KÜLTÜR EMPERYALİZMİNİN ACI SONUÇLARI
BATICI AYDINLARIN RUH HALİ
Halifenin Mukaddes Cihad ilanının İslam dünyasında hak ettiğinden daha fazla ilgi ve rağbet gördüğünü anlatırken, bu ilginin çok daha fazla olmamasının en önemli sebeplerinden birinin de İslam dünyasında ve Müslümanlar arasındaki bozulma, kültürel yozlaşma ve dejenerasyon olduğuna işaret etmiştik. Bu bozulma nasıl bir bozulmaydı? Bunun nasıl bir bozulma olduğunu, Batı hayranlarının, işbirlikçilerinin, çömezlerinin ruh hallerini, kültür erozyonuna ve yıkımına uğramış insanların ne hale dönüştürüldüğünü daha iyi anlayabilmek ve bunları daha yakından tanıyabilmek için bunun görüntüleri dışa yansımaları durumundaki güncel, basit, münferit veya tarihi ve karmaşık olaylarla örneklendirilmesi, ortaya konması yararlı olacaktır. Bu geniş kapsamlı ve büyük meseleyi burada uzun uzadıya ele alabilmemiz mümkün olamasa da kısaca ve birkaç çarpıcı örnekle de olsa değinmemiz zorunlu hale gelmiş gibi görünüyor.
Batılıların tezgâhından geçmiş doğulu gençlerin ne hale getirildiğini Avrupa’da eğitim görmüş üç Afrika’lı gençle ilgili olarak Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana adlı eserinde anlattığı trajikomik bir hikâye çok açık bir biçimde gösterir:
‘Afrika toprakları batılıların işgali altındayken, İngiliz, İtalyan ve Fransız Somalisi’nden üç genç seçilir ve bunlar aynı gemiyle eğitim için biri Londra’ya, biri Paris’e, biri de Roma’ya gönderilirler. Altı yıl kadar yurt dışında okuduktan sonra, eğitimlerini tamamladıkları söylenip ellerine birer diploma verilen gençler, memleketlerine dönerlerken yine aynı gemide bir araya gelirler. Hal hatır, hoş beşten sonra, sohbet konuları memleket meselelerine gelir. Fakat ilk yolculukları sırasında aralarında hiçbir tartışma, çekişme yaşanmayan, güzel güzel konuşup sohbet eden gençler, dönüş yolculuğunda bir türlü birbirleriyle anlaşamazlar, yıldızları hiç barışmaz. Çok geçmeden aralarında beliren fikir ayrılıkları yüzünden ortam çok gerginleşir, hareketlenir ve elektriklenir. Tartışmanın fitili, her birinin kendi eğitim gördüğü ülkenin ve toplumun üstünlüklerini sayıp dökmesi, onları her bakımdan öve öve göklere çıkarmasıyla ateşlenir. Ardından her öğrenci, Somali’nin, hatta bütün Afrika’nın tek kurtuluş çaresinin kendi eğitim gördüğü ülkeye her şeyiyle bağlanmaktan ve tam anlamıyla onları taklit etmekten geçtiğini iddia etmeye, bunu da tavizsiz bir tutumla savunmaya girişir. Üç Afrikalı genç, bu meddahlık ve hayranlık yarışında o kadar ileri giderler ki, işi birbirlerine hakarete, birbirlerini incitmeye, nihayet kavgaya ve birbirlerini denize atmaya kadar vardırırlar. Yabancı sermayeli geminin kaptanı, mürettebatı ve yolcuları ise, bu ilginç manzarayı ağzı kulaklarında, alaylı ve mütebessim çehrelerle, türlü yorumlarla ve ilgiyle izlemektedirler (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).
Ne kadar trajikomik bir olay değil mi? Peki ama acaba bizde durum çok mu farklıdır? İslam dünyasının hemen her tarafında binlerce örneğinin ve yansımasının görülebileceği bu tür trajikomik olayların benzerlerini ve değişik versiyonlarını devlet ve millet olarak biz yaşamadık mı, hala da yaşamıyor muyuz? Hem de nasıl? Üstelik bizim Batılılaşma maceramız onlarınkinden çok daha öncelere ve eskilere dayandığı için, bu alanda da onlardan çok daha ilerilerde olduğumuz rahatlıkla söylenebilir.
AZAT KABUL ETMEZ KÖLELİK
Bu nasıl bir psikoloji, nasıl bir ruh hali, nasıl bir anlayıştır? Bunu da yine aynı kitaptan alınmış başka bir hikayeyle örneklendirmeye çalışalım:
“Vaktiyle çok meşhur, çok zengin ama çok da cimri ve zalim bir ailede hizmetçi olarak çalışan zavallı bir kadın varmış. Kadıncağızın çektiği acılara, işkencelere çok üzülen ve onu bu durumdan kurtarmak isteyen etraftaki komşulardan bazıları araya girmişler ve ona âlicenaplığı ile tanınan başka bir evde iş bulmuşlar. Fakat hizmetçi bunu kabul etmemiş. Bu cazip teklifi kabul etmemesine çok şaşıran ve nedenini soranlara da şu yaman cevabı vermiş: “Evet haklısınız, ben burada çok acı çekiyorum. Bana köpekten de aşağı davranıyorlar. Paramı pulumu da vermiyorlar. Ama benim ev sahiplerim çok zengin ve çok ünlü! Ben bu kapıyı nasıl bırakırım!?” (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).
Batılı emperyalist devletlerden birine kapılanmış, onlardan birinin adamı olmuş oryantalist söylemleri içselleştirmiş, kendisine ve toplumuna onların gözüyle bakan, sürekli onlardan kavram ve söylem ithal eden, onların şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen ‘batılılarca devşirilmiş doğulu’ tipi gerçekten çok korkunçtur. Bunlar bir kere bir emperyalist devletin yandaşı, taraftarı, esiri, kölesi damgasını yedikten sonra bir daha artık o kapıyı bırakamazlar, sonuna kadar onların azat kabul etmez kölesi olurlar. Batılı efendileri onları ne kadar aşağılasalar, hiç yoktan yere kolaylıkla gözden çıkarıp feda etseler, itilip kaksalar, hatta dövüp söverek kovsalar da bir başka kapıya gidemezler, ne olursa olsun kendilerini ilk efendilerine canla başla hizmet etmek zorunda hissederler.
Durumları yukarıda hikâyesi anlatılan hizmetçiden daha kötüdür. Çünkü ona hiç olmazsa başka bir kapı bulunabilmiş, başka bir ev ve iş önerilebilmiş. Ama bir kere Batılı devletlerden birinin adamı olduğu damgasını yemiş birisi için böyle bir şey söz konusu olmaz. Bilindiği gibi bir köpek, belli bir kapının köpeği olduktan sonra artık kolay kolay başka bir kapı bulamaz. Onu civardaki evlerin sahipleri güvenip kapılarına bağlayamayacağı gibi, hemcinsleri olan köpekler de kendi hizmet ettikleri kapıya başka köpeği yanaştırmak istemez, gidip kendi kapısına hizmet etmesi için onu kovalarlar. Benzer durum bizim Almancı, İngilizci, Fransızcı, Rusçu vs gibi aydınlarımız, devlet ve siyaset adımlarımız için de geçerlidir. Dikkat edilirse bunların çoğu elbise değiştirir gibi fikir değiştirirler. Bugün başka yarın başka fikirleri, görüş ve düşünceleri savunabilirler. Zaten hiç birisinin kendi emekleri ürünü, çilesini kendilerinin çekerek sahip oldukları sağlam ve işe yarar görüşleri, fikir ve düşünceleri yoktur. Bunların savundukları fikirler, düşünceler, anlayışlar, dost ve arkadaş çevreleri, yaptıkları işler, hatta girip çıktıkları örgütler ve teşkilatlar kısaca her şeyleri sürekli değişebilir ama yandaşı, bağlısı, taraftarı oldukları Batılı emperyalist devlet değişmez. Aslında bütün bağlantılarındaki, yakınlık ve uzaklıklarındaki, dostluk ve düşmanlıklarındaki, ilişkilerindeki hızlı değişkenliğin, istikrarsızlığın da tek sebebi de bağlandıkları, kapıkulu ve devşirmesi oldukları emperyalist devletin çıkar ve menfaatlerinin öyle gerektirmesidir. Onlar bu çıkar ve menfaatler neyi gerektiriyorsa onu yapmak, öyle davranmak zorundadırlar.
JÖN TÜRKLÜKTEN JÖN KÜRTLÜĞE
Örneğin, Abdullah Cevdet (1869 – 1932) ilk başlarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Abdullah Cevdet’in hayatına, fikir ve düşünce yapısına ve çevresine bakıldığında Jön Türklükten başlayıp Jön Kürtlüğe kadar inanılmaz değişimler gözlenir. Önce Jön Türk, sonra İttihatçı, sonra muhalif, sonra Kuvva-yi Milliye düşmanı, sonra mandacı, sonra Kürt Teali Cemiyeti üyesi Jön Kürt, sonra inkılâpçı gibi saymakla bitirilemez değişimler arasında onu herhangi bir siyasi akım, düşünce ve görüşle tanımlamak neredeyse imkânsızlaşır. Boyanmadığı renk ve boya, savunmadığı fikir ve düşünce, girip çıkmadığı örgüt, bulunmadığı çevre, almadığı şekil ve kalıp neredeyse yok gibidir. Fakat Abdullah Cevdet için de değişmeyen tek bir şey vardır, o ad en başından sonuna kadar müfrit bir İngiltere yanlısı olarak kalmasıdır. Hayatındaki her şeyi de bu İngiltere yanlılığı ile açıklamak mümkündür. Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyetinden ayrılmasının ve muhalif tarafa geçmesinin tek sebebi, cemiyet içindeki Mücadeleyi İngiltere yanlılarının kaybetmesi, Almanya yanlılarının kazanmasıdır. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında onun Çanakkale Savaşını Türk Milletinin kazandığına çok üzüldüğünü, Çanakkale Zaferi için: “Medeniyet ayağımıza kadar geldi ama biz ona kucağımızı açmak yerine geri teptik, onlarla savaştık!” deme cüretini ve gafletini bile gösterdiğini söyler. Aslında bunda Abdullah Cevdet açısından bakıldığında şaşılacak bir şey yoktur. Onun gibi müfrit bir İngiliz yanlısı, aşığı, sevdalısından da başka türlüsü beklenemezdi. Eğer Çanakkale’de biz İngilizlere ve müttefiklerine karşı değil de, Almanlar’a karşı savaşsaydık, o zaman Abdullah Cevdet böyle bir söz söylemezdi. Çanakkale Savaşları sırasında bu millet canını dişine takarak kahramanlık destanları yazmış ve 250.000’den fazla şehit vererek müttefiklerin ‘Yenilmez Armada’ adını taktıkları, o zamana kadar tarihte eşi benzeri görülmemiş dev donanmalarına geçit vermemişti. Eğer geçit verilseydi neler olabileceğini İngiliz Binbaşı H. M. Alexander hatıralarında açıkça belirtilen ve İngiliz gemilerinden birinin yan tarafında, büyük harflerle yazılı olan şu ifadeler anlatmaya yeter: “Önce İstanbul’a, sonra haremlere, evlere hücum!” Ama bu da Abdullah Cevdet ve onun gibiler için bir sorun veya kötü bir şey değildir. Çünkü Abdullah Cevdet, zaten Türk insanının çirkin olduğuna, Türk ırkının güzelleştirilmesi için Avrupa’dan damızlık erkek ithal edilmesi gerektiğine inanan biriydi. Ona göre İngilizlerle ve müttefikleriyle savaşılmasa, onlara açılsaydı bu sorun da böylece kolaylıkla çözülmüş olacaktı. Birinci Dünya Savaşının ardında mütareke imzalanıp, İstanbul işgal edilir edilmez, Abdullah Cevdet hemen azat kabul etmez kölesi olduğu İngiliz işgal kuvvetleriyle temasa geçti, onların yardım ve desteğiyle de Sıhhıye Müdürlüğü’ne getirildi. İstanbul’un işgal yıllarında onun İngilizlerle her türlü işbirliğini yaptığını, İngilizlere ajanlık ettiğini, Milli Mücadele yanlısı en yakın arkadaşlarını bile jurnalletip, yakalatmakta hiçbir tereddüt göstermediğini, bundan utanç da duymadığını Zekeriya Sertel gibi kendisini yakından tanıyan dost ve arkadaşları anlatmaktadır.
Bir milletle aydınları ve yöneticileri arasına yabancılaşma, soğukluk, nefret ve düşmanlık girmesinden büyük felaket tasavvur edilemez. Asırlardan beri böyle büyük bir musibeti yaşayan Türk Milletinin çektiği acı ve ıstırapları anlatabilmek kolay değildir. Millet durup dururken başına açılan türlü gaileler ve felaketlerle boğuşurken, ölüm kalım mücadelesi verirken, onun parasıyla, emeğiyle yetişen aydınları onun diniyle, inancıyla, imanıyla, kimliğiyle kişiliğiyle uğraşmayı kendilerine uğraş edinmişlerdi. Bu aydınlarla halk arasıdaki kopukluğu başka bir örnekle daha anlatmaya çalışalım. Sultan, Abdülhamit’in Bahriye Nazırlarından Hüsnü Paşa’nın oğlu Sakallı Celal (Yalınız) (1886-1962) de milletine yabancılaşmış, milletinin değerlerine düşman olmuş Markist, ateist, materyalist, batıcı aydınlardan biriydi. Yıllarca ateizm propagandası yapmayı, dinle alay etmeyi, dindarlara musallat olmayı kendisine en önemli iş edinmiş, bu yüzden de Üsküp’ten kovalanmış, Milli Mücadele yıllarında da Ankara Sultanisi’nde Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Milletin dert ve sorunlarıyla pek ilgilenmediği gibi aynı tip propagandalara burada da devam ediyordu. Aynı okulda görevli olan Mahir İz’in anlattıklarına göre doğru dürüst derslerine devam etmez, geldiğinde de dersle değil boş, gereksiz, hatta zararlı lakırdılarla zaman öldürürmüş. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde öğrencilerine:
– Tahtakurusu ile başa çıkamayan millet, İngilizlere harp ilan etti, diyerek milletle ve mücadelesiyle alay ediyormuş (Yılların İzi, Mahir İz, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 48-49).
Ama millet kaybederse kazananlarla beraber olmak onlardan çöplenmek için her şeyi yapmaya hazır olan böyleleri, bir yandan da her ihtimale karşı sotede bekleme uyanıklığı gösterdiler. Eğer Millet hiç ummadıkları ve arzu etmedikleri bir zafer kazanacak olursa onu da çalmak, istismar etmek, üstüne konmak, milletin bütün emeklerini boşa çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmayı da ihmal etmediler.
EMPERYALİSTLERİN ÇIKARLARINI
ÖNCELEYEN DOĞULU AYDINLAR
Emperyalist Batılı devletler arasında olduğu gibi bunların sömürge alanı haline getirmek istedikleri ülkelerdeki yerli işbirlikçileri, kuyrukları arasında da çok çetin ve kanlı bir mücadele sürüp gitmektedir. Bunlardan birinin yanlısı olmuş, öyle tanınmış bilinmiş, damgalanmış biri, bir daha artık başka kapılarda ilgi ve ekmek bulamaz, barınamaz. Bunun değişik örneklerini bizdeki İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yaşanan mücadelelerde bütün açıklığıyla görebilir, izleyebilir, gözlemleyebiliriz. Birbirleriyle yıllarca iç içe olmuş, kader birliği yapmış, aralarında çok sıkı, canciğer dostluk ilişkileri olan İttihatçı kadroların, kaderlerini bağladıkları farklı emperyalist devletlerin çıkarları ve menfaatleri söz konusu olduğunda ve bunlar çatıştığında neler olduğunu ibretle gördük. Bunlar da çok büyük çıkar ve menfaat çatışmaları, rekabet, kanlı hesaplaşma, düşmanlık ve husumetlerin içine girdiler. Bunlar ve oluşturdukları derin yapılar, sık sık acımasızca, insafsızca ve gaddarca yol ve yöntemlerle birbirlerini ezmeye ve yok etmeye yöneldiler.
Resneli Niyazi Bey’le Enver Bey’in ilişkileri ve aralarında meydana gelen olaylar da bu çok garip, ilginç ve ibret verici olayların en tipik örneklerinden biridir. Bunların her ikisi de bir zamanlar aynı davanın, aynı amaçlar için kader birliği, elbirliği ve güç birliği yapmış iki üyesi, iki yakın dost ve arkadaştı. Ama araya Almanya’nın ve İngiltere’nin çıkar ve menfaatleri girince ve bunlar birbiriyle çatışınca, bizim Niyazi ile Enver arasındaki o eski dostluktan, kardeşlikten, arkadaşlıktan eser kalmadı. Alman yanlılarıyla İngiliz yanlılarının iktidar mücadelelerinin başladığı geçiş döneminde aralarına ilk soğukluklar girmiş, rekabet arttıkça ve mücadele şiddetlendikçe düşmanlığa dönüşmüş ve nihayet kanla sonuçlanmıştı. Meşrutiyetin ilan edildiği ve herkese türlü payelerin dağıtıldığı o hengâmede her ikisi de dağdan inerek aynı günlerde İstanbul’a geldiler. Ama atı alan Üsküdarı geçmiş, Alman yanlısı ittihatçılar köşebaşlarını tutmuşlardı. O zamana kadar adı Enver Bey’den çok daha fazla duyulan, büyük bir kahraman olarak tanınan İngiliz yanlısı Resneli Niyazi Bey, İstanbul’da Alman yanlısı İttihatçılardan hiçbir pek iltifat ve itibar göremedi. Çaresiz, sessiz, sedasız bir şekilde Manastır’a geri dönmek zorunda kaldı. Resneli Niyazi Bey, bir yıl sonra 1909 Nisan’ında 31 Mart Ayaklanması’nın Hareket Ordusuyla bastırılması ve 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sırasında bir kez daha İstanbul’a geldi. Enver Paşa hızla kolağalığından generalliğe, ardından da mareşallığa terfi etmişti ama Niyazi Bey’e gene bir şey yoktu. Baktı ki, kendisine İstanbul’da hala bir hüsnü kabul ve güler yüz yok, yine Makedonya’ya döndü. Birkaç yıl daha bekledi. Balkan Savaşları sırasında, çok büyük kahramanlıklar ve yararlıklar gösterdiği her tarafta olduğu gibi İstanbul’da da epeyce yankılanmıştı. ‘Belki bu sefer bir şey olabilir!’ düşüncesiyle 1913’te tekrar İstanbul’a gelmek ve oradaki havayı koklamak istedi. Ancak tüm köşebaşları, kendi kaderlerini de devletin ve milletin kaderini de tamamen Almanya’ya bağlamış olan İttihatçılar ve Selanik cuntası tarafından çoktan tutulmuştu. Alman yanlısı İttihatçılar onun bu ziyaret fikrinden hiç hoşlanmadılar, İstanbul’a gelmemesini bildirdiler. Fakat o yine de İstanbul’a gelmek istiyordu. Resneli Niyazi Bey, uyarılara kulak asmayarak yola çıktı ve kendisini İstanbul’a götürecek gemiye binmek üzere Arnavutluk’un Avlonya Limanı’na vardı. İstanbul’a gidecek gemiyi beklerken, 17 Nisan 1913 günü, hem de kendi koruması tarafından öldürüldü. Daha 40 yaşındaydı. Son sözü: ‘Neden?’ sorusu olmuştu. Bu sorunun belki kendisi tarafından da bilinen cevabı, Türkiye üzerinde emperyalist güçler arasında yaşanan iktidar kavgasında gizliydi (Bkz. Prof. Dr. Mehmet Can, Türk Demokrasisinin Beşiği: Selanik, Tarih Bilinci Dergisi, Ocak-Haziran 2010, Sayı: 11-12).
BATI HAYRANLIĞI VE TAKLİTÇİLİĞİYLE VARABİLDİĞİMİZ YER
Bu anlatılanlar bizim aslında bize hiç de yakışmayan, çoğumuzun içini kanatan ama bizim kendi gerçeklerimizdir. Belki bazılarının aklına: ‘Yok canım! Bu kadarı da olmaz!’ gibi itiraz cümleleri de gelebilir. Keşke olmasa ama, itiraz etmek veya görmezden gelmek, eksiği var fazlası yok denebilecek türden bu gibi olayların bizde hem de fazlasıyla olduğu, yaşandığı, işin kötüsü hala da olmaya ve yaşanmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmez.
Osmanlı Devleti, Batılılaşma kulvarına sokulduktan sonra Devlet yöneticilerimizin hemen hemen tamamının batı hayranı, taklitçisi ve her birinin de bir başta Batılı ülkenin Türkiye’deki çıkarlarının temsilcisi olduğunu görüyoruz. Hükümetlerin ve kurumların başına neredeyse kendi devletinden ve milletinden yana sadrazamlar ve yöneticiler gelmemiştir. Son devir sadrazamlarından kiminin İngiliz, kiminin Fransız, kiminin Alman, hatta kiminin Rus yanlısı olduğu söylenir. Aynı şey devletin bütün üst kademe yöneticileri, askeri ve sivil bürokratlar ve aydınlar için de geçerlidir. Devletin kurum ve kuruluşları da, en başta sadrazam olmak üzere üst yöneticilerin yakın, taraftar, bağlı, bağımlı ve hayran olduğu bir emperyalist Batı ülkesi model alınarak aynen kopyalanmaya çalışılmış, ona göre tesis ve tanzim edilmiş, kurulmuş veya değiştirilmiştir.
Peki, acaba şimdi, yani günümüzde durum nasıl? Bu kadar olup bitenlerden, yaşanmışlıklardan ders alıp akıllanabildik mi? Keşke öyle olsa ama buna olumlu bir cevap verebilme imkânına en azından şimdilik sahip olamadığız gerçeğini çok değil birkaç ay önce yeniden görmek zorunda kaldım.
Geçenlerde şehir içinde bir yerden bir yere giderken, bir yandan da arabanın radyosunun tuşlarına öylesine dokunarak bir istasyondan öbürüne dolaşıyordum. Bu arada bir programa denk geldim. Programın konusu bugünkü Devlet teşkilatımız, konuğu da adıyla sanıyla tanınmış bir profesörümüz, bir bilim adamımızdı. Anlatılanlar merakımı celbettiği için bu kanalda kalmayı ve programı ilgiyle dinlemeyi tercih ettim. Gideceğim yere vardığım halde arabadan inemedim, park edip sonuna kadar dinledim. Konuyu değişik yönleriyle ele alan ve değerlendiren profesörümüz; Türkiye’deki devlet kurumlarının yapılanmasında Fransız sisteminin esas alındığını, Danıştay, Sayıştay vb gibi bütün önemli kurum ve kuruluşlarımızın Fransa’dan kopya edildiğini, çünkü zamanın Sadrazamı Âlî Paşa’nın Fransız yanlısı, hayranı ve aşığı bir kimse olduğunu anlattı. Bu tarihi olayın gelişimini bütün teferruatıyla gözler önüne serdi. Çok doğru ve yerinde tespitleri vardı. Fakat Sayın Profesör’ün sözü getirip bağladığı yer beni çok şaşırttı. Kulaklarıma inanamadım. Düşündüm ki, o koskoca profesörün konuya bakışı ve değerlendirmesi, entelektüel seviyesiyle yüz yıl önceki üç Afrikalı gencinkiler arasında fazla bir fark yok. Demek ki ilerleme yolunda çok büyük mesafeler kat ettiğimizi iddia etmemize rağmen, gide gide bir arpa boyu yol gidememişiz. Sayın Profesör, konuyu ortaya koyarken ve olup bitenleri eleştirirken, ben sözün sonunu: ‘Niye biz de başka devletler ve milletler gibi kendi devlet yapımızı, sistemimizi ve kurum ve kuruluşlarımızı kendi yapımıza ve ideallerimize göre kendimiz kuramıyoruz?’ ‘Niye başka milletlerden, hiç de bize uymayan yabancı sistemleri aynen alıp taklit ediyoruz?’ ‘Niye başkalarından kurum ve kuruluş kopyalıyoruz?’ ‘Bu çok yanlış ve bizim gibi kendi töreleri, ayrı kimlik ve kişiliği olan, üstelik geçmişte de kendine göre işlerliği olan sistemler ve nizamlar kurabilmiş büyük bir millete hiç yakışmayacak bir şeydir!’ gibi bir yerlere bağlayacak zannettim. Anlatımlardan böyle bir umut ve beklenti içine girmiştim. Fakat ne yazık ki hiç de öyle olmadı! Fransız sisteminin bizim yapımıza hiç uymadığını söyleyen Profesör, tuttu aslında Fransız sisteminin değil de Anglo Sakson sisteminin kopya edilmesi gerektiğini, onun daha iyi ve bize daha uygun bir sistem olduğunu, bugün de Anglo Sakson sistemine geçecek olsak daha iyi bir şey yapmış olacağımızı üstüne basa basa savunmaya başladı. İyi ama bizim aydınlarımız, ilim, fikir ve devlet adamlarımız bu tartışmaları birbuçuk, iki asır önce yapmamış, o zamanlar da kimisi Anglo Sakson sistemini, kimisi Fransız sistemini, kimisi Rus sistemini, kimisi de hayranı, bağlısı, bağımlısı, yanlısı ve sempatizanı olduğu başka bir Batı ülkesinin sistemini almayı önermemiş ve savunmamış mıydı? Bunun için çok büyük mücadeleler vermemişler miydi? Eee şimdi ne olduk? Nerelere geldik? Demek ki yine aynı yerdeyiz. Hala havanda su döver gibi aynı boş ve anlamsız şeyleri tartışıp, savunup duruyoruz. Afrikalıları gençlerin trajikomik Batı hayranlığı gösterilerine herkesle beraber biz de gülüyor, üzülüyoruz ama biz ne haldeyiz? Binlerce yıllık tarihiyle ve mefahiriyle öğünen bir milletin evladı olarak, dünyaya bakışımızın, ilmi, fikri ve siyasi seviyemizin ve anlayışımızın bundan yaklaşık yüz elli yıl önceki noktada bulunması, aydınlarımız, ilim, fikir, sanat, siyaset adamlarımız, hatta hepimiz için utanılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir husus değil mi?
Dahası da var! Bilindiği gibi, Avrupa Birliğine üyelik konusu yarım asırdan beri en önemli gündem ve tartışma maddelerimizden birini oluşturuyor. İyi tamam, tartışılsın, herkes fikrini söylesin! Tabii gerekçelerini de ortaya koyarak buna karşı çıkan çıkar, destekleyen destekler, savunan savunur. Bunda bir anormallik aramaz. Ama anormal ve utanç verici olan Avrupa Birliğine mutlaka üye olmamız gerektiğini, bunun bizim için sanki hayati bir mesele olduğunu, bir ölüm kalım meselesi olduğunu söyleyenlerden bazılarının öne sürdükleri gerekçelerdir. Neymiş efendim, biz kendimiz norm oluşturamadığımız, sistem, nizam, düzen kuramadığımız, standartlar geliştiremediğimiz için mutlaka Avrupa Birliğine üye olmalı, onların hazır sistemlerini, kurallarını, normlarını, standartlarını alıp kullanmalıymışız. Bu kadar pasif, edilgen, tepeden tırnağa aşağılık kompleksi akan, millete hakaret niteliği taşıyan bir gerekçeyi Türk milletine ve ona mensubiyet iddiasında olan hiçbir kimseye yakıştırılamaz. Ama ne yazık ki bu tür gerekçeleri, en itibarlı, etkili, yetkili ilim, fikir, sanat, siyaset ve devlet adamlarımızdan bile sık sık duyma talihsizliğini ve üzüntüsünü yaşamak zorunda kalıyoruz. Böyle bir gerekçeyle bir topluluğa katılmaya çalışmak hiçbir millete yakışmaz ama, hele Türk Milleti gibi tarihin derinliklerinden binbir tecrübeyle yoğrulup gelen, kendine has bir medeniyeti ve iddiası olan böyle büyük bir millete hiç yakışmaz, onun için çok utanç verici ve hiçbir şekilde kabul edilemez bir gerekçedir. Türk milleti tesadüfen veya zorla bir araya getirilmiş şuursuz kalabalıklardan oluşmuş, nevzuhur, hukuksuz, nizamsız, sistemsiz, töresiz bir topluluk değildir. Aksine Türk Milleti töreli, yani kendine has, yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği ve uyguladığı kurallar üzerine kurulmuş sağlam ve güçlü bir millettir. Türk kelimesinin eski kullanımlarından ve söyleyiş tarzlarından biri olan Törük sözcüğünün, Töre kelimesinden türetildiği, ‘Töreli Millet’ anlamına geldiği ciddi bir bilimsel varsayımdır. Türk Milleti, dünyanın çoğu ülkelerinde, törenin, hakkın, hukukun, kuralın, normun, nizamın, sistemin, düzenin bilinmediği, hele yöneticilerin kendi iktidarlarını sınırlandıracak hiçbir hak kukuk, kayıt-kuyut, nizam, sistem tanımadıkları, böyle şeyleri duymaya bile tahammül edemedikleri bir devirde, töreli, hak, hukuk, kanun, kural sahibi bir millet olarak doğmuştur. O zamanlar en sade vatandaşından en üst hakanına kadar herkes kendisini bunlara uymak zorunda hissediyordu. Ardından bu millet, nizamların, sistemlerin, törelerin en iyisini, en adilini, en iyi işleyenini kurabilmesi için tek eksiğini de Allah’ın neredeyse toptan ve hep birden gönüllerini açtığı İslamla tamamlamış, dolayısıyla dünyada herkese örnek olacak, huzur, barış, mutluluk getirecek dünyanın en iyi sistemini düzenini kurabilmek için başka hiçbir mazeretleri ve eksikleri kalmamıştır. Bütün dünyaya örnek olması gereken bu milletin asırlardır artık sistem, düzen, nizam kuramaz, norm oluşturamaz, hak, hukuk, adalet, töre geliştiremez hale gelmesi, kendini ve kendi törelerini tamamen unutarak binlerce yıllık düşmanlarının töresini, normunu, sistemini, kanun ve nizamlarını taklit etmeye, sorunlarına bunlarla çözüm, dertlerine bunlarla çare aramaya kalkması, hatta kendi kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak onlara yamanmaya ve yaranmaya can atması çok ibret, elem, üzüntü ve utanç verici bir gelişme olduğu gibi, bu aynı zamanda hem bu millet hem de bütün dünya için felaketlerin en büyüğüdür. Bu husus bizim nedenlerini inceden inceye inceleyip araştırarak acil, kalıcı ve doğru çözümler üretmemiz gereken konuların başında gelmektedir.