en önemli sebeplerinden sayarlar ve Balkan devletlerinin ancak Osmanlı Devleti ile Arnavutların arasının açılmasından sonra Osmanlı Devletine karşı savaşmayı göze alabildiklerini kaydederler.

BALKAN MÜSLÜMANLARININ KARA GÜNLERİ

Osmanlıların 1354 yılında Avrupa’ya geçişlerinden ve Balkanlar’a ayak basmalarından 1913’teki geri çekilmelerine kadar geçen beş buçuk asırlık sürenin, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatması’na kadar geçen 330 yıllık dönemini Osmanlı Devletinin askeri ve siyasi açıdan ilerleme, büyüme ve genişleme, Balkan Müslümanlarının da izzet, ikbal, şeref, üstünlük ve mutluluk dönemi, bunu izleyen 230 yıllık dönemi de devletin toprak kaybı ve geri çekilme, Balkan Müslümanlarının acı, çile, soykırım, fedakârlık ve feragat dönemi olarak nitelendirmek mümkündür.

Başta Sırplar, Hırvatlar, Yunanlılar ve Bulgarlar olmak Balkanlardaki gayri Müslim uluslar, kendi içlerinden Müslüman olanlara, yani ‘Türk olmuş’ ve ‘Türkleşmiş’ saydıklarına karşı Anadolu’dan gelip buralara yerleşen evlad-ı fatihandan daha fazla kin, nefret ve öfke duyuyorlardı. Müslümanlığı kabul ettikleri kabul ettikleri için onlara kendi dinlerine, milletlerine ihanet etmiş gözüyle bakıyorlar, onlara karşı çok daha dışlayıcı, ötekileştirici, düşmanca tutum ve davranışlar sergiliyorlardı. Özellikle Sırplar, bu sonradan Müslüman olanlara yani Türkleşmişlere karşı kin ve düşmanlıklarını: “Poturica je gori od Turaka” “Türkleşmişler, Türklerden daha beterdir” sözüyle sloganlaştırmışlar, temel politikalarını da “İstraga Poturica” ‘Türkleşmişlerin yok edilmesi’ adıyla belirleyip kesinleştirmişlerdi. Bu politikalarını gerçekleştirmek yani Balkanlarda bir tane bile Müslüman, Türk bırakmamak yolundaki amaçlarına ulaşmak için de çetecilikten, faili meçhul cinayetlere, toplu katliamlardan, işkence ve tecavüzlere kadar her türlü insanlık dışı yol, yöntem ve aracı insafsızca kullanmaktan hiçbir zaman geri kalmadılar. Balkan Müslümanları ise her zaman bu acımasız zulümlere karşı olağanüstü bir sabır ve metanetle direndiler, ne pahasına olursa olsun, Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından vazgeçmemek için azim ve kararlılıkla mücadele ettiler.

Bosna Müslümanları daha Müslüman olur olmaz, hemen Hıristiyan Batının ve özellikle Sırpların ilk hedefleri durumuna gelmişler, 1683 Viyana Bozgunu’ndan başlayarak en son 1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşına kadar da çok sayıda soykırım olayının mağduru ve mazlumu olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu, 1683 Viyana Bozgunundan sonra bir daha kendisini toparlayamamış, eski gücüne kavuşamamış, bu bozgunun ardından başlayan savaş 1699 yılına kadar sürmüştü. 1684 – 1699 yılları arasında Macaristan’ın tamamını işgal eden Avusturyalılar, buralarda yaşayan binlerce Müslümanı, güneye doğru sürerek Bosna Hersek’i bir Müslüman muhacir akınına boğdular. Savaş sonucu sadece Bosna’ya 130 000 muhacirin geldiği tahmin edilmektedir. Bundan sonra artık Bosna’daki Müslümanlar en az iki nesilde bir çok büyük ve çok önemli savaşlar görmüşlerdir.

Bu savaşların en acı, en unutulmaz ve en önemlileri arasında, Osmanlıların Viyana yenilgisini takiben Kuzey-Batı Bosna’da, Kuzey Dalmaçya ve Krayina’da sürdürülen kitlesel katliam ve zorla Hıristiyanlaştırma hareketlerini, 1697 yılında Avusturya Kumandanı (aslen Fransız) Prens Eugen de Savoy’un Saraybosna’yı ele geçirip, yerle bir etmesini, şehirde tek canlı bırakmamasıyla sonuçlanan vahşi saldırıları, 1702-1708 yılları arasında Patrik Danilo Şçepçeviç’in teşviki ve kışkırtmasıyla başlayan ve onbinlerce Müslümanın öldürülmesine neden olan ‘İstraga Poturica’ (Türkleşmişlerin takibi ve yok edilmesi) harekatını, Avusturya’nın 1737’deki Niş ve Bosna katliamını, 1804 yılında başlayan Sırp İsyanı sırasındaki katliamları, 1852 yılından itibaren Karadağ’da hızlandırılan Hıristiyanlaştırma harekâtını, 1876-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) fırsat bilinerek Sırbistan ve Karadağ’da girişilen katliamları, 1913’te Balkan Savaşları sırasındaki özellikle de Sancak, Akoba, Syeniçe, Peştar, Plav, Gusine, Drina, Vişegrad, Rogatica, Foça, Gorajde ve Çayniçe bölgesindeki katliamları, 1927 yılındaki Şahoviçi katliamını, 1939-1945 yılları arasındaki II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirilen, özellikle Doğu Hersek, Doğu ve Batı Bosna, Foça, Vişegrad, Rogatica, Gorajde, Çayniçe, Lyubinye, Avtovac, Bileçe, Kulen Vakuf, Vlasenica, Srebrenica, Nevesinye, Prozor, Jablanitsa, Ustikolina ve Taşlıca’da 200 000’den fazla Müslüman Boşnağın katledilmesiyle sonuçlanan katliamları, nihayet 1992-1995 yılları arasında bütün dünyanın gözleri önünde acımasızca sürdürülen ve 300 000’den fazla şehidin verildiği, 600 000’den fazla Müslümanın yaralandığı Bosna Savaşı sırasındaki katliamları saymak gerekir.

Her biri insanlık tarihine birer utanç anıtı olarak dikilebilecek bu vahşice saldırıları ve katliamları burada uzun uzadıya anlatabilmemiz mümkün değildir. Bu kara günler, Balkan Müslümanlarının Türklüklerinin ve Müslümanlıklarının denendiği, sınandığı, ağır imtihanlar ve sınavlar olarak kabul edebilir. Her sınavda olduğu gibi bu sınavlarda da elbette çok büyük ve çok üstün başarılar kazananlar olduğu gibi kaybedenler de olmuştur. Ama biz bu bölümde genellikle bu sınavlardaki üstün ve örnek başarı öykülerinden, her türlü baskı, dayatma ve zulme rağmen inanılmaz fedakârlıklarla yürütülen bir varlık ve beka mücadelesinden söz edeceğiz. Balkan Müslümanlarının Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından taviz vermemek, vaz geçmemek için gösterdikleri olağanüstü direniş destanlarına dair münferit bazı olaylara ve sahnelere ışık tutmaya çalışacağız.

BİTMEZ, TÜKENMEZ ÇİLELERİN BAŞLANGICI

Genelde Balkan Müslümanlarının, özelde de Bosnalı Müslümanların, 500 yıldan fazla süren, Osmanlı yönetimi altındaki huzur, barış, güven, mutluluk, izzet, şeref dönemleri 1878 Berlin Antlaşması’yla tam anlamıyla sona ermişti. Bundan sonra artık birbirini izleyen ve her biri bir öncekinden daha acı ve zor olan çile dönemleri başladı. Bu dönemleri kısaca; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yönetiminde geçen dönem (1878-1918), Sırp, Sloven, Hırvat Krallığı dönemi (19181929), Yugoslavya Krallığı dönemi (1929-1941), Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti dönemi (1943 – 1992) ve nihayet 1992 yılından itibaren de bağımsızlık dönemi gibi bölümlere ayırmak mümkündür. Ancak bu dönemler içerisinde de dayanılmaz acıların, katliamların yoğun bir şekilde yaşandığı çok daha çileli, zor ve özel dönemler de yaşanmıştır. Örneğin, Balkan Savaşları dönemi (19121913), Birinci Dünya Savaşı dönemi (1914-1918), İkinci Dünya Savaşı dönemi (1939-1945) ve özellikle son Bosna Savaşı dönemi (1992-1995) bunlar arasında en acılı ve çileli olan dönemlerdir.

1699 Karlofça Antlaşmasından sonra Türklerin Avrupa’dan tasfiyesi yolunda Balkanlarda yaşandığı en büyük toprak kayıpları Berlin Antlaşmasıyla olmuştur. Bu tasfiye süreci 1913 yılındaki Bükreş Antlaşmasıyla tamamlanmış ve Avrupa Türkiye’si yalnızca Doğu Trakya’daki topraklarımızla sınırlı kalmıştır. Berlin Antlaşmasıyla Romanya, Karadağ ve Sırbistan’a tam bağımsızlıkları verilmiş, Bulgaristan’ın da iç işlerinde bağımsız bir prenslik olması kabul edilmiştir.

BALKAN MÜSLÜMANLARININ VARLIK VE BEKA MÜCADELESİ

İNADINA VE SONUNA KADAR TÜRK VE MÜSLÜMAN

Balkan Müslümanlarının ve Bosnalı Müslümanlarının anavatana, devlete ve millete sadakat ve bağlılıkları, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesine kadar devam ettiği gibi, ondan sonra da aynen devam etmiştir. Köprülerin altından çok sular geçmesine, imparatorluk yıkılıp yerine bir sürü ulus devletler kurulmasına, kültürel, siyasi, sosyal, ekonomik, ideolojik, psikolojik nice yıkımlar, tahripler, ters ve olumsuz gelişmeler yaşanmasına rağmen, bazı Boşnak ve Balkanlı Müslümanların Türk İslam kültürüne, Türklüğe ve Müslümanlığa kopmaz, sarsılmaz bağlılıkları bugün bile hala bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Bu hiç de öyle kolay olmamış, çok büyük mücadeleler, fedakârlıklar ve çileler çekmelerini, bedeller ödemelerini gerektirmiştir. Fakat her şeye rağmen, bazı Balkan Müslümanlarında, Türklük ve Müslümanlık sevgisinin, sadakat ve bağlılığın Türklüğü başkasına bırakmayan, kendisinden başkasını Türk saymayan, Balkan muhacirlerini Türk saymayan nicelerinden daha güçlü bir Türklük bilincine sahip olduklarını bizzat şahit olduğum olaylarla kendim de görmüş veya güvenilir kaynaklardan duymuşumdur. Bunları bazı olaylarla örneklendirmek, hatırlamak ve hatırlatmak herkes için yararlı ve öğretici olabilir.

Balkanlarda, özellikle Bosna’da Türklüğü ve Müslümanlığı seçenler, çok büyük tehlikeleri ve mücadeleleri de göze alarak seçiyorlardı. Bu yüzden onlarınki belki de Anadolu’dakine göre daha kuvvetli, daha bilinçli, eski kimlik ve kişilik terk edilerek seçilmiş bir Türklük ve Müslümanlıktı. Daha en başından beri Bosna Hersek’te Türkleşme ve İslamlaşma arttıkça ve hızlandıkça, bölgedeki gayri Müslim unsurların, bu yeni Müslümanlara karşı kinleri, nefretleri ve düşmanlıkları da aynı oranda artıyor ve büyüyordu. Eski dindaşları Hıristiyanlar, bunlara hain gözüyle bakıyorlardı. Avrupalılar ve batılılar ise hemen burunlarının dibinde, Balkanlar’da İslamın ve Türklüğün yayılmasını ve yerleşmesini kendi çıkarlarına aykırı ve tehlikeli gördüklerinden, bu tehlikenin önüne geçebilmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Bir yandan arka arkaya haçlı seferleri düzenliyorlar, bir yandan içerideki azınlıkları Osmanlılara karşı sürekli isyana kışkırtıyorlar, ayaklandırmaya çalışıyorlar, bölgede Türklük ve Müslümanlık aleyhine olabilecek her faaliyeti sonuna kadar destekliyorlardı. Artarak sürüp giden bu mücadele, yine de Balkanlarda islama yönelişi azaltmıyor, aksine daha da artırıyordu. Her biri birer adsız ve meçhul kahraman olan Balkan Müslümanlarındaki Türk ve İslam sevgisi, her şeye ve yaşanan tarifi imkânsız acılara rağmen hiçbir zaman eksilmeden, ilginç ve farklı tezahürleriyle başlangıcından bugüne kadar sürüp gelmiştir.

BALKAN MÜSLÜMANLARINDAN DİRENİŞ DESTANLARI

Osmanlı Devleti’nden koparılmalarına, aradaki bağların tamamen kesilmiş olmasına rağmen, Bosna ve Sancak Müslümanları, Osmanlı Devletine, Türklüğe ve Müslümanlığa bağlılıklarını ve sadakatlerini hiç kaybetmediler, bunu değişik vesilelerle göstermekten de geri kalmadılar. 1907 yılında Bütün Bosna ve Sancak Müslümanları Sultan II. Abdülhamid Han’ın yaş gününü kutlamak için büyük bir coşkuyla sokaklara dökülmüşler “Padişahım çok yaşa!” âvâzeleriyle yeri göğü inletmişlerdi. Bu gösteri onların sayısız bağlılık gösterilerinden sadece biriydi. Balkan Müslümanları Osmanlı’yla manevi bağlarını ve bağlılıklarını Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı süresince de bütün canlılığı ve tazeliği ile devam ettirdiler.

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlılarla aynı tarafta yer alan Avusturya, Bosnalı ve Sancaklı gençleri silahaltına alıp müşterek cephelerde savaştırmak amacıyla onlardaki bu duygulardan alabildiğine yararlandı. Binlerce Bosnalı ve Sancaklı Müslüman, Sancak’taki adıyla “Curumliye” yani gönüllüler ordusuna yazılarak Galiçya’da Ruslara karşı Osmanlı saflarında çarpışmaya gittiler. Böylece Anadolu’dan gelen Türklerle Boşnak Müslümanlar, uzunca bir aradan sonra Galiçya Cephesinde Ruslara karşı yeniden yan yana, aynı cephede saf tutmuş oluyorlardı. Bu gönüllülerden hayatta kalanlar, daha sonra Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya da geçtiler. Zaferden sonra bunlardan önemli bir kısmı Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleşmeyi tercih ettiler, ancak küçük bir bölümü Sancak’a geri dönebildiler (MEKTUP Dergisi Ocak 1999 Sayı 5, Dr. Musoviç Ejup’un “Tutin i Okolina” adlı kitabından).

Çanakkale Savaşı’nın başladığı sırada Bosna ve Kosova, Osmanlı toprağı olmadığı halde, Sancak’lı ve Bosna’lı Müslümanlar birçok evladını hiç tereddütsüz Çanakkale Cephesi’nde savaşmaya göndermişlerdir. Çanakkale Savaşı’na sadece Kosova’dan sekiz tabur katılmıştı. Çanakkale Cephesine katılmak için toplanan gönüllüler ordusuna 24 yaşın altında 15.700 Bosnalı ve Sancaklı genç katılmış, bunlardan sağ kalanlar, daha sonra Anadolu’daki mücadeleye de katılmışlardır.

Gönüllüler ordusu, Yeni Pazarlı Muratbegoviç Rıza Bey ve Tutinli Hamzagiç Ahmet Aga gibi hatırı kişiler tarafından organize ediliyor, kendileri de bu gönüllülerin başında yer alıyorlardı. Boşnaklar ayrıca Anadolu’ya nakdi yardımda da bulundular. Bosna ve Sancak Müslümanları kendi aralarında topladıkları altın ve mücevheratı daha önce Balkanlarda uzun süre görev yaptığı dönemden ve Taşlıca (Sancak) Mutasarrıflığından yakinen tanıdıkları Fevzi Çakmak Paşa aracılığıyla ulaştırıyorlardı.

SABAHI BEKLEYEMEYEN DEBRE İMAMI

Çanakkale Savaşları sırasında, Müslümanların Halifesi sıfatıyla Osmanlı Padişahı, Türk topraklarına saldıran düşmanlara karşı bütün Müslümanları yardıma ve cihada çağırmış, bu çağrı Kosova’daki camilerde de okunup halka ilan edilmişti. Bu çağrı özellikle Kosova’da çok etkili oldu. Çanakkale’de savaşan din kardeşlerine yardım etmek, onlarla omuz omuza ortak düşmanlarına karşı savaşmak için binlerce Bosnalı ve Sancaklı Müslüman gönüllü olarak yazıldı. Fakat o kadar da sabredemeyen, gönüllüler ordusunun hazırlanıp yola çıkmasını beklemeye tahammülü olmayanlar da vardı. Öyle ya, o zamana kadar çoktan iş işten geçmiş olabilirdi. Bu sabırsızlardan biri de Debre imamıydı. Halife’nin cihad çağrısı Debre’ye ulaştığında ve Debre’nin imamı bu haberi öğrendiğinde vakit gece yarısıydı. Haberi alır almaz Debre imamı kısa bir hazırlığın ardından, hemen o gece Çanakkale’ye doğru yola çıktı. Ev halkı, hiç olmazsa sabahı beklemesini, cemaatiyle, akraba ve yakınlarıyla vedalaşıp, helallaşıp, görevini başkasına devrettikten sonra gitmesini söylediği halde o hiç kimseyi dinlememişti. Debre’de hiç aksamadan her zaman vaktinde okunan sabah ezanı ilk defa o sabah okunmadı. Sabah ezanını hep vaktinde dinlemeye alışmış yöre halkı, bu sefer ezanı duyamayınca ne olduğunu merak edip, hocanın kapısını çaldılar. İşte ancak o zaman hocalarının Çanakkale’ye cihada gittiğini öğrenebildiler. (Kosova’nın Çanakkale Kahramanları, Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, Yarımada Yayınları, Sayfa 75).

BALKAN MÜSLÜMANLARINDAKİ BAYRAK SEVGİSİ

Balkan Müslümanlarında çok güçlü bir Türklük ve Müslümanlık sevgisinin ve bağlılığının yanında buna paralel, belki de bunun bir gereği olarak çok güçlü ve köklü bir bayrak sevgisi de vardır. Bu Balkanlarda Türklük ve Müslümanlıkla beraber başlamış onunla beraber günümüze kadar da devam ede gelmiştir. Örneğin daha Bosna Hersek’in fethiyle beraber büyük kitleler halinde İslamla şereflenmeye başlayan Bosnalı Müslümanlar iman ve İslam ikrarlarını, ahidlerini yapmak için Ayvaz Dede’nin huzuruna Türk, İslam ve Tevhid bayraklarıyla, sancaklarıyla gelmişlerdi. İlki 1463 yılında yapılan bu ahidden sonra her yıl Haziran ayının son Pazar günü Bosna’nın her tarafından ve Balkanların pek çok yerinden her yıl daha da artan sayıda Müslüman aynı yere yine bayraklarla sancaklarla ahit tazelemeye geldiler. Bosnalı Müslümanlar o günden bu güne kadar bu adetlerini sürdürdüler, ruhlarından, kalplerinden, gönüllerinden, akıllarından, fikirlerinden imanı ve İslamı hiç çıkarmadılar, ellerinden de Türk İslam bayraklarını ve sancaklarını hiç bırakmadılar. Her zaman bu bayraklar altında toplanmayı en büyük şeref ve mutluluk saydılar. Bu adetlerini halen bugün de bütün canlılığıyla devam ettiriyorlar.

93 Harbinin ardından Bosna-Hersek’in idaresinin masa başında Avusturya Macaristan İmparatorluğuna bırakılmasından sonra Bosna’lı Müslümanlara en ağır gelen şeylerden biri de ay yıldızı al bayrağın gölgesinden mahrum kalmaktı. Avusturyalılar artık onların bu şanlı bayrağı kullanmalarına izin vermiyorlardı. Bu yüzden onlar da Türk Bayrağından sadece rengi farklı, ay yıldızlı yeşil bayrağı Bosna Bayrağı olarak kullanmaya başladılar. İslamı temsil ettiği için bayraklarının zeminini yeşil renkte yapmayı tercih etmişlerdi.



1878 yılından sonra kullanılmaya başlayan Bosna Bayrağı

Artık Cuma günleri minarelerde bu bayrak dalgalandırılıyor, her camiin içine, minberlerin hemen üzerine sürekli bu bayrak asılıyordu. Bayramlarda, seyranlarda, Ayvaz Dede Şenlikleri gibi etkinliklerde bu bayrak ellerde taşınıyor, direklere, gönderlere bu bayrak çekiliyor, evlerin çatılarına bu bayrak asılıyor, ellerde coşkuyla bu bayrak sallanıyor, bu bayrak dalgalandırılıyordu. Ama yine de ay yıldızlı al bayrağın, yani Türk Bayrağı’nın gönüllerindeki, akıllarındaki, fikirlerindeki, ruhlardaki yeri bir başkaydı. Bosnalı Müslümanlar aşkla şevkle hep o bayrağı arıyorlar, sandıklarda, dolaplarda o bayrağı saklıyorlar, evlerinin en mutena köşelerine o bayrağı asıyorlar, göklerde, gönderlerde, direklerde özgürce o bayrağın dalgalandığını görmek istiyorlar, ebediyyen o bayrağın gölgesinde yaşamak istiyorlardı. Bunun nasıl bir aşk ve sevgi, nasıl bir özlem, nasıl bir nostalji olduğunu lafla sözle anlatabilmek hiç kolay değil. En iyisi biz de bunu yaşanmış bir gerçek ve örnek olayla anlatmaya çalışalım. Bu tür örnek olaylar hiç de az olmamakla beraber bu olayın anlayabilenlere çok şeyler anlatabileceğini zannediyorum. Bu olay, aslen Saraybosna’lı olan ve 1940’lı yılların başında ailesiyle birlikte Türkiye’ye, Bursa’ya göç edip yerleşen Nusret Uluca’dan dinlenmiştir.

BOSNALI SALİH AGA’NIN BAYRAK HASRETİ

17 Ekim 1954’te, Saraybosna’nın Kosova Stadyumu’nda, Yugoslavya ile Türkiye milli futbol takımları arasında bir dostluk maçı oynanmış ve bu maç Türk milli takımının 5-1 yenilgisiyle sonuçlanmıştı. O yıllarda Türkiye’ye göçmüş bulunan Nusret Uluca, maçtan kısa bir süre sonra Saraybosna’daki akrabalarını ziyarete gitmiş. Ziyaret sırasında, değişik konular üzerinde görüşülmüş, konuşulmuş, sohbetler edilmiş. Bir ara konu yakınlarda oynanan Yugoslavya – Türkiye milli dostluk maçına da gelmiş.

Saraybosna’daki yakınları, Nusret Bey’e Saraybosna’nın en yüksek tirajlı, en çok okunan gazetelerinden Oslobodzenye’de (Kurtuluş) maçtan sonra yayınlanmış bir makaleyi göstermişler. Komünist görüşlere sahip bir gazetede yayınlanan bu yazı Nusret Uluca’nın da çok dikkatini çekmiş. Nusret Uluca, zaten 5-1 yenildiğimiz bir maça, o maçın gollerine, önemli pozisyonlarına ait sandığı için pek isteksizce eline aldığı gazetedeki makaleyi okumaya başlayınca kendisini büyük bir heyecan, ilgi ve merak kaplamış, bir solukta okuduğu yazının içinde adeta eriyip kaybolup gitmiş. Bu ilginç makalenin yazarı, yazısında maça, maçın pozisyonlarına, gollerine, maçla ilgili haber ve yorumlara neredeyse hiç yer vermiyor, sadece Salih Aga adlı Bosnalı yaşlı bir Müslümanın maç günü yaptıklarını, yaşadıklarını, onun bazı duygu ve düşüncelerini, yazının finalinde de Türk Bayrağı sevgisini anlatıyormuş. Zaten yazıyı esas ilginç kılan tarafı da buymuş. Yazar, Salih Aga’nın şahsında, Bosnalı Müslümanlardaki ‘Türk Bayrağı sevgisi’ni öyle güzel, öyle ilginç, öyle çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş ki, onun içli ve duygulu anlatımı o zamanlar genç bir delikanlı olan Nusret Bey’in ta iliklerine, kalbinin ve ruhunun derinliklerine kadar işlemiş. O günden bugüne hiç unutamadığı o yazıya Nusret Uluca bize şöyle özetledi:

‘Salih Aga, her sabah erkenden kalkar, sabah namazlarını hep camide ve cemaatle kılardı. Ama o gün, nedense her zamankinden çok daha erken kalktı. Zaten gece boyunca da gözüne bir damla uyku girmemişti. Saatine baktı, camide cemaatle sabah namazının kılınmasına, hatta sabah ezanının okunmasına bile daha çok vakit vardı. Salih Aga, aslında kendi halinde, mütevazı, çok sade ve rutin bir hayatı olan yaşlı bir Müslümandı. Ama o gün Salih Aga’nın halinde, tavrında, tutum ve davranışlarında bir gariplik, bir tuhaflık, bir olağanüstülük vardı. Bu gariplik ve olağanüstülük onun jest ve mimiklerine kadar bütün hareketlerine yansıyordu. Hiç kimse onu şimdiye kadar bu kadar heyecanlı, aceleci ve telaşlı görmemişti. Bütün benliğini saran, tavırlarını, tutum ve davranışlarını esir alan bu garip ve tarifi imkânsız duygu ve düşünce yoğunluğunun neden kaynaklandığını, nasıl bir şey olduğunu, sebebini ve niçinini anlayabilmek mümkün değildi. Acaba başına iyi bir şey mi gelmişti, yoksa kötü bir şey mi? Sevinçli miydi, yoksa üzüntülü mü? Mutlu muydu, yoksa mutsuz mu? Anlaşılır gibi değildi! Salih Aga da ne kimseye bir şey söylüyor, ne de rengini kimseye belli ediyordu. Salih Aga, anlaşılması ve anlatılması zor duygular içinde geceyi uykusuz geçirmiş, yatağında bir o yana bir bu yana dönüp durmuş, ama aradığı uykuyu bir türlü bulamamış, sabahı iple çekmeye başlamıştı. Rahat edemediği ve rahat vermediği yatağı onu iyice sıkmaya, kovmaya başlayınca, ona batar hale gelince de ortalık daha doğru dürüst ışımadan çaresiz ayağa kalkmak zorunda kaldı. Yataktan kalkar kalkmaz hemen bir abdest aldı. Her halinden bugünün onun için çok önemli bir gün olduğu, her ne ise çok önemli bir işi olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Ne sabah ezanlarının okunmasını, ne de cemaatle namaz kılmayı bekleyebilecek hali vardı. Alaca karanlıkta ikide bir saatini iyice gözüne yaklaştırarak, sık sık pencereden dışarıdaki havayı kontrol ederek vaktin girip girmediğini anlamaya çalışıyordu. Nihayet sabah namazı vaktinin girdiğine ve namazın kılınabileceğine kanaat getirince alelacele namazını kıldı. Üstüne başına şöyle bir çeki düzen verip, besmeleyle dış kapıyı açtı. Dudaklarında her zaman evden çıkarken okumayı adet edindiği dualarla sağ ayağını eşikten dışarı attı; sağa sola birer bakış fırlattı. Sokaklar çok tenhaydı. Adeta in, cin top oynuyordu. Kısa bir duraklamanın ardından, doğruca Kosova Stadyumu tarafına yöneldi. Hâlbuki öyle maç meraklısı bir adam değildi. Hayatında hiç futbol maçına da, futbol stadyumuna da gitmemişti. Demek ki, bu da onun için bir ilk olacaktı. Stadyumun önüne geldiğinde bilet gişelerini bulmakta zorlanmadı. Gişelerin önünde bir iki bekçi başka kimsecikler yoktu. Daha bilet satan görevliler gelmediği gibi, Stadyumun kapıları da sıkı sıkıya kapalıydı. Salih Aga, gişelerden birinin önüne yanaşıp beklemeye başladı. Saatlerce hiç şikâyet etmeden, hoşnutsuzluk belirtisi göstermeden, sabırla ve tevekkülle gişelerin açılmasını ve bilet satışının başlamasını bekledi. Gişelerin önündeki tenhalık ve sakinlik, içeri girebilmek için bilet alabileceği kanaatini pekiştirdiği için, onun üzmemiş, aksine çok rahatlatmıştı. Hatta bu tenhalığı görünce, derin bir ‘Ooooh!’ da çekti. Bazı erkencilerin de gelip sıraya girmeleriyle hem Salih Aga’nın arkasında, hem de diğer gişelerin önünde kuyruklar oluşmaya ve uzamaya başladı. Gişeler açılıp, bilet satışları başlayınca ilk alanlarla beraber Salih Aga da biletini aldı. Biletini elinde sımsıkı tutarak, Stadyumun geniş kapısının önüne geldi. Bu sefer de kapıların açılmasını beklemek zorunda kaldı. Fakat burada beklemek nedense ona daha zor gelmiş, gittikçe artan heyecanını ve sabırsızlığını dizginlemekte zorlanmaya başlamıştı. Demir parmaklıklar arasında içeri doğru bakıyor, fakat görmek istediğini buradan göremiyordu. ‘Bir an önce şu kapılar açılsa da içeri girsem!’ diye düşünüyor, dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu. Nihayet kapılar açılır açılmaz, arkasında yığılmış kalabalık seli, onu da önüne katıp stadyumun içine doğru sürükledi. Daha ne olup bittiğini anlayamadan, bir anda kendisini futbol sahasını çepeçevre kuşatan geniş tribünlerden birinde buluverdi. Sabırsız ve arayıcı gözlerle kısa bir süre sağa sola bakındıktan sonra, birden bire aradığını bulmuş insanların yüzüne yansıyıveren o güzel mutluluk ışığı, onun da ak pak sakalının çevrelediği arı duru yüzüne yansıdı ve güneş gibi aydınlattı. Yüzüne iyice yayılan mutluluk tebessümlerinin aydınlığıyla simasındaki hoşluk, letafet ve güzellik daha bir belirginleşti, daha bir çoğaldı. Sanki gözünü kamaştıran, gönlünü efsunlayan o güzelliği bir müddet büyük bir hayranlık ve aşkla ayakta seyrettikten sonra bulunduğu tribünün dört bir yanını iyice kontrol etti. Hiç kimsenin kendisine, kendisinin de hiç kimseye engel olmayacağı, zarar vermeyeceği bir yer aradı. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin manzarasını kapatmasına, engellemesine tahammülü yoktu. Nihayet futbol maçı izlemeye giden hiçbir seyircinin asla oturmak istemeyeceği, sahayı ve kaleleri doğru dürüst göremeyen bir yeri seçip beğendi ve varıp oraya oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, başını ellerinin arasına aldı. Hiç kıpırdamadan, adeta nefes bile almadan, sanki büyülenmiş, kendinden geçmiş gibi gözünü sabit ve muayyen bir noktaya dikerek bakmaya, seyretmeye başladı. Ara sıra göz pınarlarından kopup gelen, sonra yanaklarından aşağıya süzülen yaşlar olmasa insanlar onu orada öyle ölmüş veya donmuş kalmış sanabilirlerdi. Dışarıdan bakanlar onu ölü sansalar da o ölü değil dipdiriydi ve büyük sükûnetine rağmen gönlünde çok büyük fırtınalar kopuyordu. Maç saatine doğru stadyumu iyice dolduran seyirciler, bir yandan bu yaştaki bir ihtiyarın maç seyretmeye gelmesine, bir yandan da bu kadar erken bir vakitte stadyuma gelmesine rağmen, gidip futbol sahasını doğru dürüst görmeyen bir yere oturmasına şaşıyorlar, bir anlam veremiyorlardı. Ama o, hiç o taraflı değildi. Hatta kendini bilmez bazı gençlerin sağdan soldan kendisine:

  • Hey moruk sen de mi maç seyretmeye geldin?
  • Amca oradan maç mı seyredilir?
  • Kendine daha iyi bir yer bulsana!
  • Sahayı ve kaleleri daha iyi gören bir yer bulamadın mı babalık?
  • Bak burada sahayı daha iyi gören yerler var! Gel buraya otur!

gibi sözlerine, laf atmalarına, dalga geçmelerine hiç aldırmıyordu. Sanki onları duymuyordu bile!

Salih Aga, saatler boyunca başka hiçbir yere bakmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden hep o sabit ve muayyen noktaya baktı durdu. Nihayet maç saati de gelip çattı. İki ülkenin milli marşları söylenirken herkesle beraber o da ayağa kalktı. Marşlar bitince yine yerine oturdu. Robot gibi, büyülenmiş gibi hep aynı noktaya bakıyor, gözlerini o sabit ve muayyen noktadan bir saniye olsun ayırmıyordu. Gözlerini oraya sabitlemişti. Salih Aga’da başka hiç bir hareket ve kıpırtı yoktu. Maç başladı ama Salih Aga cephesinde değişen bir şey olmadı. Top iki kale arasında gidip geliyor, seyirciler hop oturup hop kalkıyor, tezahüratlar yeri göğü inletiyor, karşılıklı akınlar ve nihayet arka arkaya goller geliyordu. Fakat ne üzüntü, ne sevinç, ne tezahürat, Salih Aga’da hiçbir tepki yoktu. O yine hiç kıpırdamadan, gözünü ayırmadan, aynı sabit noktaya bakıyordu. Ne gollerle ilgileniyordu, ne oyuncularla, ne de takımlarla… Sahada ve stadyumda olan biten hiçbir şey umurunda bile değildi. Başka hiç kimseye, hiçbir şeye ve hiçbir yere bakmıyor, yalnızca aynı sabit ve muayyen noktaya bakıp duruyordu.

Türkiye’nin 5-1 yenildiği maçın sonu yaklaşmış, artık sonuç da belli olmaya başladığından, maçın fazla bir heyecanı kalmamıştı. Bu garip ihtiyarın maç seyretmesinden bir şey anlamayan ve çok şaşıran etraftaki seyircilerin dikkatleri de artık maçtan çok Salih Aga’ya yönelmeye başladı. Genç seyircilerden bazıları sözlü saldırılarını artırırlarken bazıları dayanamayıp sormaya başladılar:

  • İhtiyar! Sen ne biçim maç seyrediyorsun?
  • Ben ömrümde senin gibi seyirci görmedim.
  • Stadyuma gelmişsin ama ne oyunla, ne oyuncularla, ne topla, ne de

gollerle ilgilendiğin var!

  • Bu ne biçim maç seyretmek böyle!
  • Yahu amca! Sen kaç saattir nereye bakıyorsun öyle? Ne seyrediyorsun?

Gençlerin saldırılarından yakasını kurtaramayan Salih Aga, çaresiz stadyuma gelişinin esas sebebini açıklamak zorunda kaldı.

  • Gençler! Bırakın Allah aşkına! İlişmeyin bana! Uğraşmayın benimle!

Ben buraya sizin gibi maç seyretmeye gelmedim.

  • İyi ama amca burası stadyum! Buraya maç seyretmeye gelinir. Sen niye

geldin?

Salih Aga, işaret parmağıyla gönderde nazlı nazlı salınan, hafif rüzgarda

dalgalanan ay yıldızlı, al bayrağı, Türk Bayrağını gösterdi. O anda da ağzından şu sözler döküldü:

– Evlat! Ben buraya maç seyretmeye değil, yetmişbeş yıllık hasretimi dindirmeye geldim! Ben buraya ay yıldızlı al bayrağımın gönderde serbestçe dalgalandığını görmek, onu doya doya seyretmek için geldim! Ne yazık ki biraz sonra maç bitecek, benim şanlı bayrağım o gönderden indirilecek. Kim bilir bir daha ne zaman böyle bir milli müsabaka olur da bu bayrak bir daha göndere çekilir? Görüyorsunuz benim yaşım artık kemale erdi. Bir ayağım çukurda… Bundan sonra benim bu bayrağı bir daha böyle serbestçe gönderde dalgalanırken görebilmem çok zor! Şimdi, ne olur, beni kendi halime bırakın da, bayrağımı biraz daha seyredeyim!

BAYRAĞIN YERİ VE ÖNEMİ

İnsanlar bazı şeyleri, bir takım anlamları sözlerle, harflerle, kelimelerle doğrudan ifade etmek yerine, bir takım benzetmelerle, teşbihlerle, mecazlarla ifade etmeyi bunun için de bazı işaretler, semboller, remizler kullanmayı tercih ederler. Böyle dolaylı bir anlatım bazen doğrudan, açık ve direkt bir anlatımdan daha güçlü ve daha etkili olabilir.

Bayraklar da milletlerin milli kimlik ve kişiliğinin, ayrı ve bağımsız bir millet olarak yaşama iradesinin sembolüdür. Bayrak siyasi bir simgedir. Bir halkın ve ülkenin bağımsızlığını ve sahip olduğu ulusal değerleri ifade eder. Bayrağa saygı göstermek, o millete, o milletin devletine, insanına, inançlarına saygı göstermek demektir. Türkler kendi bayraklarına saygısızlık yapılmasını istemedikleri ve buna tahammül edemedikleri gibi, kendileri de başka milletlerin bayraklarına saygısızlık yapmazlar.

              Bize ecdat yadigârı olan ay yıldızlı al bayrağımız, üzerindeki renklerin, şekillerin hiç bir anlam ve değer ifade etmediği basit bir bayrak, değersiz bir bez parçası değildir. Üzerine Kur’an yazılmış Mushaflar, levhalar için artık nasıl basit, değersiz bir kağıt parçası denemezse, bazı duygusuz, inançsız, ruhsuz insanların iddia ettiği gibi bayrağa da basit bir kumaş ve bez parçası denemez. Hele Türk Milletinin gözünde ve gönlünde bayrağının değeri, kıymeti ve önemi pek büyüktür. Türk Bayrağı, Türk milleti için en büyük değerlerden biridir. Türk bayrağı milli olduğu kadar aynı zamanda dini de bir semboldür. Bu yüzden Türk Milleti bayrağını her zaman canından daha aziz bilmiş, dini, imanı, namusu, onuru, şeref ve haysiyeti gibi üzerine titremiştir. Bayrağın ifade ettiği manalarda ve değerlerde buluşmak bizim kültürümüzde çok önemli olmuştur. O açılıp yola koyulunduğunda koca bir millet hemen onun ardına düşmüş, “Allah milletimizi vatansız, vatanımızı bayraksız bırakmasın!”, ‘Allah bizi kıyamet gününde Peygamber Efendimizin sancağı altında toplananlardan eylesin!’ gibi yakarışlar Milletin dualarından hiç eksik olmamıştır.

  Türk Milletinin varlığı, birliği, bütünlüğü, dini, imanı, idealleri, inançları, değerleri, tarihi tecrübeleri, yüklendiği tarihi misyon en güzel ve en anlamlı bir şekilde şanlı bayrağımızda özetlenmiş, bayraklaştırılmış ve sembolleştirilmiştir. Türk Milletinin üstlendiği tarihi misyon Türk bayrağında yaşamakta, yaşatılmaktadır.

    Türk Bayrağı, Türk Milletinin, dininin, inancının, Allah ve Peygamber sevgisinin, birlik ve beraberliğinin, bütünlüğünün, dirliğinin, düzenliğinin, gücünün, kuvvetinin, istiklalinin, bağımsızlığının, hürriyetinin, özgürlüğünün, özgünlüğünün, istikbalinin, kıyamete kadar hür ve bağımsız yaşama ve var olma iradesinin sembolü ve teminatıdır. Onun nazlı nazlı salınışı bize boş hayaller ve amaçlar uğruna anlamsız maceralar peşinde koşup sürüklenmekten vaz geçme, ona rengini veren şehitlerimizin tertemiz kanları üzerindeki ay yıldızın temsil ettiği anlamlar, değerler ve idealler uğruna daha önce batmış güneşlerimizi hatırlama ve onlara layık evlatlar olma çağrısıdır.

Taşıdığı ve sembolize ettiği kutsal değerler ve anlamlar itibariyle Milletimiz her zaman şanlı bayrağına en yüce değeri ve önemi vermiştir. Bayrağı kutsal bir değer olarak hep yükseklerde tutmak, yüksek yerlere dikmek, gönderlere, evlerin çatılarına, camilerin kubbelerine minarelerine asmak, evlerin en mutena köşelerinde, örneğin Kur’an-ı Kerim’in asılı olduğu yerin hemen altında göz önünde bulundurmak, onu hep temiz ve bakımlı halde tutmak, göğüslerde, kalbin üzerinde taşımak, belden aşağıda tutmamak, asla yere düşürmemek, eskimiş yırtılmış parçalarını bile yere, ayakaltına atmamak gibi milletimizin bayrağına karşı sayılamayacak kadar çok sevgi ve saygı davranışları vardır. Bayrağı sevmek, saymak ve bunu her vesileyle göstermek her Müslüman Türk’ün dini ve milli bir görevi, yükümlülüğü, namus ve şeref borcu kabul edilir. Türk Bayrağının taşıdığı kutsal semboller itibariyle her Müslüman Türk için, bayrağını sevmek ve saymak, Allah’ı, Peygamberi, dinini, devletini, milletini, vatanını, bağımsızlığını sevmekle ve saymakla aynı anlama gelir. Bayrağa saygısızlık ve hakaret her zaman için onu yapanın dinsizliğine, ahlaksızlığına, hainliğine, alçaklığına, onursuzluğuna ve şerefsizliğine, din, iman, Allah ve Peygamber düşmanı olduğuna yeterli delil sayılır.

Milletlerin bağımsızlık ve egemenlik sembolü olan bayrak, rengiyle ve üzerindeki işaretlerle her millet için çok farklı ve önemli anlamlar ifade eder. Türk Bayrağının da renginden üzerindeki sembollere ve işaretlere kadar Türk Milletinin gönlünde çok farklı, çok güzel, çok ilginç ve çok önemli anlamları vardır.

Türk bayrağının rengi herhangi bir kırmızı renk değildir. Türk Bayrağı, rengini Allah yolunda, İlâ-i Kelimetullah davası uğrunda seve seve kanlarını akıtmış, canlarını feda etmiş aziz şehitlerimizin al kanlarından alan al renkli bir bayraktır. Türk Milleti ‘kırmızı kan’ demediği, “al kan” dediği gibi, bayrağının rengi için de ‘kırmızı bayrak’ degil, ‘al bayrak’ der. Türkçede birisini yermek, aşağılamak anlamında “karalamak” tabiri kullanıldığı gibi, yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, “allamak” ifadesi kullanılır. Bugün dilimizde kullanılan “allamak pullamak” sözü de aynı anlamı ifade eder.

Türk bayrağındaki hilal ve yıldız da durup dururken gökteki aydan ve yıldızlardan esinlenilerek alınmış basit semboller değildir. Eğer öyle olsaydı, ayın en zayıf ve en az ışık verdiği hali olan hilalin değil, en parlak ve gösterişli hali olan dolunayın sembol alınması gerekirdi. Hatta bizim bayrağımızdaki hilal ve yıldız gökteki şekillerine de çok benzemezler. Dolayısıyla Türk Bayrağındaki hilal ve yıldız, gökteki şekillerden aynen kopya edilmemiş, sadece ifade ettikleri derin anlamlar yüzünden tercih edilmişlerdir.

Ay yıldızlı, al bayrağımızın doğuşu ile ilgili bir takım menkıbeler, rivayetler anlatılır. Bunlar içerisinde en yaygın olanı, Kosova Savaşında şehit düşen Mehmetçiklerimizin kanlarının gölleştiği bir alana gökteki ay ve yıldızın yansıması şeklindeki rivayettir. Rengini İlâ-i Kelimetullah (Allah kelimesini, davasını yüceltme) yolunda seve seve kanını akıtmış, canını feda etmiş, ölümsüzlüğü tatmış şehitlerimizin mübarek kanından alan şanlı bayrağımızın ilhamını da Kosova Meydan Savaşından sonraki gece bu ovada göllenmiş şehitlerimizin tertemiz kanları üzerine gökyüzünden yansıyan hilal ve koynundaki yıldızdan aldığına dair rivayette esas dikkat çekici olan husus, Türk Bayrağı’nın oluşumunda bile Balkanların yerinin bu kadar önemli ve değerli olmasıdır.

İslam inancında en çok anılması, hatırlanması, hiç akıldan çıkarılmaması gereken varlık Allah’tır. Türkler, bazılarınca aşırı bulunabilecek saygılarından ve dini hassasiyetlerinden dolayı, Allah İsm-i Celîlini ve Hazreti Peygamberin şerefli ismini öyle her olur olmaz yerde lafzen açıkça anmayı, her olur olmaz yere de harflerle kazıyıp yazmayı pek uygun görmediler. Bunun yerine onlara her yerde ve her zaman Allah’ı ve peygamberini hatırlatacak, akıllarından ve gönüllerinden çıkarmamalarını, içten içe hep anmalarını sağlayacak semboller, remizler, işaretler kullanmayı tercih ettiler. Örneğin çiçeklerden sembol olarak rengi, güzelliği ve kokusuyla onlara Efendiler Efendisi Hazreti Muhammed’i hatırlattığı için gülü Hazreti Peygamber için, Allah kelimesiyle aynı harflerle yazıldığı için de laleyi Allah’ı hatırlamalarını ve anmalarını sağlayan bir sembol olarak benimsediler. Aynı şekilde hilali de Allah’ı hatırlatan, bir sembol olarak kullandılar. Çünkü Allah Lafza-i celalindeki harflerin (elif, lam, lam, he) aynısı lâle ve hilalde de vardır. Ebced hesabına göre de her üç kelimenin toplamı 66 sayısını vermektedir. Bu durum hilal ve laleye Türk İslam edebiyatında, sanatında, kültüründe, tasavvufta, inanç ve düşünce sisteminde çok ayrı bir yer, anlam, değer ve hatta kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur.

Allâh, lâle ve hilâl kelimelerinin noktasız harfler olan ‘elif’, ‘lam’ ve ‘he’ harfleriyle yazılmasından dolayı, bunlar “cevâhir-i hurûf” yani lekesiz harfler olarak isimlendirilmişlerdir. Lâle, edebiyatımızda lekesiz aşkın sembolü olmuş, yaprakları lekesiz, beneksiz yani kusursuz olan lâleler ‘âlâ’, yapraklarının üzerinde nokta veya leke bulunan lâleler de eksik veya kusurlu sayılmışlardır.

Taşıdıkları anlamlara daha fazla anlamlar katabilmek, çok daha farklı şeyler ifade edebilmek için lale ve hilal motifleri çok değişik yerlerde, değişik tarzlarda ve şekillerde de kullanılmıştır. Bunların en ilginçlerinden ve en meşhurlarından biri de Edirne Selimiye Camii’ndeki ters lâle motifidir. Lâlenin bizim mukaddesatımıza ve camilerimizin içlerine kadar bir ‘sembol’ olarak girdiğini belirten Cevat Rüştü, buradaki lalenin ‘Hilal’ (dolayısıyla Allah) lafzını daha iyi ifade edebilmek için ters olarak nakşedildiği görüşündedir. (N. Hikmet POLAT, Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüstü’den Bir Güldeste İstanbul 2001, s. 91.). Bazıları da sayı değeri 66 olan lale kelimesinin, ‘Hilal’ kelimesi ve ‘Allah’ lafzıyla aynı harflerle yazılmasından dolayı, buradaki lâlenin ters oluşunu, hem ‘Allah’ı terk ederseniz batarsınız!’, hem de “Hilâli (bayrağı) düşürürsenizbatarsınız!” seklinde yorumlamışlardır. ( İsmail YAKIT, Türk İslam Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düsürme, İstanbul 2003, s. 44.)

Mimar Sinan’ın bu ters lale motifini başka yerdeki başka bir eserinde değil de, İstanbul’dan önce çok uzun yıllar Osmanlı Devletinin başkentliğini yapmış, fethedildiği 1361’den 1829 yılına kadar hiç işgal yüzü görmemiş, ancak o tarihten sonra iki defa Rus ve bir defa da Bulgar işgaliyle üç defa (1829, 1878, 1913) elimizden çıkmış, tekrar güç bela geri alınabilmiş, şimdi artık serhat şehrimiz olmuş bir şehrimizdeki ‘Ustalık eserim!’ dediği en muhteşem eserinde kullanması çok anlamlı ve dikkat çekici bir durumdur.

Lale Devri şairlerinden İzzet Ali Paşa laleye niçin bu kadar değer ve önem verildiğini bir beytinde şöyle açıklıyor:

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkâ lâle!
Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle!

(Eğer lâle, Celâl sahibi olan Allah’ın adının harflerini taşımasaydı, elbette bu kadar yüce bir değer ve mertebe de bulamazdı!)

Bazı yörelerimizde halk arasında hala kullanılan “İşi 66 ya bağlamak” sözü eskiden ‘Bir işi Allah’a havale etmek’ anlamında kullanılıyordu, ancak ne yazık ki günümüzde bu ifade de gerçek anlamından saptırılarak daha çok ‘Bir işi oldubittiye getirmek’ anlamında kullanılmaktadır.

Türklerde bu sembollerin kullanım yerleri arasında da bir farklılığın olduğunu görüyoruz. Örneğin cami gibi, minare gibi, bayrak gibi İslama ve millete şiar olmuş yerlerde, minarelerde, kubbelerde, hilal kullanılırken, dini ve milli açıdan daha az önemli ve daha basit görülen yerlerde ve işlerde, saray, bina, kumaş, duvar süslemelerinde lale motifi kullanılması tercih edilmiştir.

Türk Milleti, Allah İsm-i Celiline saygılarından, dini hassasiyetlerinden dolayı bu mübarek ismi milli bayraklarının üzerine harflerle yazmak yerine O’nu hatırlatacak hilali bir sembol, bir remz, bir işaret olarak kullanmayı tercih ettiler. Türk edebiyatında, tasavvufta, Türklerin İslam inancında ve tasavvurunda Allah (C.C.) adı lale ile Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (S.A.V.) adı da gül ile sembolize edilmiştir.

Hilaldekinden daha farklı bir mantıkla beş köşeli yıldız, şeklini doğrudan doğruya “Muhammed” kelimesinin Arapça stilize yazılış tarzından almıştır. Arapça Muhammed yazısının “mim”i yıldızın birinci köşesini, “ha” harfinin dirseği ikinci köşesini, “mim” in kıvrımı üçüncü köşesini, “dal” harfinin alt ve üst kanatları da dördüncü ve beşinci köşelerini teşkil etmektedir. Beş köşeli yıldız, ayrıca İslam’ın beş şartına da işaret etmektedir. Bu tür remzlere, sembollere bizim kültürümüzde mimariden süsleme sanatlarına kadar her yerde bol bol rastlanır. İstanbul’u fethetmek ve onu fethedenler hakkındaki Peygamber övgüsüne layık olabilmek için çalışmalara başlayan Fatih Sultan Mehmed de İstanbul Boğazına en hâkim yere yaptırdığı beş kuleli Rumeli Hisarı’nı yukarıdan bakıldığında Arap harfleriyle açıkça Muhammed okunabilecek şekilde yaptırmıştı.

Kısacası, Türk Bayrağındaki hilâl Allah Lafza-i Celâlini, hilalin kucağındaki beş köşeli yıldız ise Muhammed ismi şerifini, her ikisi birden Allah ve Peygamber inancını, sevgisini, aşkını ve bağlılığını sembolize eder. Türk bayrağındaki hilâl Allah’ın, yıldız Hz. Muhammed’in, ayın koynundaki yıldız da Kelime-i Tevhid’in yani “LÂİLÂHE İLLALLAH, MUHAMMED’ÜR-RASÛLÜLLAH”ın remzidir. Allah inancı, amentü ile bildirilen imanın şartlarının temeli olduğundan bayrağımızdaki hilalle aslında iman esaslarının hepsi, beş köşeli yıldızla da İslam’ın beş şartı bir remz ve sembol olarak dile getirilir ki, bayraktaki bu iki sembolle, yani ay ve yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.

Bunun alternatifinin Hıristiyanların teslisi yani Tanrı’yı üçlemeyi temsil eden haçları ve haç sembolleriyle dolu bayrakları olduğundan, bunu çok iyi bilen, yaşadıkları acı tecrübelerle de çok iyi öğrenen Balkan Müslümanları Türk Bayrağını ve onun ifade ettiği anlamları ruhlarının ve gönüllerinin derinliklerinde çok iyi hissediyorlar, ona her şeyden çok önem veriyorlar ve canlarından daha aziz biliyorlardı. ‘Haç’ nasıl Hristiyanlığın, Hıristiyanlıktaki teslis inancının ve ehl-i salîbin sembolü olmuşsa; ‘Hilâl’ de tarih boyunca hep İslâm’ın, ve İslam’daki Tevhid inancının ve Müslüman toplumlarının sembolü olagelmiştir. Haçlı seferlerinin diğer adı Hilâl-Salîb (Haç) mücadelesidir ki, Tevhid-Teslis mücadelesi manasındadır. Hilâl’in haça karşı İslamın simgesi, remzi ve sembolü olması, kendilerinin de Hilâl-Salîb, Müslüman-Hıristiyan çatışmasının en ön safında bulunmaları, Hıristiyanlarla sürekli çatışma ve mücadele halinde olmaları yüzünden Balkan Müslümanlarının gözünde ay yıldızlı al bayrak, belki de Anadolu Türklerinden ve Müslümanlarından çok daha büyük anlamlar ifade ediyordu.

Aynı bayrak sevgisini, aynı anlayışı, aynı duygu ve düşünceleri, kendisi de Balkan kökenli bir Müslüman olan İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’da da görürüz. Akif:

Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?!

Veya:

Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal!

derken, çoğu kimselerin zannettiği gibi, gerçekte onun burada hitap ettiği ne bayrağın üzerindeki veya gök yüzündeki hilaldir, ne de kahraman ırktan maksadı şu veya bu etnik gruptur. Burada yalvarıp yakarılan, tazarru ve niyazda bulunulan, saygımızdan ötürü ismini bayrağımızın üzerine yazıyla yazmak yerine hilalle sembolize ettiğimiz Yüceler Yücesi Allah’tır. Yani şair demek istemektedir ki: ‘Ey Yüce ismini hep gönlümüzde taşıdığımız ve bayrağımıza alem yaptığımız Yüce Rabbimiz! Milyonlarca şehidimiz gibi hepimizin kanı Senin yoluna feda olsun! Yine kendi hatalarımız, kusurlarımız, günahlarımız yüzünden başımıza gelen bunca acılardan felaketlerden, musibetlerden bizleri artık kurtar! Bize artık Celal sıfatınla değil de Cemal sıfatınla tecelli et! Bize acı, rahmet ve merhamet et! Bunca acılarımızdan, feryatlarımızdan, ağlamalarımızdan sonra artık yüzümüzü güldür! Bizi nimetlerine, lütuflarına, keremlerine layık hale getir!’

Nitekim aynı Akif’in:

Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli!

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli!

mısralarıyla niyazına, duasına, dilek ve temennilerine daha fazla açıklık getirmektedir.

Bir Hilâl uğruna Ya Rab, ne Güneşler batıyor!

Mısraından da kolayca yolunda ve uğrunda ölünenin gerçekte hilal kelimesiyle sembolize edilen Allah olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.

Türk milleti dinine, diyanetine, bayrağına, ırz ve namusuna bağlı bir millettir. Ezandaki Kelime-i Şehadetler ve Kelime-i Tevhid gibi bayrağımız üzerindeki hilal ve yıldızla sembolleştirilen Kelime-i Tevhid de İslam dininin temelidir. Bu Millet, bu kutsal değerlere bağlı ve saygılı olmayı, onları yüceltmeyi ve yükseltmeyi, Türklüğün ve Müslümanlığın şiarlarından olan Ezan-ı Muhammediyi ve şanlı bayrağımızı hep yücelerde, yükseklerde, hür ve bağımsız tutmayı, bunun için olağanüstü bir cehd ve gayretle çalışmayı, bunlar uğrunda mücadele ve mücahede etmeyi, gerektiğinde kanı canı pahasına savaşmayı varlık sebebi ve en büyük görevi bilmiştir. Mabedine, ezanına, bayrağına hiçbir namâhrem elinin ve dilinin uzanmasına, bunlara en ufak bir saygısızlıkta bulunulmasına hiçbir Türk ve Müslüman asla razı olamaz, tahammül edemez.

Bayrağın ve sancağın İslam’da da çok büyük bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), hicret yürüyüşü de dâhil, katıldığı bütün sa­vaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak ve sancak kullanmış­tır (Buhârî, Cihâd, 119; Fedâü, 9). İslâm ordusunun ilk bayraktarı olarak Mus’ab b. Umeyr’i tayin etmiş (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1068) Bedir ve Uhud savaşlarında bayraktarlık yapan Mus’ab, Uhud’da şehid düşmüştü (İbn Seyyidi’n-Nâs, Ebu’1-Feth Muhammed, Uyûnu’l-Eser, Beyrut, 1974, II, 27).

Akif’in ‘Kahraman ırkım!’, ‘Hakk’ka tapan millet!’ sözlerinde de ırk ve etnik köken vurgusu yoktur. Mehmet Akif gibi ırkçılık düşmanı olan, böyle bir şeyin İslamda yeri olmadığını savunan birinin ırkçı söylemleri olması düşünülemez. Burada vurgu yapılan şey de Türk Milletinin İslamla kemal bulduğu, İslamiyetin Türk Milleti için kan bağından daha ileri ve önemli bir bağ olduğuna işaret edilmektedir.

Mehmet Akif bütün Müslümanları kendisiyle beraber aynı ırktan yani Türk sayar. Çünkü onun anladığı Türklük Arnavut veya başka bir etnik kökenden veya ırktan olmasına engel değildir. Arnavut olmasının yanında Türk olmasına hiçbir mani yoktur. Türklük tarihte hiçbir zaman dar anlamda tek bir etnik kimliğin adı olmamış, kendisini o dairede hisseden ve görmek isteyen herkes için her zaman kapsayıcı ve kuşatıcı olmuştur.

Hazreti Peygamber düşman üzerine ordu gönderirken, ordu kumandanına mutlaka kendi elleriyle bayrak veya sancak teslim ederdi. Onları asla bayraksız ve sancaksız savaşa göndermezdi. Müslümanlar da bu bayrağı yere düşürmemek, hep yüksekte tutmak için her şeylerini feda etmekten çekinmezlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Bizans’a karşı da Zeyd b. Harise kumandasında bir ordu hazırlamış ve ona kendi eliyle beyaz bir sancak teslim etmişti. İki ordu Mute’de karşı karşıya geldiler. 3000 kişilik İslam ordusunun karşısına 100 000’in üzerindeki sayısıyla tam teçhizatlı Bizans ordusu çıkmıştı. Fakat Müslümanlar yine de savaşa girmekten çekinmediler. Peygamber Efendimiz yüzlerce kilometre uzaktan savaş alanında olup bitenleri, çarpışmanın safahatını, sanki gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına ashabına teessür içinde teker teker anlattı. Peygamber Efendimizin olayları sancak etrafında anlatması da oldukça manidardır: “Zeyd b. Harise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Ravaha aldı. O da şehid oldu! Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz!” Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti: “Abdullah b. Ravaha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harb kızıştı! Allah’ım, sen ona yardım et!”

Zeyd b. Harise şehid olduğunda Hz. Peygamberin talimatı gereğince hemen Cafer b. Ebi Talib sancağı yere düşürmeden almış, savaşta sağ elini kaybedince sancağı sol eline almış, sol eli de kesilince sancağa kollarının kalan kısmı ve vücuduyla sarılarak yere düşürmeden yeni sahibi Abdullah b. Revaha’ya teslim edip şehid olmuştu. Şehid olduğunda henüz 41 yaşında olan Cafer’in vücudunda, 90’dan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası vardı. Abdullah b. Revaha da şehid olunca, Ebû’l Yeser Ka’b b. Umeyr Peygamberin sancağını yeri düşürmeden eline almış götürüp Sabit b. Akrem’e vermişti. Bu sahabe de sancağı alır almaz ordunun önüne koştu ve sancağı yere dikerek Müslümanları onun etrafında toplanmaya çağırdı. Mücâhidlerin her biri bir taraftan gelerek Peygamberin verdiği sancağın tarafında toplandılar. Kendilerine kumandan olarak Halid b. Velid’i seçtiler. Müslümanlar bu savaştan zaferle döndüler.

Onlar Resuller Resulünün teslim ettiği ve İslâm’ın izzetini, onurunu ve şerefini temsil eden mübarek ve şanlı sancağı yere düşürmemek için bu kadar büyük cehd ve gayret gösteriyorlardı.

Asırlardır milletimizin başındaki en büyük felaketlerinden biri olan ve bütün dert ve sıkıntılarımızın temel nedenini teşkil eden, aydın ve yönetici yabancılaşması zaman zaman emarelerini şanlı bayrağımızın değerini, önemini, anlamın kavrayamama, takdir edememe, hatta onu bozup değiştirmeye kalkışma şeklinde de göstermiştir. “Batıcılık” diye adlandırılan sonsuz Batı hayranlığının Tanzimat’tan sonraki ilk ve en tanınmış temsilcilerinden biri olan Mithat Paşa, Türk bayrağını bozmaya kalkışma faciâsını çok matah bir iş yapmış gibi bizzat kendi kaleminden öğüne öğüne anlatmaktan çekinmemiştir.

O dönemde Bosna-Hersek meselesi yüzünden Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Andrassy, bir beyannâme neşretmiş ve bu beyannamede mecâzî bir ifadeyle hilâl ile sâlibin asla bir bayrakta birleşemeyeceğinden söz etmişti. Güya bu iddiayı çürütmek ve yalanlamak için Mithat Paşa, hemen Türk bayrağına bir Haç ilâve edivermişti. Mithat Paşa, 1325’te neşrolunan Hatırâtının “Tabsıra-i İbret” ismindeki birinci cildinin 181’inci sayfasında, sanki çok büyük, saygın ve takdire değer bir iş yapmış gibi bu müthiş ve unutulmaz davranışını, kendisinden üçüncü şahıs gibi saygıyla ve takdirle bahsederek şöyle anlatıyor:

“Mithat Paşa sırf bu davayı yalanlamış olmak ve uygulamasını göstermek için Hıristiyan bir tabur gönüllü asker oluşturarak ve sancaklarında Ay-yıldız’ın yanına bir de Salîb ekleyerek sözü geçen taburu, İstanbul’da herkese gösterdikten sonra Niş askeri tümenine göndermiştir.”

Bulgarları isyandan vaz geçirmek için çok geniş yetkilerle Tuna vilayetinin başına getirilen Midhat Paşa, bölgeye birçok hizmetler götürdü. Hatta Hıristiyanlara yaranmak için Ay-yıldızlı Türk bayrağına bir de Haç ilave etti. Bulgarlara çok güvenen Midhat Paşa’nın ısrarlı teklifleri üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş açtı (20 Nisan 1877). Fakat Mithat Paşa’nın çok güvendiği ve onları memnun etmek için Türk Bayrağına Haç ilave ettiği Bulgarlar hemen ilk fırsatta Rus ordusuna katıldılar, Türklere ve Müslümanlara karşı tedhiş hareketlerine giriştiler.

Tarih boyunca bu bayrağın yerine başka bayraklar arayanlar, ona bir bez parçası gözüyle bakanlar, haç ilave etmek isteyenler, tamamen ortadan kaldırmak isteyenler ne yazık ki çıkmıştır ama bu millet canı pahasına bunlara razı olmamış, nicelerini tarihe gömmüş, nice müstevlileri denize dökmüştür.

BALKAN MÜSLÜMANLARININ ÖRGÜTLENME ÇABALARI

Balkan Müslümanları, Balkanlarda Müslümanlığın ve Türklüğün devamı için yürütülen mücadelenin bireysel değil, örgütlü bir mücadele olması gerektiğini de çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de en başından beri siyasi, sosyal, dini içerikli, yöresel, bölgesel, ülkesel çapta faaliyet gösteren çok sayıda örgüt, dernek, vakıf türü teşkilatlar kurmuşlardır. Daha 1906’da kurulan ‘Müslüman Uluslar Örgütü’, 1919 yılında Mehmet Spaho’nun önderliğinde kurulan ‘Yugoslav Müslümanlar Örgütü’ gibi siyasi teşkilatlar, hocaların ve din adamlarının önderlik ettiği ‘El-Hidaye’ adlı birlik, bu birliğin faaliyetlerini yeterli bulmayan Müslüman gençler tarafından kurulan “Mladi Müslümani” (Genç Müslümanlar) adlı teşkilat, ‘Gayret’ (Müslüman Sırpların), ‘Norodna Uzdanica’ (Müslüman Hırvatların), ‘Preporod’ vb gibi eğitim ve kültür dernekleri, Prizren`deki Türk gençlerinin oluşturdukları ‘Genç Türkler’, Üsküp ve Köprülü şehirleri başta olmak üzere Makedonya`daki Müslüman Türk gençlerinin kurdukları ‘Yücel’ adlı teşkilatlar bunlardan birkaçıydı.

‘El-Hidâye’ İslami kimliğin korunması için mücaele veren, genelde hocaların, imamların, din adamlarının önderliğinde faaliyet gösteren ağırbaşlı bir cemiyetti. Bu cemiyetin çatısı, koruması ve gölgesi altında faaliyet gösteren Müslüman gençler, başında o zamanın tanınmış âlimlerinden Mehmed Efendi Hadziç’in bulunduğu bu ağırbaşlı cemiyeti beğenmemeye, faaliyetlerini yeterli bulmamaya başladılar. Dünyada ve İslam aleminde olup bitenlerden, değişik fikir akımlarından, ideolojilerden etkilenen gençlerle bu cemiyetin önde gelenleri arasında gittikçe artan ve büyüyen ihtilaflar, anlaşmazlıklar, uyumsuzluklar baş göstermeye başladı. Gençler bu cemiyetin liderliğini yapan din adamlarını, ufukları, vizyonları, dünya görüşleri, fikir ve düşünce kapasiteleri çok sığ, sınırlı, dar buluyorlardı. Onları İslamın özüne inememekler, hep kabukta kalmakla, özü bir tarafa bırakıp çok biçimle, şekille, esas konuları ve sorunları görmezden gelip ya da bir tarafa bırakıp, detayla, teferruatla uğraşmakla, İslamın belli ritüellerinin, namaz, oruç, hac gibi şekli ibadetlerin, kılık, kıyafet gibi dışsal formlarının dışına çıkamamakla, çağın, zamanın sorunlarına, problemlerine İslami bakış açısının getirebileceği çözüm ve çareleri bulup ortaya koyamamakla suçluyorlardı. Dünyanın durumu, genel gidişatı, asırlardan beri Müslümanların başına gelen felaketler, bela ve musibetler, bunların sebepleri, İslamın özü, ruhu, geliş amacı, dünyaya vermek istediği düzen, nizam gibi konular üzerinde hiç düşünmüyorlardı. Öte yandan, elin adamları dünyayı kendi görüş ve düşünceleri, çıkarları doğrultusunda değiştirmek, yeniden şekillendirmek, yapılandırmak, eskisini yıkıp yeni bir düzen, sistem, rejim, nizam kurmak için asırlardan beri harıl harıl çalışıyorlardı. Onlar kendi amaçları ve arayışları doğrultusunda siyasi, sosyal, ekonomik, felsefi vb değişik alanlarda sürekli yeni ideolojiler, fikir akımları, görüşler, düşünceler ortaya atıp geliştirirken, bunlarla bütün dünyayı hatta bu arada İslam dünyasını da kasıp kavururken, Müslümanlar bu alanda ilim ve fikir adamı yetiştirmeyi ihma ediyorlar, âlim, hoca, şeyh geçinen mevcutlar da bütün bu olup bitenlere karşı tamamen kayıtsız, ilgisiz ve vurdumduymaz bir tavır takınıyorlardı. Sanki dünyayla, hayatla, dünya gerçekleriyle hiçbir bağları yokmuş, bunlar çok önemsiz şeylermiş gibi davranıyorlar, doğru dürüst hiçbir görüş, düşünce, yorum geliştiremiyorlardı. Müslüman ülkelerin neredeyse tamamı, yabancıların fiili, askeri veya fikri, siyasi, düşünsel işgali, hakimiyeti veya hegemonyası altındaydı. Gençlere göre, din adamlarının bu tutum ve davranışlar da, her alanda dünyaya örnek ve lider olması gereken İslam dünyasının içler acısı hali de, bir Müslüman için asla kabul edilebilir bir durum değildi. Bu durum onları çok derinden etkiliyor ve üzüyordu. Bir an önce bunun sebeplerinin, çare ve çözümlerinin araştırılması, bulunması ve uygulanması gerektiğine inanıyorlardı. Şimdiye kadar okullarda, mektep ve medreselerde kendilerine öğretilen, belletilen din anlayışından hoşnut değillerdi. Bir an önce daha farklı, daha değişik, daha yararlı, dünyaya ve dünyada olup bitenlere daha ilgili, daha dikkatli, daha duyarlı bakabilen, bunlara İslamın ışığında, onun özüne, ruhuna, temel değerlerine, kuram ve kurallarına uygun açıklamalar, yorumlar getirebilen, sorunların üstünü örtmek, bunları görmezden gelmek yerine onları vaktinde görüp, tespit ve teşhis edebilecek, en iyi ve en doğru çözümleri, çareleri üretip uygulayabilecek Müslümanlar yetiştiren bir din ve İslam anlayışına geçilmesinden yanaydılar.

Milliyetçilik rüzgârlarının da etkisiyle, yurt ve bayrak sahibi olma arzusuyla yanıp tutuşan bazı gençler de, özellikle yaşlı din adamlarının ve hocaların aşırı tedbirli ve durumu idare etmeye yönelik fikir ve düşünceleriyle bir yere varılamayacağını, yeniden diriliş için gerekli radikal adımların atılamayacağını öne sürüyorlar, bu cemiyeti ve yöneticilerini pasiflikle ve uyuşuklukla suçluyorlardı.

İçlerinde o zamanlar daha 16 yaşlarında olan Aliya İzzetbegoviç’in de bulunduğu bazı Müslüman gençler, 1939 yılında Tarık Müftiç liderliğinde “Mladi Müslümani” (Genç Müslümanlar Teşkilatı)’nı kurdular. Genç Müslümanlar Örgütü kurulduktan kısa bir süre sonra özellikle lise ve üniversite gençliği arasında büyük ilgi gördü ve hızla yayıldı. Örgütün her yerde sempatizanları vardı. Genç Müslümanlar Teşkilatı, resmen tescil edilmemiş olmakla beraber, kurulduğu günden itibaren Bosnalı Müslümanların mücadelesinde önemli roller üstlenmiştir. Anti-faşist ve anti-komünist bir teşkilat olduğunu ilan eden Mladi Muslimani, II. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında aşırı milliyetçi Sırp Çetnik’lere, Hırvat Ustaşa’lara, savaş sonrasında Komünist Partizanlara, son Bosna Savaşında da Sırplara ve Hırvatlara karşı inançlı, kararlı ve yiğitçe mücadelesini sonuna kadar sürdürdü.

O günün dünyasında Hitler’in ve Stalin’in şahsında somutlaşmış olan faşizm ve komünizm, Batının eski düzenini vahşi ve insanlık dışı bir düzen olarak niteliyor, kendisinin onun alternatifi olduğunu, onu yıkmak ve değiştirmek amacıyla ortaya çıktığını iddia ediyordu. Genel geçer iki dünya görüşü ve düzeni olarak karakterize edilen ve dünyaya sunulan bu ideolojiler, sadece teoride kalmamışlar, pek çok ülkede iktidarı da ele geçirerek, pratik hayattu uygulamaya da konulmuşlardı. Genç Müslümanlar ise, kendilerini anti-komünist ve anti-faşist olarak tanımlıyorlar, bu iki görüşten ayrı ve farklı İslami bir bakış açısıyla dünyanın bütün sorunlarına ve dertlerine çözüm bulunabileceğini öne sürüyorlardı. Yaşanan tecrübeler faşizm ve komünizmin çare olamayacaklarını, her ikisinin de birer yanılsamadan ibaret olduklarını çok geçmeden bütün gerçekliğiyle ortaya koymuş, bunlardan da aradığını bulamayan sözde eski dünya, kendisini yeni duruma uydurarak, değiştirerek ve yeni sorunlarıyla yaşamaya çalışmak zorunda kalmıştır.

Ancak zaman, ne kadar haklı ve doğru görüşler için olsa bile, Müslümanların birbirleriyle uğraşma, çekişip, çatışma zamanı değil, her türlü fikir ayrılığını bir kenara bırakarak onları yok etmek isteyen ortak düşmanlarına karşı güçlerini birleştirme zamanıydı. Sonunda onlar da öyle yaptılar. Aralarındaki fikir ayrılıklarına rağmen Genç Müslümanlar Teşkilatı, El-Hidaye ile birbirleriyle çekişmeye ve çatışmamak, onların gençlik örgütü gibi faaliyet göstermek konusunda anlaşmaya vardılar. Fakat Aliya İzzetbegoviç gibi bazı gençler bu anlaşmadan pek hoşnut olmadılar, pek çok konuda hocalarla mutabık kalamadıkları için giderek pasifleşmeyi tercih edenler oldu. Onlara göre, hocalık, şeyhlik gibi ayrı bir toplumsal sınıf ve rütbe olmaması gerekiyordu. Üstelik onların İslam anlayışları, İslamın ve Müslümanların hem özde, hem sözde, hem içte, hem de dışta gelişimine set çeken en büyük engellerden birini oluşturuyordu.

Balkan Müslümanlarının varlık ve beka mücadelesinde Şuayb Aziz Efendi tarafından kurulmuş olan, Yücel Teşkilatı’nın da önemli bir yeri vardır. Şuayb Aziz Efendi, çok zeki, akıllı, okuyan, düşünen, inançlı, eylem, aksiyon, ufuk ve vizyon sahibi bir gençti. Üsküp’teki medrese eğitimini tamamladıktan sonra 1930 yılında Mısır’a gitmiş, Ezher Üniversitesi’nde Fıkıh, Kelam, Tasavvuf ve Felsefe okumuş, üniversiteyi ikincilik derecesiyle bitirmişti. Mısır’daki tahsilini bitirdikten sonra dönüşte Türkiye’ye uğramış, Ankara’da bir Üniversitede öğretim üyeliği yapmak için girişimlerde bulunmuş ve talebi de kabul edilmişti. Göreve başlama hazırlıklarını yürütürken, ailesini almak üzere Üsküp’e gelmişti. Ancak bu arada savaş çıkınca, sınırlar kapatılmış, Türkiye’ye dönememişti. Üsküp’te kendisine bazı devlet görevleri de teklif edildi. Ancak bu görevlerin vermeyi düşündüğü mücadeleye engel olabileceğini düşünerek bunları kabul etmedi. Kayın pederi ile beraber çiftçilik yaparak geçimini sağlamayı tercih etti. Şuayb Aziz Efendi, üstün ahlak ve faziletiyle, sağlam karakteriyle, mücadele azmiyle herkesin çok sevip, saydığı, inandığı dava uğrunda çok güzel ve örnek bir mücadele vermiş dosdoğru, yiğit ve mert bir dava ve aksiyon adımıydı. Hayatı boyunca davası uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, hiçbir zorluktan yılmamış, hiç kimseye ve hiçbir zorluğa boynun büküp baş eğmemiş, hiçbir menfaat için kırılıp dökülmemiş, eğilip bükülmemiş, hayatını merdane ve yiğitçe yaşamış, sonunda da şahadet şerbetini içme şerefine ermişti.

Şuayb Aziz Efendi ve Yücel Teşkilatı, hem İkinci Dünya Savaşı sırasında, hem de bu savaşın öncesinde ve sonrasında Müslümanların birlik, beraberliklerini, varlık ve dirliklerini sürdürebilmeleri yönünde önemli hizmetlerde bulundu. Ancak gittikçe genişleyen, büyüyen ve daha görünür hale gelen teşkilatın faaliyetleri savaştan sonra Komünistlerin dikkatini daha çok çekmeye ve onları endişelendirmeye başladı. Gelişmeleri rejim için tehlike gören ve rahatsız edici bulan komünist Tito rejimi, Yücelcileri tutuklama kararı aldı. 19 Eylül 1947 tarihinde başlayan tutuklama furyasında çok sayıda önde gelen Türk ve Müslüman aydın tutuklandı. Tutuklulara akıl almaz işkenceler yapıldı. 19 Ocak 1948 tarihinde başlayan göstermelik duruşmalar ve yargılamalar sonucunda, Şuayb Aziz Efendi ve üç arkadaşının idamlarına ve mallarının müsaderesine, onüç kişinin de toplam 195 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmalarına karar verildi. İdam cezasına çarptırılan Şuayb Aziz Efendi ve üç arkadaşı, 27 Şubat 1948 sabahı, tutuklu bulundukları İdrisova Hapishanesi’nden bir kamyona bindirilerek Suşitsa Köyü’ne götürüldüler. Köyün girişinde bir kayanın önünde kurşuna dizildiler ve şahadet mertebesine ulaştılar.

Şuayb Aziz Efendi’nin ve arkadaşlarının idamından sonra da tutuklamalar, hapis ve sürgün cezaları devam etti. Mayıs 1948’deki tutuklamalar sonrasında 29 kişi, 1948 sonlarına doğru gerçekleşen tutuklamalar sonrasında da 18 kişi çeşitli cezalara çarptırıldı.

Yugoslavya’nın, Milletlerarası Komünistler Birliği’nden (Köminform) ayrılmasının ardından, 29 Kasım 1950 tarihinde çıkarılan bir afla bütün siyasi mahkûmların cezalarında yedişer yıllık bir indirim yapıldı.

Kâfirle müminin birbirine benzerliği sadece ten ve beden bakımındandır. Bedenlerse, ağzı kapalı testilere benzerler. Önemli olan testinin şekli ve dış görünüşü değil, için de ne olduğudur. Esas bakılması, önem verilmesi gereken odur. O beden testisinin içi abıhayatla doludur, bu beden testisi ölümcül zehirle doludur. İçindekine bakıp, anlayabilirsen iyilere serdar olusun, dışına bakarsan yolunı azıtır, sapıtır gidersin. Söz de şu bedene benzer. Önemli ve değerli olan o sözün içindeki manadır. Mana sözün içindeki candır, ruhtur. İnsan baş gözüyle daima dış yüzü, bedeni görür, can gözüyle de, manayı, özü, hünerli canı görür.

ANILARDA VE KİTAPLARDA DİRENİŞ

Kaç asırlık Türk yurdu Balkanların kıymetini bilemedik, koruyup elde tutmayı beceremedik. Her zamanki gibi yine gafletimiz ağır bastı, ne devlet, millet, ne de Balkan Müslümanları olarak buraları elde tutabilmek için gereken fedakârlıkları zamanında yapmadık. Zamanında yapılması gereken azıcık fedakârlıklar esirgendiği, basit konularda çok gevşek, pinti, cimri davrandığımız için daha sonra yapılan çok büyük fedakârlıklar bile hiç bir işe yaramadı, ihmallerimiz için ödediğimiz bedeller çok ağır oldu. Hâlbuki Balkanları elde tutabilmek için ne kadar fedakârlık yapılsa azdı ve fazlasıyla değerdi. O güzelim Balkan topraklarından kadar kolay vazgeçmemeli, o paha biçilmez hazineyi bu kadar ucuza, bu kadar bedavaya verilmemeliydik. Fakat ne yazık ki çoğumuz hala neleri kaybettiğimizin, niçin ve nasıl kaybettiğimizin farkında, ayırdında ve bilincinde bile değiliz. Zaten kayıplarımızın en baş sebebi ve kayıplarımızdan da daha acı olanı bu umursamazlığımız ve vurdumduymazlığımız değil midir?

Balkanları kaybedişimizin acılarını derinden derine hisseden, bizzat yaşayan insanlarımızın anıları, hatıraları, gözlemleri, tespitleri herkes için çok ibret verici ve öğreticidir. Yeterli olduklarını iddia edilemese bile yine de bu konuda yazılmış, söylenmiş, anlatılmış çok şeyler vardır. Burada yeri gelmişken bunlardan da birkaç alıntı yapmak yararlı olabilir.

Balkanları kaybedişimizi sıcağı sıcağına yaşayanlardan biri de Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’dir. Onun Tercüman 1001 Temel Eser yayınları arasından çıkmış, Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, Zağra Müftüsünün Hatıraları (1910) adlı eserinde, (Baskıya Hazırlayan: Ertuğrul Düzdağ) çok ilginç bilgiler, tespitler, çok haklı yanmalar, yakınmalar, hayıflanmalar vardır. Onlardan bir iki ibret verici alıntıyla yetinelim:

“Zamanında devletçe gerekli ve yeterli tedbirlerin alınıp uygulanmaması, ilelebed unutulmayacak elim hallerdendir (s. 88).”

“Devlet ve millet hizmetinde kullanılmak üzere istiladan önce bütün kasabada sekiz on beygir bulunamamış iken, Moskof istilasında yedi yüzden fazla binek ve araba hayvanı toplandı. Dosttan esirgenenleri düşman cebren ve kahren aldı. İbret alın ey basiret sahipleri! (s. 96).”

“Rusyanın bu defa beklenenin üstünde hazırlığına karşılık tedbirsiz hareketlerimizle, emir ve kumandaya her bilir bilmezin müdahalesiyle kuvvetli düşman saldırılarına karşı birlikte ve ciddi bir savunma yapamadık. Bu yüzden Tuna’dan İstanbul kapılarına kadar bütün mamur beldelerimiz alt üst oldu, tahrip edildi. Bir milyondan fazla Müslüman ahali öldürüldü ve esir edildi. Üryan ve giryan hicret felaketine uğradı (s. 201 – 202).”

Balkan ve Arnavut kökenli bir Müslüman olan Mehmet Akif 19 Kasım 1920 Cuma günü Kastamonu Nasrullah Camiinde irad ettiği, tarihi belge niteliğindeki meşhur hutbesinde bizim tarih boyunca tefrikadan, fitne ve fesattan, bölücülükten, bölünüp parçalanmaktan, ikilikten, ayrılık, gayrılıktan daha büyük düşmanımızın olmadığını, başka hiçbir düşmanın bizi yenemediğini ve yenemeyeceğini anlattıktan sonra herkese şöyle haykırıyordu:

“Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamanın zamanı geldi de geçiyor. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arkada bir karış toprağımız bile yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı, hicret edecek yer (Anadolu) bulabilmişlerdi. Fakat Allah muhafaza, eğer biz öyle bir duruma düşecek olursak, başımızı sokacak tek delik bulamayız. Bir kısım halkımızın ve aydınlarımızın zannettiğinin aksine, düşmanlarımız bizden sadece herhangi bir ili veya ilçeyi istemiyorlar. Onların bizden istediği, doğrudan doğruya başımız, boynumuz, hayatımız, canımız, devletimiz, dinimiz ve imanımızdır. Bugün düşman bizi ezmek için iki kuvvete sahiptir. Bunlardan birincisi Yunan ordusu, ikincisi ise memleketimizde çıkartmayı başarabildikleri nifak ve bölücülüktür. Zaten bu ikincisi olmazsa birincisinin hiç önemi yoktur. Aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün, Allah’ın yardımıyla memleketimizi ve bağımsızlığımızı kurtaracağımız kesindir.”

Akif’in de işaret ettiği gibi, gerçekten de hepimiz aynı geminin içinde bulunduğumuz, aynı dertlerden, sorunlardan, hastalıklardan muzdarip olduğumuz halde, yine de içimizden bazıları asırlardan beri içinde bulunduğumuz gemiyi delmeye çalışmaktan, bazılarımız sanki kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi seyirci kalmaktan, durmadan birbirimizle uğraşmaktan, didişmekten, birbirimizi yiyip bitirmekten, aşağılamaktan geri kalmıyor. Bir ve beraber yani Türk olmadıkça, Boşnak, Arnavut, Pomak, Torbeş, Patriyot, Tatar, Kürt, Çerkez, Laz, Batı Trakyalı, Bulgaristanlı, Selanikli, Makedonyalı, Kosovalı, Bosnalı, Romanyalı, Alevi, Sünni vb gibi kimliklerimizi ve aidiyetlerimizi de devam ettiremediğimizi ve ettiremeyeceğimizi, zalim ve vahşi düşmanlarımıza yem olmaktan kurtulamayacağımızı şimdiye kadar yeterince anlayamadık, bundan sonra anlayabilmemiz de zor görünüyor, ama bir an önce anlamaktan başka çaremiz de yok. Bizim gerçek düşmanlarımız gayet bellidir ve onların bizi yemek, yok etmek istemelerinde, kurdun kuzuyu yemek istemesi gibi, şaşılacak hiç bir şey yoktur. Ama kurdun kendisini yemek isteyen kuzuya, idam mahkumunun canını alacak celladına aşık olması, onun aşkıyla sevdasıyla yanıp tutuşması gibi
bizim de hala can, din, ırz, millet, vatan, düşmanlarımızı dost bilmemiz, onlara aşık ve sevdalı olmamız gerçekten şaşılacak şeylerdendir. Fakat unutmamalı ki, yine Akif’in belirttiği gibi, biz Balkanları terk ederken elimizde Anadolu vardı. Eğer

Anadolu da gidecek olursa bize kucak açacak başka vatan bulamayız. Onun için bu topraklara sahip çıkmak, Ali Yakub Hocam’ın ‘Bu memlekette tek bir Türk ve Müslüman kalmasa bile ben öyle olmak ve öyle kalmak azim ve kararlılığındayım. Çünkü ben buraya bunun için hicret ettim!’ dediği gibi herkesin, daha çok da Rumelili, Balkanlı, Trakyalıyım diyenlerin boyunlarının borcudur.

Prof. Kemal Karpat Anlatıyor



Bütün dünyanın tanıdığı Rumelili, Balkanlı ve Trakyalı ilim adamlarımızdan

Prof. Dr. Kemal Karpat’ın Emin TANRIYAR tarafından kendisiyle yapılan anı söyleşide anlattığı, 2008 yılında Dağı Delen Irmak adıyla yayınlanan kitapta, Balkanların önemi, Türkiye’de Balkan göçmeni olmanın zorlukları, sıkıntıları, meşakkatleri üzerine anlattıkları da çok ilgi ve dikkat çekicidir.

1923 yılında Romanya’nın Dobruca bölgesinde doğan, 1946’da Türkiye’ye gelerek T.C. vatandaşlığına geçen, TBMM Onur Ödülü sahibi, Wisconsin Üniversitesi emekli öğretim üyesi, Türkiye’de sosyal bilimler denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Kemal KARPAT, Türkiye’de Haydarpaşa Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra ABD’ye gidip New York Üniversitesi’nde doktora yapmış, ABD’nin en önde gelen üniversitelerinde dersler vermiş, kürsü başkanlıkları ve ODTÜ’de hocalık yapmış bir tarihçimizdir. Eserlerine bütün dünyada en çok atıfta bulunulan sosyal bilimcimizdir. Ömrünün kahir ekseriyeti doğduğu yerlerin ve vatandaşı olduğu Türkiye’nin dışında geçmesine rağmen kalbi hep Türkiye için atmıştır.

Kemal Karpat’ın yaşam ilginç yaşam öyküsünün anlatıldığı 622 sayfalık kitabın ilk bölümünde, Türklerin Balkanlardan 200 yıllık ricatlarının acı öyküsü kendi aile ekseninden anlatılır. Memleketi Babadağ’ın önceleri Türkler lehine olan nüfus kompozisyonun nasıl Türkler aleyhine değiştirildiğini, dedesinin zaman zaman Türkiye’ye gidiş gelişlerini, hatta yerleşmek amacıyla Bandırma’dan arazi satın almasını, babasının da Türkiye’ye 7 kez gidip geldiğini, Türkiye’ye göç etmeyi çok istemesine rağmen buna ömrünün yetmediğini ifade eder. Daha sonraki yıllarda Romanya’nın Komünist rejime geçmesiyle daha da mağdur olan Türkler’in Türkiye’ye göçmekten başka çare bulamadıklarını, kendilerinin 1946’da Türkiye’ye göçtüklerini, Babadağ’da şimdi birkaç evin dışında hiçbir Türk’ün kalmadığını belirtir.

  Kitapta aygın ilim adamımızın çocukluk günlerine ait, hiç unutamadığı anılara da yer verilir. Daha 10 yaşlarındayken yolu Babadağ’ın kuzeyindeki Sakça – Tuna yolu mevkiinde, 1855 yılındaki Rus savaşından kalma “Arap Tabya”sı adlı bir Türk tabyasına düşer. Yanındaki Nuri Ağa adlı yaşlı bir Balkan Müslümanıyla buralardan geçerken gece karanlığında ışık saçarak havada dolaşan ateşböceklerinin alevlerini görür. O zamanlar bunların ne olduğunu bilmediği için merak edip yanındaki yaşlı adama sorar. Aldığı ve ömrü boyunca unutamadığı cevabı şöyle anlatır: “Nuri Ağa bana dönerek: ‘Bunlar, Allahın şehitlerimize yaktığı kandillerdir’ dedi. Ben sarsıldım. Hâlâ o his içimdedir. Sıradan bir adamdı Nuri Ağa; halktan biriydi. Orada gelip geçmiş savaşları, ölenleri hatırlatıyor. ‘Ateşböceği’ deyip geçebilirdi ama halk oraya bir anlam yüklemiş: ‘Bizim burada şehitlerimiz yaşıyor.’ Onlar da her vesile ile bunu hatırlatıp yaşatıyorlar. Bunu düşünseniz de bulamazsınız; içinde din de var, mistizm de… Hayal de var, güzellik de var, şairlik de var.” (s.25)

    Kemal Karpat, 12-13 yaşlarında iken de göç konusunda yaşadığı ve hafızasından silinmeyen, bir olayı anlatırken, aynı zamanda muhacirliğin ne hazin bir trajedi olduğunu da gözler önüne serer. 8–10 arabayla Anavatana göç etmek için hazırlanan akraba ve köylülerinin köyden ayrılma sahnesini şöyle tasvir eder:

“Nihayet diğer köylerden arabalar da geldi. Yol kenarına dizildiler. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta köpekler, kediler arabadan indiler. ‘Hadi hazır mısınız? Vatana göçüyoruz, gidelim!’ dediler. Babadağ’da oturan ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca, tam hareket edilecekken, ‘Durun!’ dedi. O zaman ilk defa tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim Hoca’nın geçmişinin ne olduğunu, bilgisinin nereden geldiğini bilmiyorum, fakat orada çok etkileyici bir nutuk çekti: ‘Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle kardeş gibi yaşamışız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz yüzlerce yıl burada yaşamış, hepsi burada gömülü. Bu topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız. Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir rüya varmış bir zaman, rüya bitti, dönüyoruz vatana! Buraları terk ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz!’ Heyecanlanarak devam etti: ‘Gerçi yenildik ama yok olmadık. Şimdi yeni bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz geleceğin kahramanları, hadi çıkarın kalpaklarınızı!’ Rumenler, Bulgarlar toplanmış seyrediyorlar; ‘Hadi kalpaklarınızı çıkarıp bu adamlara selam verin’ diye bitirdi. Kalpak çıkarmak orada hürmet ifadesidir, herkes kalpağını çıkardı ve sonra tekrar taktı. Salim Hoca, ‘Hadi yürüyün artık!’ dedi ve arabalar yavaş yavaş yola koyuldu. Yola koyuldular ama yavaş yavaş, yolda biraz bayır yukarı ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları terk etmek niyetinde değillermiş gibi adımlar ağır ağır, gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı…Yurdundan ayrılmak ne kadar acıymış!… Kim olursa olsun, Allah korusun… Zorla kopar gibi, arabalar gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence’nin yolunu tuttular. Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu. Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir zaman gözümün önünden silinmez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor… Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve yavaş yavaş tozlar içerisinde eridi gitti. Nereye? Anadolu’ya. Sonra akşam hayat dolu o evler kapkaranlık, bomboş kaldı. Baykuşlar geldi hemen, sanki oradan ölü çıkmış gibi acı acı bağırdılar. Bir süre göçmenleri takip eden köpekler bir yerde durup, sılaya, terk ettikleri yere dönüp havlayarak sahiplerini aradılar. Sahipleri ise çoktan Anadolu yolunu tutmuşlardı. Havladılar, havladılar… Kimse onlara kapı açmadı, yemek vermedi. Etraf bomboştu. Ondan sonra geldikleri yola dönerek, giden arabalara ulaşmaya çalıştılar. Bazıları ulaştı, bazıları yolda ölüp kaldı. Yani köpek dahi doğduğu yeri terk etmek istemiyordu (s.44).”

Bu kitapta Rumeli, Balkan, Trakya Türkü olmakla ilgili çok ilginç ve önemli tespitler vardır. Bu kitabın bölümlerinden biri de “Evlad-ı Fâtihân, Evlâd-ı Perîşân Oldu!” başlığını taşıyor. Tek başına bu başlık bile Balkanlarda Türklerin ve Türk ortak kimliğinde ve kategorisinde değerlendirilen bütün Müslümanların 1800’lü yılların başından bugüne kadar yaşadıkları acıları, felaketleri, musibetleri, kıyımları, hak gasplarını, soykırımları, tecavüzleri özetlemeye yeter.

Kemal Karpat; 23 yaşında ailesiyle birlikte ata toprağı Romanya’dan kalkıp, anavatan bildiği Anadolu’ya göç edişlerinin nedenlerini de şöyle anlatıyor: “…Türk olduğum için aşağılık, istenmeyen bir yabancı durumuna düşürülmüştüm. Okullarda Türkler aleyhine kitaplar okutuluyor, bize “işgalci, yağmacı” diyorlar ve biz bunlara cevap veremiyoruz… Türk “kötü, kana susamış” bir insan olarak tasvir ediliyor, damgalanıyor. Halbuki ben bunun böyle olmadığını kendi gözlerimle görüyorum. Göz göre göre kötüleme, tarihi iğfal etme ve kendi milletini en yücelere çıkarmak için diğerini aşağılama var.”


KARARSIZLIKLAR, HAYAL KIRIKLIKLARI, TRAVMALAR

Yetim ve Sahipsiz Balkanlar

Osmanlıların çekilmesiyle Balkan Müslümanları, yetim ve çaresiz kalmış küçük çocuklara döndüler. Artık yeryüzünde onları koruyup kollayacak, haklarını savunacak hiçbir güç kalmamıştı. Birden bire kendilerini hiç beklemedikleri ve dolayısıyla hiç hazırlıklı olmadıkları büyük bir kaos ortamının içinde buldular. Diğer Balkan Müslümanları gibi, Bosnalı Müslümanlar da, büyük bir çaresizlik içinde, kimsiz, kimsesiz, hamisiz, korunmasız ve savunmasız bir şekilde kendi başlarının çaresine bakmak, kimliklerini ve hayatlarını korumanın yollarını ve çarelerini bizzat arayıp bulmak zorundaydılar. Fakat bu hiç de kolay bir mesele değildi.

Bosnalı Müslümanların büyük çoğunluğu, ne olursa olsun kendilerini Osmanlı siyasi sisteminin Hristiyan bir devlet içindeki ayrılmaz parçası olarak görüyorlar, bu nedenle Avusturya-Macaristan tarafından yönetilmek istemiyorlar, bir an önce kurtulmak istedikleri bu yönetime karşı muhalefetlerini değişik şekillerde ortaya koyuyorlardı. Fakat şartlar çok zordu ve gittikçe daha da zorlaşıyordu. Osmanlı’nın durumu ise ortadaydı. Hiç ümit verici bir gelişme yaşanmıyor, devlet ve millet gittikçe daha fazla dağılıp çözülüyor, geleceğin ufkunda hep kara bulutlar dolaşıyordu. Artık Osmanlı Devletinin başında usta manevralarla, denge politikalarıyla devletin ömrünü birkaç on yıl uzatabilmiş II. Abdülhamit de, onun yerini tutabilecek güvenilir bir lider de yoktu. Bütün İslam dünyasında olduğu gibi, Balkan Müslümanları da kurtlar sofrasına sürülmüş, zavallı bir kuzunun çaresizliğini ve şaşkınlığını yaşıyorlardı.

Bu durum karşısında, Boşnaklardan bazıları, Sırbistan’ın genişleme stratejisinin başarıya ulaşması halinde, durumlarının çok daha kötüye gideceğini öne sürerek ne olursa olsun Avusturya-Macaristan yönetimiyle iyi geçinmenin reel politik açısından daha uygun olduğunu öne sürüyorlar ve bunun yollarının aramasını öneriyorlardı. Yeni yönetime sadık kalmayı, onları fazla rahatsız edecek sorunlar çıkarmamayı, hemen ölüp, yok olup gitmektense hastalığa razı olmanın daha akılcı bir yol olduğunu savunuyorlardı. Bazıları da Avusturya’nın buralarda sürekli kalamayacağını düşünerek belirli imtiyazlar karşılığında Sırplarla da taktik amaçlı ittifaklar kurulmasını öneriyorlardı. Bir kısım Müslümanlar ise, alabildiğine sürüp giden Hırvat-Sırp çekişmesinde, Hırvatların yanında yer almayı, asıl büyük tehlike olan Sırplara karşı bu şekilde bir dayanak bulmayı tercih ediyordu.

Osmanlılar bölgeden tamamen çekilmek zorunda kaldıktan sonra da Balkanların ve özellikle Bosna’nın Müslüman halkı, dinlerine ve bu din sayesinde sahip oldukları milliyetlerine gönülden bağlı kalmaya ve bunu her şekilde göstermeye devam etti. Balkanlarda etnik milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri başlayınca Balkan Müslümanları yok olmamak, varlıklarını sürdürmek ve Osmanlı’yla bağlarını daha da güçlendirmek için canla başla çalıştılar ve bu uğurda çok büyük bir direniş gösterdiler. Bu yolda ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ama ne yapsınlar ki Fuzuli’nin dediği gibi ‘Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tâlih zebûn’du.

Balkan Müslümanlarının büyük çoğunluğu, başlarına gelen dayanılmaz acı ve felaketlerden dolayı Osmanlı’yı, devletlerini, milletlerini asla sorumlu tutmuyorlar, onca yanlışlıklara, hata, ihmal, suistimallare rağmen yine de yöneticilere toz kondurmuyorlar, olan biteni kara talihlerine bağlıyorlar, bunun bir an önce uyanılması gereken kötü bir düş ve kâbus olmasını diliyorlar, her sıkıntı ve zorluğa sabırla direnmeye çalışıyorlardı. Avrupalıların ve gayri Müslimlerin yaptıkları hiçbir şey, hatta Türkler sizi Berlin Antlaşmasıyla üç kuruşa Avusturyalılara sattı gibi dedikodular, tezvirler, Balkan Müslümanlarındaki Türk ve İslam sevgisini, bağlılığını ortadan kaldıramaya yetmiyor, hatta daha da artırıyordu.

Sırp, Hırvat ve Karadağlılar tarafından ortadan kaldırılmaya, yok edilmeye çalışılan Bosnalı Müslümanlar bunun kendileri açısından en acı, en somut ve en yürek sızlatan örneklerini de Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde ve İkinci Dünya Savaşı arifesinde yaşadılar.

Balkanlar elimizden çıktıktan sonra, Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek ve yaşayabilmek için, doğup büyüdükleri vatanlarını, ata dede topraklarını, kan bağıyla bağlı oldukları insanları terk edip, binbir çeşit mahrumiyeti göze alarak din bağıyla bağlı oldukları Anadolu’ya, Türkiye’ye hicret edebilmek hiç de kolay bir şey değildi. Hele Balkan Müslümanlarından bazılarının,  anavatan bilip geldikleri Türkiye’de karşılaştıkları acı olaylar, özellikle de bazı kendini bilmezler tarafından etnik kökenlerinin sorgulanmaya kalkılması, kendilerine Türk ırkından olmadıklarının, dolayısıyla Türk sayılamayacaklarının söylemesi gibi densizlikler karşısında yaşadıkları büyük şok ve travmaların boyutları benim anlatabileceğim, okuyucunun da anlayabileceği kadar basit olaylardan değildir. Ama yine de ben anlatmaya gayret edeceğim, inşaallah okuyanlar yazandan ve anlatanlardan daha anlayışlı olurlar.

Değişim Sancıları

O dönemde büyük bir yeniden var oluş ve diriliş mücadelesinin ardından Türkiye’de de çok büyük değişimler yaşanıyordu. Türk milletinin şimdiye kadar kurabildiği imparatorlukların en büyüğü, en uzun ömürlüsü ve en güçlüsü artık tarih sahnesinden silinmişti. Uzun asırlar boyunca dünyadaki değişime ve gelişime ayak uyduramayan, hatta çoğundan doğru dürüst haberi bile olamayan, değişen şartlara ve zamanın ihtiyaçlarına uygun siyasi, sosyal, ekonomik, askeri yapılar oluşturamayan, bunun felsefi, düşünsel alt yapılarını oluşturamayan, böylece çağları ıskalamanın bedelini tarih sahnesinden silinmekle ödeyen Osmanlı İmparatorluğuyla beraber onun modern çağların ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski kültürü, anlayışı, kurumları, düşünce sistemi de yıkıntının altından kalmaktan kurtulamamıştı. Zamanın şartlarına uyum sağlayamayan eski yapıların, anlayışların, düşüncelerin, kurumların değiştirilmesi ve yenilenmesi gerektiği hususunda oldukça geniş bir mutabakat vardı ama sıra tasfiye edilmesi, değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerekenlerin neler olduğu ve bunların yerine nelerin konulacağı sorusuna gelince bunun tek ve herkesin uzlaşabileceği cevabı bir türlü bulunamıyordu. Soru ve sorun az çok belliydi ama ortaya atılan çözüm önerileri ve cevaplar konusunda fikir birliği yoktu. Tam aksine inanılmaz boyutlarda görüş ayrılıkları vardı. Yeni Türkiye kendisine yeni bir yön, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir sistem arıyor, büyük değişimlerin büyük sancılarıyla kıvranıyordu. İmparatorluktan ulus devlete geçişin sıkıntıları da her alanda kendini hissettiriyordu. Her değişim zordur. Böyle büyük ve ani değişimlerin zorlukları ve sıkıntıları ona göre çok daha büyük olabilmektedir. Bütün kurumsal yapıların, sistem ve düzenlerin, anlayışların, değerlerin, düşüncelerin yeniden ele alınması, sorgulanması, gözden geçirilmesi, değiştirilmesi, bu arada vatan, millet gibi kavramların bile yeniden tanımlanması, anlamlandırılması, içlerin yeniden doldurulması söz konusuydu. Fakat bunu kim ve nasıl yapacaktı? Kafalar son derece karışık ve bulanıktı. Özellikle böyle olağanüstü dönemlerde, bir milletin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu soru ve sorunlara sağlıklı cevaplar ve çözümler üretilebilecek, milletin önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, basiretleri keskin bakışları, isabetli görüşleriyle ileriye doğru olabilecekleri tam bir kesinlikle görebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırabilecek, topluma, millete, devlete olması gerektiği gibi şekil ve biçim verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlar, münevverler, düşünürler, ilim ve fikir adamlarıdır. Halbuki ülkede bu düzeyde yetişmiş insan varlığı, yok denecek kadar azdı.

Zaten sayı ve kalite olarak yetersiz olan okumuş, yazmış, eğitimli, münevverlerin ve genç nüfusun büyük çoğunluğu sonu gelmez savaşlarda, cephelerde kaybedilmişti. İmparatorluktan devr alınan miras onu ayakta tutmaya yetmemiş, yirmimilyon kilometrekare genişliğindeki topraklarından elde sadece yediyüzyetmişdokuzbin kilometrekaresi kalmıştı. Şimdi kültürler, dinler, diller, etnik kökenler mozayiği bir imparatorluktan, ulus devlete geçilirken, ‘Millet’ ve ‘Türklük’ gibi kavramlar bile yeniden tanımlanmaya çalışılıyordu. Özellikle mübadeleler sırasında kimin Türk kabul edilip kimin edilmeyeceği, dolayısıyla kimin Türkiye’ye göç etmesine izin verileceği, kimin göçüne izin verilmeyeceği, kimin Türkiye’den başka ülkeye gönderileceği de yeni bir sorun ve tartışma konusu haline gelmişti. Örneğin, Türkçe konuşan, etnik olarak da Türk soylu kabul edilen Gagavuzlar Türkiye’ye kabul edilecekler miydi? Yahut Anadolunun Türkler tarafından fethinden çok önce, Bizanslılar tarafından İslam akınlarını önlemek amacıyla Anadolu’ya yerleştirilen, bu arada Hıristiyanlaştırılan, Anadolu’nun fethinden sonra Türk kökenlilerin büyük çoğunluğu İslamiyeti kabul ettikleri halde eski dinlerinde kalmaya devam eden Türk soylu ve Türkçe konuşan Hıristiyan Ortodoks Türklerin durumu ne olacaktı? Örneğin, Yunanistan’da yıllarca iktidarı ellerinde bulunduran Karamanlis ailesi de bunlardandı ve bunlar Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğullarıyla aynı soydan geliyorlardı. Mübadelede bunların Türkiye’de bırakılmaları, ya da Yunanistan’a gönderilmeleri konusunda da tereddütler yaşanmıştı. Öte yandan, kaybedilen Osmanlı topraklarında kalan, etnik kökenleri ve dilleri farklı olsa da kendilerini asırlardan beri Türk ve Müslüman sayan, öz yurtlarında da kendilerine Türk ve Müslüman gözüyle bakılan, bu yüzden zulme, baskıya ve soykırıma uğrayan, daha önce yakınları Türkiye’ye göç etmiş çok büyük bir kitle vardı. Bunlar ve yakınları da onların Türkiye’ye kabul edilmelerini istiyorlardı. Örneğin Yugoslavya’daki Boşnak, Arnavut, Makedon vb gibi Müslümanlar bu gruptandı. Ama bu sefer bunların Türk sayılıp, sayılmayacakları, dolayısıyla Türkiye’ye göç etmelerine izin verilip verilmeyeceği de Türkiye’de önemli bir sorun olarak tartışılıyordu. Müslümanlığı benimsemekle eski Slav kimliğinden çıkan ve kendini artık Türk sayan Müslüman halkın böyle bir tartışmayı anlayabilmesi ve kaldırabilmesi kolay değildi. Bu tür tartışmalar onları bir yandan üzerken ve şaşırtırken, diğer yandan da ruhlarında derin izler, yaralar açılmasına, travmalar yaşanmasına ve tepkisel davranmalarına neden oluyordu. Anavatandaki bazı yetkililerin ‘Türk Milleti’, ‘Türklük’ ve ‘Müslümanlık’ anlayışları ve tanımlarıyla onlarınki arasında taban tabana zıtlıklar ve dünyalar kadar fark vardı. Onlara göre Türklük, bir ırk, dil, etnik köken meselesi değildi. Türklükle, Müslümanlık birbirinin ayrılmaz parçasıydı. Türklük, bir bilinç ve şuur meselesiydi. Müslüman olan herkes aynı zamanda Türk olmuş demekti. Dilleri Türkçe olmasa, etnik kökenleri farklı da olsa Müslümanlığı kabul etmekle onlar da Türkiye’deki herkes kadar Türk olmuşlardı. Zaten Türkiye’de yaşayan insanların yarısından çok fazlası başta Balkanlar olmak üzere Türkiye’nin mevcut toprakları dışından buraya göç etmiş değiller miydi? Kendi yakınlarının çoğu da burada yaşadıkları halde kendilerini Türk kabul etmekte ve göç izni vermekte niçin bu kadar isteksiz davranılıyor ve böyle akıl ve mantık dışı gerekçeler üretiliyordu. Bu tür sorularını cevap arayanlardan bizzat Türkiye’ye gelip neler olup bittiğini anlamaya çalışanlar da az değildi. Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış olaylar, gerçek hayat hikayeleri, bu günkü nesil arasında bile anlatılmaktadır. Yaşanan trajediyi, duygu ve düşüncelerdeki farklılıkları, bunların ruhlarda yarattığı sarsıntı ve çatışmaları daha iyi anlamamıza yardımcı olabilmesi bakımından aslen Makedonya muhaciri olan Bursa’lı bir iş adamından dinlediğim şu hikâyeyi burada nakletmenin yararlı ve öğretici olabileceğini sanıyorum.

Romanya’da Türk, Türkiye’de Değil!

Türklüğü ve Müslümanlığı için Türklüğünü ve Müslümanlığını daha iyi yaşayabilmek için anavatan bildikleri Türkiye’ye gelen Balkan Müslümanlarının burada gördükleri muameleleri, yaşadıkları hayal kırıklıklarını ve travmaları anlayabilmek için ülkemizin en tanınmış Balkan göçmenlerinden biri olan Prof. Kemal Karpat’ın Dağı Delen Irmak adlı kitabına bir göz atmak gerekir.

Anavatana göç etmek, her Balkan göçmeni gibi, Kemal Karpat için de ne yazık ki de bütün acıların, sıkıntıların sonu olmamıştı. Her Rumeli, Balkan göçmeninin karşılaştığı sorunlarla, olumsuzluklarla o da karşılaşmıştı. Tabii bunlar herkes gibi ona da gâvurlardan gördükleri muameleden çok daha ağır ve acı gelmişti. Anavatanında karşılaştıkları olumsuzluklara da Kemal Karpat şöyle değiniyor:

“Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük. Romanya’da bizi “Türk” diye aşağıladılar, buraya geldik. “Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!” dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. Siz dışarıdan gelmişler, hakiki Türk değilsiniz. Sizin kanınıza gavur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!” gibi lafları çok işittim!” Halbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu sırada 11 – 12 milyon olan nüfusumuzun 7 – 8 milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu.

“Türkiye’ye gelip, 1940’larda uygulanan laiklikle, daha doğrusu kapalı bir şekilde ilim adına yürütülen yarı materyalist devlet politikası ile karşılaşınca buna tepki duydum… ‘Laiklik’ adı altında söze ve dine dayanan gelenekleri batıl sayma, İslam’la ilgili her düşünceye ‘geri’ olarak bakma, tarihi kasıtlı olarak saptırarak yorumlama ve ırka dayanan bir milli kimlik yaratma çabaları benim vicdan ve inanç hürriyetine saygımla asla bağdaşmamaktaydı (s. 281).”

“Türkiye’de laikliği doğru dürüst anlayıp uygulamak isteyenlerin yanı sıra laikliği tamamen politik bir silah olarak kullanan, mevkilerini korumak, ondan çıkar sağlamak için ideoloji haline sokanlar da vardır (s. 353 – 354).”

“Cumhuriyet’in kabul ettiği laiklik birçok İslam ülkesinde din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki, Türkiye’de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla ‘modernist’ geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır (s. 448 – 449).”

“Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini, ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir (s. 517).”

“Resmi tarih, bilhassa devletin siyasi amaçlarını gerçekleştirecek bir tarih, tarih olamaz… Bizde de yapılan bir yerde tüm tarihi Cumhuriyet’le başlatmak, önceki geçmişi yok saymaktır (s. 154 – 155).”

“Tarih yalnız bir insanın iradesiyle meydana gelmez. Ben hiçbir zaman tarihte kişinin rolünü inkar etmem, küçümsemem… Ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkar etmek kadar hatalıdır.” (s. 159)

“Atatürk’ten sonra, Batılılaşmış, modernleşmiş olduğunu söyleyen ve devleti elinde tutan elit, modernleşmeyi en ileri noktaya götürmek için her şeyi yapma serbestîsine sahip olduğunu, kimseye hesap vermeyeceğini düşünüyordu. Bunu görmek beni son derece rahatsız etmiştir. Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet! (s. 169) “

Gerçekten de Milli Mücadeleden sonra Anadolu’da yaşanan bazı gelişmeler özellikle milli ve dini bilinç ve şuur düzeyi yüksek olan Balkan Türkleri ve Müslümanları için inanılabilir, kabul edilebilir şeylerden değildi. Milletin Haçlı emperyalizmine karşı verdiği olağanüstü mücadele ve kazandığı inanılmaz zafer yine o Osmanlının mahut, her kalıba giren bürokrat, elit ve sözde aydın kesimi ne yapılıp yapılmış, çalınmış, ellerinden alınmıştı. İş o kadar ilerilere götürülmüştü ki, Milli Mücadelenin önder kadrosundan Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında anlattığına göre, Anayasa değişikliği yapılarak devletin dininin Hıristiyanlık yapılması bile teklif ediliyor, bu teklif komisyonlarda görüşülüp tartışılabiliyordu. Mustafa Kemal Paşa İslam dini üzerindeki bu tür tartışmalardan, hezeyanlardan, saçmalıklardan, hoşlanmamış, bu gibi densizliklere engel olabilmişti ama ona rağmen yapılan millete, milletin dinine, kültürüne, özüne karşı işlenen suçların, yapılan kötülüklerin haddi hesabı yoktu. Özellikle Balkan kökenli Müslümanlar bu inanılmaz gelişmeler karşısında ne yapacaklarını, ne diyeceklerini, nasıl davranacaklarını bilemiyorlardı.

Daha dün denebilecek kadar kısa bir zaman önce Haçlı zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı veren, bu savaşı büyük acılar ve fedakarlıklar sonucunda, kesin bir zaferle sonuçlandırmayı başaran artık yüzde doksandokuzu da Müslüman olan Müslüman Türk Milletinin Anayasasına çok hem de bu kadar nazik bir hengamede, bazıları ‘Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır’ şeklinde bir maddenin konulmasını teklif edebilecek kadar hainane bir cüret ve cesarete sahip olabiliyorlar, ölçüyü endazeyi bu kadar kaçırabiliyorlardı. İslamiyete karşı yapılan gizli veya açık saldırılar ve saygısızlıklar kutsal mabetlere kadar uzanmıştı. Bazı camilerin, mescitlerin, mabedlerin kapılarına kilit vuruluyor, bazıları kapatılıyor, bazıları yıkılıyor, bazıları satılıyor, kiraya veriliyor, bunlardan bazıları da bir kısım nüfuzlu kişilerin çıkarları için depo, meyhane gibi süfli işlerde kullanılıyor, bu durum başta şuurlu Balkan Müslümanları olmak üzere, bütün Müslüman halkta korkunç bir hayal kırıklığı ve devlete yabancılaşma doğuruyordu. Mütarekenin kara günlerinde bir İstanbul gezintisi yapan Yahya Kemal, bir yazısında Yavuz Sultan Selim’den beri Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde bir an bile susmamış olan Kur’an sesi ile ‘Ayasofya’da hala susturulamayan ezan sesini’ Türk’ün varlığının ve istiklalinin teminatı olarak göstermişti (Yahya Kemal, Aziz İstanbul, Topkapı Sarayı’nda, s. 113-118). Ama ne garip tecellidir ki, tek parti döneminde, işgal günlerinde işgalci düşmanların bile susturamadığı Topkapı Sarayı’nda 450 yıldan beri sürekli okunan Kur’an sinsice susturulmuş, Ayasofya’dan ezan sesi silinmiş, camiin duvarları kazınarak eski Bizans freskleri ortaya çıkarılmış, önündeki medrese temelinden yıkılmış, minareler de yıkılmaya kalkışılmıştı ama uzman mimarlar: ‘Bu minareler binaya destek görevi de görüyor, yapılırken o amaç da gözetilmiş. Minareler yıkılırsa kubbe ayakta duramaz’ deyince bundan vazgeçilmek zorunda kalınmıştı. Millet, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesini, Hıristiyanlara ‘bir gün kilise de olabilir’ ümidinin ve mesajının verilmesi gibi onur kırıcı bir tutum, İslamiyete inananları horlamanın, küçük düşürmenin, buna karşın Hıristiyan haçlı alemini memnun etmek arzu ve pervasızlığının bir ifadesi olarak görüyordu (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 135-137).

. Bütün bu olup bitenler en az Anadolu Müslümanları kadar, belki de ondan daha fazla Balkan Türklerini ve Müslümanlarını üzüyor, kahrediyordu.

Soğuk Yüzlü Diplomatlar

Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Bosnalı Müslümanlar da yönlerini doğal olarak Osmanlı’nın devamı olarak gördükleri yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne çevirmişler ve kendi devletleri gördükleri yeni devletle bağlarını güçlendirme ve geliştirme yollarını aramaya başlamışlardı. Maruz kaldıkları haksızlıklara, zulüm ve baskılara karşı, anavatanın hayati önemde gördükleri desteğini arıyorlardı. Destek arama faaliyetlerine önce Türkiye’nin Balkanlardaki dış temsilciliklerinden başladılar. Fakat buralarda Türkiye’yi temsil eden görevliler, diplomatlar, kendilerine hiç anlayamadıkları ve anlam veremedikleri bir şekilde ilgisiz, alakasız davranıyorlar, soğuk yüz gösteriyorlardı. Onlara sahip çıkmak, üzerlerindeki baskı ve zulümlerin ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine, gayri Müslimlerin onların kılık kıyafetleriyle, sakallarıyla, sarıklarıyla, kadınlarının örtüleriyle, islami ve dini eğitimleriyle uğraşmalarını neredeyse doğru ve haklı bulan bir tavır ve tutum içinde görünüyorlardı. Hatta neredeyse ‘Bu sizin mesele ettiğiniz şeylerden biz bile çoktan vaz geçtik! Siz de bırakın artık bunları, vaz geçin! Keyfinize rahatınıza bakın!’ demeye getirmeleri ise onları adeta şoke ediyor, çok gücendiriyor, çok büyük üzüntülere sürüklüyordu. Bu tavır onların acılarını daha da artırıyor, gayri Müslimlerden gördükleri zulüm ve baskılardan onlara daha ağır geliyordu. Ama onlar yine de, bu düşüncesizce, yersiz tutum ve davranışları, olumsuz tavırları buradaki kendini bilmez birkaç diplomatın şahsi kusuru ve ayıbı olarak görmek istiyorlardı. Türk diplomatlardan arzu ettikleri yakın ilgi ve alakayı görememelerine, arada Yunanistan ve Bulgaristan gibi engeller de olmasına rağmen, Yugoslavya Müslümanları yine Türkiye’ye olan bağlılıklarını ve ümitlerini yitirmiyorlar, ne olursa olsun Türkiye’ye toz kondurmak istemiyorlardı.

Bayrak O Bayrak Ama Millet O Millet Değil!

Uzaktan duydukları, dış temsilciliklerde yaşadıkları bazı olumsuzluklara inanmak istemeyen, bu yüzden yeni Türkiye’yi daha yakından tanımak, burada olup bitenleri yerinde ve kendi gözleriyle görmek, anlamak amacıyla Makedonya’dan da Türkiye’ye gelip giden, herkesin itibar edip saygı ve sevgi duyduğu, yaşlı başlı, akıllı uslu insanlar vardı. Bu gidiş geliş trafiği bir ara epey yoğunlaşmıştı. Bu dindar, yaşlı, güngörmüş ihtiyarlar, böylece hem bazı kötü niyetlilerin yalan ve tevirleriyle yanlış kanaatler edinmemek, hem vatan, millet, bayrak hasretlerini gidermek, hem daha önce Türkiye’ye göçmüş yakınlarını ziyaret edip hasret gidermek, hem göç için önceden bazı araştırmalar ve hazırlıklar yapmak, hem de olup bitenleri, milletin son halini ve durumunu yakından kendi gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek istiyorlardı. Geride kalanlar, bunların yollarını, hacı yolu gözler gibi gözlerlerdi. Anavatan saydıkları Türkiye’yi görebilme bahtiyarlığına erebilmiş bu insanlar, dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla karşılanırlardı. Bunların evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolar taşar, insanlar çevrelerinde halkalar oluşturur, Türkiye hakkında daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı haberler almak isteyenler bunları, aralıksız, fasılasız, türlü çeşit soru bombardımanına tabi tutarlardı:

  • Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize gördüklerini anlat!
  • Türkiye nasıldı?
  • Türkiye’de neler gördün, neler yaşadın?
  • Oralar nasıl?
  • Oralarda ne var, ne yok?

Bu saygın, Türkiye ve Türklük sevdalısı, yaşlı ve dindar insanlar, ardı arkası kesilmeyen soru bombardımanı karşısında iyice bunalırlar, Türkiye’de pek çok olumsuz şeyler, kendilerine yanlış ve kötü gelen olaylar yaşamalarına rağmen yine de bunlara pek değinmek istemezlerdi. Bunlar arasında onları en çok üzen, kendi vatan, millet anlayışıyla Türkiye’de özellikle yönetim kademelerinde görev yapan bazı kimselerin anlayışları arasında uzlaşmaş, bağdaşmaz ayrılıklar, aykırılıklardı. Bunlar neredeyse kendilerini Türk kabul etmiyorlar, aradaki en sağlam ve güçlü bağ olan İslamiyete ise nedense hiç önem vermiyorlar, hatta olumsuz ve düşmanca bir tavır takınıyorlardı. Bu nasıl olabilir, bin yıldan fazla İslamın bayraktarlığını yapmış bir milletin evlatları nasıl bu kadar değişebilir, kendi aslına ve özüne aykırı bir yapıya bürünebilir, böyle olumsuz bir değişim ve dönüşüm geçirebilirdi. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları bazı olumsuzluklara, bir türlü akıl sır erdiremiyorlar, ne yapacaklarını, dönüşte kendilerinden haber bekleyenlere ne diyeceklerini bilemezlerdi. Büyük bir çaresizlik içinde öncelikle bunlardan hiç söz etmemeyi denerler, bunların yerine, özgürce ve serbestçe dalgalanan ay yıldızlı al bayraktan da uzun uzun söz ederlerdi. Dinleyenler ise büyük bir duygu yoğunluğu içerisinde mest ve hayran olmuş, kendilerinden geçmiş bir şekilde, bıkmadan usanmadan anlatılanları ilgiyle dinlerlerdi. Ancak ister istemez sorulan sorular sözü, yeni dönem Türkiye’sinde yaşanan bazı gelişmelere ve değişmelere getirir, o zaman işin yüzü bir hayli değişirdi. Bu hatırı sayılır, sözü dinlenir, yaşlı Müslümanlar, Türkiye’de görüp yaşadıkları, ancak pek memnun kalmadıkları, hatta üzüntü ve kaygı duydukları, anlamakta güçlük çektikleri, umdukları ve arzu ettikleri gibi bulamadıkları bazı işlere, konulara ve olaylara gelince ne diyeceklerini, neyi nasıl anlatacaklarını bilememenin şaşkınlığını ve tereddüdünü yaşarlar, soranlara da sadra şifa olacak cevaplar vermekte bir hayli zorlanırlardı. Ne diyeceklerini bilemedikleri ve iyice bunaldıkları sorular karşısında, epeyce eveleyip geveledikten sonra, nihayet şu mealde cevaplarla işin içinden sıyrılmaya çalışırlardı:

  • Vallahi, bayrak yine aynı bayraktı ama Millete ne olmuş ben bir türlü

anlayamadım. Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım, hiç şüphe etmedim. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, hem de sevinçle karşıladı. Ben ona baktım, o bana baktı, uzun uzun bakıştık, ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk, o beni sevdi, ben onu sevdim, sevgiyle dolup taştık. O gün hava bir hayli sıcaktı, beni gölgesinde serinletti. Onun, gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, gölgesinde bulunmak da beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, öyle göğsümü kabarttı ki anlatamam! O duygular anlatılmaz, ancak yaşanır! Kısacası bayrak o bayraktı ama maalesef millet o milletti diyemeyeceğim. Çoğu insanların laflarından, sözlerinden çok incindim, yapıp ettilerinden irkildim. Gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni öylesine şaşırttı ki, milletin bizim millet olduğundan şüpheye düştüm. Görüşüp konuştuklarımın çoğunu bizim bildiğimiz, tanıdığımız Türk’e ve Müslümana hiç benzetemedim. Bana başka bir şey olmuş gibi geldiler. Ne olmuşlar, neye benzemişler ben anlayamadım. Anlayan varsa bana da söylesin! Ne ben onları tanıyabildim, ne de onlar beni tanıdı. Onlar beni Türk’e benzetemediler, ben de onları. Gerisini artık ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişme ve değiştirme çılgınlığı içinde bayrağımızı değiştirmeyi unutmuşlar. Artık akıllarına gelmediği için mi, yoksa henüz ona sıra gelmediği için mi orasını bilmiyorum! Ben anavatanım Türkiye’de bulunduğumu, bayrağımızdan anlamıştım. O da değişirse ne olur bilemem!

Gazi Hüsrev Bey Camii Önünde Bir Türk Başbakanı

Bazıları bu yaşlı insanların tanıklıklarını kuşkuyla karşılıyorlar, yanlış görüp duymuş veya görüp duyduklarını yanlış değerlendirmiş olabileceklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’den Yugoslavya’ya gelen Türk devlet adamlarının yollarını gözlüyorlar, onlarla yüzyüze görüşerek dertlerini, sıkıntılarını anlatmayı umuyorlardı. Seyrek de olsa, bu tür fırsatları da oldu. Bunların en önemlilerinden biri de 1937 yılı başlarında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü ile Dışişleri Bakanının yanlarındaki kalabalık bir heyetle Yugoslavya’yı ve bu arada Saraybosna’yı da ziyaret etmeleriydi.

Türk heyetinin, Belgrat’taki resmi görüşmelerden sonra Saraybosna’yı da ziyaret edeceği haberi, buradaki şehirdeki ve çevredeki bütün Müslümanları çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Türk heyetini karşılama ve hasret giderme arzusuyla yanıp tutuşan Saraybosna’dan, çevre il ve ilçelerden akın eden Müslüman halk, ellerinde Türk ve Yugoslav bayraklarıyla sokaklara döküldüler. Meydanlar, caddeler, sokaklar kadın erkek, çoluk çocuk o zamana kadar kimsenin görmediği büyük bir insan seliyle dolup taşmıştı. Mahşeri bir kalabalık her tarafı tıklım tıklım doldurmuş, büyük bir izdiham yaşanıyordu. Türkiye ve Türk heyeti lehine tezahüratlar, sloganlar yeri göğü inletiyor, gözyaşları sel olmuş akıyordu. Özellikle Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevîlerin yüzyıllardır barış içinde bir arada yaşadıkları Saraybosna, dinî çeşitliliğiyle tanınan, hatta bu yüzden bazılarınca Avrupa‘nın Kudüs‘ü olarak nitelenen bir şehirdi. Nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturduğu için, şehri ziyaret eden yabancı heyetler önce Gazi Hüsrev Bey Camiindeki Müslüman Reisülulemalığını, ardından da sırasıyla Katolik Başpsikoposluğunu, Ortodoks Patrikliğini ve Yahudi dini liderliğini ziyaret ederlerdi. Bu o zamana kadar bütün yabancı heyetlerin titizlikle uydukları, uyguladıkları ve resmi bir protokol kuralı haline gelmiş adetlerden biriydi. İnönü ve beraberindeki heyetin de aynı şeyi yapacağı, en azından bu kurala onların da uyacağı beklenmekteydi. Bu yüzden kalabalığın en büyüğü Gazi Hüsrev Bey Camii önündeki meydanda toplanmış, kimsenin kimseye dönüp bakamadığı bir izdiham yaşanıyordu. Heyet, uzaktan görünür görünmez, kalabalıktaki heyecan ve dalgalanma, sloganlar, sevgi gösterileri, tezahüratlar daha da arttı. Başbakan İnönü, beraberindeki heyetle camiin önüne kadar gelince aniden olduğu yerde çakılıp kaldı. O durunca beraberindeki heyet ve onlara refakat edenler de durdular. Kendileri için kalabalığın içinden açılan yolun, camiin önünden geçip gitmemesi, camiin içine doğru kıvrılması İnönü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Halk da, heyetin camiye girmesini ve başka ziyaretlerinden önce Müslümanların Reisülulemalığını ziyaret etmesini bekliyordu. Kısa bir süre duraklayan İnönü, hemen yaverini yanına çağırdı ve ona bir şeyler söyledi. Yaver de derhal heyete eşlik eden, yetkili Sırp generalin yanına giderek, ona bir şeyler anlattı. Bunun üzerine Sırp general, güvenlikten sorumlu yetkilileri yanına çağırarak, onlara bazı talimatlar verdi. Hızlı ve kısa bir mesaj trafiğinin ardından, askerler gruplar halinde toparlanırlar ve heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açmak için koşuşturmaya ve gerekli tertibatı almaya başlarlar. Olan biteni şaşkınlıkla izleyen Müslüman halk durumu anlamakta gecikmedi. Kendilerini ziyarete, dertlerine ortak olmaya, çareler bulmaya geldiğini düşündükleri Türk Başbakanı ve beraberindeki heyet, camiye girmek ve Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmek bile istemiyordu. Bu durum onların üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. Heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açıldı. İnönü başkanlığındaki heyet, Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmeden, Sırp askerleri tarafından Müslüman halktan oluşan kalabalık topluluk yarılarak açılan yoldan geçip gitmeye yönelmesi, bütün tezahüratları, sevgi gösterilerini, bağırış, çağırışları bir anda bıçak gibi kesmişti. O zamana kadar daha bir benzerini oradakilerin yaşamadıkları o büyük heyecan yerini teselli kabul etmez bir hüzne, yeşeren umutlar hayal kırıklığına, sevinçler üzüntüye bırakmış, kalabalağın içinden yükselen garip bir uğultu ve kısa bir dalgalanma yerini çok geçmeden ölüm sessizliğine dönüşmüştü. Sabahın erken saatlerinden beri akın akın meydanları dolduran ve saatlerce Türk heyetinin yolunu hasretle bekleyen halktaki kırgınlık, kızgınlık ve üzüntü tarif edilebilir cinsten değildi. Türk heyetinin kendilerine çok garip ve anlaşılmaz gelen davranışını protesto için halk, sessiz ve başları önlerine eğilmiş bir şekilde dağılmaya ve meydanı terk etmeye başlar. Saatler geçmeden boşalması imkânsız sanılan meydan, aradan on dakika bile geçmeden tamamen boşalmıştı.

Türkiye’ye Gönderilen Heyet

Üst düzey devlet adamlarının resmi ziyaretlerinden de olumlu bir sonuç elde edemeyen Bosnalı Müslümanlar, bu sefer de Türkiye’ye heyet göndererek dertlerine çare arama yolunu denemeyi düşündüler.

Yaklaşan Cihan Harbi öncesince Sırp ve Hırvat milliyetçilerle Stalin destekli Titocular arasında başlayan mücadelenin galibi kim olursa olsun, en sonunda esas kaybedenin yine Müslümanlar olacağı açıkça görünüyordu. Kendilerini ileride bekleyen tehlikelerin ve sıkıntıların Türk hükümetine anlatılması, şimdiye kadar yaşadıkları, bundan sonra da yaşamaları kuvvetle muhtemel zorlukların ilk ağızdan anavatandaki yetkililere aktarılması, onlardan yardım ve destek istemesi gerekiyordu. Hem kendilerine iyi davranmayan ve ilgi göstermeyen diplomatları şikâyet etmek, hem de çektikleri acıları, zulüm ve baskıları bütün yönleriyle anavatana duyurmak için en iyi yolun Türkiye’ye heyet göndermek olduğu kanaatine varmışlardı. Saraybosna Belediye Başkanı Muhammet Cevahirci, Zagrep Müftüsü Salih Müftiç, milletvekili ve gazeteci Şemsettin Saraylı, şair Münir Ekrem Şahin ve bölgenin aydınlarından Muyaciç’i Ankara’ya gönderdiler.

Yugoslavya Müslümanlarını temsil eden heyet, yapabildiği kadarıyla Türkiye’de en aşağı memurundan en üst yöneticisine kadar yeni Türk Devletinin her kademesindeki yetkililerle ve sorumlularla görüşmeye, dertlerini bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştı. Çankaya Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından da kabul edildiler. Fakat aldıkları cevaplar onları hiç tatmin etmemiş, hatta çok sarsmış ve üzmüştü. İsmet Paşa dâhil bütün devlet erkanından aşağı yukarı: ‘Türkiye size hiçbir yardımda bulunamaz. Çünkü biz Misak-ı Milli hudutları dışında Türk ve Müslüman unsur diye bir şey kabul etmiyoruz. Gidin meselenizi hangi devletin içinde yaşıyorsanız onlara anlatın! Bu onların kendi iç meseselesi. Biz kalkıp da kimsenin iç işlerine karışamayız. Kendi sınırlarımız dışındaki bu gibi meseleler bizi ilgilendirmez. Siz de Türkiye’yi seviyorsanız, bizi böyle sorunlara bulaştırmayın. Türkiye’yi bu işlerle uğraştırmayın, başımızı ağrıtmayın!’ şeklinde cevaplar aldılar. Bu soğuk, ilgisiz, kayıtsız, yabancı ve bigane tavır onlarda soğuk duş etkisi uyandırmıştı. Duyduklarına, kulaklarına inanamıyorlardı. Dertlerini iyi anlatamadıklarını düşünüyorlardı. Dönüp en başından itibaren; sırf Türk ve Müslüman oldukları için yok edilmek, dünya haritasından silinmek istendiklerini, Türkiye’nin himaye elinin kendilerine uzanmasını beklediklerini, bunun kendileri için hayati önem taşıdığını, savundukları değerler, yani Türklük, Müslümanlık, din, iman, şeriat, vatan, millet uğruna şimdiye kadar çok büyük mücadeleler verdiklerini, bundan sonra da daha büyük bir azim ve kararlılıkla bu mücadeleye devam etmek istediklerini, Hilafete, şeriata ve Osmanlıya bağlı olduklarını, Osmanlılar Balkanlardan çekildikten sonra Balkan Müslümanları olarak yetim kalmış sabilere döndüklerini, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz, himayesiz kaldıklarını, öz yurtlarında, öz vatanlarında parya durumuna düştüklerini, zalim düşmanlar tarafından ezim ezim ezildiklerini, tarifsiz acılara, işkencelere, haksızlıklara uğradıklarını, Hilafetin maddi bir gücü kalmadığı zamanlarda bile kendileri için manevi bir güç, bir dayanak oluşturduğunu, bu manevi gücün onları canlı ve diri tuttuğunu, onlara direnme gücü verdiğini, devletin ve milletin başına sarılan türlü gailelerden dolayı kendilerine sahip çıkılamadığının çok iyi farkında ve bilincinde olduklarını, bunun için kimseyi suçlamadıklarını, zalim ve insafsız düşmanlarına karşı varlıklarını ve değerlerini savunma ve koruma cesaretini de evvel Allah sonra Türklerden, Türk Milletinden ve Türk devletinden aldıklarını, ne olursa anavatanın onları hiçbir zaman unutmadığına, her zaman düşündüğüne ve kendileri için çırpındığına inandıklarını tekrar tekrar ve döne döne anlatmaya çalıştılar. Fakat onlar konuştukça dinleyen yöneticilerle aralarındaki uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha da büyüyor, hatta gittikçe daha sert ve katı tepkiler alıyorlardı. Onlara önce nazikçe, sonra da oldukça sert ifadelerle Türkiye’nin artık eski Osmanlı Devletiyle bir ilgisinin kalmadığı, üstelik yeni Türkiye’nin laik bir ülke olduğu, devletin dinle diyanetle ilgisinin ve ilişkisinin kalmadığı, hele şeriat, hilafet, Osmanlı gibi lafları duymak bile istemedikleri, bunları ağızlarına almamaları gerektiği ihtar edildi. Hayal kırıklıkları daha da artmış, güvendikleri dağlara kar yağmıştı. En çok güvendikleri kimselerin kendilerine hiç sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar, hatta onların eliyle de ölmeden mezara konduklarını hissediyorlardı. Fakat milletin kendisiyle, geniş halk kesimleriyle görüşüp konuşmaya başladıkça yüreklerine su serpilmeye başladı. Milletin hemen hemen tamamının kendileri gibi inandığını, düşündüğünü, konuştuğunu, hissettiğini, onların dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini de can ve gönülden paylaştıklarını gördüler ve bu durum onları çok sevindirdi. Aklı başında ve yöneticileri iyi tanıyan, onlarla nasıl konuşulacağını, nasıl diyalog kurulacağını iyi bilen bazıları onlara ön ayak oldular, araya girdiler de yönetim kademelerindeki görüşmeleri biraz olsun yoluna girmeye, hiç olmazsa bazı konularda görüşüp, konuşma ve anlaşma zemini oluşmaya başladı. Yugoslavya Müslümanlarının önde gelen liderleri, yapılabilecek çok şeyler olmasına rağmen, tek ve son umut kapısı olarak gördükleri Türkiye’den de güvendikleri dağlara kar yağmış, büyük umutlar besledikleri kapılar yüzlerine kapanmış, esas aradıklarını ve arzu ettiklerini bulamamış bir ruh hali, çok büyük gönül kırıklığı ve çok karışık duygular içerisinde tekrar memleketlerine geri döndüler.

Göçenler ve Kalanlar

Bosna ve Sancak Müslümanlarının önünde üç seçenek vardı: Sırp kimliğini kabul etmek, Türkiye’ye göç etmek, ya da ölüm dâhil her şeyi göze alarak öz yurtlarında var olmanın mücadelesini vermek… Bazıları daha iyi bir yaşam için Türkiye’ye göçmenin daha iyi olacağını düşünürken, Müslüman nüfusun daha az bir bölümü de bu zulümlerden biraz olsun kurtulabilmek için etnik kökenlerine göre Müslüman Sırp veya Müslüman Hırvat kimliğini benimsemekten yanaydı. Bosna Müslümanlarının önemli bir kısmı ise, İslamla ve İslam sayesinde kazandıkları ve asırlardır iftiharla taşıdıkları kimliklerinden, kişiliklerinden, milliyetlerinden vazgeçmeyi, ecdat yadigârı olan, binlerce şehidin kefensiz yattığı ana baba ocaklarını, öz yurtlarını, öz vatanlarını ne pahasına olursa olsun terk etmeyi kendilerine, onurlarına yakıştıramıyorlardı. Sırp veya Hırvat kimliğini kabul etmeye de, göçe de şiddetle karşı çıkıyorlar, göç edenlere de iyi gözle bakmıyorlardı. Göç edenler ise bunu severek, isteyerek değil çaresizlikten yapmak zorunda kaldıklarını belirterek kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Yine de yaptıkları bu işten dolayı son derece mahcup, başları öne eğik, kalma cesaretini gösterenlerin gözlerine bile bakamıyorlar, utançlarını gizlemeye çalışarak geride kalanlara hiç de yerine getiremeyecekleri ‘Sizi hiç unutmayacağız!’, ‘Kalbimizin en değerli yerinde, hep aklımızda, fikrimizde olacaksınız!’ ‘Kalbimiz hep sizin için atacak!’ gibi vaatlerde bulunuyorlardı. Gözyaşları içinde vedalaşmalardan sonra gidenler, trenlere binip uzaklaştılar. Kalanlar gidenleri her gün ‘Mutlaka gelecekler!’ diye umutla beklediler. Ama gördüler ki ne gelen var, ne dönen. Anlaşılan gidenler kalanları tamamen unutmuşlar, onları ölmeden mezara koyup gitmişler, kalpleri de bir daha onlar için hiç atmamıştı. Kalanlar ise gidip de bir daha geri dönmeyenleri: ‘Bindim treni, unuttum seni!’ özdeyişiyle hatırlıyorlardı.

Göç edenlerden çoğu geride kalanları çok çabuk unutuyor, bazıları da güya unutmadıklarını göstermek için, gittikleri yerlerde onlar adına çeşitli dernekler kurarak unutmadıklarını göstermeye ve vicdanlarını rahatlatmaya çalışıyorlardı.

Kur’an-ı Hediye Olarak Bile Kabul Etmeyen Yöneticiler

Aliya İzzetbegoviç’teki Türklük ve Müslümanlık bilincinden, Kur’an sevgi ve saygısından bahsetmişken, bir karşılaştırma yapılabilmesi bakımından Türkiye’deki çoğu yöneticilerin bunlardan ne kadar uzak olduklarını gösteren, yine Balkan Müslümanlarınca birebir yaşanmış tipik bir anıyı da burada zikretmeden geçemeyeceğim. Aşağıdaki olay, aslen Saraybosna’lı olan, Bursa’lı Tercüman Nusret Uluca’dan dinlenmiştir:

Bursa ile kardeş şehir ilan edilen Saraybosna’nın (Sarajevo) Boşnak asıllı, Katolik ve Komünist Belediye Başkanı Ante Susiç, 1970’li yılların sonuna doğru, kalabalık bir heyetle Bursa’yı ziyaret ederler. Heyet, ziyaret edilecek üst düzey önemli kişilere verilmek üzere, Saraybosna’dan bazı hediyeler getirir. Hediyeler arasında, çok eski, yaklaşık beşyüz yıllık, Boşnakça mealli (tercümeli), elyazması bir Kur’an-ı Kerim de vardır. Saraybosna heyeti, bu Kur’an-ı Kerim’i getirdikleri hediyelerin en anlamlısı olarak kabul etmekte, buna çok büyük önem vermekte, adeta üzerine titremektedirler. Amaçları, bu hediye ile Türk-İslam Kültürünün Bosna Hersek’teki yerinin ve öneminin ne kadar eski, sağlam, köklü olduğunu, kendilerinin de buna çok büyük önem verdiklerini, saygı duyduklarını ve sahip çıktıklarını göstermek ve vurgulamaktır. Bu yüzden, heyetin tercümanlığını Nusret Uluca’ya, takdimler sırasında diğer hediyelerden ziyade bu el yazması Kur’an-ı Kerim üzerinde durulmasını, takdim edilecek kişilere bu anlamlı hediye ile ilgili geniş ve uzun açıklamalar yapılmasını özellikle rica ederler. Gerekli bütün detaylı ve etraflı bilgileri de kendisine verirler. Heyet, önce Vali’yi ziyaret eder. Kısa bir tanışma faslından ve hal hatır sormalardan sonra, sıra hediyelerin takdimine gelir. Tercüman Nusret Uluca, takdim edilen hediyeler hakkında Vali’ye kısa bilgiler verir. Heyetin ricası üzerine, el yazması Kur’an-ı Kerim’in takdimi ve önemi hakkındaki açıklamalar en sona bırakılmıştır. Fakat diğer hediyeler takdim edilip, sıra çok değerli kılıflara sarılmış el yazması Kur’an-ı Kerim’e gelince Vali’nin tavrı birden bire değişir. Anlatılanları dinlemek bile istemez. Tercümanın sözünü kesip: ‘Tamam, tamam! Diğer hediyeleri kabul ediyorum, ama bunu kabul edemem, bunu alıp geri götürsünler!’ diyerek el yazması, Boşnakça mealli Kur’an-ı Kerim’i almayı reddeder. Sert bir ifadeyle susturulan Tercüman Nusret Uluca, ne yapacağını şaşırır. Olup biteni, Vali’nin tavrını heyete nasıl izah edeceğini bilemez. Çaresiz, eveleyip geveleyerek, Kur’an-ı Kerim’in kabul edilmeme gerekçesi olarak heyettekilere bir şeyler söylemeye çalışır. Zaten her şey heyettekilerin gözleri önünde cereyan etmiştir ama, yine de heyet üyeleri bu kadar önem ve değer verdikleri bir hediyenin, böyle hiç de şık sayılmayacak bir şekilde reddedilmesinin nedenini anlamakta güçlük çekerler, Vali’nin tavrına da bir anlam veremezler. Büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu ile Vali’nin yanından ayrılan heyet, ikinci önemli randevuları olan Belediye Başkanını ziyarete gider. Heyet üyeleri ve Tercüman Nusret Uluca, arka arkaya ikinci büyük şoku ve tatsız sürprizi burada yaşarlar. Belediye Başkanı da aşağı yukarı Vali’yle aynı tavrı sergiler. O da diğer hediyeleri kabul eder, ama Boşnakça mealli, el yazması Kur’anı Kerimi kabul etmez. Heyettekilerin şaşkınlıkları daha da artmıştır. Daha sonra, Bursa’nın en büyük din adamı olarak gördükleri Müftü’yü ziyaret etmek isterler. Kur’an-ı Kerimleri alıp geri götürmektense, hepsini Bursa Müftüsüne vermeyi de planlarlar. Bu arada Vali’nin ve Belediye Başkanının tavırlarından, tutum ve davranışlarından haberdar ve dolayısıyla tedirgin olan Müftü, heyeti makamında kabul etmeye bile çekinmeye, korkmaya, tereddüt etmeye başlar. Sonunda Ulu Cami’de bir görüşme ayarlanır. El yazması, Boşnakça mealli Kur’an-ı Kerim’leri Müftü de kabul etmeye cesaret edemez. Ulu Camiin imamını kastederek ‘İmama verin!’ der. Neticede üç el yazması Kur’an-ı Kerim’den biri Ulu Cami imamına verilir, biri tercüman Nusret Uluca’da kalır, diğeri de verilecek kimse bulunamadığı için Bosna’ya geri götürülür.

BOSNA’DA TÜRK, TÜRKİYE’DE BOŞNAK!

Geldiği yerde kendince tam anlamıyla Türk olduğu, herkes

tarafından da böyle bilindiği halde, Türkiye’ye geldikten sonra bazı kendini

bilmezler tarafından kendisine gerçek anlamda Türk değilmiş gibi bakılmasına, davranılmasına içerleyen, üzülen, sinirlenen, öfkelenen yalnızca Ali Yakup Cenkçiler Hoca değildi. Dışarıda, gâvur içinde, yaban ülkede Türk olup, Türk sayılıp da, öz yurdu ve vatanı bildiği yerde ötekilenmek, yabancılanmak, başka değerlendirilmek gerçekten kolay katlanılabilecek bir şey değildir. Bunun doğuracağı üzüntüye, kedere, acıya ve travmaya katlanabilmek de herkesin harcı değildir. Bu tür tutum ve davranışlara karşı bazen hiç umulmadık kişilerden, hiç umulmadık yerlerde ve zamanlarda, hiç beklenmedik tepkiler gösterildiği de çok olmuştur. İşte bunlara bir örnek:

Sayın Nusret Uluca’nın bana anlattığına göre, bir zamanlar Bursa Sanayi ve Ticaret Odası’nda Ali Erhan Selimbegoviç (Selimbeyoğlu) adında yedi yabancı dil bilen, Boşnak asıllı, eski gazeteci bir tercüman çalışıyormuş. İri yapılı, boylu, boslu, yaşlıca bir zat olan Ali Erhan Bey, içkiye de oldukça düşkün bir adammış. Öte yandan Türklük ve Müslümanlık konusunda da çok büyük hassasiyeti de varmış. Her şakayı, hatta küfür ve hakareti bile bir yere kadar kaldırırmış ama sıra Türklüğüne ve Müslümanlığına gelince çok tahammülsüz olur, Türklüğüne ve Müslümanlığına hiç laf söyletmez, bu konularda hiç şakaya gelemezmiş.

Ali Erhan Bey, yine bir sabah akşamdan kalmanın derin mahmurluğu ve uyuşukluğu ile evinden işine gidiyormuş. Yolunun üzerindeki Koza Han’ın avlusundan geçerken, kendisini yakından tanıyanlardan biri ona takılmak istemiş. Uzaktan el sallayarak:

-Hey Koca Boşnak! Ne haber? Nedir bu halin? diye seslenmiş.

Aradaki samimiyete güvenilerek şakadan söylenen, bu ‘Koca Boşnak!’ lafı Ali Erhan Bey’i çok sinirlendirmiş. Öfkeden deliye, çılgına dönen Ali Erhan Bey, yaşından ve cüssesinden beklenemeyecek bir çeviklikle hızla koşup kendisine seslenen adamın yakasına yapışmış:

  • Ulan Bana bak! Sen kime ‘Koca Boşnak!’ diyorsun? Ben Türk’üm ve

Müslüman’ım anladın mı? Üstelik ben sadece burada değil, geldiğim ve doğduğum memlekette de Türk’tüm. Orada gâvurlar bile beni Türk bilirler, Türk tanırlardı. Onlar bana hiçbir zaman ‘Boşnak’ demediler. Orada bana sövenler bile önce Türklüğüme söverlerdi. Sonra da Türk anama, Türk babama, Türk dinime söverlerdi. Ulan ben buraya, Türklüğümü, Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, göğsümü gere gere, hiç kimseden çekinmeden, sıkılmadan Türklüğümle, Müslümanlığımla iftihar edebileyim diye geldim. Sırf Türklüğüm için nice çilelere, fedakârlıklara katlanarak Türk yurdu, ana vatanım diye buraya hicret ettim, muhacir oldum. Şimdi sen bana nasıl ‘Koca Boşnak!’ dersin? Ulan ben oralarda, gâvur içinde Türk idim de, şimdi buraya Türkiye’ye gelince ‘Boşnak’ mı oldum?

Ali Erhan Bey o kadar sinirlenmiş ve gözü dönmüştü ki diğer esnaflar

yetişip adamı elinden güç bela almışlar, kendisini teskin etmekte çok güçlük çekmişler. Aslında adamcağızın esas tepkisi kendisine Boşnak denmesine değil, bazılarınca Türk ve Müslüman sayılmamasınaydı. Boşnaklığından hiçbir şikâyeti ve memnuniyetsizliği yoktu ama Türklük ve Müslümanlık her şeye rağmen onun için her şeyden daha önemliydi ve önde geliyordu.

ALİYA İZZETBEGOVİÇ’TEKİ TÜRKLÜK VE MÜSLÜMANLIK BİLİNCİ

Aynı Türklük ve Müslümanlık bilincine ve şuuruna Bosna Hersek’in bilge önderi, inançlı lideri, büyük mücadele adamı Aliya İzzetbegoviç’in de sahip olduğunu biliyoruz. Geçenlerde televizyon kanalları arasında dolaşırken tanık olduğum, program konuğu bir gazetecinin Aliya İzzetbegoviç’in Türklük ve Müslümanlık anlayışını ve bilincini yansıtan şu anısı da çok ilginçtir. Gazetecinin anlattığına göre; Bosna Savaşı’nın en şiddetli ve kritik dönemlerinden birinde kendisiyle görüşmeye giden bu gazeteci kendisine hediye olarak Türkiye’den bir Kur’an-ı Kerim, bir Türk Bayrağı ve bir de Türkiye haritası götürür. Aliya İzzetbegoviç, bayrağı ve Kur’an-ı Kerim-i alır, öper, başına götürür. Kur’an’ı saygıyla yanındaki rafa koyar, Türk Bayrağı’nı da karşısına asar. Türkiye haritasını açar, düşünceli ve üzgün bir yüz ifadesiyle bir müddet inceledikten sonra sorar:

  • Bu ne?
  • Türkiye haritası…
  • Türkiye haritası mı?
  • E, evet, Türkiye haritası
  • Ne yani, Türkiye bu kadarcık mı?
  • !!!???
  • Peki, bu haritada hani biz neredeyiz? Bakın, biz buradaki Müslümanlar

hepimiz, kendimizi Türk sayarız; Müslümanların yaşadığı, onlara vatan olmuş her yeri de Türkiye biliriz. Yani asla kendimizi sizden, sizi de bizden ayrı görmeyiz. Yoksa siz, kendinizi bizden, bizi de sizden ayrı ve başka mı görüyorsunuz? Hayır, bu olamaz. Kusura bakmayın ama ben, bizi de içine almayan bir Türkiye haritasını asla kabul edemem!

ŞİİRLERDE VE DUALARDA DİRENİŞ

Balkan Müslümanlarının varlık ve beka mücadelesinin ne kadar zor, ne kadar ağır, çileli, sarsıcı, yıpratıcı, insanın tahammül sınırlarını zorlayan, ruhlarda derin izler bırakan ve yankılar uyandıran ne çetin bir mücadele olduğunu daha iyi ve doğru bir biçimde anlamak isteyenlerin mutlaka bu mücadelenin içinde olanların, içli, duygulu, samimi, dualarına bakmaları da gerekir. Bunların sayısız örnekleri var. Yeri gelmişken burada da bu örneklerden birer tanesini zikredelim.

Yücel Teşkilatı’nın kurucusu Şehid Şuayb Aziz Efendi’nin amcaoğlu olan Üsküp’lü Fettah Rauf Efendi, hem büyük bir âlim, müderris, hem iyi bir hafız, hem büyük bir mücadele adamı, hem de yetenekli bir şairdi. Komünist yönetim Fettah Rauf Efendi’nin de peşini bırakmadı. Onu mahkemelerde süründürdü, hapislerde, zindanlarda çürüttü, işkencelere uğrattı. Dokuz yıl boyunca en ağır şartlarda tutulduğu zindanlarda sağlığını iyice kaybettikten ve yatağından kalkamayacak hale düşürüldükten sonra 1957 yılında serbest bırakıldı. Aşağıdaki mısralar, onun ölüm döşeğinde yatarken, 1959 yılında yazdığı bir şiirinden alınmıştır:

Bazen ben aşıyorum

Kabımdan taşıyorum

Kendime şaşıyorum

Niçin ben yaşıyorum?

Hayatımda tadım yok

Bu varlıkta adım yok

Uçacak kanadım yok

Niçin ben yaşıyorum?

Yıkıldı tâ temelim

Kalmadı bir emelim

Boyumu aştı selim

Niçin ben yaşıyorum?

Milletimi ezdiler

Yüreğimi üzdüler

Her düzeni bozdular

Niçin ben yaşıyorum?

Ses yok ezanlarımdan

Usandım çanlarından

Domuz çobanlarından

Niçin ben yaşıyorum?

Kapandı her medresem

Saçtı deniz denizsem

Kahpeyim ağlamazsam!

Niçin ben yaşıyorum?

Ümitsiz kaldı kalbim

Avare kaldım Rabbim!

Bilinmez nedir gaybım

Niçin ben yaşıyorum?

Hak yolunda yürüdüm

Bölgeleri bürüdüm

Zindanlarda çürüdüm

Niçin ben yaşıyorum?

Nerde yüce mabedim?

Bir izini görmedim

Öz yurdumu seçmedim

Niçin ben yaşıyorum?

Okudum okutamam

Bildiğimi satamam

Hasma kurşun atamam

Niçin ben yaşıyorum?

Yabancı bana herkes

Kalmışım işte bikes

Ruhumdan koptu bir ses

Niçin ben yaşıyorum?

Üsküp, 1959, Fettah Rauf Efendi,

Bu büyük mücadelede Allah’tan başka hiçbir yar ve yardımcılarının bulunmadığını çok iyi bildikleri ve anladıkları için, onlar da her fırsatta Rablerine iltica ediyorlar, yardım ve imdat niyazlarıyla O’na yöneliyorlardı. Üsküp İsa Bey Camii İmamı Büyük Hafız Şaban Efendi’nin, Komünizm idaresinin en şiddetli dönemlerinde, dilinden düşürmediği şu manzum dua ve yakarış da bunlardan biridir. Bursa’da ikamet eden Üsküp’lü Sayın Ali Şardağ, bu yakarışı bizzat bu zatın ağzından, haziresinde Yahya Kemal’in annesinin yattığı bu camide her sabah namazında, namazın ve Kur’an tilavetinin ardından dinlediğini, Büyük Hafız Şaban Efendi daha sonra, Bursa’ya hicret ederek burada vefat ettiğini nakletmiştir.

Binbir adlı BİR ALLAH!

Bir adın SÜBHÂN ALLAH!

Müşkülümüz çok YÂ RABB!

Senden imdat YÂ ALLAH!

Seher oldu biz zulümatta!

Güneş doğdu biz karanlıkta!

Sevindir ehli îmânı!

Artık Sen GÜZEL ALLAH!

Kısacası biz Balkanlarda kendine has özellikleri olan bir Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı ile her türlü olumsuzluğa rağmen hala büyük bir azim ve kararlılıkla varlık ve beka mücadelesi veren Balkan Türklerini ve Müslümanlarını da bıraktık. Onları unutmayalım, unutturmayalım!

Mustafa ATALAR

TUNA MERSİYESİ


Tuna boylarında sıra selviler,
Tan yeli estikçe sessiz ağlarmış!
Gül bahçelerinde baykuşlar öter.
Şu viranelikler eski bağlarmış!

Namazgâh bir otluk; kalmamış taşı!
Çeşmelerden akan; kanlı gözyaşı!
Orda bir güzel var; çatılmış kaşı,
Ak alnına kara çatkı bağlarmış!

Kırık minareden duyulmaz ezan!
Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan!
Bir inilti duydum, sandım bir ozan;
Sesime ses veren karlı dağlarmış!

Söğüt dallarında hasta serçeler,
Eski akın destanını heceler,
Tuna ağlıyormuş bazı geceler,
Göğsünde kefensiz şehitler varmış!

Bozulan bağların üzümü acı!
Âsî köle kesmiş eski haracı!
Yine yedi kral giymişler tacı,
Şahin yuvasını kargalar sarmış!

Haydi eski ozan, al sazı ele!
Düşmanlar içine düşsün velvele!
De ki: Hor bakmayın bu durgun sele!
O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış!

Mehmet Fuat Köprülü

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR