Ana SayfaDinimizİLK TÜRK – İSLAM İLİŞKİLERİ

İLK TÜRK – İSLAM İLİŞKİLERİ

İLK TÜRK – İSLAM İLİŞKİLERİ

Mustafa

Hazreti Peygamber ashabına Türklerle iyi geçinmelerini, barış içinde yaşamaya azami gayret göstermelerini ısrarla ve önemle tavsiye etmiştir. Türklerle iyi geçinmek, barış içinde yaşamak Hazreti Peygamberin bütün Araplara vasiyetidir:

“Türkler, size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona ihsanını  Kantura oğulları (Türkler) gelip alacaklar, ümmetimin emirliğine (yani hilafete) en sonunda onlar sahip olacaklardır  (İmam Taberani, Mu’cem’ül-Kebir ve Mu’cem’ül Evsat isimli eserlerinde).”

“Türkler size dokunmadıkça onlarla barış içinde yaşayın, iyi geçinin! (Hadis, İbn el-Fakîh 316, Tafdil el-Etrâk).”

“Türkler size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız!’ (Ebû Davud II, 137, Delâil ün-Nübüvve III, 77b-78a, El-İsâbe I, nr. 2454)”

Peygamber Efendimizden sonra özellikle sahabe döneminde, Peygamberimizin bu vasiyetine tititlikle uyulmaya çalışıldığı, Türklerle mümkün mertebe sıcak çatışmalara ve savaşlara girmekten kaçınıldığı anlaşılmaktadır.

Ömer bin Hattab, ‘Türklerle savaşmaktan gelebilecek zararlar pek çok, elde edilebilecek ganimet ve fayda ise pek azdır’ diyerek İslam ordularını Türklerle savaşmaktan kinaye yoluyla men etmişti. Orada bulunanlardan birinin anlattığına göre, aynı Ömer, kalbin korkudan titremesine, heyecanlanmasına ve cesur kimsenin cesaretinin kırılmasına sebep olabileceğini söyleyerek Ebu Zübeyd adlı bir şairin aslanı tavsif etmesini yasaklamıştı. Hâlbuki kendisi Türkleri Ebu Zübeyd’in aslanı tavsif etmesinden daha dehşet verici bir şekilde tavsif etmişti (Cahiz, Fezâil’ül Etrak, sayfa 72-73).

İmam Taberani Muaviye’den şöyle nakleder: İbn-i Zi’l Kelâ
anlatıyor: Bir gün Muaviye’nin yanındaydım. Ermeniye vilayetinin
valisinden posta geldi. Muaviye valinin mektubunu okudu, hiddetlendi;
sonra kâtiplerinden birini çağırdı ve ona valinin tahriratına şöyle
yaz, dedi: “İdarendeki arazide Türkler’in akın ve yağma
yaptıklarından, bunun üzerine arkalarından takip kuvvetlerini sevkettiğinden ve bu takipçilerin yağma edilen şeyleri onlardan istirdat etmiş (geri almış) olduklarından bahsediyorsun. Anan sana matem tutsun (Ölüp geberesin)! Sakın bir daha öyle bir harekette bulunma! Türkleri kışkırtma ve onlardan hiç bir şey istirdat etme. Çünkü ben Resulullah’dan işittim. Buyurdu ki; “Türkler yavşan otu biten yerlere (Avrupa’ya) kadar
ilerleyeceklerdir.”

Arapların inanışına göre, dünyanın büyük bölümünü savaşla, kılıçla fetheden, Büyük İskender bile yıllarca savaşmasına rağmen Türkleri alt edememiştir. En sonunda onlarla baş edemeyeceğini anlamış, ‘ütrukûhüm’ onları bırakın demek zorunda kalmıştır. Türk adı da buradan türemiştir.

Peygamberimizin vasiyet ve sakındırmalarının etkisiyle ilk zamanlar Müslümanlar, Türklerle çatışmaktan ve kaçınmaktan çekinmişler, Türkler de bu yeni dini merak ettikleri, öğrenmek ve anlamak istedikleri için Müslümanlara fazla zarar vermek istememişlerdir.

Türklerle Müslümanlar arasındaki Hazreti Ömer devrine kadar uzanan ilk sıcak ve olumlu ilişkiler, özellikle Emevi iktidarları döneminde dostane bir yönde gelişemedi. Hazreti Ömer döneminde Müslümanlar Sasani İmparatorluğunu yıkarak Türklerle sınır komşusu olmuşlardı. Daha sonra Horasan’ı da alan Müslümanlar, Emevîler devrinde Amuderya’yı geçerek Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den aldılar. Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katıldı. Buralarda yaşayan Türkler arasında Müslümanlık hızla yayılmaya başladı. Ancak Peygamber döneminden uzaklaştıkça, özellikle Emeviler döneminin ırkçı, kavmiyetçi, başka Müslümanları dışlayan, küçümseyen, onlara mevâli/köle gözüyle bakan yanlış politikaları yüzünden ilişkiler çok gerilmiş, münasebetler pek olumlu yönde gelişememiş, bu arada pek çok tatsız olaylar cereyan etmişti. İki taraf arasında sık sık kanlı çatışmalar yaşanıyor, Emevilerin Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları, Müslümanlığı kabul eden Türkler arasında da huzursuzlukları artırıyordu. Fakat her şeye rağmen, özellikle aklı başında liderler ve yöneticiler arasında olumlu diyaloglar, birbirlerini anlama çabaları da eksik olmuyordu.

EMEVİ VALİSİ VE TÜRK HAKANI

Cahiz, Fezâil’ül Etrak adlı eserinde, Müslümanlarla Türkler arasında savaş halinde bile olumlu dostluk ilişkileri gelişebildiğine dair, şöyle ilginç ve örnek bir olay nakletmektedir. Emevilerin dört yıl kadar Horasan valiliğini yürüten ve bu görevde iken 733 yılında vefat eden ünlü komutanları Cüneyt bin Abdurrahman ile Türk Hakanı (Büyük bir ihtimalle Türgiş Kağanı Şulu Han, ölümü: 738) arasında şöyle bir olay gerçekleşmiştir.

Rivayete göre, Horasan Valisi Cüneyt bin Abdurrahman ile Türk Hakanı savaş meydanında karşı karşıya geldiler. Hakan’ın ordusunun durumu ve kuvveti Cüneyd’i çok korkutmuş, dehşete düşürmüştü. Türk birliklerinin ve ordusunun kalabalıklığı, düzeni, nizamı, tertibi gözünü iyice yıldırmış, üzerinde çok kötü bir etki bırakmıştı. Ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini şaşırmıştı. Cüneyd’in bu şaşkınlığını, yılgınlığını ve içinde bulunduğu ruh halini anlayan Hakan, ona şöyle bir haber gönderdi:

“Korkma.! Benden sana bir zarar gelmez! Eğer ben sana bir kötülük yapmak isteseydim, böyle hiç bir şey yapmadan beklemez, yapmak istediğimi şimdiye kadar çoktan yapardım. Ben senin kuvvetlerinin ne büyük zaaflar içinde olduğunu en başından beri görüyorum. Eğer seni yenmek veya sana kötülük yapmak gibi bir amaç ve niyet taşısaydım, sana hiç düşünme fırsatı bile vermeden, kuvvetlerini toz duman, darmadağın ederdim. Hatta benden öğreneceklerini başka Türklere uygulayacağından endişe etmesem, sana savaş sanatında gerekli olan bazı hileleri; kuvvetlerin ve birliklerin tertibinde, düzenindeki eksiklik ve yanlışlıkları, hatalı tarafları, zaafları tek tek gösterirdim. Aslında ben, sizin dininizi çok merak ediyorum. Senin de akıllı, soylu, şerefli, faziletli ve dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi yakından tanımak için, dininizin bazı hükümleriyle ilgili olarak senden sormak istediğim şeyler var. Ayrıca kendimce önemli ve gerekli gördüğüm bazı şeyleri de sana sormak istiyorum. Sakın benden korkup çekinmeyesin! Kuşkulanıp, endişeye düşmeyesin! Benim gibi bir adama, başkalarına gadretmek yakışmaz. Ben, insanları önce kendine güvendirip, inandırıp, hile ve hudasından emin kıldıktan sonra, verdiği sözden dönenlerden değilim. Biz Türkler, normal işlerinde hile yapmayan ve hile yapmayı doğru bulmayan bir milletiz. Biz, hile yapmayı yalnızca savaşta doğru buluruz. Eğer savaş, hilesiz yapılabilecek bir iş olsaydı, hileyi savaşta da uygun ve doğru bulmazdık. Ben sana, senin istediğin yere tek başıma geleceğim. Ama sen istersen, maiyetinle beraber gelebilirsin!’

Cüneyt, Hakan’ın bu teklifini kabul etti. Her ikisi de tek başlarına ordularının saflarından ayrıldılar. Kendi ordu saflarından epeyce uzakta, orta bir yerde buluştular. Cüneyt:

-İstediğini sor! Eğer soracağın soruların uygun bir cevabını biliyorsam, kendim cevaplarım. Bilemiyorsam, o zaman, benden daha iyi bilenlere havale ederim, dedi. Hakan:

– Dininizin zina eden kimse hakkındaki hükmü nedir? diye sordu. Cüneyt:

-Bize göre zina çok çirkin ve kötü bir iştir. Zina iki kısma ayrılır. Birincisi, başkalarının namusuna göz dikmeye ihtiyacı kalmasın, komşularının namusuna tasallut etmekten uzak dursun diye kendisine uygun bir eş bulup evlendirdiğimiz kimsenin zinasıdır. İkincisi ise kendisine böyle bir imkân vermediğimiz bekârların zinasıdır. Biz, evli olmayan, bekâr zinacıya yüz sopa atarız. Bu cezayı uygularken de, bir daha kimse böyle bir suç işlemeye cesaret edemesin, kendisine ve başkalarına ibret ve ders olsun, bu kişinin kötü şöhretini herkes duyup namusunu ondan sakınsın diye, bu suçu işleyeninin cezasını büyük bir kalabalığın önünde uygularız. Onu ve suçunu herkese tanıtmış ve teşhir etmiş oluruz. Böyle bir suçu işlemeye muhtaç bırakmadığımız evli bir kişi böyle bir işi yaparsa ve zina yaptığı dört şahitle ispatlanabilirse onu da öldürünceye kadar taşlarız.

(Türklerde de namusa ve iffete çok önem verilirdi. Irza tecavüzün tek cezası idamdı. Zina edenlerin ve ırza tecavüz edenlerin önce iki eli ve iki ayağı, dört adet uzun ipin ve halatın birer ucuna bağlanır, bu iplerin ve halatların öteki uçları ise atların eyerine bağlanarak atlar ters yönde koşturulurdu. Suçlular böylece parçlanarak ve acı çektirilerek herkesin gözünün önünde öldürülerek cezalandırılmış olurdu.) Hakan İslam’ın zinaya öngördüğü cezayı beğendi:

– İyi, çok güzel! Bu ahlaksızlığın önüne geçilebilmesi için çok yerinde ve büyük bir tedbir! Peki, namuslu bir insana zina isnat eden kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyt:

– Biz, böyle bir kimseye seksen sopa atarız. Bir daha da onun hiçbir sözünü ve hiçbir konudaki şahitliğini kabul etmeyiz. Hakan:

– İyi ve güzel! Bu da, büyük bir tedbir! Hırsız hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyt:

– Bize göre hırsızlar da iki kısımdır. Birincisi, duvarları delerek veya evlerin tepesinden aşağıya sarkarak, türlü yol ve yöntemlerle başkalarının muhafazalı bir yere koydukları mallarını çalanlar… Bunların o malı çalarken, duvarı delerken kullandığı ve duvara tutunduğu elini keseriz. Diğeri ise yol kesip, silah çekerek, tehditle başkalarının malını soyan, mal sahibi malını korumaya kalkışınca da onu öldüren kimsedir. Böyle bir kimseyi de suçu sabit olursa öldürür, insanların gelip geçtiği umumi yollar üzerinde cesedini halka teşhir, suçunu ilan ederiz. Hakan:

-İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Başkalarının malını gasp eden ve yağmalayan kimselere ne hüküm uygularsınız? Cüneyd:

– Başkalarının malının gasp edilmesi ve yağmalanması olayını inceden inceye araştırır, soruşturur, muhakeme eder, suçunun durumuna göre karar veririz. Bütün şüpheli durumlarda, hata ihtimali bulunan, hırsızlıktan başka bir anlama gelmesi muhtemel konularda, yenilip içilen şeylerin çalınması gibi hafif suçlarda el kesmeyiz.. Hakan:

– İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Adam öldüren, insanların burun, kulak gibi organlarını kesen kimse hakkında ne hüküm verirsiniz? Cüneyd:

– Bu hususlardaki hükmümüz: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, bütün yaralamalara karşılık da aynı cezayı tatbik şeklinde kısas (aynı suça aynı karşılık) uygularız (Maide Suresi, Ayet:45). Bir adamı on kişi birden öldürürse, kısas olarak bunların hepsini öldürürüz. Kısas gerekiyorsa, cılız bir adama karşılık, güçlü kuvvetli bir adam da öldürülür. El ve ayak hakkındaki hükümler de aynıdır. Hakan:

– İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Yalancı, koğucu, saygısız, edepsiz, terbiyesiz, örneğin herkesin yanında utanmadan yellenen kimse hakkında ne hüküm verirsiniz? Cüneyt:

– Biz, böyle kimselere sürgün, halktan uzaklaştırma, toplumdan dışlama, hor görme gibi psikolojik cezalar uygularız. Şahitliklerini kabul etmez, sözlerini, fikirlerini muteber saymayız. Hakan:

– Bunlara uyguladığınız ceza, sadece bu kadar mı? Cüneyt:

– Dinimizin genel hükümlerine göre verebileceğimiz cezalar bu kadardır. Bunlar da az bir ceza sayılmaz. Hakan:

– Bana göre bunlara daha ağır cezalar verilmesi gerekir. Örneğin, koğucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Ben böyle bir insanı, bir daha hiç kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Böylece bir daha kimseye zarar veremez. Alenen yellenenin ise kıçını dağlarım. Böylece bu edepsizliği yaptığı organını cezalandırmış olurum. Yalancıya gelince, siz, nasıl hırsızın elini kesiyorsanız, ben de onun yalan söyleyerek suç aleti olarak kullandığı dilini keserim. İnsanları güldürüp boş şeylerle oyalayan, onları hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise yönetimim altındaki topraklarda barındırmam, sürgün ederim. Onu ülkemden çıkarmakla, halkımın fikirlerinin ve zihinlerinin bozulmamasını sağlamış olurum.

Cüneyt b. Abdurrahman, Hakan’ın bu sözleri üzerine ona:

-Siz hükümlerinizi, kendi aklınıza, fikrinize, görüş ve kanaatlerinize, aklınızın uygun ve caiz görüp görmemesine, fikir ölçünüzün güzel bulup bulmamasına göre ayarlıyorsunuz. Biz ise Allah’a ve Peygamberine inanan, onların kesin emir ve yasakları bulunan konularda, bunlara aykırı olarak, kendi aklımıza, fikrimize, hevâ ve heveslerimize göre hükümler uygulamaya yetkimiz olmadığına inanan bir milletiz. Bizim inancımıza göre, her şeyin iç yüzünü ve en doğrusunu, olayların sırlarını ve mahiyetlerini, semerelerini ve sonuçlarını, bizim için gerçekte neyin daha yararlı, neyin daha zararlı olduğunu en iyi bilen Allah’tır. İnsanların bunları tam olarak bilebilmeleri mümkün değildir. İnsanlar, bir şeyin dış görünüşüne bakarak hüküm verirler. Hâlbuki her şey, her zaman dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir. Zaman olur, nice tedbirsiz kimseler kurtuluşa ererler de nice ihtiyatlı ve tedbirli kimseler felaketlere uğrarlar, dedi.

Bunun üzerine Hakan ona:

-Kaç saattir konuşuyoruz. Doğrusu senin bu son söylediklerin, bana önceki sözlerinden de daha değerli geldi ve beni daha çok etkiledi. Bu son sözlerinle kalbimde derin bir iz bıraktın, yara açtın, içime büyük bir kaygı attın! dedi.

Cüneyt b. Abdurrahman, daha sonra Hakan’la buluşmasını anlatırken şöyle demiştir:

– Ömrümde bu Türk’ten daha vefalı, daha insaflı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüz, güneşin altında üç saatten fazla karşılıklı konuştuk. Bu süre içerisinde, öylesine vakur ve edepliydi ki, dilinden başka hiç bir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım.

(Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebû Osman Amr b. Bahr el-CAHİZ, Çeviren Ramazan Şeşen, İkinci Baskı, Ankara 1988, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:82, Seri:III, Sayı: A.21, sayfa:86-89)

Türkler İslam’dan önce, İslam’a çok yakın, Hanif dini, İbrahim dini özellikleri taşıyan Gök Tanrı inancına sahiptiler. Bu da Türklerin İslam’dan sonra olduğu gibi, İslam öncesinde de hayırlı bir millet olduğunu göstermektedir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR